Kitobni o'qish: «Scarlet Pimpernel»
Baroness Emma Magdolna Rozália Mária Jozefa Borbála “Emmuska” Orczy de Orci (23 Eylül 1865 – 12 Kasım 1947), İngiliz-Macar romancı ve oyun yazarıdır. Macaristan’da doğan Emma Orczy, 14 yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte Londra’ya taşınır. Burada genç illüstratör Montague MacLean Barstow ile tanışır ve 1894 yılında evlenirler. 1899’da çocukları dünyaya geldikten hemen sonra roman çalışmalarına başlar. İlk denemesi başarısızlıkla sonuçlanır ancak sonrasında yazdığı hikâye ve romanlar başarılı olur.
1903 yılında, İngiliz aristokrat Sör Percy Blakeney’nin Fransız aristokratları giyotinden kurtarmasını anlatan bir tiyatro oyunu yazar. Daha sonra bu oyunu romanlaştırır ve 12 farklı yayıncıya gönderir. Yayıncılardan cevap beklerken oyunu sahnelemeye başlarlar. Londra’da 4 yıl boyunca 2000’den fazla kez sahnelenen oyun İngiltere’nin en popüler oyunlarından olur. Farklı dillere de çevrilir ve pek çok ülkede sahnelenir. Oyunun bu başarısı romanı da olumlu yönde etkiler.
“Kimliğini gizleyen kahraman”ların bilinen ilk örneği olan Scarlet Pimpernel, aynı zamanda kendisinden sonra gelecek süper kahramanların temel özelliklerini de biçimlendirmiştir: Kılık değiştirme, kendisiyle özdeşleşmiş bir silah taşıma, kalıpların dışında düşünebilme, rakiplerini kurnazlığıyla alt etme, olay yerinde imzasını bırakma…
İlk kitabın başarısının ardından Sir Percy Blakeney ve arkadaşlarının maceralarını yazmaya devam eden Emma Orczy hayatının son yıllarını Monte Carlo’da geçirir. 1947’de ölen yazar, yaşamına 50’den fazla roman, 5 tiyatro oyunu, 4 kitap çevirisi, 9 hikâye kitabı sığdırmıştır.
Birinci Bölüm
Eylül 1792, Paris
Tepeden tırnağa zalim yaratıklardan oluştuğu için yalnızca “sözde insanlar” diyebileceğimiz; kaynayan, çağlayan ve homurdanan halk kalabalığı, intikam ve nefret arzusu gibi aşağılık tutkularla hareket ediyordu. Vakit, günbatımından hemen öncesiydi. Yer, gururlu bir tiranın on yıl sonra, ulusunun şerefi ve kendi kibri adına unutulmayacak bir abide yükselteceği Batı Barikatı’ydı.
Giyotin, günün büyük bir kısmını o korkunç işini yaparak geçiriyordu. Tüm Fransa, geçmiş yüzyıllarda yaşamış antik isimler ve asil insanlarla övünüyor, özgürlük ve birlik adına üstlerine düşeni yaptıkları ve diyetlerini ödediklerinden bahsediyordu. Kıyımlar yalnızca günün bu geç saatlerinde, gece için barikatların son kez kapanışından hemen önce azalıyordu; çünkü insanların şahit olacakları daha ilginç manzaralar vardı.
Kalabalık, bu ilginç ve keyif verici manzarayı izlemek için Grève Meydanı‘ndan koşa koşa ayrılıp çeşitli barikatlara akın ediyordu.
Bu manzara her gün görülebilirdi, çünkü bu aristokratlar pek aptaldı doğrusu! Fransa’ya şan getiren Haçlı Seferleri’nden beri, büyük insanların kanından gelen erkekler, kadınlar ve çocuklar, yani tüm eski SOYLULAR, halka ihanet etmişlerdi. Bu soyluların ataları halka zulmetmiş, süslü zarif ayakkabılarıyla onları ezmişlerdi. Şimdi ise Fransa’da egemenlik halkın eline geçmiş, halk da önceki efendilerini ezmeye başlamıştı; fakat bunu topuklarıyla yapmadılar, çünkü o günlerde çoğunlukla ayakkabısız geziyorlardı. Halk, ayakkabı yerine daha etkili bir ağırlık kullandı: Giyotinin bıçağı.
Böylece korkunç işkence aracı; yaşlı erkek, genç kadın ve küçük çocuk demeden her gün, her saat kurbanlarının canını almaya devam etti, ta ki en nihayetinde Kral’ın ve güzel genç Kraliçe’nin canını isteyene dek.
Fakat böyle olması gerekiyordu, çünkü Fransa’nın egemenliği artık halkın eline geçmişti, değil mi? Her aristokrat, tıpkı ataları gibi haindi. İki yüz yıl boyunca halk, açgözlü sarayın müsrif savurganlığını doyurmak için terlemiş, didinmiş ve aç kalmıştı. Şimdi ise o sarayları muhteşem hale getirmek isteyenlerin torunları, halkın geç gelen intikamından kaçınmak istiyorlarsa canlarını kurtarmak için saklanmak ya da kaçmak zorundaydılar.
