Kitobni o'qish: «Kara Melekler»
François Mauriac (1885-1970), Bordeaux, Fransa'da dünyaya geldi. Bordeaux Üniversitesinde edebiyat eğitimi gördü, 1905 yılında mezun olduktan sonra École des Chartes'de lisansüstü eğitim almak üzere Paris'e taşındı.
1933'te Eugène Brieux'un ardından Académie française üyeliğine seçildi. Mauriac, Vietnam'daki Fransız yönetimine karşıydı ve Cezayir'deki Fransız ordusu tarafından işkence kullanımını şiddetle kınadı. 1930’larda Avrupa’daki baskı yönetimlerine duyduğu tepki ile eleştiri yazarlığına da yönelmiştir. İtalya ve İspanya’daki faşist rejime karşı yazılar yazmıştır. II. Dünya Savaşı boyunca yazılarını “Forez” takma adıyla ile yazmıştır. Roman ve eleştiri yazılarının yanı sıra, çok sayıda şiir, deneme, tiyatro ve biyografiler de kaleme almıştır.
1952'de edebiyat dalında Nobel'e layık görüldü. Fransız edebiyatında iki dünya savaşı arasında etkili olan "Sol Katolik" (Renouveau Catholique) akımın temsilcileri arasında kabul edilir.
1958'de Légion d'honneur'un Büyük Haç'ı ile ödüllendirildi. Bir dizi kişisel anı ve Charles de Gaulle'nun biyografisini yayınladı. Mauriac'ın yapıtları 1950-1956 yılları arasında on iki cilt hâlinde basıldı.
1970'te Paris'te öldü.
BAŞLANGIÇ
Rahip Efendi size korku ve nefret verdiğimden asla şüphe etmiyorum. Her ne kadar bu ana değin sizinle konuşmamışsak da beni tanırsınız veyahut daha doğrusu tanıdığınızı zannedersiniz; çünkü yeğenimin kızı Mathilde Desbats sizin ruhani nezaretiniz altında bulunuyordu. Sakın bunun için endişe ettiğimi zannetmeyiniz. Dünyada açılmak istediğim bir adam varsa o da sizsiniz. Memlekete son seyahatimde size Liogeats’ın avlusunda rast geldiğim vakitki bakışınızı hatırlıyorum. Gözleriniz bir çocuk gözleridir. (Kaç yaşındasınız? Yirmi altı mı?) Pek saf, fakat Allah vergisi bir zekâ ile insanın ne kadar zelil ve hakir düşebileceğini bilen bir çocuk. Beni anlayınız: Sizin ne kılığınız ve ne de onun ifade ettiği mana sebebiyle önünüzde kendimi temize çıkartmak istemiyorum. Rahip sıfatıyla beni alakadar etmezsiniz. Beni yalnız sizin anlayabileceğinizden eminim. Siz bir çocuksunuz diyordum, hatta küçük fakat dirayetli bir çocuk. Ve sizde henüz bozulmamış ne varsa onun da tehlikeye maruz olduğunu hissediyorum.
Görüyorsunuz ya, kendime ilgisi olan şeyden hiç bahsetmeksizin hakkınızdaki fikrimi bildiriyorum: Liogeats’te sefil meskeninizde sizi, ufak köy papazını ve etrafınızdaki yabani köylüleri tetkik ettiğim az zaman içinde hasıl olan fikrimi. Fakat onların iftiralarına inandığımdan korkmayınız. Rahip Efendi, ben aklı başında bir adamım ve sizi tanımaksızın kalbinizi açıktan okudum. Ben öncelikle kız kardeşinizin Liogeats’te yerleşmesinden sizin gibi zavallı bir çocuğun ne kadar sıkılacağını anladım. Tota Revaux’u hemen tanıdım: Ona kocasıyla beraber Montparnasse’de Monmarter’de sık sık tesadüf olunurdu. Hatta ismini bilerek bir defa onunla dans ettiğim de olmuştur.
Kocasından ayrıldıktan sonra saçları boyalı, kaşları yolunmuş bu mahluku sizin kabul ettiğinizi görerek önce hayret etmiştim. Fakat ona küçük bir kardeş nazarıyla ve şefkatli bir müsamaha ile baktığınızı anlamakta gecikmedim. Hâlbuki ahmak köylüleriniz kendilerini aldattığınızı zannettiler: Bu kadının sizin kardeşiniz olmadığını yazıyorlar. Hatta bizim evde bile eskiden beri manevi idareniz altında bulunan amcamın kızı Mathilde ile kızı Catherine sizi tehlikeli gördüler ve günah çıkarmak için Lugdunos’a kadar gidiyorlar. Bu saf kadınlar inanmadıkları hâlde hakkınızda söylenen kötülükleri tekrar ediyorlar ve sonra içlerini çekerek “Şüphesiz onlar fenalık yapmazlar.” dedikleri vakit aldıkları meyus tavırları tasavvur ediniz. Belki onlar – nasıl söyleyeyim? – bazı insanlar üzerine tesirden hâli kalmayan bu zilletin kudretinden sizin de müteessir olabileceğinizi evvelden hissetmişlerdir. Gücenmeyiniz: Her ne kadar ben bütün bütün çamura batmış ve şimdi ceset hâline girmiş isem de siz suların üstünde duruyor, ayaklarınız dalgaların köpüğüne ancak dokunuyor. Evet, ben gözlerinizin önüne yayılacak hayatımdan sizin şaşmayacağınıza yemin edebilirim.
