Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «İç Dünyam»

Shrift:

TEBRİK VE BEKLENTİ

En büyük merakım Avrupa’daki Türk insanıydı. Çünkü yakınlarımdan da gidenler vardı.

1960’lı yıllardan itibaren Almanya, Fransa, Hollanda, İsviçre, Avusturya… hangi ülke istemişse oraya işçi göndermiştik. Çoğu vasıfsız işçiydi. Çoluğu çocuğu memlekette bırakıp yalnız başlarına gitmişlerdi. Çalışacaklar, kazanacaklar, biriktirecekler, döneceklerdi. Biraz memleketin ve memlekette bıraktıklarının özlemiyle yaşayacaklardı, o kadar. Kazanıp biriktirmenin elbette bu kadarcık bir bedeli olacaktı. Bu bedeli öderken para kazanacaklar, en kısa zamanda döneceklerdi. Ele güne muhtaç olmadan, rahat, huzurlu yaşayacaklardı.

İlginçtir, pek azı dışında kimse dönmedi.

İşini, sağlığını kaybedenler, yuvasını dağıtanlar oldu, dönmediler.

Benim merakım giderek daha da artıyordu. Köyümüzden Almanya’ya, komşu köylerden İsviçre’ye, Hollanda’ya dillerini bilmeden, kültürlerini tanımadan gidenler oralarda nasıl yaşıyorlardı? Yaşadıkları ülkelerin insanlarıyla nasıl anlaşıyorlardı? Ne yiyorlar ne içiyorlardı? Anne, baba, eş, çocuk, vatan hasretine nasıl katlanıyorlardı? Ezan sesi duymadan, çan sesi dinleyerek yaşamaya alışmışlar mıydı? İçlerinde din ve milliyet değiştirenler olmuş muydu?

İzne geldiklerinde tanıdıklarımla sohbeti koyulaştırıp merak ettiklerimi soruyordum. Yazmaya hevesli bir genç olarak anlamak ve yazmak için soruyordum. Ne var ki amcam dahil kimseden beni tatmin edecek cevaplar alamıyordum. Hemen herkes sözü yuvarlayarak, dolandırarak, kenarından köşesinden eksilterek konuşuyordu. Sanki söylenmesi gerekenlerin bir kısmını söylemiyorlardı. Ya da bana öyle geliyordu.

Kısmette varmış, kendimi geçici görevle Batı Almanya’da buldum. (O zamanlar Doğu Almanya da vardı ve ayrı bir devletti. İki Almanya arasında yüksek duvar vardı.) Tanımadan, bilmeden yazmak olmazdı. Beş buçuk yılın neredeyse bir yılını tarafsız, önyargısız tanımaya, bilmeye, öğrenmeye ayırdım. İyi, kötü, güzel, çirkin adına pek çok şey gördüm, dinledim, öğrendim. Kafamdaki soruların çoğu cevaplanınca Avrupa’daki insanımızın hikâyesini yazmaya başladım. Herkesin Avrupa’da yakınları vardı, yazdıklarım ilgiyle karşılandı. Hatta ödüllendirildi.

Avrupa’daki insanımız için hikâyelerimin satır aralarında biraz tereddütle söylediklerimi bugün yüksek sesle haykırıyorum. Dil gidince her şey gidiyor. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Çünkü gördüm. Otuz yıl sonra gittim, öğrencilerimi, öğrencim olmayanları, onların çocuklarını gördüm. Nasıl yaşadıklarını, nasıl konuştuklarını, nasıl düşündüklerini gördüm. Dilini kaybedenlerin tarihini, kültürünü, kimliğini de kaybettiklerini gördüm. Dilini kaybedenlerin başkalaştıklarını, kültürler arasında dağıldıklarını, “Ben kimim?” sorusuna cevap veremediklerini gördüm.