Öyle de yaptılar, saklanmaya ve kaçmaya çalıştılar, zaten olayın tüm eğlencesi de buydu. Her öğleden sonra, kapılar kapanmadan ve pazar arabaları çeşitli barikat sıralarına katılmadan önce aptal bir aristokrat, Kamu Selameti Komitesi’nin pençelerinden kendini kurtarmaya çalışırdı. Çeşitli kılıklara bürünüp çeşitli mazeretlerle cumhuriyetin askerleri tarafından çok iyi korunan bariyerleri aşmayı denerlerdi. Kadın kıyafetleri giymiş erkekler, erkek kıyafetleri giymiş kadınlar, dilenci paçavraları giydirilmiş çocuklar… Her türden insan vardı; Fransa’dan kaçıp İngiltere’ye ya da aynı ölçüde uğursuz başka bir ülkeye ulaşmak isteyen ESKİ kontlar, markiler, hatta dükler. Buralara varıp şanlı devrime karşıt duygular uyandırmaya ya da bir zamanlar Fransa’nın egemenleri olsalar da şimdi acınası duruma düşen tutsakları özgürleştirme amacıyla bir ordu toplamaya çalışıyorlardı.
Ne var ki neredeyse her seferinde barikatlarda yakalanıyorlardı. Batı Kapısı’ndaki Çavuş Bibot’nun en kusursuz şekilde kılık değiştiren aristokratların bile kokusunu alan muhteşem bir burnu vardı sanki. Sonrasında ise tabii ki eğlence başlıyordu. Bibot, avına tıpkı bir kedinin fareye baktığı gibi bakıyor, onunla oynuyordu. Bazen neredeyse on beş dakika boyunca eski markinin ya da kontun kimliğini gizleme amacıyla kullandığı peruğa ya da eğreti makyaja aldanmış numarası yapıyordu.
Ah! Bibot’nun oldukça sert bir mizah anlayışı vardı. Bu yüzden Batı Barikatı civarlarında bulunmak ve Bibot’nun halkın intikamından kaçmayı deneyen bir aristokratı yakalayışını izlemek her şeye değerdi.
Bazen Bibot, avının kapılardan gerçekten çıkmasına göz yumar, iki dakikalık bir süre boyunca adamın hakikaten Paris’ten kaçtığını, hatta güvenle İngiltere kıyılarına ulaşabileceğini düşünmesine izin verirdi. Fakat sonra, henüz on metre bile uzaklaşamamış olan talihsiz sefilin arkasından iki adam gönderir ve onu geri getirtir, sonra da gerçek kılığını ortaya çıkarırdı.
Ah! Bu gerçekten de komik bir görüntüydü, çünkü çoğu zaman kaçak adam aslında bir kadın, hatta kibirli bir markiz çıkardı. Kendisini Bibot’nun pençelerinde bulduğunda son derece gülünç görünürdü. Ertesi gün duruşmasız bir yargılamanın onu beklediğini, bu yargılamadan sonra ise Madam Giyotin’in sevgi dolu kollarına gideceğini bilirdi.
Eylül ayının o hoş akşamında, kalabalığın Bibot’nun kapısında büyük bir istek ve heyecanla beklemesine şaşmamalı. Kan hırsı tatmin olma beklentisiyle büyüyordu, ancak doygunluk denen şeyden eser yoktu. Kalabalık, o gün giyotinin yüz asil başı aldığını görmüştü ve ertesi gün yine yüz asil başın düşeceğini görmek istiyordu.
Bibot, ters çevrilmiş boş bir fıçının üstünde, barikat kapısına yakın bir yerde oturuyordu; emrinde vatandaşlardan oluşan askerlerden küçük bir müfreze vardı. İşler son günlerde iyice kızışmıştı. O uğursuz aristokratlar iyiden iyiye korkmaya başlamışlardı. Paris’ten kaçmak için her yolu deniyorlardı. Eski çağlardan beri ataları, o hain Bourbon Hanedanı’na hizmet eden erkekler, kadınlar ve çocukların hepsi haindi ve giyotinin açlığını doyurmak için uygun besinlerdi. Bibot her gün, kaçak kralcıların gerçek kimliklerini ortaya çıkarma ve onları mahkeme için Kamu Selameti Komitesi’ne gönderme zevkine ulaşıyordu. Bu heyetin başında gerçek bir vatansever olan yurttaş Fouquier-Tinville oturuyordu.
Hem Robespierre hem Danton, Bibot’yu gayreti için takdir etmişlerdi. Bibot, en az elli aristokratı giyotine gönderdiği için kendisiyle gurur duyuyordu.
Ancak o gün, barikat başındaki tüm çavuşlara özel emirler gitmişti. Çünkü son zamanlarda birçok aristokrat, Fransa’dan kaçıp İngiltere’ye sorunsuzca varmayı başarmıştı. Bu kaçışlar hakkında tuhaf dedikodular vardı, çok sık yaşanmaya ve cüretkâr bir hale gelmeye başlamıştı. İnsanların zihinlerini garip bir heyecan kaplıyordu. Hatta Çavuş Grospierre, bir aristokrat ailesinin tamamının burnunun dibindeki Kuzey Kapısı’ndan kaçmasına engel olamadığı için giyotine yollanmıştı.
