Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Ölüm»

Shrift:

Émile François Zola, 1840 yılında Paris’te doğdu. Yazar olarak ilk başarısını Thérèse Raquin (1867) adlı romanla kazandı. Eserin 1868 tarihli ikinci baskısının ön sözünde, şahsı için ilk defa natüralist sıfatını kullandı. Ardından yirmi ciltten oluşan Rougon-Macquart’lar: İkinci İmparatorluk Devrinde Bir Ailenin Doğal ve Toplumsal Tarihi serisini kaleme aldı. Meyhane (1877), Nana (1880) ve Germinal (1885) adlı en sevilen eserlerinin de içinde olduğu bu seride, 1851 Devlet Darbesi ile başlayıp 1870 Sedan Bozgunu’na kadar süren İkinci İmparatorluk Dönemi Fransız toplumunun bir tablosunu yansıtmaya çalıştı. 1880 yılında Paris’te, edebiyat dünyasına henüz giriş yapan natüralizm akımı mensupları, Zola’nın önderliğinde bir araya geldi. Rougon-Macquart’lar serisinin beşinci kitabı olan Çöküş (1887) yayımlandığında, natüralist grubun bazı üyeleri Zola’nın fazla ileri gittiğini düşünerek topluluktan ayrıldılar. Dreyfus Davası sırasında Yüzbaşı Dreyfus’un Yahudi olduğu için yargı sürecinin aleyhine işlediğine dair yazıları ve broşürleri, özellikle Fransa başkanına ithafen kaleme aldığı Suçluyorum adlı makalesi gazetede çıktıktan bir süre sonra İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Bir yıl sonra Fransa’ya döndü. Yine Dreyfus Olayı’ndan esinlenerek son kitabını yazdıktan sonra, 1902 yılında Paris’te öldü.

Zeyneb Acıoğlu, 1998 yılında İstanbul’da doğdu. Gazi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Fransız Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı son sınıf öğrencisi olarak lisans eğitimine devam etmektedir.

I

Eve dönerken göl kıyısından dönen araçların sıkışıklığında fayton adım adım ilerliyordu. Bir anda sıkışıklık öyle bir hâl aldı ki fayton durmak zorunda kaldı. Güneş; açık gri bir ekim gökyüzünde, ufukta ince bulutların çizgisinde batıyordu. Uzaklarda, etrafı derelerle sarılı sıradağlardan süzülen son bir ışık, hareketsiz kalan araçları kırmızı bir ışığa boğarak yol boyunca ilerliyordu. Koyu mavi tabelalar çevredeki manzaradan parçalar yansıtırken altın parıltıları, tekerleklerden yayılan parlak ışıklar, saman sarısı faytonun köşesi boyunca yerleşmiş gibi gözüküyordu. Daha yukarıda, koltuktan sarkan yarı katlanmış kordonlarının pirinç düğmelerini aydınlatan, arkalarından vuran kırmızı ışığın tam ortasında bir şoför ve uşak oturuyordu. Lacivert üniformaları, kumaş pantolonları, çizgili siyah-sarı yelekleri ile iyi birer uşak gibi dimdik, ciddi ve sabırlı bir şekilde araçların sıkışıklığından şikâyet etmeksizin duruyorlardı.

Siyah bir kokartla süslenmiş şapkaları, büyük bir asalete sahipti. Büyüleyici doru atlar sabırsızlıkla burunlarından soluyordu. ‘‘Bak!’’ dedi Maxime. ‘‘Laure d’Aurigny orada, görmüyor musun Renée?’’ Renée hafifçe öne doğruldu, miyop olduğu için gözlerini kısarak baktı: ‘‘Onun kaçtığını sanıyordum. Saçlarının rengini değiştirmiş, değil mi?’’ diye sordu. Maxime gülümseyerek: ‘‘Evet, yeni sevgilisi kızıl saçtan nefret ediyor.’’ Renée, onu bir saatlik sessizliğe sürükleyen hüzünlü rüyadan uyanıp bir şezlongda uzanırcasına yattığı aracın arka koltuğundan öne doğru eğildi; elini faytonun alçak kapısına yasladı ve baktı. Onu fazlasıyla kibirli gösteren, leylak rengi ipek bir elbisenin üzerine önlüklü ve tunikli, büyük pileli fırfırlarla donatılmış, beyaz kumaştan, yine leylak rengi kadife yakalı küçük bir palto mu giymişti? Rengi katıksız tereyağını andıran garip, soluk, pas rengine çalan kahverengi saçları, bir tutam Bengal gülüyle süslenmiş ince bir şapkayla zar zor gizleniyordu. Gözlerini kısmaya devam etti, onu küstah bir çocuk gibi gösteriyordu; alnı derin bir çizgiyle kırışmış, üst dudağı asık yüzlü bir çocuğunki gibi çıkıktı. Sonra, görme problemi olduğu için bir erkek gözlüğü olan kelebek gözlük aldı ve burnuna değdirmeden elinde tutarak kendince, müthiş sakin gözlerle Laure d’Aurigny’i inceledi.