Aynı zamanda melek tavırlı ve kardeş gibi bir esrarlı mahrem… İşte çoğu zaman ben bunu arıyordum. Ne sizin faziletiniz, ne benim cürümlerim. Hatta benim de girmeme ramak kalmış olan cübbenizle imanınız bile bizi ayıramaz!
Sizin gibi melek huylu bir adama bu defteri yırtmak için asla vesile vermeden samimiyetin son haddine erişmeye gayret edeceğim: Hatıra gönüle bakmayacağım, ısrar etmeyeceğim, söylenecek şeyi anlattıracağım.
Eğer siz ömrünüzde bütün bir hayatın ikrar ve itirafını dinlemişseniz, sade cürümlerin kuru isimlerde kanaat etmemişsinizdir, bu hayatın tam heyetini görmek istemiş, onun yüksek hatlarını takip etmiş ve en karanlık vadilerini aydınlatmışsınızdır. Öyle ise ben ki sizden affedilmeyi istemiyorum ve sizin günahı affetme kuvvetinize inanmıyorum, hiçbir ümidim olmadığı hâlde en gizli kısımlara kadar size açılıyorum. Özellikle dedikoduya mucip olacağınızdan korkmayınız, bu hikâye sizin hizmet ettiğiniz o gözle görülmeyen âlemde imanınızı takviye edecek mahiyettedir; çünkü tabii kuvvetlerin üstüne alttan girilebilir.
Doğum cihetinden muteber bir aileye mensup olduğumu zannetmeyiniz: Evlenme bana Liogeats şatosunun kapılarını açmıştır. Ben Pelvueyraların kâhyası pek zeki, fakat kızıl cahil eski bir çiftçinin oğluyum. Ben on sekiz aylık iken annem ölmüş. Ona benzermişim. Annemin teni beyaz ve inceymiş, kocasından başka bir ırktanmış. Ona dair birtakım şeyler biliyorum ki benden çok zaman saklamışlardı: Pek aşağıya yuvarlanmış bir adam, ecdadı arasında bir mesul aramak ihtiyacını duyar. Öyle hissederiz ki bizi hakir düşürmek için bu kudret sefil ferdin kuvvetleri fevkindedir. Ve bu ahenge katılmak için nesilden nesile kazanılmış ve artmış bir sürat gereklidir. Ne kadar ölü bizde ve bizim vasıtamızla hırslarını teskin etmişlerdir, ne kadar ecdada ait ihtiraslar serbest kalıyor! Yapmakta tereddüt ettiğimiz bu hareket için elimizi itecek kaç kişi vardır? (Ancak bana hemen diyeceksiniz: Karanlıklara karşı mücadelede bizi tutacak, bize yardım edecekler ne kadardır? İşte bu noktada tecrübelerimiz birbirine uymuyor!)
Benim bütün hayatımı tayin eden şey, çocukluğumda tesirini göstermeye başladı. Evet, o kadar uzaktan hatırladığıma göre ben hoşa gidiyordum yahut daha doğrusu çehrem hoşa gidiyordu ve ben çehremden istifade ediyordum. Bana budalaca bir gurur mu isnat edeceksiniz? Görünürdeki muvaffakiyetime sebep olanla beni mahveden şey hakkında biraz düşünmeliyim. Bir de bunu siz de hükmedersiniz, çünkü yakında elli yaşına girdiğim hâlde okuldan döndüğüm vakit yolda kadınların beni öpmek için tuttukları zamanki aynı çehreyi hemen hâlâ muhafaza etmekteyim. Bugün saçlarım beyazdır, ama onlar gümüş rengi tenimin yanık rengini meydana çıkarıyor. Yirmi seneden beri bir kilogram kazanmadım. Hâlâ gençliğimde Londra’da satın alınmış kostümleri ve seyahat paltolarımı giyiyorum.
Daha çocukken bu cazibe bende bir nevi soğuk bir merak ve dikkat uyandırdı; onun tesirine bakıyordum. Ve bundan istifade için bende ilk önce tabii ve sonra gittikçe şuurlu bir arzu hasıl oldu. Evet, daha küçük çocukken: Hemşire Skolastik’in bağırdığı ve cetveliyle yazıhanesinin kapağına vurduğu klor kokan büyük salonda – o yaz gününü hatırlıyorum – kapı açıldı: “Çocuklarım, sizi iyiliklerine gark eden Madam’a saygı için ayağa kalkınız!” İtilen sandalyelerden çıkan büyük bir gürültü işitildi ve başı Kraliçe Viktorya’nın resimlerinde gördüğümüz gibi dantelden bir hotozla örtülü şişman bir ihtiyar kadın göründü, arkasından başrahibe ve diğer bir rahibe yürüyor, ihtiyarın söylediği bizim anlamadığımız bir şeyler münasebetiyle onun etrafında eğiliyor, yaltaklanıyor ve gülmekten bayılıyorlardı.
Hemşire Skolastik emrediyordu: “Ellerinizi uzatınız!”