Avrupa Türklüğünün dilini unutmaması, unutanlar varsa -ki var- tekrar hatırlaması, öğrenmesi gerekiyordu. Bunun için de Avrupa’da yaşayan, kimliğini kaybetmemiş, Türkçe düşünüp Türkçe yazan yazarlara ihtiyaç vardı. Avrasya Yazarlar Birliği olarak “Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi”ni bu amaçla başlattık. İki yıl Osman Çeviksoy’la atölye çalışmalarına devam eden, Yakup Ömeroğlu ile kültürel sohbetlere katılan arkadaşlarımız hikâyeleriyle “Kardeş Kalemler” dergimizde ve dönem sonlarında yayımladığımız “Kardeş Sesler” ortak kitaplarımızda yer aldılar. “Mürekkebi Kurumadan” okumalarımıza katıldılar. Şimdi de bu arkadaşlarımızdan Binnur Tüzün, Erkut Dinç, Gülnur Kaya Akıncı, İdris Asilkan Sünbül ilk müstakil hikâye kitaplarını yayına hazırlayarak edebiyat dünyasına ilk büyük adımlarını atmış oldular.

Arkadaşlarımızı tebrik ediyor, bundan sonra da sürekli gayret ve ciddiyetle yazmaya devam edeceklerine inanıyoruz. Zaman içinde kitaplarının kalite ve sayılarını artırırlarken Avrupa’da yeni yazarların yeni şairlerin yetişmesine, Türkçe’nin yeniden boy verip güçlenmesine vesile olmalarını bekliyoruz. Yolları açık, kalemleri işlek ve güçlü olsun.

Osman Çeviksoy
AYB Edebiyat Akademisi Başkanı
Hikâye Atölyesi Hocası

BURAYA KADAR MIYDI?

Her yer karanlık, üzerimde sanki dünyanın bütün yükü var, kollarımı ve bacaklarımı kıpırdatamıyorum. Ne oldu bana, neden gözlerimi açamıyorum?

Bir ses duyuyorum, yukarıdan geliyor.

Telaşlı bir şekilde yüksek sesle konuşuyorlar:

“Enkazın altında başka İnsanlar da olabilir, aramaya devam edelim.‘’

Ne enkazından hangi insanlardan söz ediyorlar?

Başım çok fena ağrıyor. Dayanılır gibi değil.

Şimdi hatırlıyorum, dün gece her yer sallandı ve bir anda sanki kıyamet koptu. Ne olduğunu anlayamadan her şey üzerimize çöktü. Bağrışmalar dışında hiçbir şey hatırlayamıyorum.

Aman Allah’ım! Ben yıkılan binanın altındayım. Bağırmalıyım. Sesimi yukarıdakilere duyurmalıyım.

“İmdat! İmdat!” diye sesimin çıktığı kadar bağırdım.

Beni duymuyorlardı.

Enkaz altında ölmek istemiyordum. Böyle ölmeyi hiçbir insan istemezdi.

Niye böyle şeyler düşünüyordum ben? Zira umutluydum, hayâllerimden vazgeçmiyordum. Kurtulacaktım. Okuyacaktım ve iyi bir mesleğe sahip olacaktım. Mutlu mesut bir yuva kuracaktım. Nişanlımın bu şehirde olmadığına seviniyordum. O güvendeydi.

“Yaşamak buraya kadar mı?” diye düşünürken bu defa yakından gelen sesler duydum.

“İmdaat! İmdat!” diye bağırmaya başladım.

Sonra bana seslenenler oldu. Beni duydular. “Sakin ol! Seni kurtaracağız!“ dediler.

Fakat bedenimdeki acılar zaman geçtikçe çoğalıyordu. Ruhumu acıtacak kadar artmıştı.

Ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum.

Kendim ve enkaz altında kalan bütün insanlar için dualar ediyordum.

Kabir azabı böyle bir şey olmalıydı.

Gözümün önüne nişanlım geldi. Onunla yaşayacağımız güzel günleri düşündüm. İnsan böyle durumlarda bile hayâl kurabiliyordu. Herkes mi, yoksa tek ben mi böyleydim?

Enkaz altındakilerin seslerini de duyuyordum. Acılar içinde kıvrandıkları seslerinden anlaşılıyordu.

Yukarıdakilerin sesleri bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyordu. Sesler uzaklaştıkça umudum azalıyor, üzülüyordum; sesler yaklaştıkça kurtulacağımı düşünüp seviniyordum.

Başımdaki ağrı giderek şiddetleniyordu. Ruhum daralıyor, kalbim sıkışıyor, ölümün yaklaştığını hissediyordum.