Bu kaçışların bir grup İngiliz tarafından planlandığı ileri sürüldü. Görünen o ki bu adamların cesaretinin eşi benzeri yoktu; kendilerini ilgilendirmeyen meselelere burunlarını sokmaktan sakınmıyorlar ve boş zamanlarını Madam Giyotin’e gönderilecek kurbanları kaçırarak geçiriyorlardı. Dedikodular çok geçmeden çığ gibi büyüdü. Bu işgüzar İngiliz grubun varlığına dair artık hiçbir şüphe yoktu. Üstelik görünüşe göre varlıklarını, cesareti ve korkusuzluğu tarifsiz bir adamın liderliği altında sürdürüyorlardı. Bu adamın kurtardığı aristokratların barikatlara ulaşır ulaşmaz görünmez oldukları ve kapılardan âdeta doğaüstü bir güç sayesinde hiç görünmeden geçtikleri hakkındaki tuhaf hikâyeler hızla yayıldı.
Gizemli İngiliz grubunu hiç kimse görmemişti. Liderlerine gelince, onun hakkında hiç konuşulmuyordu. Bahsi geçtiğinde ise herkesi garip bir ürperti kaplıyordu. Yurttaş Fouquier-Tinville, gün içinde gizemli bir kaynaktan bir kâğıt parçası alırdı; bu kâğıt parçasını bazen ceketinin cebinde bulur, bazen de Kamu Selameti Komitesi’ndeki sandalyesine giderken kalabalıktan biri eline tutuştururdu. Kâğıtta her zaman, işgüzar İngiliz grubun iş başında olduğunu belirten kısa bir not olurdu ve yine her zaman kırmızı bir işaretle imzalanmış olurdu. Bu işaret, yıldız şeklinde bir çiçekti ve çiçeğin adı İngiltere’de Scarlet Pimpernel1 olarak biliniyordu. Bu küstah notun ele geçmesinden birkaç saat sonra Kamu Selameti Komitesi’nin yurttaşları, birçok kralcıyla aristokratın kıyıya ulaştığını ve güvenli bir şekilde İngiltere’ye doğru yol aldıklarını duyardı.
Kapılardaki nöbetçilerin sayısı iki katına çıkarıldı, emir komuta zincirindeki çavuşlar ölümle tehdit edildi, üstelik bu arsız ve cüretkâr İngilizlerin yakalanması için büyük ödüller vaat edildi. Gizemli ve ulaşılmaz Scarlet Pimpernel’i yakalayacak kişinin beş bin frankla ödüllendirileceği duyuruldu.
Herkes, ödülü kazanan kişinin Bibot olacağını düşünüyordu. Bibot da insanların böyle düşünmesine göz yumdu. Böylece günden güne halk, onu izlemek ve belki de o gizemli İngiliz’in eşlik ettiği kaçak aristokratları yakaladığında orada olmak için Batı Kapısı’na gelmeye başladı.
Yurttaş Bibot, güvendiği Onbaşı’ya dönüp “Yazık! Yurttaş Grospierre bir aptaldı! Geçen hafta Kuzey Kapısı’nda ben olacaktım ki…” dedi.
Sonra, silah arkadaşının aptallığı karşısındaki hoşnutsuzluğunu göstermek için yere tükürdü.
“Olay nasıl olmuş, yurttaş?” diye sordu Onbaşı.
“Grospierre kapıdaymış, gözetimi sıkı tutuyormuş,” diye başladı Bibot gururla, bu sırada kalabalık onun etrafına toplanıp anlattıklarını hevesle dinlemeye başladı. “Hepimiz işgüzar İngiliz’i duymuşuzdur, şu uğursuz Scarlet Pimpernel’i. Benim kapımdan geçemeyecek, YEMİN OLSUN! Tabii şeytanın ta kendisi değilse. Neyse, Grospierre aptaldı. Fıçılarla dolu yük arabaları kapılardan geçiyormuş, yanında çocuk olan yaşlı bir adam da arabanın başındaymış. Grospierre biraz sarhoşmuş, yine de kendisini çok zeki sanıp fıçıların -en azından çoğunun- içine bakmış, boş olduklarını görüp arabanın geçmesine izin vermiş.”
Yurttaş Bibot’nun etrafında toplanmış kalabalığa büyük bir öfke ve nefret dalgası yayıldı.
“Yarım saat sonra,” diye devam etti Çavuş, “yanında bir düzine askerle birlikte nöbetçi yüzbaşı çıkagelmiş. Soluk soluğa ‘Buradan bir araba geçti mi?’ diye sormuş Grospierre’e. ‘Evet, yarım saat olmadı,’ demiş Grospierre. ‘Kaçmasına izin mi verdin?’ diye haykırmış yüzbaşı büyük bir öfkeyle. ‘Yurttaş çavuş, bunun için giyotine gönderileceksin. O arabanın içinde eski Chalias Dükü ve tüm ailesi vardı!’ Bunu duyan Grospierre dehşet içinde ‘Ne!’ diye haykırmış. ‘Aynen öyle! Arabanın başındaki ise o aşağılık İngiliz, Scarlet Pimpernel’den başkası değildi.’”