Ve küçük kirli ellerin her birine bu hayırsever kadın biri beyaz, biri pembe ve biri mavi minimini üçer şekerleme koyuyordu. İhtiyar Madam Pelouevre – bir sene evvel gömdüğümüz şu Jerome Peloueyre’in annesiydi – bükülmüş elini saçlarımın üzerine koyarak bağırdı: “Ah! İşte bizim küçük Gradére!”
Hemşire: “Sevimli olduğu kadar akıllıdır.” dedi. “Gabriel, madama ‘Allah’a iman ederim’ duasını oku.”
Ben her kelimeyi iyi telaffuz ederek ve gözümü madamdan ayırmayarak duayı okudum. İşte o gün, zannediyorum, gözlerimin tesirini anladım. Bana bir dördüncü şekerleme verdi.
Bu küçüğün gözlerinde ilahi bir tesir var. Hemşirelerle yavaşça birkaç söz söylediler. Baş rahibenin şöyle söylediğini işittim:
“Evet, küçük ruhban okulu, Papaz Efendi onu düşünüyor… Çocuk pek usludur. Halim fakat daha çok küçük. Bir de bu hayli masrafa muhtaçtır.”
“Ben seve seve bunu öderdim. Lakin onun ilk ikrarı din ayinini beklemeli. Bakalım hidayete erişecek mi? Ben kimseyi muhitinden dışarı çıkarmak istemem.”
O günden itibaren pek dindar oldum. Her sabah duasında bulunur ve hizmet ederdim. Dinî işlerde beni misal gösterirlerdi. Bu sırf komedya değildi, ibadetin usul ve merasiminden kolayca heyecana gelmiştim. O ziyalar, o ilahiler, o kokular benim için bir sefahat idi. Tanımadığım bu sefahatin kokusunu aldığım her şeye haberim olmaksızın şiddetli bir iştiyak duyuyordum. Ah Rahip Efendi, görünüşte sofu bir çocukken şimdi ne adam olduğumu mukayese ettiğim vakit sizlerde henüz suri sofuluğa karşı çok müsamahalı davranıldığını görüyorum. Bu bir şeyi ispat etmez dememeli: Bazı hâllerde, bazı adamlarda daha büyük fenalığın bir göstergesidir. Fransa kilisesinin devletle münasebeti çok gergin bulunmakla beraber babam benim papaz okuluna girmeme nihayet razı oldu. Ancak bu kolay olmadı. Ana, baba her vakit çocukları için daha yüksek bir mevki isterler… Babamdaki bu tuhaf hissi, âdeta bu bir nevi ihtiyatlı kıskançlığı iyi anlamıyorum. O benim gelecekteki üstünlüğümü istemiyordu. On üç yaşında bir demircinin yanına konuldum. Henüz o kadar kuvvetsizdim ki çekici kaldıramıyordum. Bunun için karnımla yardım etmek gerekiyordu. O vakit silleler yağıyordu.
Bundan birkaç sene evvel büyük kız kardeşim çalışmaktan ve fena muamele görmekten harap olarak veremden ölmüştü: Babam onu daha küçük kızken ortakçıların yanına hizmetçi gibi yerleştirmişti. Herkesin, insanların ve hayvanların hizmetçisi…
Bundan dolayı papazın ve Du Buch kadınlarının şiddetli itirazlarına boyun eğdi; papaz arkasını döner dönmez bana diyordu: “Sen tahsil et de kusurunu bırakmaya daima vakit vardır…” Ben öncelikle en parlak talebeden biri oldum. Şüphesiz ben daha çok seviliyordum. Niçin ufak bir köylü parçası ve yumruk altında ezilmiş bir çırak olduğum hâlde oradaki kir ve yağ kokusundan o kadar eza duyuyordum? Siz Peloueyrelerin şimdiki daire müdürünün oturduğu evi tanır mısınız? Elli seneden beri değişmemiş. Demirhanede çalışmadan evvel orada, anasız ve büyük bir sefalet içinde hayatımın ilk senelerini yaşamıştım. Küçük okulun yemeği bana nefis gelmeliydi. Kibar çocuklara mahsus bu tiksinmeler bana nereden geliyordu?