Arabalar hâlâ hareket etmiyordu. O sonbahar öğle sonrasında Boulogne Ormanı çevresinde sıralı, koyu renkli faytonların kalabalığı; araçların cam kenarlarında, atların gemlerinde, bir fenerin metalle kaplı soketinde, yüksek rütbeli uşakların koltuklarından sarkan yarı katlanmış kordonlarında beliriyordu. Ara sıra üstü açık bir at arabası kapısından, ipek ya da kadifeden bir kadın elbisesinin kumaş parçası sarkardı. Önceleri dinginliğe dönüşen tüm bu gürültü patırtının yerini, artık yavaş yavaş koca bir sessizlik almıştı. Ormanın arka planında, araç sesleri ve yayaların uğultuları duyulurdu. Faytonlarda camdan cama sessiz bakışmalar yoktu artık; uğultular yoktu, bu sessizliği ancak koşum takımlarının tıkırtısı ya da yerinde duramayan bir atın tepinme sesleri bozardı. Uzaklarda, şehrin sesi ölüyordu.

Sekiz yaylısında1 ilerleyen Sternich Düşesi; Victoria’sında2 Madam de Lauwerens; büyüleyici açık kahverengi tek atlı faytonunda Meinhold baronu; benekli midillisiyle Vanska kontesi; ünlü siyahi step dansçılarıyla Madam Daste; faytonlarında Madam Guende ve Madam Teissèrie; koyu mavi faytonunda küçük Sylvia ve sonra, eski moda resmî kıyafetiyle yaşlı Don Carlos; vasisi yanında olmayan, başında fesiyle Selim Paşa; küçük faytonu ve beyaz giysisiyle Rozan düşesi; iki tekerli faytonunda Mösyö Chibrey kontu; en şık araçla Mösyö Simpson ve tüm Amerikan kolonisi… Son olarak, kiralık araçta iki akademisyen. İşte, sezon geçmiş olmasına rağmen tüm Paris oradaydı.

En öndeki araçlar nihayet hareketlenmeye başladı ve ardından, araçların oluşturduğu kuyruk birer birer ilerledi. Âdeta bir uyanış gibiydi. Işıklar, dans ederek saçılıyor; parıltıları sokaklarda kavuşuyor ve kıvılcımları atların koşum takımlarında bitiyordu. Tüm bunlar toprağın, ağaçların ve araçların camlarındaki yansımalarda görüldü. Tekerlek ve koşum takımlarındaki bu parıltıya batan güneşin yeni cilalı tabelaları, yakıp kavurduğu kor kırmızının ihtişamı, göz kamaştıran üniformaların ve araç kapılarından sarkan zengin kumaş parçalarının gökyüzüne uzanan eşsiz notaları ve atların ahenkli tırıslarında duyulan boğukça bir hırıldama sesi eşlik etti. Tören; sanki öndeki araçlar, arkalarındaki araçları beraberinde sürüklüyormuş gibi durmaksızın tek bir hizada, aynı parlaklık ve gürültüyle devam etti. Renée, faytonun hafif sarsıntısıyla irkilerek kelebek gözlüğünü bıraktı ve kendisini minderlere attı. İpeksi bir kar tabakası gibi aracın içini dolduran ayı postunun bir köşesini, titreyerek kendine doğru çekti. Elleri, kıvırcık tüylerle kaplı zarif eldivenlerde kayboluyordu. Hafif bir esinti vardı. Boulogne Ormanı’na âdeta bahar gelmiş gibi hissettiren, hanımları üstü açık araçlarında gezintiye teşvik eden bu ılık ekim öğleden sonrası; yerini keskin bir soğuk gecenin tehdidine bıraktı.

Renée, bir an için faytonun dönen tekerleklerinin keyif veren sesiyle sakinleşerek köşesinin sıcaklığında büzüşüp kaldı. Daha sonra, başını faytonlarda gezinen kadınları sakince gözleriyle süzen Maxime’e doğru kaldırarak: ‘‘Gerçekten bu Laure d’Aurigny denen kadını çekici buluyor musun, söyle bana. Geçen, elmaslarının satışı hakkında konuştukları gün, ona övgüler yağdırmıştın. Ha bir de satıştan babanın bana aldığı kolye ve aigretteyi3 gördün mü?’’ diye sordu. Maxime, bıyık altından sırıtarak: ‘‘Tabii, o her şeyin en iyisini yapar. Karısına elmas vermeyi bildiği gibi Laure’un borcunu nasıl ödeyeceğini de çok iyi bilir.’’ Renée, hafifçe omuz silkti ve gülerek ‘‘Serseri!’’ diye söylendi. Yeşil elbiseli bir kadın, Maxime’in ilgisini çekmiş; genç adam öne doğru eğilmiş ve dikkatle kadına bakıyordu. Renée başını geriye yaslamış, yarı kapalı gözlerinde baygın bakışlarla bir şey göremeden sokağın her iki tarafını seyrediyordu. Sağda; kırmızı yapraklı ve ince dallı kısa kesilmiş bodur ağaçların olduğu, ara sıra binicilere açılan yoldan, dörtnala koşan atlarının toz bulutundan geçip giden orta boylu beyefendiler… Solda; çiçek bahçeleri ve çalılarla bütünleşen dar çimenliklerin hemen dibinde, kristal gibi berrak ve dingin göl, kenarları bahçıvan kürekleriyle özenle budanmışçasına dümdüz uzanıyordu; bu yarı saydam aynanın uzaktaki tarafında, gri bir çubuk gibi görünen bir köprüyle solgun gökyüzüne karşı nazikçe birbirlerine meyletmiş iki ada ve köknar ağaçları ile her dem tazelerin teatral duruşları, ufuk boyunca dikkatle çekilmiş bir perdenin saçakları gibi suya yansıyorlardı. Henüz çizilmiş gibi duran bu doğa parçasının üzerindeki hafif bulutlar, uzaktan ona muazzam bir çekicilik ve muzip bir sahtelik havası veren mavimsi birer gölge gibiydiler.