Hikâye, büyük bir nefret uğultusuyla karşılandı. Yurttaş Grospierre, kendisini giyotine götürecek hatayı yapmıştı, ne ahmak bir adamdı! Ah, bu nasıl bir ahmaklıktı!
Bibot, bu olayı anlatırken o kadar çok gülüyordu ki devam etmesi için ara sıra durması gerekiyordu.
Bir süre sonra hikâyesine devam etti: “‘Hemen yola koyulun, ödülü unutmayın, çabuk olun fazla uzağa gitmiş olamazlar!’ diye bağırmış yüzbaşı. Bunu der demez bir düzine askeriyle birlikte kapıdan koştura koştura çıkmış.”
“Ancak çok geç kaldılar!” diye haykırdı kalabalık, büyük bir heyecanla.
“Onları asla yakalayamadılar!”
“Grospierre’in aptallığına lanet olsun!”
“Giyotine gönderilmeyi hak etmiş!”
“O fıçıları doğru düzgün inceleseymiş!”
Bu çıkışmalar, Yurttaş Bibot’yu büyük ölçüde neşelendirdi, çenesi ağrıyana ve yanaklarından yaşlar süzülene kadar güldü.
“Yok, yok!” dedi en sonunda. “O aristokratlar arabanın içine gizlenmemişler, sürücü de Scarlet Pimpernel falan değilmiş!”
“Nasıl?”
“Evet! O alçak İngiliz, nöbetçi yüzbaşı kılığına girmiş, aristokratlar da yanındaki askerleriymiş!”
Bunun üzerine kalabalık hiçbir şey söyleyemedi; hikâye doğaüstü bir havaya sahipti. Gerçekten de o İngiliz, şeytanın ta kendisi olmalıydı.
Güneş batıda yavaş yavaş alçalıyordu. Bibot, kapıları kapatmak için hazırlandı.
“Arabalar öne çıksın,” diye bağırdı.
Üstü örtülü bir düzine araba, ertesi günkü pazara mal almak amacıyla şehri terk etmek ve yakındaki kasabaya gitmek için sıraya girdi. Bibot, arabaların birçoğuna aşinaydı, zira şehre gelip giderken her gün iki kez onun kapısından geçiyorlardı. Genellikle kadın olan sürücülerin bir iki tanesiyle konuşurdu, arabaların içinde ne olduğunu incelemek büyük bir zahmetti.
“Hiç belli olmaz. Ahmak Grospierre gibi tongaya düşmeyeceğim,” derdi.
Arabaların başındaki kadınlar, genelde günlerini giyotin platformunun kurulu olduğu Grève Meydanı’nda, korku hükümdarlığının günlük kurbanlarını getiren kağnıları izleyip örgü örerek ve dedikodu yaparak geçirirlerdi. Madam Giyotin’i ziyaret eden aristokratları izlemek büyük keyif veriyordu, platformun yakınındaki yerler ise çok rağbet görüyordu. Gün içinde Bibot da orada görev yapıyordu ve eski yüzlerin birçoğuna aşinaydı. Giyotinin bıçağı kafaları uçururken orada oturup örgü ören kadınlara tricotteuses2 adı veriliyordu, hatta çoğu zaman o lanetli aristokratların kanı bu kadınların üstüne sıçrıyordu.
“Hey! La mère!3” diye seslendi Bibot, o korkunç yaşlı kadınlardan birine, “O elindeki ne?”
Kadını günün erken saatlerinde görmüştü, o sıralarda örgü örüyordu ve arabasının kırbacını da yakınında tutuyordu. Şimdiyse kırbacın tutacağına altından gümüşe, açıktan koyuya pek çok renkte bir dizi saç buklesi eklemişti. Bibot’ya gülümserken büyük kemikli parmaklarını buklelerde gezdirdi.
“Madam Giyotin’in âşığıyla arkadaş oldum,” dedi kahkaha atarak. “Bu bukleleri yuvarlanan kafalardan benim için kesti. Yarın daha fazlasını keseceğine söz verdi, ancak her zamanki yerimde olur muyum bilmiyorum.”
“Ya! Neden anacım?” diye sordu Bibot. Her ne kadar sert bir asker olsa da kırbacında korkunç süslemeler taşıyan bu kadının çok çirkin dış görünüşü onu ürpertmişti.
“Torunumda çiçek hastalığı var,” dedi başparmağıyla yük arabasının içini işaret edip. “Bazıları veba olduğunu söylüyor! Eğer öyleyse, yarın Paris’e gelmeme izin verilmeyecek.” Çiçek hastalığı sözünü duyduğunda Bibot hızla geri adım attı, eski ve korkunç veba kelimesini duyduğunda ise tüm hızıyla geri çekildi.
“Kahrol!” diye homurdandı Bibot, bu sırada kalabalık da büyük bir hızla arabadan uzaklaştı ve arabayı bütün o yerin ortasında yalnız başına bıraktılar.
Yaşlı kadın güldü.
“Asıl sen, bu kadar korkak olduğun için, kahrol yurttaş,” dedi. “Peh! Hastalıktan korkuyorsun, bir de erkek olacaksın.”
“EYVAH! Veba!”
Herkesin korkudan dili tutulmuştu. Bu vahşi gaddar yaratıklarda hâlâ dehşet ve tiksinti uyandırma gücüne sahip tek şey olan o dehşet verici hastalığın korkusuyla dolmuşlardı.