Peloueyrelerin evine alışık bir kedi yavrusu gibi girdiğim sıklaşmıştı; lakin orada mutfaktan ileri gitmezdim. Hâlbuki Du Buchların evinde salona kadar sokulurdum ve bu kızlar beni dizlerinin üzerine oturturlardı. Liogeats halkının şato dedikleri bu ev, asrın son senelerinde şimdiki gördüğünüz hâldeydi: Köye girilecek yerde, yoldan yüz metre uzakta, çamlarla kuşatılmış ve taş merdivenin önünde aynı sulak çayırlar ve en geride Frontenaclerin büyük ağaçları. O vakit ilkin iki ihtiyar Du Buch kadınları tarafından iskân olunmuştu. Siz bunları tanımadınız, biri dul, diğeri kocasından ayrılmıştı. Büyüğünün Adila isminde bir kızı vardı. Ben on iki yaşında iken o, on sekizine basıyordu. Küçüğünün de bir kızı vardı, benden gençti. Bu Mathilde, sonra Symphorien Desbat ile evlenmişti. Tatillerde iki hemşirezadeler Adila ve Mathilde benim için kavga ederlerdi. Büyüğü beni okutmak, vazifelerimi düzeltmek isterdi, fakat küçük Mathilde kendisiyle beraber oyun oynamam için ısrar ederdi. Rahip Efendi, ben ne tuhaf bir çocuktum! İlk önce hayırhah mürebbiyeyi tercih ettim. O beni hiç boş bırakmıyordu. Şüphesiz cevval, içten düşünceli, haris fikirliydim. Hiçbir akli çalışmadan yılmazdım. Lakin on beş yaşına girince Adila’nın yanında başka bir cazibeye kapılmaya başladım. Kurbağa gibi şişkin gözler ve eğri büğrü çıkmış dişler üzerine daima açık duran kalın bir ağız, örgülerini birbiri üstüne yığdığı o gür saçlar olmasa çehresi oldukça zararsız görünebilirdi. Fakat kafası hiç boynu gözükmeden omuzlarına gömülüyordu. Korsesi göğsünü güç zapt ediyordu. Kolları, bacakları, endamı her şeyi nispetsiz ve biçimsiz görünüyordu. Bununla beraber ilk önceleri hoşuma gitmedi değil. Genç ve yakışıklı köylülerin genellikle çok çirkin kızlarla evlendiklerini fark etmişsinizdir. Onlar sade hayvanlık saikalarına itaat ederler. Ben de gençliğimde bu hisse kapıldım. Adila Du Buch daha sonra benim karım olduğu vakit hayatımın bir zamanında onu sevmiş olduğumu iddia etsem benimle eğlenirlerdi. Bununla birlikte onda incelik bulduğum muhakkaktı… Lakin bu zevk beni onun yanında tutmaya kifayet etmedi.
Sizi böyle sapa yollardan bütün hayatımın kaynağına veya daha doğrusu – çünkü fenalık daha evvelden başlamıştır – hayatımda gözlerim açık olarak inanılmaz bir dikkat ve ihtimamla fenalık yapmaya başladığım zamana kadar sürüklediğimden dolayı beni affediniz. Adila Du Buch pek dindar ve çok merhametli bir kızdı. Eugenie de Guerinlerin neslindendi. Fakirleri giydirir, hastalara bakar, ölüleri gömerdi. Özellikle o zamanlar bizde terk edilmiş ve bazen o kadar fena muamele edilen ihtiyarlara acınırdı. Kırmızı faniladan başlıklı bir pelerine sarılarak kendi kullandığı ufak arabasıyla bütün köyü dolaşırdı. Beni taparcasına severdi. Bana karşı çok zaafı vardı. Bana çok zaman anne muamelesi yaptı. Okulun öğretim senesinde beni görmek için bilerek Bordo’ya seyahat ederdi. Liogeats’ten sepetlerle yiyecek ve tatlılar alırdım. Bu genç kıza karşı seneden seneye daha ustalıkla kullandığım hileleri anlatarak, Rahip Efendi, sizi taciz etmek istemem.
Bu kadar genç bir mahlukta bu derece ahlak bozukluğu insanı şaşırtırsa da şüphesiz müstesna bir hâl değildir; fakat en garibi benim masum olduğuma onu zahmetsizce ikna ettiğim olmuştur, bu hususta zerre kadar şüphe etmemiştir.
Kendine tevdi edilmiş bir çocuk hakkında yalnız duyduğu değil, onda uyandırdığı histen yegâne mesul olduğunu tahayyül eden pek dindar bir genç kızın, vicdanında ne şiddetli elem duyabileceğini düşününüz! Hem de rastgele bir çocuk değil, Ruhban okulunun talebesi, müstakbel bir rahip. Ah! Bizzat benim tutuşturmuş olduğum yangının arttığını nasıl bu hırslı merakla takip edebildim? Sene başı veya paskalya tatillerinden Liogeats’e geldiğim vakit orada bulunmamak için Adila’nın sarf ettiği gayretlerden ve icat ettiği vesilelerden hiçbiri gözümden kaçmazdı. Bir manastıra çekilmek isterdi. Hâlbuki benim yalvarmalarım onu azimetimden evvel hemen daima geri gelmeye mecbur ederdi. Dinin farzlarından uzaklaşmaya bir vesile elde etmek için kendini rahatsız ettiğini iddia ettiği itikatsızca düşüncelere aldanmadım. İşin çirkin ciheti bu faciadan haberdar oluşumdu. Hiçbir vakit bu senelerdeki kadar saf bir çehrem olmadı. Fena kılıklı talebeler arasında ben bir zambak gibi yükseliyordum. “Küçük Gradére mi? Bir melek…” İtikadım olsaydı bütün günah çıkarmalarımın ve yaptığım ibadetlerin küfür olduğunu size söylerdim. Fakat itikadı daha evvelce kaybetmiştim. Ve itikat olmayınca küfredilemez değil mi Rahip Efendi?
