Kitobni o'qish: «Gizli Bahçe»
Frances Hodgson Burnett, 24 Kasım 1849 tarihinde İngiltere’nin Manchester kentinde bir kuyumcunun kızı olarak dünyaya geldi. Asıl adı Frances Eliza Hodgson’dır. Babasının ölümünden sonra ailesi ile birlikte 1865 yılında ABD’nin Knoxville (Tenessee) kentine taşındı. Burnett, para kazanmak amacıyla 1868’de yazmaya başladı. İlk öyküsü Godey’s Lady’s Book’ta yayımlandı. Kısa bir süre sonra Scribner’s Monthly, Peterson’s Magazine ve Harper’s Bazaar’da düzenli olarak yazıları yayımlandı.
İlk romanı That Lass o’ Lowrie’s güzel eleştiriler aldı ve yazmaya devam etti. 1868 – 1922 yıllarında aralarında Küçük Lord Fauntleroy (1886), Küçük Prenses (1905) ve Gizli Bahçe (1911)’nin de bulunduğu birçok roman ve oyun kaleme aldı. Çocuk romanları yanında yetişkinler için de kurgular yazmaya devam etti.
1873 yılında Dr. Swan Burnett ile evlendi, sonrasında ise Lionel ve Vivian adlı iki oğlu oldu. Büyük oğlunun ölümünden sonra kocasından ayrıldı. Ve depresyonlu günleri başladı. 1890’larda Great Maytham Hall’a taşındı. Yazmaya burada devam etti. 1900’de Townsend ile evlendi. 1901 kışında Londra’da bir ev kiraladı ve The Making of a Marchioness’i kaleme aldı. 1901’den sonra Bermuda ve Long Island’da yaşamını sürdürdü. Geleneksel Hristiyan inancından uzaklaşan Burnett, Spiritüalizm ile dinî bilimler ile ilgilendi.
Yaşamının çoğu İngiltere, Fransa ve ABD’nin çeşitli kentlerine göçlerle geçen yazar, 75. doğum gününden birkaç hafta önce, 29 Ekim 1924 tarihinde öldü.
I. BÖLÜM
GERİDE KİMSE KALMADI
Mary Lennox, eniştesi ile yaşamak üzere Misselthwaite Malikânesi’ne gönderildiğinde herkes onun dünya çirkini bir çocuk olduğunu söyledi. Bu doğruydu da. Zayıf, incecik yüzü ve küçük, sıska bir vücudu, açık renk zayıf saçları ve suratsız bir ifadesi vardı. Hem saçları sarıydı hem de benzi çünkü Hindistan’da doğmuştu ve şöyle ya da böyle mutlaka hasta olurdu. Babası İngiliz Hükûmeti’nin hizmetinde çalışıyordu, her daim meşgul ve hastaydı, annesi ise yalnızca partilere katılıp, dünya umurunda olmayan insanlarla eğlenmekle meşgul olan son derece güzel bir kadındı. En son istediği küçük bir kızı olmasıydı ve Mary doğunca onu, Sahibe’sini memnun etmek istiyorsa çocuğu onun gözünden mümkün olduğunca uzak tutması gerektiğini anlayan Ayah’a1 teslim etti. Böylece hasta, huzursuz, çirkin bebekliği boyunca Mary’yi gözlerden uzak tuttu ve hasta, huzursuz, küçük bir çocuk olunca da gözlerden uzak tutmaya devam etti. Çocuk, Ayah ve diğer yerli hizmetkârların kara suratları dışında tanıdık bir şey gördüğünü pek hatırlamıyordu ve hepsi onun söylediklerini yaptığı ve ne isterse verdikleri için -çünkü çocuğun ağlama sesiyle Sahibe küplere binebilirdi- kız altı yaşına geldiğinde yeryüzünün en zalim ve bencil küçük domuzu hâline gelmişti. Genç İngiliz mürebbiye ona okuma-yazma öğretmeye geldiğinde ondan o kadar hazzetmedi ki üç ay sonra görevi bıraktı ve onun yerine gelen diğer mürebbiyeler onun kadar bile dayanamadan kaçıp gittiler. Yani Mary kitap okumayı gerçekten öğrenmek istemeseydi alfabeyi asla öğrenemezdi.