Daha yakından bir ses… Bana sesleniyorlardı. Bana adımla sesleniyorlardı. Yukarıda mutlaka benim enkaz altında olduğumu bilenler vardı. Çalışıyorlardı.

“Dayan, seni kurtaracağız!” diyorlardı.

Ancak gözlerim kararmaya başlamıştı.

Dayanırsam kurtulacaktım.

Dayanmak nasıl oluyordu ki…

“Bizi duyuyor musun?” diyorlardı.

Onları duyuyordum ama cevap veremiyordum.

Dayanırsam kurtulacaktım.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Şubat 2020)

SÖZ VERİYORUM

Bugün yine şiir yazmaya başlarken düşüncelere daldım. Zira insanların bana karşı önyargılı olmaları, engelli muamelesi yapmalarını düşününce yüreğim yine acıyla doldu.

Şükür ki önyargılı yaklaşmayan, sohbet edebildiğim kâlbi güzel, anlayışlı insanlar da vardı. Bu insanlardan biri de Meltem idi… Aşık olduğum güzel kız.

Ona şiirlerimi okurdum ama kendisi için yazdıklarımı değil… Çünkü kızacağından korkardım. “Sen ameliyatlısın, engelliler için özel okula gittin ve şimdi malulen emeklisin!” diye kusurumu yüzüme vuracağından korkardım.

Bir gün parkta yürüyorduk…

“Beni seviyorsun değil mi?” diye sordu Meltem.

“Seviyorum tabi, arkadaşız biz.” diye cevap verdim.

Yüzüme baktı.

“Sadece arkadaş olarak mı?”

Ne diyeceğimi şaşırdım, korktum da.

“Duygularını saklayıp kendine eziyet etme; bana aşık olduğunu biliyorum.”

Meltem’in gözlerine baktım. Önce “Acaba alay mı, yoksa ciddi mi?” diye anlamaya çalıştım. Umutlandım. Sonra; “Evet sana aşığım, seni çok seviyorum Meltem. Ama bunu sana söylemekten hep korktum. Bir türlü söyleyemedim.”

Meltem gözlerini kıstı, yere doğru baktı.

“Kızdın mı?” dedim.

“Hayır kızmadım, ben de seni çok seviyorum.” dedi. Yüzü pembeleşmişti. Utanmış mıydı? Sonra eve dönmesi gerektiğini söyleyerek yanımdan ayrıldı.

Gözden kayboluncaya kadar ardından baktım. Tam olarak sevinemedim. Çünkü cevabı içten değildi, hislerim bana samimi olmadığını söylüyordu.

Bir türlü sonu gelmeyen tedavi sürecimin artık bitmesini herkesten çok ben istiyordum.

Babamla birlikte sağlık kontrolüm için gittiğimiz doktora sordum: “Bu tedavi daha ne kadar devam edecek? Artık yoruldum. Bir daha ameliyat olmak ve yıllarımı hastaneler de geçirmek istemiyorum.”

Doktor, anlayışla yüzüme baktı, biraz düşündükten sonra cevap verdi:

“Seni anlıyorum. Son ameliyattan sonra birkaç kez daha durumuna bakacağız, ondan sonra karar vereceğiz.”

Görüşme bittikten sonra eve geldik. Meltem’in parkta söyledikleri de aklımdan çıkmıyordu. Beynime ağır gelen bu düşüncelerimi biraz olsun hafifletmek için yazmak ihtiyacı duyuyordum. Odama çıkıp yazmaya başlarken telefonuma mesaj geldi; Baktım Meltem’den geliyordu.

“Bana aşık olduğunu çoktan anlamıştım, şımarıklık edip senden duymak istedim. Ama pişman oldum, keşke sormasaydım, bunun için kendime çok kızıyorum. Çünkü sen iyi insansın sevmeyi ve sevilmeyi hak ediyorsun. Şunu bil ki ben seni bir arkadaş olarak seviyorum. Ayrıca yakında başka semte taşınacağız… Belki böylesi daha iyi olur; bunu da bildirmek için yazdım. Sakın dert edip kendini üzme olur mu? Hoşça kal.”