“Vebalı torununu da al ve hemen buradan uzaklaş!” diye haykırdı Bibot, boğuk bir sesle.
Bunun üzerine yaşlı kadın hoyrat bir gülüş ve şiddetli bir kahkaha daha attı, cılız eşeğini kamçılayıp arabasını kapıdan dışarı çıkardı.
Bu olay, tüm akşamı mahvetmişti. Halk, hiçbir ilacı olmayan korkunç ve yalnız bir ölümün habercisi bu iki hastalık, hatta bu iki lanet karşısında dehşete düşmüştü. Barikatların yanında sessizce ve keyifsizce beklediler, her biri bir diğerine şüpheyle bakıyor, salgının içlerinden birine bulaşmış olma ihtimalini göz önünde tutup sanki hayatta kalma içgüdüsüyle birbirlerinden uzak duruyorlardı. Tam o sırada tıpkı Grospierre olayında olduğu gibi, aniden bir nöbetçi yüzbaşı çıkageldi. Fakat Bibot, bu yüzbaşıyı tanıyordu ve onun sonradan, kılık değiştirmiş sinsi İngiliz çıkmayacağını biliyordu.
“Bir araba,” diye bağırdı soluk soluğa, daha kapılara varmamıştı bile.
“Ne arabası?” diye sordu Bibot kabaca.
“Yaşlı bir kadın tarafından sürülen üstü örtülü bir araba…”
“Bir sürü öyle araba vardı.”
“Torununun vebaya yakalandığını söyleyen yaşlı bir kadın var mıydı?”
“Evet…”
“Gitmelerine izin vermedin, değil mi?”
“Eyvahlar olsun!” dedi Bibot, al yanakları korkudan bembeyaz kesilmişti.
“O arabada eski Tourney Kontesi ve iki çocuğu vardı, hepsi haindi ve öldürüleceklerdi.”
“Peki ya sürücü kimdi?” diye mırıldandı Bibot, o sırada tüyleri ürperdi.
“Sacré tonnerre4!” diye bağırdı Yüzbaşı, “Sürücünün de o lanet İngiliz, Scarlet Pimpernel’in ta kendisi olmasından korkuyoruz.”
İkinci Bölüm
Balıkçı Misafirhanesi, Dover
Sally, mutfaktaki işiyle meşguldü. Sos ve kızartma tavaları devasa ocağın üstünde yığınlar halinde duruyordu, köşede kocaman bir et suyu kazanı vardı, çevirme kancası yavaşça döndürülüyor ve sığır bonfilesinin her tarafı yavaş yavaş nar gibi kızarıyordu. Pamuklu elbiselerinin kollarını kemikli dirseklerinin üzerine kadar kıvırmış iki küçük mutfak hizmetçisi, büyük bir telaşla etrafta koşuşturuyordu. Yardım etmek için heveslilerdi, ancak Bayan Sally bir saniye için arkasını dönse hemen kendi aralarında şakalar yapıp kıkırdıyorlardı. Yaşlı Jemima da oradaydı, vurdumduymaz bir mizacı ve yapılı bir vücudu vardı, ateşin üstündeki et suyu kazanını özenle karıştırırken bir yandan da sessiz sessiz homurdanıyordu.
“Heeeeeey! Sally!” diye bir ses duyuldu yandaki taverna salonundan, şairane bir ağızdan çıkmasa da neşeli bir cümleydi.
“Tanrım, sen yardım et!” diye haykırdı Sally neşeyle gülerek. “Kim bilir yine ne istiyorlar!”
“Tabii ki bira,” diye homurdandı Jemima, “Jimmy Pitkin’in bir bardakla yetinmesini beklemiyorsun herhalde.”
“Bay Harry acayip susamış gözüküyor,” deyip sırıttı küçük mutfak hizmetçilerinden biri olan Martha; boncuk gibi gözleri, arkadaşınınkilerle buluşunca âdeta ışıldadı. Bunun üzerine ikisi de kıkırdamaya başladı, ama gülüşlerini kısa tutmaya çalıştılar.
Sally bir anlığına sinirlendi, ellerini yavaş yavaş biçimli kalçalarına sildi, avuç içleri Martha’nın al yanaklarıyla buluşmak için can atıyordu. Neyse ki iyi kalpliliği galip geldi, ufak bir somurtma ve omuz silkmeyle dikkatini tekrar patates kızartmalarına çevirdi.
“Alooo! Sally! Hey, Sally!”
O sırada kalaylı bira kupaları hep birlikte, sabırsız eller tarafından tavernanın meşe masalarına vurulmaya başladı. Bu gürültüye taverna sahibinin balıketli kızına olan haykırmalar eşlik ediyordu.
“Sally!” diye bağırdı ısrarcı bir ses, “Tüm gece senin bira getirmeni mi bekleyeceğiz?”
“Biraları babam götüremez herhalde,” diye söylendi Sally. Jemima hiçbir şey söylemedi ve umursamaz bir tavırla gidip raftan üstleri köpükle kaplı testilerden birkaçını kaptı. Sonra kalaylı bira kupalarını, Kral Charles döneminden beri övgüyle bahsedilen “Balıkçı Misafirhanesi”nin ev yapımı birasıyla doldurdu. “Oysa burada ne kadar meşgul olduğumuzu biliyor,” dedi Sally.