Diğer kıyıda, yeni alınmış bir oyuncak gibi ışıldayan Châlet des Îles’te altın rengi kum taneleri, arsız çimenlerin arasından rüzgârda savrularak göl boyunca geziniyor; ahşap rustikleri taklit eden dökme demirden çemberlerle çevrili dar bahçede, günün son ışıkları altında göze çarpan suyun ve çimlerin soluk yeşili, garip bir tezat oluşturuyordu.

Renée; etrafının bu büyüleyici manzarasına artık aldırış etmeden bitkinliğine yenik düşmüş, gözlerini tamamen kapamış, üzerindeki uzun tüylü ayı postunu kavrayan ince parmaklarından başka bir şey göremez olmuştu ancak, faytonların tırıslarında gerçekleşen ani bir sarsıntı ile yavaşça başını kaldırdı ve göl kenarındaki yoldan ayrılan bir araçta, sarsılarak ilerleyen yan yana oturmuş iki genç kadına güçlükle selam verdi. Araçtaki kadınlardan biri; kocası imparatorun eski yaveri olan ve sarayın yaşlı somurtkan soylularının rezaletlerine her zaman yüksek sesle karşı çıkması ile bilinen, İkinci İmparatorluk Dönemi’nde sarayın en ünlü hanımlarından olan Markiz d’Espanet; diğeri ise imparatorluğun politikaya atadığı, Colmar’dan tanınan ünlü multimilyoner sanayici ile evli olan Madam Haffner’di. Renée bu kadınları yatılı okuldan tanıyordu. O zamanlar “ayrılmaz ikili” olarak bilinen bu iki kadına ön adları ile sesleniyordu: Adeline ve Suzanne. Onlara gülümsedikten sonra yeniden aracının köşesine sinmek üzereyken Maxime’in kahkahası ile ona doğru döndü. Yarı baygın bu yatışına alaylı gözlerle bakan Maxime’e: ‘‘Hayır, hayır! Gerçekten durum ciddi, öyle üzgünüm ki lütfen gülme.’’ Maxime gülünç bir ses tonuyla: ‘‘Ah! Ne acı. Gerçekten, kıskanıyor musun?’’ dedi. ‘‘Ben mi?’’ diye cevap verdi Renée, ‘‘Kimi kıskanacakmışım? Ah, tabii. Şu şişko patates Laure’u. İnan bana, hiç umurumda değil.’’ dedi, donuk bir gülümseme ile. ‘‘Eğer Aristide, inanmamı istediğiniz gibi onun borçlarını ödeyip yurt dışına kaçmaktan kurtardıysa paraya sandığımdan daha az düşkün olduğunu gösterir. Bu da onu, kadınların gözdesi yapacaktır. Sevgili Mösyö, sizi tamamen özgür bırakıyorum.’’ Bunu söylerken sesinde oldukça inandırıcı bir ilgisizlik vardı: “Sevgili Mösyö…” Birden tüm bedenini öylesi bir hüzün kapladı, zevkin tanımını unutmuş bir kadının kederli gözleri ile mırıldandı: ‘‘Nasıl da isterdim… Ama hayır; kıskançlık değil bu, hiç değil.’’ Bedeninde sezinlediği son gücü, ‘‘Görmüyor musun, çok yorgunum.’’ diyerek tüketti ve mıh gibi dudakları ile derin bir sessizliğe gömüldü. Faytonlar hâlâ, düzgün tırısları ve uzakta şarıldayan bir şelalenin sesini andıran gürültü ile göl boyunca ilerlemeye devam ediyordu. Şimdiyse solda; su ve yolun arasında tuhaf sütun demetleri oluşturan ince ve düz yapraklı bodur ağaçlar uzanıyordu. Sağda; koruluklar ve ağaçlar geride kalmış, Boulogne Ormanı şimdi uçsuz bucaksız yeşil çimenliklere açılıyordu. Oraya buraya tek tük dizilmiş uzun ağaçlar, usulca dalgalanan yeşil yaprakları ile bir örtü misali Porte de la Muette’in oldukça uzaktan seçilebilen, yere hizalanmış siyah dantel parçası gibi gözüken kapısına kadar uzanıyordu. Ağaç ve yaprakların esintisinin derinleştiği yamaçlarda, manzara masmavi idi. Önünde uzayıp giden ufuk ve akşamın tatlı havasında nemlenmiş bu çimenler, Renée’ye varlığının anlamsızlığını hissettiriyordu.