Benim için artık aşk değil, bunda şüphe yok, ancak pek çabuk geçen ilk cazibe bahanesi de kalmamıştı. Bu benim birine gönül bağlayan iktidarsızlığımdan değildi. Fakat küçük Mathilde büyüdükçe her gün daha hoşuma gidiyordu ve Adila’ya yalandan safiyane itiraflarda bulunuyordum. Zavallı kızın iç kuruntusundan muzdarip olduğu yetmiyormuş gibi bir de buna kıskançlığın, kendini utandıran ve korkutan bir kıskançlığın ateşi katıldı. Bu sırada onun ölmek istediğini zannediyorum. Kim bilir belki takip edilen maksat bu idi ve bu olmak lazımdı? (Ah! Bunu size söylememeliydim.) Biri tarafından aranılan ve arzu edilen bu ölüme benim vasıta olmadığımı kim söyliyebilirdi? Hiç olmazsa bizzat ben buna kani oldum. Adila dinine ve cehennemden korktuğuna rağmen kendini öldürmeliydi. Lakin o dua ediyor, her zaman ve hatta günah işlerken bile dua ediyordu. İhtiyar kadınların teşbihi… Bereket versin ki herkes bunu tahkir eder ve bunun kudretinden şüphe etmez… On yedi yaşında Bachelier diplomamı aldım. Combes kabinesi Fransa kilisesine dehşetli darbeler indiriyordu. Birdenbire fıtri istidadım hakkında ağır şüphelere düştüm. Ne Liogeats rahibi ve ne de Du Buch kadınları bunun için bana en ufak bir tekdirde bulunmadılar. Bilakis üniversitede takibine karar verdiğim tahsil masraflarını üzerlerine aldılar. Bu son tatiller süresince şatoyu asla terk etmedim. Yemeklerimi hep orada yiyordum. Adila gençlik taravetini kaybetmişti. Şişman ve nefes darlığından muzdarip olduğu hâlde Mathilde ile ben gözetlemekten geri kalmıyordu. Hâlbuki zavallı kız daima köyün şu veya bu evi tarafından çağırıldığından bu gözetlemeden kurtulmaya muvaffak oluyorduk. Benim oynadığım oyunu açıkça görmeye başlıyordu. Lakin beni kendi eseri sanıyordu: Onun için bana en ufak bir sitemde bulunmak fikri hatırından geçmiyordu. Bordeaux’a gittim ve Edebiyat Fakültesine yazıldım. Kira ve yiyecek için ne lazımsa velinimetlerimden alıyordum, fakat fazla bir şey değil. Ben ki serbest ve mesut bir hayat sürmeyi tahayyül etmiştim. Meriadeck Mahallesi’nde Lambert Sokağı’nda sefil bir odada her şeyden mahrum bulunuyordum. Adila’dan bazı yardım kabulü tabii göründü. Lakin ona cep harçlığı vermiyorlardı ve almaya muvaffak olduğunu da fakirlere sarf ediyordu.
Rahip Efendi, insaflı olmalı ve arada hafifletici sebepleri ihmal etmemelidir. Arkasında bir ailesi olmayan on sekiz yaşındaki bir talebenin soğuktan ve açlıktan ne kadar ıstırap çekeceği bilinmez. Evimde oturan bir orospu bana acıdı. İsmi Aline idi. Bazen merdivende konuşurduk. Hasta oldum, beni tedavi etti. Münasebetimiz böyle başladı. Benim için ne harcarsa kaydediyordu. Fakat borcumu verecek asla param yoktu. Aline pek genç ve henüz tazeydi. Bir meyhaneci ona tutuldu ve Bordeaux’ta echappe denilen düzayak ufak barakalardan birine oturttu. Kapıcı yok, gammazlıktan korku yok: Burası, liman tarafından bir odun tacirinin sundurması karşısında idi. Günlerimin bir kısmını Aline’nin yanında ve mütebaki kısmını şehrin kütüphanesinde geçirirdim. Orada her şey hoştu. (O zamanda neler okumadım?) Akşamları büyük tiyatronun karşısındaki kahveye giderdim. Burası, benim gözlerime dünyanın en süslü yeri görünürdü. Bir orkestra Werther’den seçme parçalar ve la Beroeuse de Jacelyn’i çalardı. İlk eziyet haftalarından sonra şimdi yemek, ispirto ve sıcak mesken ihtiyacını hissediyordum. Daha sonra utanmak hissini değil, fakat bütün masrafları bir kadın verirse bunun duyulabileceğini anlamayı öğrendim. Bu hâl ilkbahara kadar böyle devam etti. Bir gün anonim bir mektupla haberdar edilen meyhane sahibi bizi beraber yakaladı. Aline’i affetti. Beni hayli zaman nişanelerini muhafaza ettiğim bir dayaktan sonra kapı dışarı attı.