“Baban, seni ve mutfağı düşünmek yerine, Bay Hempseed’le politika tartışmakla meşgul,” diye homurdandı Jemima.
Sally, mutfağın köşesinde asılı küçük aynanın önüne gidip aceleyle saçlarını düzeltti ve fırfırlı şapkasını koyu renkli buklelerinin üzerine gelecek şekilde oturttu. Sonra güçlü ve esmer iki eliyle, üçer bira bardağını saplarından tuttu; gülerek, huysuzlanarak ve zaman zaman da utanarak biraları tavernaya taşıdı.
Tavernada, hemen yandaki hararetli mutfakta dört hanımı meşgul ve heyecanlı tutan meşgaleden ya da telaştan hiç eser yoktu.
“Balıkçı Misafirhanesi” şimdilerde bir gösteri mekânı. 1792 yılında ise yüz yıl sonra kazanacağı ünü, rağbeti ve önemi henüz kazanmamıştı. Yine de o zamanlarda bile eski bir yerdi, meşeden yapılma kirişler ve kalaslar geçen zaman içinde çoktan kararmıştı bile. Yüksek sırt dayama kısımlarıyla tablalı oturaklar da aynı durumdaydı, aradaki cilalanmış uzun masaların üstü ise bira bardaklarının bıraktığı irili ufaklı sayısız izle doluydu. Vitray pencerelerin önünde, meşenin kasvetli rengine karşılık canlı tonlarıyla kızıl sardunyalar ve mavi hezarenler sıra sıra saksılara konmuştu.
Dover’daki “Balıkçı Misafirhanesi”nin sahibi Bay Jellyband zengin bir adamdı, bunu en dikkatsiz kişi bile fark edebilirdi. Parlatılmış güzel ve eski şifonyerler olsun, büyük ocağın üzerinde tıpkı bir altın ya da gümüş gibi ışıldayan pirinç işleme olsun, kırmızı kiremitlerle döşenmiş zeminin pencere pervazındaki kızıl sardunya kadar güzel görünüşü olsun, hepsi bir dolu iyi hizmetçisinin olduğunu gösteriyordu. Bir tavernayı güzelliğin ve düzenin yüksek standartlarına ulaştırmak için gerekli talimatlar ve gelenekler o zaman da aynıydı.
Sally, çatık kaşlarına rağmen gülümseyip göz kamaştıran beyaz dişlerini göstererek gelirken haykırışlar ve alkış tufanıyla karşılandı.
“Aha, işte geldi! Muhteşemsin Sally! Çok yaşa güzel Sally!”
“Sağır olduğunu düşündük,” diye söylendi Jimmy Pitkin, elinin tersiyle kupkuru dudaklarını siliyordu.
“Tamam, tamam,” diye güldü Sally, bu esnada yeni doldurulmuş bardakları masalara bırakıyordu. “Bu ne acele böyle! Sanki büyükannen ölüm döşeğindeymiş, sen de zavallı ruhunun bir an önce bedeninden ayrılmasını istiyormuşsun gibi! Böyle telaş görmemiştim,” dedi. Sally’nin bu şakası büyük bir kahkahayla karşılandı ve sonrasında oradakilere şaka yapmaları için zemin oluşturdu. Sally, tavalarına ve kazanlarına geri dönmek için artık daha az acele ediyor gibi görünüyordu. Jimmy Pitkin’in uydurma büyükannesiyle ilgili bir dolu şaka ağızdan ağza dolaşıp keskin ve ağır tütün dumanıyla karışırken Sally’nin dikkati daha çok açık kıvırcık saçlı, parlak mavi gözlü ve hevesli genç bir adama yönelmişti.
Tavernanın sahibi saygıdeğer Bay Jellyband, yüzü şömineye dönük bir halde oturmuş, bacaklarını genişçe açmış, ağzında uzun bir boruyu andıran piposuyla duruyordu. Tıpkı babası, büyükbabası ve büyük büyükbabası gibi “Balıkçı Misafirhanesi”nin sahibi oydu. Heybetli yapısı, güler yüzlü çehresi ve biraz kel kafasıyla Bay Jellyband gerçekten de o günlerin tipik kasabalı John Bull’u5 gibiydi. O günlerde biz adalıların önyargılı tavırları doruk noktasındaydı; çünkü ister efendi, ister çiftçi ya da köylü olsun, bir İngiliz için tüm Avrupa kıtası ahlaksızlık mağarası, dünyanın geri kalanı ise barbarların ve yamyamların atıl topraklarıydı.
Tavernanın şerefli sahibi, oracıkta öylece dimdik durmuş uzun saplı piposunu tüttürüyordu. Yurtiçindeki kimse umurunda değildi, yurtdışındaki herkesten ise nefret ediyordu. Parlak pirinç düğmelerle bezeli her zamanki kırmızı yeleğini, fitilli kadifeden pantolonunu, gri yünden çoraplarını ve tokalı şık ayakkabılarını giymişti; gerçi o günlerde Büyük Britanya’da kendine saygı duyan her hancı böyle görünüyordu. Şerefli Jellyband en saygın konuklarıyla ulusların ilişkilerini tartışırken, öksüz Sally güzel omuzlarına yüklenen tüm işi yapmak için dört çift ele ihtiyaç duyuyordu.