Derin sessizliğinin sonunda: ‘‘Ah, çok sıkılıyorum; sıkıntıdan ölüyorum.’’ dedi. Maxime sakince: ‘‘Hiç eğlenceli değilsin. Bunu biliyorsun, değil mi? Sinirlerin çok bozulmuş, orası kesin.’’ Renée soğuk bir eda ile: ‘‘Haklısın, sinirlerim bozulmuş.’’ Ardından anaç bir tavırla ekledi: ‘‘Yaşlanıyorum, sevgili oğlum. Yakında otuz yaşıma gireceğim. Hiçbir şey bana zevk vermiyor, korkunç bir şey. Sen henüz yirmili yaşlarındasın, beni anlaman mümkün değil.’’ Maxime bir anda çıkıştı: ‘‘Bu itiraflar için mi beni buraya kadar getirdin, bu yolculuk bitmeyecek.’’ Renée bu terbiyesizliği, şımarık bir çocuğa her istediğini yapmasına izin verircesine âciz bir gülümseme ile karşılayarak: ‘‘Hayıflanmakta haklısın.’’ dedi. Maxime: ‘‘Her bir elbisene yılda yüz bin franktan fazla harcıyorsun ve her bir elbisen, gazetelerde çok matah bir şeymiş gibi haber oluyor; koca bir konakta yaşıyor, muhteşem atların sahibesi oluyor, tüm saçma taleplerin herkes tarafından karşılanıyor, tüm kadınlar seni kıskanıyor ve sırf parmak uçlarına bir öpücük kondurabilmek için ömründen on yıl verebilecek adamlar tanıyorum, haksız mıyım?’’ Renée cevap vermeden söylediklerini onaylarcasına başını sallıyordu. Gözlerini, üzerine çektiği ayı postuna dikmişti. Maxime ekledi: ‘‘Lütfen, mütevazılığın lüzumu yok. İkinci İmparatorluk’un en nüfuzlularından biri olduğunuz apaçık ortada, aramızda böyle şeylerin gizlisi saklısı olmaz. Nereye giderseniz gidin, Tuilière’e dahi gitseniz bakanlara, milyoner ya da multimilyonerlere hüküm sürersiniz. Hiçbir şey zevk vermiyormuş! Size duymak zorunda olduğum saygı beni alıkoymasa…’’ Birkaç saniye duraksadıktan sonra küstahça gülümseyerek cümlesini bitirdi: ‘‘Her elmadan ısırdığınızı söylerdim.’’ Renée gözünü bile kırpmıyordu. Maxime devam etti: ‘‘Çok sıkılıyormuş!’’ sinirden güler hâlde tekrarlıyordu bu cümleyi ve devam ederek; ‘‘Hayret bir şey! Ne istiyorsunuz siz? Daha ne istiyorsunuz?’’ Renée, bilmiyorum der gibi omuzlarını silkti. Maxime, başını öne eğmiş kadının bakışlarındaki karanlığın ciddiyetini gördüğü an, “En iyisi artık çenemi kapatayım.” diye düşündü. Gölün sonuna geldiklerinde, yayılarak koca kavşağı doldurmuş peş peşe dizili araçlara baktı. Tüm görkemleri ile kavşağı dönen araçların ardından, atlarının sert zeminde hızlanan tırıslarının sesi yükseliyordu. Faytonun, araçların hizasına girmek için yaptığı sert dönüşten Maxime; belli belirsiz bir haz duydu. Sonra, her ne kadar istese de Renée’nin üzerine gitmeye devam etmekten sakınarak: ‘‘Bak, bu gezintiyi hak ediyorsun. Sana iyi gelecek. Paris’e dönmüş, önünüzde diz çöken tüm şu kalabalığa bir bakın. Sizi bir kraliçe gibi selamlıyorlar. Hatta şuradaki, yakın arkadaşınız Mösyö de Mussy’e bir bakın. Sizi öpücüklere boğmamak için kendisini zor tutuyor.’’

Maxime şimdiye dek alaycı bir ikiyüzlülükle konuşurken hakikaten de bir atlı, Renée’yi selamlıyordu. Kadın, omuz silkerek arkasını dönünce bu kez Maxime umutsuzluğa kapılarak: ‘‘Gerçekten mi? Ah, Tanrı’m! Her şeye sahipsin, daha ne istiyorsun?’’ dedi. Renée başını kaldırmış, tatmin olmamış bir merakın arzusunda parlayan gözleri ve alçak bir sesle: ‘‘Başka bir şey istiyorum.’’ Maxime: ‘‘Ancak sizin gibi her şeye sahip biri için, başka bir şey nedir?’’ diye sordu gülerek. ‘‘Nedir?’’ diye tekrarladı Renée ancak yanıtlamadı. Sağına doğru dönerek ardından solup giden garip tabloyu seyretti.