Dokuz yaşına basmak üzere olduğu korkunç bir sabah, büyük bir öfkeyle uyandı ve başında bekleyen hizmetkârın kendi Ayah’ı olmadığını görünce iyice öfkelendi.
“Sen niye geldin ki?” dedi yabancı kadına. “Seni istemiyorum. Bana Ayah’ımı gönder.”
Kadın korkmuş görünüyordu ama yine de kekeleyerek Ayah’ın gelemeyeceğini söyleyince Mary hiddetle kadının üstüne atıldı ve ona tekmeler tokatlar savurmaya başladı. Kadın iyiden iyiye korkmuştu ve Ayah’ın Küçük Sahibe’ye gelemeyeceğini tekrarladı.
O sabah havada bir esrarengizlik vardı. Hiçbir şey her zamanki düzeniyle yapılmamıştı ve yerli hizmetkârların çoğu ortalıkta görünmüyordu, gördükleri de korkudan kül rengine dönmüş suratlarıyla ortalıkta koşuşturuyordu. Fakat kimse ona bir şey demedi ve Ayah’ı da gelmedi. Tüm sabah yapayalnız kalmıştı ve sonunda bahçeye çıkıp verandanın yakınındaki ağacın altında kendi kendine oynamaya başladı. Çiçek tarhı yapıyormuş gibi küçük toprak tepeciklerine kocaman amber çiçekleri sokuştururken bir yandan da iyiden iyiye sinirleniyor ve kendi kendine Saidie’ye döndüğünde edeceği hakaretleri mırıldanıyordu.
“Domuz! Domuz! Domuzun evladı!” diyordu çünkü bir yerliye domuz demek hakaretlerin en büyüğüydü.
Dişlerini gıcırdatarak tekrar tekrar söylenirken annesinin, biriyle beraber verandaya çıktığını duydu. Annesinin yanında sarışın genç bir adam vardı, tuhaf ve alçak bir sesle konuşuyorlardı. Mary küçük bir oğlan çocuğuna benzeyen bu sarışın genç adamı tanıyordu. İngiltere’den yeni gelen genç bir subay olduğunu duymuştu. Çocuk gözlerini dikip adama baktı ama annesine daha uzun baktı. Ne zaman onu görme fırsatı olsa öyle uzun uzun bakardı ona çünkü Sahibe -Mary ona en çok böyle hitap ediyordu- uzun boylu, incecik, çok hoş bir kadındı ve çok şık giyiniyordu. İpek gibi saçları kıvır kıvırdı, her şeye tepeden bakan burnu küçücük ve narindi, kocaman gözlerinin içi gülüyordu. Elbiseleri incecik ve uçuş uçuştu. Mary elbiselerinin “dantellerle bezeli” olduğunu söylerdi. Bu sabah daha da dantelli görünüyorlardı ama gözlerinin içi hiç de gülmüyordu. Gözleri korku ile kocaman olmuş, sarışın genç subayın yüzüne yalvarırcasına bakıyordu.
“Durum o kadar vahim mi? Ah, gerçekten mi?” dediğini duydu Mary.
“Berbat.” dedi genç adam titrek bir sesle. “Berbat, Bayan Lennox. İki hafta önce tepelere çıkmış olmalıydınız.”
Sahibe ellerini çaresizce ovuşturdu.
“Ah, biliyordum!” diye haykırdı. “O aptal akşam yemeği partisine katılmak için kalmıştım. Ne kadar da aptalım!”
Tam o anda hizmetkârların kaldığı bölümden öyle bir feryat koptu ki kadın genç adamın koluna yapıştı ve Mary tepeden tırnağa titremeye başladı. Ağlama sesleri, çığlıklar gitgide artıyordu.
“Neler oluyor? Nedir bu ses?” dedi Bayan Lennox soluk soluğa.
“Biri ölmüş.” dedi genç subay. “Hizmetkârlarınız arasında da başladığını söylememiştiniz.”
“Bilmiyordum ki!” dedi Sahibe ağlamaklı. “Benimle gelin! Benimle gelin!” dedi ve dönüp eve doğru koştu.