Çatı kirişine asılı güzel cilalanmış iki adet kandille aydınlanan taverna, gerçekten de olağanüstü derecede hayat dolu ve sıcak görünüyordu. Bay Jellyband’in müşterilerinin yüzleri, her köşeye yayılmış yoğun tütün dumanı arasından al al görünüyordu ve onları izlemek keyif vericiydi. Birbirleriyle, taverna sahibiyle ve sanki tüm dünyayla iyi geçiniyorlardı. Entelektüel olmasa da neşeli olan konuşmalara odanın her yanından yüksek sesli kahkahalar eşlik ediyordu. Sally’nin tekrar tekrar kıkırdaması ise azıcık boş zamanını Bay Harry Waite’e ayırmasının ne kadar da doğru bir karar olduğunu gösteriyordu.
Bay Jellyband’in tavernasının müdavimleri genelde balıkçılardı. Balıkçılar, içmeye doymayan insanlar olarak bilinirlerdi. Denizdeyken yuttukları tuz yüzünden, kıyıya çıktıklarında boğazları kururdu; “Balıkçı Misafirhanesi” bu alçakgönüllü insanlar için bir buluşma noktasından daha fazlasıydı. Londra ve Dover arası gezi, handan başlıyordu. Kanal’a gelen ziyaretçiler ve “büyük tur” için yola çıkan insanların hepsi de Bay Jellyband ve onun Fransız şarapları ya da ev yapımı biralarıyla haşır neşir oluyordu.
1792 yılı Eylül ayının sonlarına doğruydu; ay boyunca sıcak seyreden hava birden bozmuştu. İki gün hiç durmadan yağan sağanak yağmur, İngiltere’nin doğusunu suya boğdu; yağmur tam da güzel olmaya başladıkları dönemde elmaları, armutları ve geç dönem eriklerini mahvetmek için elinden geleni yapıyor gibiydi. O anda da pencerelere vuruyor, hatta bacadan aşağı inerek neşe saçan odun ateşinin şömine içinde titremesine sebep oluyordu.
“Tanrım! Hiç eylül ayında bu kadar yağdığına şahit olmuş muydunuz, Bay Jellyband?” diye sordu Bay Hempseed.
Bay Hempseed, şömineye yakın oturaklardan birine oturmuştu, çünkü yalnızca Balıkçı Misafirhanesi’nde değil, aynı zamanda Kutsal Kitap hakkındaki bilgisiyle kayda değer öğreniminin çok büyük hürmet ve saygıyla karşılandığı tüm yörede, önemli bir kişilik ve otoriteydi. Ellerinden birini uzun zamandır giydiği özenle dikilmiş iş önlüğünün altındaki kadife pantolonunun geniş cebine sokmuştu, diğeriyle ise uzun piposunu tutuyordu. Oracıkta pencere camından süzülen küçük yağmur damlalarını izliyor ve karamsar bir halde oturuyordu.
“Hayır,” diye kısa bir cevap verdi Bay Jellyband, “bu kadar yağdığına şahit oldum mu hatırlamıyorum, Bay Hempseed. Üstelik neredeyse altmış yıldır buralardayım.”
Bay Hempseed bunun üzerine, “Tabii! Gerçi, o altmış yılın ilk üç yılını hatırlamanız mümkün değil, Bay Jellyband,” diye araya girdi sakince. “Hiç küçük bir çocuğun havayı bu kadar dikkate aldığına şahit olmadım, en azından buralarda. Üstelik ben de neredeyse yetmiş beş yıldır buralarda yaşıyorum.”
Bu bilmişliğe o an karşı çıkılamazdı, Bay Jellyband de zaten tartışmanın olağan akışı için hazır değildi.
“Sanki eylül değil de nisan ayındayız, değil mi?” diye devam etti Bay Hempseed keyifsizce, bu sırada yağmur damlaları ateşin üstüne düşerek cızırtı çıkarıyordu.
“Evet! Sanki öyle,” diye onayladı şerefli taverna sahibi, “fakat ne bekliyorsunuz ki Bay Hempseed, hele de başımızda böyle bir hükümet varken?”
Bay Hempseed, bilgece kafasını salladı. Britanya iklimine ve hükümetine olan derin güvensizliği yüzünden huysuzdu.
“Hiçbir şey beklemiyorum, Bay Jellyband,” dedi. “Bizim gibi zavallı insanların Londra’da işi yok, bunu biliyorum. Üstelik bunu çok da umursamıyorum. Ancak eylül ayında böyle bir havayla karşılaşınca tüm meyvelerim, Mısırlı annenin ilk çocuğu gibi çürümeye ve ölmeye başlıyor. Berbat egzotik meyveler ve portakallar satan Yahudiler hariç hiç kimseden iyi durumda değilim ki zaten eğer İngiliz elmaları ve armutları güzelce olgunlaşsaydı onları da kimse almazdı. Kutsal Kitap şöyle diyor…”
“Bu gayet doğru, Bay Hempseed,” diye çıkıştı Jellyband, “ama diyorum ki, ne bekliyorsunuz? Kanal’ın her yanında ülkelerinde krallarını ve soylularını öldürmeye çalışan Fransız şeytanlar var. Parlamentodaki Bay Pitt, Bay Fox ve Bay Burke ise kendi aralarında tartışıp kavga ediyorlar, biz İngilizler onların bu tanrıtanımaz yolu izlemesine izin mi vermeliyiz? Bay Pitt ‘Bırakın soyluları öldürsünler!’ diyor, Bay Burke ise ‘Durdurun onları!’ diyor.”