Kısa kesmek isterdim. Bununla beraber bu kâğıtları, ikrahla atmaya mecbur olmanızdan korktuğumdan muhtasar bir zabıtname tarzında her şeyi söylemem lazımdır. Paskalya tatillerinde tekrar Liogeats’e gelmiştim. Yetim kalan Mathild Brighton’da bir okulda tahsilini tamamlıyordu. Ben günlerimi Adila ile yalnız geçiriyordum. Cürmümün ne olduğunu anlamanız yeterlidir. Bir genç kızı baştan çıkarmak başka, onun ahlakını bozmayı tecrübe etmek başka şeydir. Benim gidişimden sonra Adila artık benden geçemez oldu. Evvelce o kadar açık yürekli iken şimdi yalanlar uydurdu. Bordo’ya gitmek ve bana para getirmek için vesileler buldu. Ona kendimi pahalı satıyordum. Tehditlerime rağmen babasından kendine düşen mirası istemekten imtina ediyordu. Şimdi beni öğrenmişti. Beni yalnız o tanıyor ve daha kurnazca davranmaya çalışıyordu. Zavallı şişman Adila! Liogeats’te herkesten kaçıyordu. Madam Du Buch feryat ediyor ve “Adila’nın eski dindar hâlini bulması için” perhiz tutuyordu. Bununla beraber bu miras işinde zavallı kız bana mukavemet ediyordu: Onu annesinin, haksız olarak elinde tuttuğu bu parayı istetmeye muvaffak olamadım. Hatta bazen elimden kaçıracağım gibi geldiğinden dizginleri gevşetmeye mecbur oldum. Hakikatte ona ne kadar horluk etsem o meyus olmuyordu. Bir mahluk yeise gelmeyince onunla Tanrı arasında bütün cürümde bir söz veya bir ah kadar mesafe kalır, öyle değil mi Rahip Efendi? Bunu ben biliyordum. Biliyordum ki o benim asker olmamı bekliyor ve bu mecburi ayrılışa memnun oluyordu.
Bana diyordu: “O vakit senden vazgeçmem zaruri olacak. Bir manastıra değil, bir manastırın domuz ahırına veya tövbekâr kızların yanına gidip saklanacağım…”
“Hayır!” diye cevap verirdim. “Benim kıtam ne kadar uzakta olsa sen gelip beni takip edeceksin ve…”
Lakin ağzımdan çıkan sözleri sanki benim değillermiş gibi size yazmayacağım.
Askerlik yapmayacağımı önceden biliyordum: Buna dair birçok hâller hakkında bana bilgi verildi ve içimdeki teminat asla yalanlanmadı. Her ne kadar yirmi yaşında pek vahim olmayan bir zatürreye tutuldum ve bunun nişanelerini çok zaman muhafaza ettim. Böylece kışlayı bertaraf ettim. Bu esnada pederimi kaybettim. Her sene tatillerin arifesinde hamillerine tumturaklı sözlerle imtihanlarda muhayyel muvaffakiyetler haber verirdim. Hakikatte kendimi kaydettirmeyi bile düşünmüyordum. Liogeatslı hiçbir çocuk fakülteye devam etmiyordu ve ben de sonuna kadar foyam meydana çıkmaksızın bu komedyayı oynayabildim.
Yine bu zamana doğru şayet mirasını istemeye muvafakat etmezse kendini terk edecekmişim gibi görünmek için Adila’ya yeterli derece hâkim olduğumu zannettim. Kendi akrabasıyla kati surette bozuşmuştu ve İspanya’da Sarrous’ta yaşıyordu. Gebe olduğunu ben de biliyordum. Zavallı kızcağız, ecnebi memleketinde doğurmak için bu bozuşmayı tertip etmişti. Meyhanecinin apansızın öldüğüne ve kendisinin serbest bulunduğuna dair Aline’den mektup aldığından beri Adila’nın muavenetlerinden vazgeçmek bana kolay olmuştu. Herif servetinin bir kısmını ona vermiş miydi? Kadın bu vakalara yardım etmiş miydi? Buralarını öğrenmek istemediğimden dolayı kusur ettim. Özellikle ki o zaman benden çekinmiyordu. Ve oltadaki bütün yemi yiyebilirdi. Daha sonra onu elde etmekteki menfaati anladığım vakit savunmalık bir hâl aldı ve ben de bir şey öğrenemedim. Tekrar gördüğüm vakit Aline bir apartmanda oturuyordu, hizmetçisi vardı ve muteber aileden bir madam rolünü oynuyordu. Bana üçüncü katta bir oda kiraladı ki ben ayrıntıya girişmeksizin dört sene murdar bir hayattan sonra iş adamı olmuştu. Birçok “ticarethane”lerde menfaati vardı. Müsterih olunuz, bunu da çabuk geçeceğim. İşlerine ve kazançlarına beni ortak ettiğini bilmeniz kifayet eder. Tahammül edemeyeceğiniz detaya girişmeksizin dört sene murdar bir hayattan sonra istifade ettiğim harikulade şeyin cinsi hakkında ısrar etmeniz lazımdır: Hiç değişmeyen o zarafet, o taravetten bahsetmek istemiyorum… Bu aldatıcı gösterişi Aline’in nasıl istifadeli surette kullandığını söylemeyeceğim. Hayatımın her tarafından ziyade burayı doludizgin geçmeli. Tozdan heykele dönmek istemezsiniz. Başınızı çevirmeyiniz Rahip Efendi. Aline şantaj, yani birinin sırrını ifşa ederek tehdit etmek hususunda deha sahibiydi. Tehlikeli oyun, lakin poliste şeriklerimiz vardı. Hatta 1914’te bundan vazgeçmeye bizi mecbur eden de bu idi: Dostlarımızın dişleri çok büyüktü, altın yumurtalı tavuğu öldürdüler.