Bu korkunç şeyler olduktan sonra, o sabahki esrarengiz durum Mary’ye açıklandı. Ölümcül bir kolera salgını patlak vermiş ve herkes patır patır ölmeye başlamıştı. Ayah gece vakti fenalaşmıştı ve az önce öldüğü için hizmetkârlar kulübelerinde ağlamaya başlamışlardı. Daha ertesi gün olmadan üç hizmetkâr daha hayatını kaybetti ve diğerleri dehşet içinde kaçıp gitti. Her yere panik hâkimdi ve tüm kulübelerden ölüm haberleri geliyordu.
İkinci günün karmaşası ve telaşı içinde Mary kendini çocuk odasına kapadı ve herkes onun varlığını unuttu. Kimse onu düşünmüyor, kimse onu istemiyordu ve hakkında hiçbir şey bilmediği tuhaf şeyler yaşanıyordu. Mary saatler boyunca bir ağladı bir uyudu. Yalnızca insanların hasta olduklarını biliyordu, esrarengiz ve korkunç sesler duyuyordu. Bir defasında yemek odasına süzüldü ve orayı bomboş buldu ama masada yarım bırakılmış yemekler vardı, sanki sofradakiler bir sebeple sandalyeleri ve tabakları telaşla itip kalkmışlardı. Çocuk biraz meyve ve bisküvi yedi. Susadığı için tamamı dolu sayılabilecek bir kadeh şarabı içti. Şarap tatlı geldiği için onun ne kadar sert olabileceğini bilemiyordu. Çok geçmeden şaraptan dolayı uyku bastı ve odasına gidip kendini yine odaya kapadı. Kulübelerden gelen yakarışlar ve telaşlı ayak seslerinden korkuyordu. Şarap o kadar uykusunu getirdi ki gözlerini açık tutmakta zorluk çekiyordu, böylece yatağına uzandı ve uzun süre olanlardan bihaber uyudu.
O ağır uykusunu uyurken neler neler oluyordu ama Mary ne yakarışları ne de kulübelerden bir içeri bir dışarı taşınan eşyalardan çıkan sesleri duydu.
Uyanınca yatağında uzanıp duvarı seyretti. Evden çıt çıkmıyordu. Evin daha önce hiç bu kadar sessiz olduğunu hatırlamıyordu. Ne bir insan sesi ne de ayak sesleri vardı, acaba herkes koleradan kurtulmuş ve tüm tehlike ortadan mı kalkmıştı? Ayah öldüğüne göre artık ona kim bakacaktı? Yeni bir Ayah’ı olabilirdi, belki ondan yeni hikâyeler de dinlerdi. Eskilerinden sıkılmıştı. Dadısı öldüğü için ağlamıyordu. Sevgi dolu bir çocuk değildi ve kimse kolay kolay onun umurunda olmazdı. Sesler, koşuşturmalar ve koleradan dolayı yakılan ağıtlar onu korkutmuş ve herkes onun varlığını unuttuğu için öfkelenmişti. Herkes pek de sevilmeyen küçük bir kızı düşünemeyecek kadar panik hâlindeydi. Demek ki koleraya yakalanan insanlar kendilerinden başka hiçbir şeyi düşünemiyorlardı. Ama herkes iyileşince, elbette birileri onu hatırlayıp ona bakmaya gelecekti.
Ama ne gelen oldu ne de giden, o yatakta öylece yatarken ev gitgide daha da sessizleşti. Hasır halıdan gelen bir hışırtı duydu ve eğilip bakınca mücevher gibi parıldayan gözleriyle bir yılanın kendisini seyrederek yerde süründüğünü gördü. Kız korkmuyordu çünkü yılanın ona zarar vermeyecek kadar küçük olduğunu ve odadan çıkmak için acelesi varmış gibi göründüğünü biliyordu. Mary onu izlerken yılan kapının altından kayıp gitti.
“Ne kadar tuhaf ve sessiz.” dedi. “Sanki kulübede yılanla benden başka kimse yok.”
Hemen ardından avluda ve sonrasında verandada ayak sesleri duydu. Bunlar erkek ayak sesleriydi, adamlar kulübenin içine girip kısık sesle konuşmaya başladılar. Onları ne karşılayan ne de onlarla konuşan birileri vardı. Kapıları açıp odaları kolaçan ediyor gibiydiler.