“Ben de bırakın öldürsünler diyorum, hepsine lanet olsun,” dedi Bay Hempseed sertçe, zira arkadaşı Jellyband’in politik tartışmalarını pek sevmiyordu. Çünkü derinliği bir kenara bırakıyor ve yörede ona büyük bir saygınlık, Balıkçı Misafirhanesi’nde ise bir dolu bedava bira kazandıran bilgeliğini sergileyemiyordu.
“Bırakın öldürsünler,” diye tekrarladı, “ama eylül ayında böylesi bir yağmurun yağmasına izin vermeyelim, çünkü bu hem kanuna hem de Kutsal Kitap’a aykırı ki orada şöyle diyor…”
“Tanrım! Bay Harry, beni korkuttunuz!”
Bu cilveleşmenin tam da Bay Hempseed’in meşhur Kutsal Kitap nutuklarından birini atmak için nefesini topladığı sırada gerçekleşmesi Sally adına talihsizlikti, çünkü bu yüzden genç kız babasının öfkesiyle karşı karşıya kalacaktı.
“Sally, haydi kızım, haydi!” dedi babası, kaşlarını çatmıştı. “O genç züppelerle oynamayı bırak da işinin başına dön.”
“İşler gayet yolunda baba.”
Fakat Bay Jellyband inat etti. Bay Jellyband’in kafasında, biricik evladı olan balıketli kızının, ağlarıyla istikrarsız bir kazanç elde eden bu genç adamlardan biriyle evlenmesi yerine, zamanı gelince Balıkçı Misafirhanesi’ni devralması vardı.
“Beni duydun mu kızım?” dedi sakin bir ses tonuyla, handaki hiç kimse itiraz edemedi. “Efendi Tony’nin yemeğini hazırla, eğer ona sunabileceğimizin en iyisini veremezsek ve memnun kalmazsa o zaman başına gelecekleri görürsün. O kadar.”
İstemeyerek de olsa Sally, babasının dediklerine uydu.
“Bugün özel konuklar mı bekliyorsunuz, Bay Jellyband?” diye sordu Jimmy Pitkin. Vefalı bir tavır takınarak han sahibinin dikkatini, biraz önce Sally’nin odayı terk etmesine sebep olan tatsızlıktan uzaklaştırmaya çalıştı.
“Evet, öyle,” diye cevap verdi Jellyband. “Efendim Tony ve arkadaşlarını bekliyorum. Suyun öte tarafından dükler ve düşesler gelecekler; genç efendinin kendisi, arkadaşı Sör Andrew Ffoulkes ve diğer genç asil adamlar, bu kişilerin o zalim şeytanların pençelerinden kurtulmalarına yardımcı oldular.”
Bu, sürekli mızmızlanan Bay Hempseed için çok fazlaydı.
“Tanrım! Bunu neden yapıyorlar acaba? Diğer halkların işlerine burnumuzu sokmayı uygun görmüyorum. Zira Kutsal Kitap şöyle diyor…”
“Bay Hempseed, Bay Pitt’in yakın arkadaşı olmanıza rağmen, Bay Fox’a katılıp ‘Bırakın öldürsünler!’ diyorsunuz,” diye araya girdi Jellyband, ufaktan dokundurarak.
“Affedersiniz, Bay Jellyband, öyle bir şey dediğimi hatırlamıyorum,” diye kısık bir sesle yanıt verdi Bay Hempseed.
Ne var ki Bay Jellyband’in konuyu kapatmaya pek niyeti yoktu.
“Ya da belki de buraya gelip katliamlarını biz İngilizlere haklı gösterme amacı taşıyan Fransızlardan birkaçıyla arkadaş olmuşsunuzdur.”
“Ne demek istediğinizi anlamıyorum, Bay Jellyband,” diye çıkıştı Bay Hempseed, “Tek bildiğim…”
“Tek bildiğim,” diye araya girdi yüksek bir sesle taverna sahibi, “Mavi Yüzlü Ayı Tavernası’nın sahibi olan arkadaşım Peppercorn, bu topraklarda görebileceğiniz en sadık ve en hakiki İngiliz-di. Bir de şimdi bakın! O kurbağa yiyicilerle arkadaş oldu ve onları edepsiz, tanrıtanımaz kıllı casuslar olarak değil, İngilizlerle birmiş gibi görüp hepsiyle düşüp kalktı. Aynen öyle! Peki ne oldu? Şimdilerde Peppercorn’un tek konuştuğu şey devrim, özgürlük, aristokratlara ölüm vesaire vesaire. Tıpkı Bay Hempseed gibi!”