Bu arada 1913 ikinci kânununda beni hakkıyla tanıyan ve ihtimal bunun için bana kanımı dondurucu bir merhamet gösteren Adila, oğlumuz Andrés’in doğduğunu bildiriyor, evlenmeden bahisle ve o sırada pek düşkün olan annesinin muvafakatini alacağını taahhüt ediyordu. (Annesi mütarekeden sonra ölecekti.) Lakin Aline’in yanında bolluk ve refah içinde yaşadıkça pek iyi olmakla beraber bu evlenmeye şiddetle karşı çıkıyordum. Onunla beraber yaşamak fikri bana dehşet veriyordu: Hakikatte ona pek bağlı olmadığım için değil, fakat onun yanında isimsiz bir hicap ile sıkıldığımdan idi. Ben ki bütün utanmayı su gibi içmiştim! O bana her vakit eskiden tanıdığım gibi Liogeats’in bahtiyar ve sıhhatli şişman kızı, Tanrı yolunun hizmetkârı ve fakirlerin dostu görünürdü. Ben onu zillete düşürmüştüm, zelil olmuştu. Fakat üzgün değildi. O hiçbir vakit üzgün olmamıştı.
Evlenme, daha sonra, tam muharebe zamanında oldu. Başka bir çıkarı olmayan bir vaziyetten kurtulmak için buna az çok mecbur olmuştum. Bu hususta size izahat vermeliyim. Bir kura meclisi beni askerlikten muaf tutmuştu ve ben 1915 başında Aline’le beraber Paris’e gitmiştim. Size söylemeye cesaret edemeyeceğim bazı işler yüzünden orada önceleri çok para kazandık. Uyuşturucu maddeler ticareti hiçbir zaman bu kadar faal olmamıştı: Hollanda vasıtasıyla Almanya’dan çok kokain geliyordu… Aşağıda göreceğiniz şeylerin hepsini anlamak için şurasını bilmeniz gereklidir ki, müthiş uzaklara götürebilecek olan bazı vakalar beni elim ayağım bağlı olarak Aline’e teslim ediyorlardı. Evet, 1915’ten beri dümenim onun elinde idi: O seneden itibaren beni Meriadeck’te Lambert Sokağı’ndaki odada tedavi etmiş olan muhabbetli kız değildi. Hatta beni işlerine ortak etmiş olan akıllı bir iş sahibi bile değildi. İspirto onu daima fenalığa sevk etmişti. Günden güne daha fazla kendini ona verdi. O derecede ki artık kendi hayatıyla meşgul olmadı. Bunun için bana güveniyordu. Ve beni istediği gibi yürütecek vasıtalara malik olduğuna size yemin edecek olursam sözüme inanacaksınız ve açıkça anlatmamı istemeyeceksiniz değil mi?
Bundan dolayı hayatımda bir kadın mevcuttu – daima mevcuttur – ki baş ucunda bir perno şişesiyle bir kadeh bulundurarak yatıyor ve polis romanlarını okumakla yaşıyordu. Artık yıkanmıyordu, kimse evinin hizmetine bakmıyordu, işlemeli çarşaflarının hâlini, yırtık ve lekeli ipek gömleklerini size anlatmayacağım. Her tarafta kirli kadehler, boş şişeler ve o… Ben muayyen günde gelmeliydim, Rahip Efendi! Nasıl aldanmıştım? Bununla beraber içimde bir ümit vardı ki bana yeryüzünde her şeyde başarılı olacağımı vadediyordu. – beni deli zannedeceksiniz – Ve hakikaten her şeyde bir suretle başarılı olmuştum. Mümtaz bir hâlde yaşıyordum. Benim yaşımda birçok gençlerin ıstırap çektikleri ve cephenin çamuru içinde öldükleri bir zamanda ben emniyette idim ve para kazanıyordum. İçimdeki ses: “Sen bu iki kadın arasında kalmışsan bu benim kabahatim değildir. Zenginle evlen, seni tutan ve fakir olandan alakanı kesebilirsin…” diyordu. Ve daima kendimize söyleyen yine kendimiz olduğunu iyice bilirim.
Adila’ya kısa bir mektup yazdım. Onunla evlenmeye karar verdiğimi haber verdim. Paskalya zamanına doğru Paris’i terk ettim. Bir akşam Liogeats’a varışım: Hatırlıyorum. Kimse beni beklemiyordu. İhtiyar Du Buch yatmıştı. Aşçı kadın, Adila’nın geceyi eski serbest okulda kurulan hastahanede ailesi tarafından yatırılan ölüm hâlinde birinin yanında geçirdiğini söyledi. Ertesi sabah kapıyı vurduktan sonra odama girdi. Çok zayıflamıştı ve hasta bakıcısı kıyafetinde daha az çirkin görünüyordu. Lakin kırkına yaklaşmış olan bu kadın o kadar ihtiyar görünüyordu ki zihnim karıştı. İlk önce beni evlenmemizin dehşeti istila etti. Çünkü o vakit her ne kadar otuz iki yaşında idiysem de kimse bana yirmi yaştan fazla vermezdi. Adila bir şey söylemeden beni tetkik ediyordu. Ben yatakta idim ve evleneceğim bu ihtiyar kadına göründüğüm gibi kendimi aynada görüyordum.
O ayakta, mümkün olduğu kadar uzakta duruyordu ve beni öpmek için bile bir hareket etmemişti. Bana küçük Andrés’i Ikrons’ta sütnineye bırakmış olduğunu, çocuğun güzel olduğunu söyledi. Bu çocuğun bence ne ehemmiyeti vardı? Hatırlıyorum. Pencere bütün bütün açıktı; paskalya güneşi yatağımı ışığa boğuyordu ve yapraksız meşelerde arı kuşları birbirini çağırıyorlardı: Sıralanmış büyük savaşa rağmen dışarıda o kadar gençlik ve sevinç vardı; bütün aşk ile dolu bir âlem. Ben ise kısmetim olan bu kadını seyrediyordum. Hemen beyaz gibi bir saç lülesi başlığından çıkıyordu. Gözleri inik idi. Mahsus bana bakmamak azmiyle beraber itirazsız bir itaat ifade ediyordu. Daha fazla kendimi tutamadım. Kekeledim:
“Maksadına eriştin… Beni satın aldın sanıyorsun… Fakat göreceksin! Göreceksin!”
Gözlerini kaldırdı. Ben daima insanları okumak hassasını haiz oldum, bu nazar hiçbir arzu ve ne de şiddetli bir his ifade etmiyordu. Yatağımdan çıktım. O gözlerini indirmedi. Kapıya dayanmış duruyor ve dudakları kımıldanıyordu. O kadar benzi atmıştı ki benden korktuğunu mu sordum. Başını eğdi.
“Öyle ise benimle niçin evleniyorsun?”
“Bu gerekli… Andrés için.”
“Fakat artık beni sevmiyor musun?”
Belirsiz bir harekette bulundu.
“Benden korkuyor musun?”
“Hayır.” diye itiraz etti. “Fakat sendekinden korkuyorum.”
“Bendeki fenalıktan mı? O senin eserindir. Bunu sen iyi bilirsin!”
Ah! Nihayet doğru isabet etmiştim. Bir inilti çıkardı.
“Ben henüz ufak bir çocuktum. Hatırla, Adila! Pek saf bir çocuk, ruhban okulunun bir talebesi.”
Gözleri yaşla doldu. Bu zavallı yumuşak çehre dehşet ifade ediyordu. Ve birdenbire onun yere yıkıldığını gördüm. Ben ise ayakta, pijama ile – gözlerinizin önüne geliyor değil mi? – ona bakıyordum. Başını kollarının içinde saklamıştı. Şişman vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu. Bana yabancı kalmış bir his varsa o da merhamettir, ama birçok rabıtalarla bağlandığım bir mahluka karşı bile olsa! Ey peki! O anda ona karşı bir merhamet duyuyordum, nasıl söyleyeyim Rahip Efendi, tabiatın fevkinde bir merhamet… Bunu rastgele böyle söylemiyorum. İstemeyerek itiraz ettim:
“Hayır, bedbaht, hayır bana inanma… Ne? Ne diyorsun?”
Ona doğru eğildim. Alnına yapışan bu kırçıl lüle saçı elimle ayırdım ve iki hıçkırık arasında ağzından kaçırdığı kelimeleri anlamaya çalıştım. Nihayet anladım: “Boyuna değirmen taşı…” İsa’nın kendine iman eden o küçüklerden birini gücendirenlerin aleyhindeki bu tehdidini tekrarlıyordu: “Boyunlarına bir değirmen taşı bağlamak onlar için daha iyidir.” Karşı koyamadığım bir kuvvet beni onun yanında diz çöktürdü. Kollarımla onu sardım:
“Hayır, biçare kız, bu tehdit sana göre değildir. Çünkü ben, meleklerin Tanrı’nın cemali aksetmiş gördükleri o küçüklerden biri değildim. Hiçbir vakit bu küçüklerden biri olmadım. Mazimde ne kadar uzağa baksam içimde fesat yerleşmişti ve senin ruhunda bir karışıklık uyandırmakla eğlenirdim. İnsanın yaşı bir mana ifade etmez… Dünyaya geldiğim anda bana başkaları gibi masumiyet değil, masumiyet maskesi verilmişti. Çocukluk kirpiklerimin arasından senin kalbinde senin teninde uyandırdığım arzu ve hevese dikkat ederdim. Senin zavallı ruhun için kendimin ne kadar müthiş olduğumu memnuniyetle hissederdin. Tuzağa konulan yem olduğumu anlıyordum. Benim kendi zehrimin tadı ağzımı dolduruyordu ve sen bu büyülü vücuda yaklaşıyordun. Bu yalancı saffet ve ihlasın etrafında dolaşıyordun. Tereddütle ilerlemelerin, gerilemelerin, bana doğru dönüşlerin bunların hiçbiri gözümden kaçmıyordu. Buz gibi soğuk yürekli bir çocuktum. Seninle oynuyordum; zavallı kız! Onun için hiç üzülme. İkimizin en kuvvetlisi, en büyüğü ve baştan çıkaranı ben oldum. On altı yaşında iken ne ihtiyar idim. Dünya gibi ihtiyar! Hâlbuki sen benden beş yaş büyük olduğun hâlde ne çocuk yürekli idin!”