Neredeyse gece olmuştu. Alaca karanlık, ince bir kül gibi yavaş yavaş düşüyordu. Göl, suyun üzerinde kalan son ışığın solgunluğunda koca yuvarlak bir metal levhayı andırıyor; her iki kıyıyı da kaplayan düz, ince gövdeleri ile gölün uyuklayan yüzeyinden yükseliyormuş gibi görünen yeşil yapraklı ağaçlar, su kenarının ölçüp biçilmiş kıvrımlarını vurgulayan morumsu sıralı sütunlar gibi görünüyordu. Uzaklarda başıboş yaprak yığınları, koca birer kara leke gibi ufku örtüyordu. Kara lekelerin ardından bu gri sonsuzluğun yalnızca bir parçasını alevlendiren, sönmek üzere olan güneşten yayılan kor kırmızı bir parlaklık yayıldı. Bu durgun gölün, bodur ağaçların ve tuhaf bir biçimde rahatsızlık vermeyen bu manzaranın üzerinde gökyüzü daha da büyüyor ve genişliyordu. Bu küçük doğa köşesinin, büyük gökyüzü parçasının tepesinden böylesi kasvetli bir sonbahar akşamının tatlı ve yürek burkan bir gecesinde, bir ürperti ve belirsiz bir hüzün kapladı her yanı. Ağır ağır gölgeden bir kefene teslim olan Boulogne Ormanı, tüm dünyevi zarafetini kaybederek ormanlarının güçlü cazibesi ile devleşti. Alaca karanlıkta parlaklığını yitiren araçların tırıs sesleri, uzaktaki yaprakların ve akan suyun sesi gibi geliyordu. Her şey yavaşça ölüyordu. Gölün ortasında büyük bir Latin teknesinin yelkeni göze çarpıyordu. Bu tümüyle kayboluş anında, sarı devasa yelken bezinden başka bir şeyi ayırt etmek imkânsızdı.

Renée, kutsal ormanların ürperttiği gece boyu uzanmış; artık ona pek tanıdık da gelmeyen bu dünyevi yapaylıktaki manzaradan, antik tanrıların utanç verici ilahi(!) ensestlikleri ve zinalarıyla dolu aşklarının tarifsizliğinde bir arzu hissi duydu. Fayton ilerledikçe geride kalan titrek bir peçe ardındaki alaca karanlık; beraberinde düşlerinin ülkesini, hasta kalbi ile yorgun bedenini tatmin eden o insanüstü ve utanç verici koca oyuğu da söküp alıyordu sanki. Göl ve bodur ağaçlar göğün hizasında kara bir çizgi misali gölgeler arasında kaybolurken Renée, bir anda dönerek yanıtlamadığı soruyu tekrarladı: ‘‘Nedir?’’ ve devamında; ‘‘Başka bir şey işte… Ne olduğunu nasıl bilebilirim başka bir şeyin. Tüm bu balolardan ve şık akşam yemeklerinden bıktım artık! Hep aynı şeyler, anlıyor musun? Beter bir şey bu. Hele erkekler… Öyle katlanılmazlar ki!’’ Maxime kahkaha attı. Bu sosyetik kadının bilgiç tavırlarının ardında gözlerini hiç kırpmayan, alnındaki kırışıklığı daha da belirginleşen, dudakları somurtkan bir çocuğunki gibi adını bir türlü koyamadığı arzularını arıyormuşçasına öne çıkan çehresinde, bir heyecan seziliyordu. Maxime’nin gülmeye devam ettiğini gördü ancak onu susturamayacak kadar heyecanlıydı. Faytonun ani sarsıntısı ile geriye doğru sallandı ve keskin kısa cümlelerle: ‘‘Kesinlikle, hepiniz katlanılmazsınız. Sözüm meclisten dışarı, sen daha çok gençsin ancak, Aristide ve hayatıma giren diğer tüm adamların başlarda beni nasıl bunalttığını bir bilsen… Biliyorsun, sen ve ben iyi arkadaşız; sana güveniyorum. Bazen, zengin ve tapılası kadın olmaktan o kadar bunalıyorum ki Laure d’Aurigny gibi sıradan bir kadın olmayı diliyorum.’’ Bunu duyunca kahkahaya boğulan Maxime’i ikna etmek istercesine: ‘‘Gerçekten, bir Laure d’Aurigny olmak bile daha az sıkıcı olsa gerek.’’ Renée birkaç dakikalığına, Laure d’Aurigny olsa hayatının nasıl olacağını düşünmek için sustu ve ardından ürkek bir tonla: ‘‘Ancak hiç şüphesiz, tüm o kadınların da kendince dertleri vardır. Hayatın cilvesi işte… Dediğim gibi, başka bir şey olmalı. Daha önce kimsenin hissetmediği, tamamen yeni ve eşsiz bir zevk, anlıyor musun?’’ Bu hayalî zevkin hevesi içinde âdeta kayboluyor, konuşması ağırlaşıyordu. Fayton, Boulogne Ormanı çıkışına doğru ilerliyordu. Koruluklar, yolun her iki tarafında kasvetli grimsi duvarlar gibi gölgeler içinde uzadı. Boş kaldırımlar üzerinde şık giyimli burjuvaları ve derin bir melankoliyi ağırlayan, kışı şaşkına çeviren sarıya boyalı döküm sandalyeler ve tenha yol boyu ahenk ile ilerleyen peş peşe araçların kederli iniltileri…