Derin nefes alarak cevap yazdım: “Ah Meltem… Ben hissetmiştim zaten, bu mesajı yazmasan da olurdu. Kızmıyorum sana ve söz veriyorum; Kendimi üzmeyeceğim.”

Omzuma bir el dokundu, ani hareketle döndüm, annemdi.

“Yine dalmışsın düşüncelere… Seslendim duymadın; hadi gel sofra hazır.” dedi.

“Tamam, geliyorum anne.”

Annem şiir defterime bakıp gitti. Ben, kalbimde hüzünle, yüzümde acı bir tebessümle Meltem’e yazmak istediğim son şiiri yarım bırakıp kalktım.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

SİNEK İLACI

Saat sabahın sekizi oldu, bugün biraz daha uyuyayım dedim ama yağmurun sesi ve şimşek gürültüsü yüzünden uyuyamadım.

Hayme yine benden önce kalkmış, kahvaltı hazırlıyordu.

Hayme erken kalkmayı severdi. “Çok uyumak insanın ömründen alıyor.“ derdi.

Yatağımdan kalkarken Hayme aşağıdan seslendi. “Uyandın mı, uyandıysan gel kahvaltını et!“

Giyindim, aşağıya indim, sofraya oturdum.

Hayme her sabah olduğu gibi yine mükemmel bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı.

Derin bir ah çekerek “Ah Hayme, ben senin hakkını nasıl ödeyeceğim?“ dedim.

“Kahvaltını et, kahvaltını!“ diyerek güldü.

Evli oğlumuz gelin ve çocuklarla başka bir şehirde kalıyordu. Özlemiştik.

“Aylardır ses seda yok, belli ki işleri yoğun. Bir fırsat bulup gelseler de hasret gidersek.” dedim.

“Sahi ne kadar oldu taşınalı?”

“Üç ay, fakat bana üç yıl kadar uzun geldi.”

“Bana da…”

Kahvaltımızı ellerimizde büyüyen torunlarımızı düşünerek yaptık. Oğlumuz ve gelinimiz iki şehir arasını yıllarca gidip dönmekten iyice yorulmuşlar yıpranmışlardı. Sonunda bizim iznimizi alarak işyerlerinin bulunduğu şehre taşınmışlardı. Şimdi rahattılar. Aslında onların daha az yorulduklarını düşünerek biz de mutluyduk. Ancak onları çok özlüyorduk.

Sonra “Evde bir sinek gördüm, yakalayamadım. Sinek ilacı al!“ dedi Hayme.

Hayme sinek konusunda çok hassastı. Odada bir sinek olsa sabaha kadar uyuyamazdı.

“Bir sinek için mi?” dedim.

“Olsun, çoğalmadan al sen!” dedi.

Hava yağışlıydı. Kahvaltıdan sonra şemsiyemi alıp çıktım.

Yürürken yanımdan geçen insanların konuşmalarını duyuyordum, ancak öğrendiğim birkaç kelime ve söz dışında ne dediklerini anlayamıyordum.

Sokak her sabah olduğu gibi kalabalık sayılırdı. Okullarına giderken birbiriyle şakalaşan, kahkahayla gülen gençler, köpeğini sabah gezintisine çıkarmış kadınlar, işyerlerine giden insanlar hafif yağmurdan dolayı aceleyle yürüyorlardı.

Hayat devam ediyordu.

Yürürken sokak ve dükkân isimlerine de bakıyordum ama çoğu tabelada ne yazıldığını anlamıyordum. Bu ülkede dil bilmeden bunca yıl nasıl yaşamıştık, hayret ediyordum.

Eczaneye geldim. İçeride Eczacıdan başka kimse görünmüyordu.

Girdim ve doğruca eczacının yanına vardım. Merhabalaştık. Sıra geldi sinek ilacı istemeye.

“Ben nasıl isteyeceğim?” diye düşünürken, adam ne istediğimi söylemem için yüzüme bakıyordu. Ben söylemeyince o sordu. Bu defa;

” Sinek ilacı almak istiyorum. “ dedim.

Türkçe söylemiştim. Anlamadığı için tekrar sordu.

“Hay Allah, şu an buranın dilini bilen Türk’ün biri gelse de bana yardımcı olsa…”

Eczacı ellerini yana açarak hâlâ yüzüme bakıyordu.