“Şu hâle bak!” dediğini duydu bir sesin. “O dünyalar güzeli, güzelim kadıncağız! Sanırım çocuk da var. Bir de çocuk olduğunu duydum ama kızı gören olmamış.”
Adamlar, birkaç dakika sonra kapıyı açtıklarında Mary çocuk odasının ortasında dikilmiş duruyordu. Çirkin, huysuz bir ufaklığa benziyordu, acıkmaya başladığı ve kendini ihmal edilmiş hissettiği için kaşlarını çatmıştı. İçeri ilk giren adam daha önce babasıyla konuşurken gördüğü şişman bir subaydı. Yorgun ve bıkkın görünüyordu ama onu görünce öyle irkildi ki neredeyse geri sıçradı.
“Barney!” diye haykırdı. “Burada bir çocuk var! Tek başına! Hem de böyle bir yerde! Tanrı’m, kim bu kız?”
“Ben Mary Lennox.” dedi küçük kız, dimdik duruşuyla. Adamın babasının kulübesine “Böyle bir yer!” demesini çok kaba bulmuştu. “Herkes kolera olunca ben de uyuyakaldım ve daha yeni uyandım. Neden gelen giden olmadı?”
“Kimsenin görmediği çocuk bu!” dedi adam, arkadaşlarına dönerek. “Belli ki unutmuşlar!”
“Neden unutulacakmışım?” dedi Mary, ayağını yere vurarak. “Neden kimse gelmiyor?”
Adı Barney olan adam ona kederli gözlerle baktı. Mary onun gözyaşlarını tutmak için gözlerini kırpıştırdığını düşündü.
“Zavallı çocuk!” dedi adam. “Gelecek kimse kalmadı ki geride.”
Mary’nin geride ne annesi ne de babasının kaldığını öğrenmesi tuhaf ve ani olmuştu; ikisi de ölmüş ve gece evden götürülmüşlerdi, ölmeyen birkaç yerli hizmetkâr da evi olabildiğince hızlı terk etmiş, kimsenin aklına Küçük Sahibe’nin de olduğu gelmemişti. Ortalık bu yüzden o kadar sessizdi. Gerçekten de kulübede kendisi ve yılandan başka kimsecikler yoktu.
II. BÖLÜM
KÜÇÜK HANIM MARY PEK ÇOK AKSİ
Mary annesine uzaktan bakmayı çok severdi ve onun çok güzel olduğunu düşünürdü ama onun hakkında çok az şey bildiği için onu sevmesi veya o öldükten sonra onu pek de özlemesi beklenemezdi. Onu özlemiyordu da hem zaten bencil bir çocuk olduğu için her zaman olduğu gibi kendinden başkası ile ilgilenmiyordu. Yaşı daha büyük olsaydı koca dünyada tek başına bırakıldığı için son derece öfkeli olurdu ancak henüz yaşı küçük olduğu ve her daim ona bakan birileri olduğu için bunun hep böyle süreceğini düşünüyordu. Düşündüğü tek şey iyi insanların yanına gidip gitmediği, kimlerin ona karşı nazik olacağı, Ayah’ı ve diğer yerli hizmetkârlar gibi onu kendi hâline bırakıp bırakmayacaklarıydı.
İlk önce götürüldüğü İngiliz rahibin evinde kalmayacağını biliyordu. Kendisi de orada kalmak istemiyordu. İngiliz rahip fakirdi ve neredeyse aynı yaşta olan beş çocuğu vardı ve hepsinin üstü başı yırtık pırtıktı, sürekli birbirleri ile dalaşıyorlar ve birbirlerinden oyuncak aşırıyorlardı. Mary onların dağınık kulübelerinden nefret etmişti ve onlara o kadar huysuzluk etmişti ki daha iki gün olmadan hepsi onunla oynamaktan vazgeçti. Çocuklar ikinci gün onu çılgına çeviren bir lakap takmışlardı bile.
İsim ilk Basil’in aklına gelmişti. Basil arsız, mavi gözlü, kalkık burunlu bir küçük çocuktu ve Mary ondan nefret ediyordu. Mary, koleranın patlak verdiği gün olduğu gibi bir ağacın altında kendi kendine oynuyordu. Topraktan tepecikler ve yollar yaparken Basil geldi ve dikilip onu izlemeye başladı. Oynadığı oyun ilgisini çekti ve birden bir öneride bulundu.
“Neden şuraya bir taş yığını koyup kayalık bahçeymiş gibi yapmıyorsun?” dedi. “Bak, tam şu ortaya!” diyerek eğilip parmağıyla gösterdi.
“Git başımdan!” diye bağırdı Mary. “Erkekleri istemiyorum. Git dedim sana!”
Basil bir anlığına sinirlenir gibi oldu ama sonra onunla dalga geçmeye başladı. Kız kardeşleriyle hep dalga geçerdi. Etrafında dönerek dans etti, yüzünü şekilden şekle sokup şarkılar söyledi ve kahkahalar attı.
Küçük Hanım Mary, pek çok aksi,
Bu bahçe nasıl büyür ki?
Çan çiçeği, boru çiçeği,
Bir de üstüne kadife çiçeği,
Nasıl olacak şimdi?
Basil diğer çocuklar duyup da kahkahalar atana kadar sürdürdü şarkısını; Mary aksileştikçe onlar “Küçük Hanım Mary, pek çok aksi.” diye şarkı söylemeyi sürdürdüler. Daha sonrasında kendi aralarında ondan bahsederken ve hatta kendisiyle de konuşurlarken ona hep “Küçük Hanım Mary, pek çok aksi.” diye hitap ettiler.
“Eve gönderileceksin.” dedi Basil. “Bu haftanın sonunda. O kadar mutluyuz ki!”
“Ben de çok mutluyum.” diye cevap verdi Mary. “Ev neredeymiş?”
“Evinin nerede olduğunu bilmiyor!” dedi Basil, yedi yaşında bir çocuğun küstahlığıyla. “İngiltere’de tabii ki. Büyükannemiz orada yaşıyor, geçen sene kız kardeşimiz Mabel’i gönderdiler onun yanına. Sen büyükannenin yanına gönderilmeyeceksin ama. Senin büyükannen falan yok. Sen eniştenin yanına gideceksin. Adı Bay Archibald Craven.”
“Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum ki.” diye çıkıştı Mary.
“Bilmediğini biliyorum.” dedi Basil. “Sen ne bilirsin ki zaten? Kızlar hiçbir şey bilmez. Babamla annem konuşurlarken duydum. Taşrada kocaman, büyük, ıssız bir evde yaşıyormuş ve kimsecikler onun yanına yanaşamıyormuş. O kadar aksi biriymiş ki kimsenin kendisine yaklaşmasına izin vermiyormuş, zaten istese de kimse ona yanaşmazmış. Kambur ve korkunç biriymiş.”
“Sana inanmıyorum.” dedi Mary ve arkasını dönüp kulaklarını parmaklarıyla tıkadı çünkü onu daha fazla dinlemek istemiyordu.
Fakat daha sonra konu üzerine bir hayli düşündü; Bayan Crawford o gece ona birkaç gün içinde gemiyle İngiltere’ye, Misselthwaite Malikânesi’nde yaşayan eniştesi Bay Archibald Craven’ın yanına gönderileceğini söylediğinde, kız o kadar donuk ve ilgisiz bir ifadeyle bakmıştı ki onun hakkında ne düşüneceklerini bilemediler. Ona şefkatli davranmaya çalıştılar ama Bayan Crawford onu öpmeye kalkınca kafasını çevirdi ve Bay Crawford onun sırtını sıvazladığında kaskatı durdu.
“Ne kadar ruhsuz bir çocuk.” dedi Bayan Crawford daha sonra acıyarak. “Annesi de öyle tatlı bir kadıncağızdı ki. Çok da iyi huyluydu, Mary de ömrümde gördüğüm en sevimsiz çocuk. Çocuklar ona ‘Küçük Hanım Mary pek çok aksi’ diyorlar. Gerçi o bizim çocukların yaramazlığı ama onları da anlamak lazım.”
“Kim bilir belki de annesi o güzel yüzünü ve güzel huylarını kızın odasına daha çok taşısaydı Mary de onlardan biraz nasibini alırdı. O zavallı güzel kadının ölmesi ve birçok insanın onun bir çocuğu olduğunu bilmemesi çok acı.”
“Eminim annesi onun yüzüne neredeyse hiç bakmamıştır bile.” diye iç geçirdi Bayan Crawford. “Ayah’ı ölünce zavallıcığı düşünecek kimsecikler kalmamıştır. Etrafta koşuşturan ve onu oracıkta yalnız bırakan hizmetkârları bir düşünsene. Albay McGrew kapıyı açıp kızı odanın ortasında öylece tek başına dikilirken görünce ödü kopmuş.”
Mary uzun İngiltere yolculuğunu çocuklarını yatılı okula bırakmaya giden bir subay eşinin refakatinde yaptı. Kadın kendi küçük oğlu ve kızıyla o kadar meşguldü ki Londra’da çocuğu Bay Archibald Craven’ın gönderdiği kadına teslim edince içi rahatladı. Adı Bayan Medlock olan kadın Misselthwaite Malikânesi’nin kâhyasıydı. Gürbüz, elma gibi kırmızı yanaklı, kara gözlü bir kadındı. Üzerinde mosmor bir elbise, kehribar rengi püsküller sarkan siyah ipek bir pelerin vardı ve başına hareket edince titreyen mor kadifeden çiçeklerle süslü siyah bir başlık takmıştı. Mary kadından hiç hoşlanmadı, hem zaten insanları pek nadir sevdiği için bunda yadsınacak bir durum yoktu; ayrıca Bayan Medlock’un da ondan pek hazzetmediği belli oluyordu.
“Aman Tanrı’m! Hiçbir şeye benzemiyor bu kız!” dedi. “Annesi de dünyalar güzeliymiş diye duyduk. Hiç ondan nasibini alamamış, değil mi?”
“Belki büyüdükçe serpilir, güzelleşir.” dedi subayın eşi iyi niyetle. “Bu kadar solgun olmasa ve biraz daha güler yüzlü olsa aslında hiç de fena sayılmaz. Çocuklar çok hızlı değişiyor.”
“Bunun epeyce değişmesi gerekir.” diye yanıtladı Bayan Medlock. “Hem bana sorarsanız Misselthwaite’te çocukları değiştirecek pek bir şey yok gibi.”
Mary onlardan biraz uzakta, gittikleri otelin penceresinin kenarında durduğu için kızın kendilerini dinlemediğini düşünüyorlardı. Kız geçen otobüsleri, taksileri ve insanları izliyordu fakat konuşulanları gayet iyi duyuyordu ve eniştesi ile yaşayacağı yeri iyiden iyiye merak etmeye başlamıştı. Acaba nasıl bir yerdi, eniştesi neye benziyordu? Kambur ne demekti? Daha önce hiç kambur birini görmemişti. Belki de Hindistan’da hiç kambur yoktu.
Son zamanlarda başkalarının evinde yaşadığı ve Ayah’ı olmadığı için kendini yalnız hissetmeye başlamıştı ve aklına önceden gelmeyen garip garip şeyler geliyordu. Babası ve annesi hayattayken bile neden kimseye ait değilmiş gibi göründüğünü merak etmeye başlamıştı. Diğer çocuklar anne ve babalarına ait gibiydiler ama sanki o kimsenin kızı olmamış gibiydi. Kendisine ait hizmetkârları, yemekleri, elbiseleri vardı ama kimse onunla ilgilenmiyordu. Bunun huysuz bir kız olmasından kaynaklandığını bilmiyordu; ama tabii ki kendisi huysuz biri olduğunun farkında değildi. Sık sık başkalarının huysuz olduğunu düşünürdü ama kendisinin de öyle olabileceği hiç aklına gelmemişti.
Ona göre Bayan Medlock o boya fıçısına düşmüş gibi sıradan suratıyla, incecik sıradan başlığıyla hayatında gördüğü en huysuz insandı. Yorkshire’a yola koyuldukları ertesi gün, kendisi ile birlikte olduğu anlaşılmasın diye istasyondan tren kompartımanına kadar kadından mümkün olduğunca uzak yürümeye çalıştı. Kendisini onun küçük kızı olduğunu düşünmeleri sinirine dokunabilirdi.
Fakat Bayan Medlock ondan veya onun düşüncelerinden hiç rahatsız olmamıştı. O “gençlerin saçmalıklarına kafayı takacak” türden bir kadın değildi. En azından, kendisine sorulsa böyle cevap verirdi. Kız kardeşi Maria’nın kızı evleneceği zaman bile Londra’ya gitmek istememişti ama Misselthwaite Malikânesi’nin kâhyası olarak rahat bir işi vardı, fena da bir maaş almıyordu ve bu işi elinde tutmanın tek yolu Bay Archibald Craven’ın isteklerini derhâl yerine getirmekti. Soru sormaya bile cesaret edemezdi.
“Yüzbaşı Lennox ve eşi koleradan vefat ettiler.” demişti Bay Craven net ve soğuk tavrıyla. “Yüzbaşı Lennox eşimin kardeşiydi ve ben de kızlarının vasisiyim. Kızın buraya getirilmesi gerekiyor. Bizzat Londra’ya gidip kızı getirmelisin.”
Böylece küçük bavulunu hazırlamış ve yola koyulmuştu.
Kompartımanın bir köşesine oturmuş olan Mary aksi ve huysuz görünüyordu. Okuyacak veya bakacak bir şeyi olmadığı için siyah eldivenli küçük ellerini dizlerinin üzerine koymuştu. Siyah elbisesi onu olduğundan da sarı gösteriyordu ve zayıf ince saçları siyah şapkasının altından sallanıyordu.
“Hayatımda böyle suratsız çocuk görmedim.” dedi Bayan Medlock. Daha önce hiç bu kadar put gibi kıpırtısız oturan bir çocuk görmemişti ve sonunda onu izlemekten yorulup canlı, gür bir sesle konuşmaya başladı.
“Sanırım gideceğin yer hakkında bir şeyler anlatsam iyi olacak.” dedi. “Enişten hakkında bir şeyler biliyor musun?”
“Hayır.” dedi Mary.
“Annen veya babanın ondan söz ettiğini duymadın mı hiç?”
“Hayır.” dedi Mary, kaşlarını çatarak. Kaşlarını çatmıştı çünkü anne veya babasının onunla hiçbir şey hakkında konuşmadıklarını hatırladı. Ona kesinlikle hiçbir şey anlatmazlardı.
“Hımm…” diye mırıldandı Bayan Medlock, onun tuhaf, tepkisiz suratına bakarak. Bir süre hiçbir şey söylemeden durdu ama sonra dayanamadı.
“En azından hazırlıklı olman için bir şey söylemişlerdir. Garip bir yere gidiyorsun.”
Mary cevap vermedi. Bayan Medlock onun bariz ilgisizliğine oldukça bozulmuş gibiydi ama bir nefes alıp devam etti.
“Oranın kasvetli kocaman bir yer olduğundan ve Bay Craven’ın bununla gurur duyduğundan değil sadece, zaten bu bile başlı başına kasvet verici. Ev altı yüz yaşında ve bozkırın tam kıyısında, içinde neredeyse yüz oda var ama çoğunun kapısı kilitli. Evin içi resimler, zarif antika mobilyalar ve orada yüzyıllardır duran eşyalarla dolu, evin etrafında büyük bir park var. Parkın içinde bahçeler ve dalları yere kadar eğilmiş ağaçlar var, bazıları…” Durdu ve bir nefes daha aldı. “Başka da bir şey yok.” diyerek birden bitirdi konuşmasını.
Mary ister istemez onu dinlemeye başlamıştı. Anlatılanlar hiç de Hindistan’dakilere benzemiyordu ve yeni şeyler onun ilgisini çekerdi. Ancak ilgileniyormuş gibi görünmek istemiyordu. Bu onun mutsuz, huysuz hâllerinden biriydi. Öylece tepkisiz oturmaya devam etti.
“Eee.” dedi Bayan Medlock. “Ne düşünüyorsun?”
“Hiçbir şey.” diye yanıtladı. “Öyle yerler hakkında hiçbir fikrim yok.”
Bunu duyan Bayan Medlock kısa bir kahkaha attı.
“Ah!” dedi. “Ama sen ihtiyar kadınlara benziyorsun. Hiç umurunda değil mi?”
“Umurumda olmasının veya olmamasının…” dedi Mary. “Ne önemi var ki?”
“Bak bu konuda haklısın.” dedi Bayan Medlock. “Hiçbir önemi yok. Neden Misselthwaite Malikânesi’nde kalman gerektiğini bilmiyorum, herhâlde en kolayı buydu. Bay Craven, şüphesiz, senin için kendini sıkıntıya sokmayacaktır. Zaten kimse için kendini sıkıntıya sokmaz.”
Sanki tam zamanında aklına bir şey gelmiş gibi kendini durdurdu.
“Sırtı kamburdur.” dedi. “Bu da onu iyice aksi yaptı. Evlenene kadar ne parasının ne de kocaman evin hayrını gören suratsız genç bir adamdı.”
Mary her ne kadar ilgilenmiyormuş gibi görünmek istese de gözleri Bayan Medlock’a döndü. Kambur adamın evli olabileceği hiç aklına gelmemişti, bu onu biraz şaşırttı. Bayan Medlock bunu fark etti ve konuşkan bir kadın olduğu için iyice ballandırarak anlatmaya devam etti. Ne de olsa konuşunca zaman daha kolay geçerdi.
“Karısı tatlı, güzel bir kadındı. Bay Craven onun için dünyanın öteki ucuna bile giderdi. O kadının onunla evleneceği kimsenin aklına gelmezdi ama o evlendi işte ve insanlar onun arkasından adamın parası için evlendiğini söylediler. Fakat öyle değildi, öyle değildi.” dedi emin bir şekilde. “Öldüğü zaman…”
Mary istemsizce zıpladı.
“Ah! Öldü mü?” diye haykırdı, elinde olmadan. Aklına bir zamanlar okuduğu Püsküllü Riquet adındaki bir Fransız masalı gelmişti. Masalda yoksul bir kambur ve güzel bir prenses vardı ve masal birden Bay Archibald Craven için üzülmesine sebep oldu.
“Evet, öldü.” diye yanıtladı Bayan Medlock. “Ve karısının ölümü onu iyice tuhaflaştırdı. Kimse umurunda değil. İnsan yüzü görmek istemiyor. Çoğunlukla başını alır gider ve Misselthwaite’te olduğu zamanlarda kendini Batı kanadına kapatır ve Pitcher’dan başka kimseyi kabul etmez. Pitcher ihtiyar bir adamdır ama ona çocukluğundan beri baktığı için huyunu suyunu çok iyi bilir.”
Anlattıkları bir kitaptan fırlamış gibiydi ve Mary’nin hiç hoşuna gitmedi. Bozkırın kıyısında (bozkır ne demekse artık) ve neredeyse hepsi kilitli, yüz odalı bir ev kulağa çok kasvetli geliyordu. Üstelik kendini eve kapamış kambur bir adam! Dudaklarını sımsıkı kapatıp gözlerini pencereden dışarıya dikti. Yağmurun gri çizgiler hâlinde cama vurup nehirler oluşturarak akması çok doğal görünüyordu. Eğer tatlı karısı hayatta olsaydı, kendi annesi gibi bir içeri bir dışarı koşuşturur. “dantellerle bezeli” elbiseleriyle partiden partiye koşardı. Ama artık hayatta değildi.
“Onu görmeyi sakın bekleme çünkü bahse girerim ki göremezsin.” dedi Bayan Medlock. “Ayrıca birilerinin gelip de seninle konuşmasını bekleme. Kendi kendine oynayıp, oyalanacaksın. Hangi odalara girip çıkabileceğin, hangi odaların yasaklı olduğu sana bildirilecektir. Yeterince bahçe var. Ama evin içine girdiğin anda ortalıkta dolanıp oraya buraya burnunu sokmak yok. Bay Craven’ın öyle şeylere tahammülü yoktur.”
“Zaten ben de hiçbir şeye burnumu sokmak istemem.” dedi huysuz küçük Mary ve tam Bay Archibald Craven’a üzülmeye başlamışken bundan vazgeçti ve onun başına gelenlerin hepsini hak edecek kadar aksi bir adam olduğunu düşünmeye başladı.
Yüzünü kompartımanın camına çevirdi ve sonsuza kadar sürecek gibi görünen gri yağmur fırtınasını seyretmeye koyuldu. Fırtınayı o kadar uzun süredir ve o kadar kıpırtısız izliyordu ki grilik gözlerinin önünde büyüdü, büyüdü ve sonra uyuyakaldı.