Şüphesiz Maxime, hayatın her daim güzel olabileceğini düşünmenin sahteliğinin farkındaydı. Hâlen ara sıra ortaya çıkan güzelliklerine kendisini kaptırabilecek kadar genç olsa da öylesine kibirli, alaycı, kayıtsız ve tüm bunların iğrençliğini duyumsayamayacak kadar da yaşlıydı. Oysa bunu itiraf edebilse belki kendi ile gurur duyardı. Renée’ye doğru uzandı ve acıklı bir sesle: ‘‘Haklısın, tüm bunlar çok yorucu. Ben de sık sık o tarifsiz zevki bulmanın ve ‘başka bir şey’in hayalini kuruyorum. Seyahat etmek kadar nefret ettiğim bir şey yok mesela. Para kazanmaktan da… Ben, parayı harcamayı severim. Bir yerden sonra o da başlardaki gibi zevk vermiyor tabii. Sevmek, sevilmek… Eninde sonunda bundan da usanıyoruz değil mi? Ah, evet! Kesinlikle usanıyoruz.’’ Renée cevap vermiyordu. Maxime, onu konuşturabilmek için büyük bir saygısızlık ile şaşırtmayı düşünerek: ‘‘Bir rahibe tarafından sevilmek isterdim, ne komik olurdu değil mi? Onu düşlemenin günah olduğu birini sevdiğini düşünsene…’’

Renée hâlen sessizdi. Maxime, söylediklerini dinlemediğini düşündü. Boynunu faytonun dolgun kenarına yaslamış kadın, gözü açık uyuyor gibiydi. Öyle hareketsizce yatıyor; onu daha da karanlığa sürükleyen düşünceler, titreyen dudaklarında görülüyordu. Kendisini tümüyle bıraktığı alaca karanlığın gölgesi, onu belirsiz bir hüzün ve zevkin ağırlığına boğmuştu. Şüphesiz, gözünü kırpmadan öndeki uşağın kamburunu izleyen Renée; mide bulandırıcı lüksler, katılmak istemediği yavan eğlenceler, anlık tatminler, tekdüze aşklar ve ihanetler ile geçip giden hayatını düşünüyordu. Sonra yorgun zihninin bir türlü bulamadığı bu “başka bir şey” fikri, bir umut gibi titrek bir arzu ile beliriverdi. Hayalleri, yolunu kaybetti. Bir çaba ile onları aradı zihninde; ancak zifirî karanlıkta, faytonların tekerlerinin gürültüsünde kayboluyorlardı. Aracın hafif sarsıntısı da arzusunu dile getirmesinin önündeki bir diğer engeldi. Yolun iki tarafında uzanmış gölgeler içinde uyuyan ağaçlar, tekerlerin gürültüsü ve onu tatlı bir şekilde uyuşturan bu hafif sarsıntı Renée’yi müthiş bir şekilde kışkırtıyordu. Gerçekliğe kavuşmamış hayaller, isimsiz arzular, karmaşık dilekler, eve dönüş yolunda göğün solduğu bu saatlerde bir kadının yorgun kalbine binlerce kara leke gibi nüfuz edip onu korkunç bir hale getirebilirdi. İki eli ile ayı postunu sımsıkı tutmuş, kadife yakalı beyaz yün paltosunun altında ter döküyordu.

Renée, biraz olsun rahatlamak için gerinirken ayağını uzattı ve Maxime’nin sıcak bacağına nazikçe dokundu. Maxime tepki vermedi. Bir sarsıntı Renée’yi uyuşukluğundan kaldırdı ve başını kaldırarak gri gözleri ile yanında oturan zarif genç adama merakla baktı. O sırada fayton, Boulogne Ormanı’ndan çıkıyordu. L’Avenue de L’Impératrice Caddesi, ufka değen yeşile boyalı iki ahşap bariyer ile alaca karanlıkta dümdüz uzanıyordu. Atlılara ayrılan yan yolda, beyaz bir at kasvetli gölgeyi parlak bir nokta gibi delip geçiyordu. Diğer tarafta geçit boyunca, orada burada Paris’e doğru ilerleyen başıboş gezginler vardı ve en tepede, araçların kalabalıklaştığı işlek patikanın sonunda, engin isli gökyüzüne karşı beyazlığı ile göze çarpan L’Arc de Triomphe’nin bir bölümü görünüyordu.

Fayton hızlı tırıslarla ilerledikçe Maxime, caddenin her iki yanında azalan çimler yerine yükselen binaların kaprisli mimarilerinin oluşturduğu manzaranın İngiliz cazibesine kapılıp gidiyor; Renée ise La Place de l’Etoile’da yanan her bir gaz lambasının, o küçük sarı ışıkları ile yiten günü aydınlattığını gördükçe keyifleniyor; gaipten sesler içinde Paris’in bu sonbahar gecesinde onun için yandığını ve ona bilinmeyen zevki hazırladığını duyumsuyordu.