Elimle işaret yaparak “Sinek, ilaç, pıs pıs sıkıyorsun.“ dedim. Adam gülmeye başladı.

Sinek resim de yok ki göstersem, o zaman belki anlardı ne istediğimi.

Ben yine düşünüyordum. Fakat adam tezgâhın üstündeki ilaç kutularıyla ilgilenmeye başladı. Adamın bu davranışına önce kızdım ama sonra hak verdim, anlatamıyordum ki bana yardımcı olabilsin.

Kendimi çaresiz hissettim, ilk geldiğim yılları tekrar yaşıyor gibiydim.

“En iyisi şimdi gideyim, tanıdık bir Türk bulayım.“ diye düşündüm ve eczaneden çıkmak istedim. Kapıya doğru giderken vitrinde sinek resimli bir kutu gördüm. Döndüm eczacıya “Bayım” diye seslendim.

Vitrindeki kutuyu işaret ettim. Yanıma geldi ve yine yüzüme baktı.

Sonra parmağımla göstererek sinek ilacı dedim. Adam bir vitrine baktı bir de bana baktı.

“Hey Allah’ım, yine anlamadı.” dedikten sonra vitrinin yanına biraz daha yaklaştım, üzerinde sinek resmi olan kutuyu işaret ettim.

Eczacı bakmaya devam ediyordu, sonra “Ha tamam.” Anlamında bir işaret yaparak kutuyu vitrinden çıkardı bana uzattı.

Kutuyu aldım, baktım üzerinde başka bir uçan böcek resmi var. Elimi sallayarak “Hayır, bu sinek resmi değil.” dedim. Düşündü ve bana eliyle bekle işareti yaparak arka odaya gitti.

Ben şaşkın bir şekilde olduğum yerde kaldım. “Allah Allah, bu adam şimdi niye bekle işareti yaptı? Yoksa beni anlamış mıydı?” Eczacının geri dönmesi biraz uzun sürdü.

“Yok ben gideyim en iyisi.“ diye kapıya doğru yönelirken. Adam odadan çıkıp yanıma geldi ve elindeki ilaç şişesini gösterdi. Baktım şişenin üzerinde sinek resmi var. Ben de gülerek elindeki ilaç şişesine dokunup kendi dilimde “Evet, istediğim ilaç bu!“ dedim.

Birbirimize bakıp gülüştük. Adam hem gülüyor hem de imalı şekilde kafasını sallıyordu. Adeta “İnsan bir başka ülkeye gidip oraya yerleşir de dilini öğrenmezse, işte böyle kıvranır, bir sinek ilacını anlatamaz.“ diyordu. O an kendimi dili düzgün öğrenemeyen mahcup çocuk gibi hissettim.

Eve geldim. Hayme ev işleriyle meşguldü. Sinek ilacı şişesini ecza dolabına koymadan önce şişeye baktım. Sanki şişedeki sinek de bana eczacı gibi bakıp imalı şekilde gülüyordu.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

LANET KORKU

Bu gece de uyuyamadım. Zira iki aydır uykuya dalsam bile korkudan hemen uyanıyordum.

“Mutfağa gidip su içeyim, kendime geleyim ama önce yüzümü suyla yıkayayım.” dedim.

Nilgün yine derin uykudaydı. “Uyandırsam mı?” diye düşündüm. Kıyamadım, bugün iş yerinden yorgun dönmüştü.

Yürürken dengemi sağlamakta zorlanıyordum. İki adımlık banyo sanki uzaktaymış gibi geldi.

Banyoya vardım, çeşmeyi açmadan önce aynaya baktım.

Yüzümü kana bulanmış gibi kızarmış gördüm.

Yüzümü yıkadıktan sonra tekrar aynaya baktım; yüzüm hâlâ kızarıktı. Gözlerim kan çanağına dönmüştü.

Mutfağa gitmeden önce yatak odasına gittim, Nilgün uyuyordu. Mutfağa yürüdüm… Su doldurduğum bardağı tutan elim titriyor, içindeki su dökülüyordu. Suyu dökerek de olsa, bir solukla içtim. Bu hareketimi Nilgün görse önce şaşırır, sonra da komik bulur, gülerdi.

Tekrar yarısına kadar doldurduğum bardak elimde oturma odasına geçip koltuğa oturdum. Duvar saati gece yarısından sonrasını gösteriyordu. Yüzümün, gözlerimin hâline, adım atmaktaki zorlanışıma, ellerimdeki titremeye bir türlü mantıklı bir açıklama bulamıyordum. Zira içim; korku mu, heyecan mı olduğuna karar veremediğim bir duyguyla doluydu.

Böyle oturmuş kendimi dinlerken dışarıdan bir ses geldi. Sanki biri bana sesleniyordu. Yüreğim hızla çarpmaya başladı. Cama yaklaşıp perdeyi araladım. Dışarıda kimseyi göremedim. Koltuğuma dönerken aynı sesi tekrar duydum. Beni çağıran biri vardı dışarıda. Dönüp perdenin aralığından bütün dikkatimi gözlerime vererek dışarıyı gözden geçirdim. Kimse yoktu. Bahçede, sokakta, uzakta, yakında kimse yoktu. Her yer bomboştu. Sadece yüreğimdeki çarpıntı devam ediyordu.

“Vay be! Bir de erkek olacaksın, aile reisi olacaksın! Bir sesten bu kadar korkulur mu? Eve hırsız, uğursuz girse, kendimi, karımı korumayacak mıyım?” diye kendi kendime söylenmeye başladım. Kendime kızdım, kendimden utandım.

Rahatlamaya, cesaret toplamaya başlamıştım ki “Ne yapıyorsun camın önünde?” diyen bir sesle bardak elimden düştü.

Bu ses oturma odamızın kapısından geliyordu. Eşikte duran sesin sahibini, o an çok korktuğumdan ve gözlerim bulandığından geç tanıdım. Karım Nilgün’dü. “Ne yapıyorsun?” diye sordu tekrar. “Yine neden korktun? Beni de korkutuyorsun. Böyle olmaz. Mutlaka bir hekime görünmemiz gerek. Bu da baş ağrısı, diş ağrısı, ülser, tansiyon gibi bir hastalık…”

Beraber kanepeye oturduk. Elimi tuttu ve gözlerime sevgiyle, şefkatle dolu, sıcacık bir gülümseyişle baktı. Beş yıldır evliydik. O, hep böyleydi, böyle bakardı bana. Zaten ben onun böyle bakışlarına aşık olmuştum. İçimden omuzuna başımı koyup ağlamak geldi. Tuttum kendimi, ağlamadım. Bugüne kadar inat edip “Hekime gidelim!” teklifini reddettiğim için kendimi suçladım.

Nilgün çıt sesi duysam korktuğumu biliyordu. Bunun nasıl başladığını ikimiz de bilmiyorduk. Uyurken uyanıkken beklenmedik bir ses duyduğumda ruhum korkunç fırtınalarla boğuşuyor gibi oluyordu. Uykudaysam tam bir kâbus yaşıyordum. Bana dehşetle bakan gözler görüyordum. Beni çağıran sesler duyuyordum. Tanımadığım tuhaf yüzler görünüyorlar, kayboluyorlardı.

Nilgün’ün gözlerine uzun uzun ve teslimiyet duygusuyla baktıktan sonra;

“Nilgün kabûl ediyorum!” dedim.

“Neyi kabul ediyorsun?”

“Aylardır reddettiğim; hekime gidelim, tedavi olalım teklifini kabul ediyorum. Bu böyle geçmeyecek. Hekime başvurmaktan başka çaremizin olmadığına artık ben de inandım.”

Nilgün, bu kararıma çok sevindi. Sıkıca sarıldı bana. Sanki birilerinin duymasından çekiniyormuş gibi fısıltıyla;

“Bir müjdem var sana. Bil bakalım ne?”

“Ne ki…”

“Çocuğumuz olacak!”

Bir anda korkum ve heyecanım dönüşmeye başladı. İçim mutlulukla doldu. Kelebek kadar hafiflediğimi hissettim. “Şükür Allah’ım!” diyerek Nilgün’e sarıldım.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

Bepul matn qismi tugad.

6 823,10 soʻm