Fayton; L’Avenue de la Reine-Hortense’ye dönmüş ve La Rue Monceau’nun sonunda, Malesherbes Bulvarı’ndan birkaç adım ötede, bir avlu ile bahçe arasındaki büyük bir konağın önünde durdu. Avluya açılan yaldız işlemeli büyük bir çift kapının her iki yanında, içinde büyükçe alevlerin parladığı, yine yaldız işlemeli çömlek şeklinde bir çift de gaz lambası bulunuyordu. İki kapı arasında, küçük bir Yunan tapınağını anımsatan küçük bir evde kapıcı yaşıyordu. Araç avluya girmek üzereyken Maxime çeviklik ile yere atladı. Renée, genç adamın elini tutarak: ‘‘Biliyorsun, akşam yemeği yedi buçukta. Hazırlanmak için bir saatten fazla vaktin var, çok geç kalma.’’ dedi ve ekledi: ‘‘Mareuiller de bize katılacak, biliyorsun. Baban özellikle Louise’e karşı nazik olmanı rica ediyor.’’ Maxime, yüzü düşerek: ‘‘Ah, ne sıkıcı! Onunla evlenmek ile ilgili bir problemim yok ancak sürekli gönlünü hoş tutmaya çalışmak çok saçma. Renée, bu akşam beni Louise’den kurtarabilirsen ne güzel olurdu.’’ Ne zaman espri yapacak olsa takındığı muzip ifade ve Lassouche’den taklit ettiği buruşuk yüz ve aksanla: ‘‘Ne dersin, sevgili üvey anneciğim?’’ Renée, dostane bir niyet ile genç adamın elini tuttu ve kibar, gergin bir tavırla çabucak: ‘‘Eğer babanla evli olmasaydım neredeyse bana kur yaptığını düşünecektim.’’ Maxime bu söylemi çok komik bulmuş olacak ki Malesherbes Bulvarı’ndan köşeyi dönerken hâlen gülüyordu. Fayton içeri girdi ve basamakların önünde durdu. Bu kısa ve geniş basamaklar, kenarlarında altın rengi saçaklar ile süslenmiş koca tenteler ile çevriliydi. Konağın iki katı; küçük, kare buzlu camlara sahip hizmetli odasının üzerinden yükseliyordu. Basamağın en tepesinde, cumbalı pencerelerin arasından çatıya kadar uzanan ince sütunlar ile destekli alınlığın altında, koridora açılan giriş kapısı bulunuyordu. Ön cephe, her katta taş çerçeveli beş pencerenin simetrisi ile göze çarpıyordu. Çatıda ise büyük, dikey bir kare pencere vardı.

Ön cephenin asıl gözdesi bahçeydi. Tüm zemin katı çevreleyen dar bir terasa uzanan görkemli basamakların Monceau Parkı tarzında tırabzanları, avludaki tente ve fenerlerden daha fazla yaldız işliydi. Konağın her iki yanında binanın iskeletinde çevrelenmiş yuvarlak odaları ile kuleyi andıran ek yapılar yükseliyordu. Ortadan, konağın kalbi olduğu anlaşılan üçüncü bir ufak kule dikkat çekiyordu. Ek yapıların uzun ve dar pencereleri ile ana binanın geniş kare pencereleri; zemin katlarda taş, üst katlarda ise yaldızlı ferforje korkuluklara sahipti. Tamamıyla bir gösteriş budalalığıydı. Konak, heykellerin ardından zar zor görülüyordu. Pencerelerin etrafı dallar ve çiçeklerle sarılı; balkonlarda geniş kalçalı, dik göğüslü kadın heykellerinin tuttuğu çiçek sepetleri, şurada burada duvarlara iliştirilmiş süs rozetleri, güller ve akla gelebilecek tüm taş ve mermerden yetişen çiçek ve meyve salkımları vardı. Çatı katını sarmalayan korkulukların arasında, belli bir sırayla dizilmiş çömleklerden alevler saçılıyor ve bu olağanüstü konağın demirbaşı olan, muazzam çiçek ve meyve salkımlarına açılan alınlığın üzerine konumlandırılmış öküzgözü pencerenin çevresinde, âdeta saz demetlerinden örülmüş sepetlerine doldurdukları elmaları ile poz verircesine duran çıplak kadınlar görülüyordu yeniden. Konaktaki her detay gibi işlemeli dört şömine bacası, iki paratoner ve son olarak kabartmalı kurşun kaplama bitişli çatı, bu mimari havai fişek gösterisinin son dokunuşuydu.

Sağda, cam kapısından konağın giriş katındaki salonlarından birine açılan koca bir kış bahçesi vardı. Alçak çitler ile Monceau Parkı’ndan ayrılan bahçe, oldukça eğimliydi. Konağa göre de çok küçüktü; öyle dardı ki birkaç küçük ağacın doldurduğu, konağı allayıp pullayan bir tepecekti. Parktan bakıldığında bakımlı çimenleri ve yeni cilalanmış parıldayan ağaç yaprakları ile bu yepyeni ve eşsiz solgun yapı; ağır arduvaz başlığı, yaldız işlemeli korkulukları ve heykeller ile dolu ön cephesinde bir sonradan görmenin gülünç özgüvenine sahipti. III. Napolyon stilinin en karakteristik örneklerinden olan yeni Louvre’nin ve şimdiye dek var olmuş tüm mimari stillerin melez bir uyarlamasıydı. Yaz akşamları, güneşin son ışıkları ön cephenin altın yaldızlı tırabzanlarını aydınlattığı sırada parkta dolaşan insanlar; giriş kat pencerelerinde asılı kırmızı ipek perdeleri ve âdeta içerideki ihtişamı dışarıya göstermek istercesine modern vitrin camlarını andıran devasa pencerelerden gördükleri mobilyalar, kumaşlar ve göz kamaştırıcı zenginlikteki tavan oyuntuları karşısında hayrete düştüler.

Güneşin son ışıklarının ardından, tüm bu şatafatı uykuya daldırırcasına ağaçların arasından yükselen karanlık çöktü. Diğer taraftan oldukça nazik bir uşak, Renée’nin aracından inmesine yardım ediyordu. Sağda; kırmızı tuğlalı ahırların kahverengi meşe ağacından kapıları, cam hangarlara doğru açılıyordu. Solda; komşu evin bitişik duvarı, konağa uygun görünmesi için nişlerle bezenmiş ve önüne, kollarındaki deniz kabuğundan aralıksız su fışkıran iki Aşk Tanrısı heykeli şeklinde fıskiye konmuştu. Renée, kırışan elbisesini düzeltmek için bir süreliğine basamakların başında durdu. Az evvel atların gürültüsü ile inleyen avlu, aracın çıkmasıyla yeniden boşaldı ve bu soylu sessizliği şimdi, durmaksızın akan suyun şırıltısı bozuyordu. Konağın karanlığını yakında sonbaharın ilk büyük ziyafeti için aydınlatacak olan avizeler; şimdilik yalnızca giriş kat odalarda, dama tahtasına benzer muntazam kaldırım taşlarını kükreyen bir yangının parıltısı ile aydınlatıyordu.

Renée holün kapısını ittiğinde elinde gümüş çaydanlıkla mutfağa doğru giden kocasının uşağı ile burun buruna geldi. Uzun boyu, geniş omuzları, soluk teni, İngiliz diplomatlarınkini andıran düzgün tıraşlanmış bıyıkları ve tıpkı bir yargıç gibi ağırbaşlı havası ile siyahlar içindeki adam müthiş görünüyordu. Renée: ‘‘Baptiste, Mösyö evde mi?’’ Uşak, kalabalığı selamlayan prensleri kıskandıracak bir baş hareketiyle: ‘‘Evet, Madam; Mösyö üzerini değiştiriyor.’’ Renée, yavaşça eldivenlerini çıkararak yukarı çıktı.

Giriş holü, konağın en lüks yeri olabilirdi. Hole girer girmez bir boğulma hissi yaşanıyordu. Yerlerde serili ve merdiven basamakları boyunca uzanan kalın halılar, duvar ve kapıları sarmalayan kırmızı kadife kaplamalar, bir şapelin sessizliği ve hoş kokusu ile havayı ağırlaştırıyordu. Yüksek tavan ve yerlere kadar uzanan perdeler, bir kafes üzerine iliştirilmiş gül şeklinde kabartmalı bezemeler ile süslüydü. Kırmızı kadife kaplı basamaklarına eşlik eden beyaz mermer tırabzanları ile merdivenler, ana salonun kapısının bulunduğu iki kola açılıyordu. İlk sahanlığın tüm duvarını devasa bir ayna kaplıyordu. Merdivenlerin bittiği eşikte mermer tırabzanların üzerinde bellerine kadar çıplak yaldızlı bronz heykeller, beş ampullü parlak ışıklar saçan yuvarlak cilasız cam lambaderleri taşıyordu. İki tarafta da nadir bitkilerin çiçekler açtığı İtalyan çinisi saksılar vardı.

Merdivenleri birer birer çıkarken aynada büyüyen yansımasını gören Renée’nin aklından, en meşhur aktrisleri de tutsak eden, ‘‘Gerçekten dedikleri kadar güzel miyim?’’ sorusu geçiyordu. Daha sonra, Monceau Parkı manzaralı ikinci kata çıktı ve onu akşam yemeğine hazırlaması için evin hizmetçisi Céleste’i çağırdı. Tam bir saat, on beş dakika sürdü. Giysinin son iğne darbesi bittiğinde iyice sıcaklayan Renée, odanın penceresini açtı ve pervaza yaslanarak düşüncelere daldı. Céleste, kadının arkasında sessizce iğne iplikleri topluyordu. Parkın aşağısı bir gölge denizi ile dolup taştı. Rüzgârın ani silkelenmesi ile bir mürekkep sıçraması gibi ahenkli bir gelgite kapılan kuru yapraklar, çakıllı bir kumsaldan süzülen dalgaları anımsatan sesler çıkarıyorlardı. Bu gelgit ancak La Reine-Hortense Caddesi’nden Malesherbes Bulvarı’na ilerleyen belli belirsiz bir aracın, altın sarısı farları ile bölünebiliyordu. Penceresinden bu hüzünlü sonbahar sahnesini seyreden Renée’nin kalbi, bir kez daha keder ile doldu.

1.19. ve 20. yüzyılların başlarında, çift süspansiyon sistemine sahip lüks atlı arabalara verilen isim. (ç.n.)
2.IV. George için tasarlandığı düşünülen, tek atlı ve şoför koltuklu zarif bir Fransız fayton türü. (ç.n.)
3.Bir başlık veya şapkanın süslenmesinde kullanılan, sorguçlu kret ya da akbalıkçılın başındaki tüylerine atıfta bulunan isim. Mücevherlerdeki benzer süsleri tanımlamak için de aynı isim kullanılmaktadır. (ç.n.)
38 263,20 s`om
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
ISBN:
978-625-6486-33-1
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi