Kitobni o'qish: «Eski Adam ve Diğer Öyküler»
GÜZEL
Halamın köye dönmesi milletin ağzına iyi laf verdi. Neredeyse bütün köy onu konuşuyordu.
Zavallı kadın, sokağa çıktığına bin pişmandı. Halamı gördüklerinde hemen gülüşmeye başlıyorlar. O, gözden kaybolana kadar da arkasından bakıyorlardı.
Komşumuz Şayeste teyzenin, bire on katıp anlatışına ve komşuların kendilerini yırtmalarına bakarak, halamın bu insanların nazarında çok korkunç ve çirkin bir varlık olduğunu görüyordum.
Ama gerçek böyle değildi. Halamın güzelliğinin bütün çevre köylerde bile parmak ısırttığını bütün âlem biliyordu.
Henüz genç kızken, taydaşlarının, hatta ondan büyüklerin bile halama nasıl övgüler dizdikleri hala hatırımdadır.
Sokağı, mahalleyi geçtik, evde de hiç gün yüzü görmüyordu. Annemle babam sanki günden güne bu insana karşı daha gaddar oluyorlardı.
Bundan altı ay, bir yıl önceki insanlar değillerdi artık, sofrada onunla doğru düzgün konuşmuyor, iş yaparken onu hakir görüyor ve söyleyecek bir şey bulamadıklarındaysa yaptığı hareketlere kulp takıyorlardı. Halam da bunu hissediyor ama nedense susuyor, hiçbir şey söylemiyordu.
Sadece benimle samimiydi konuşurken, yeri geldiğinde bazen bazı şeyler hakkında istişare de ediyorduk. Ama halamın her geçen gün, göz göre göre nasıl eridiğine ben şahittim.
Bir keresinde, çarşıdan dönüp geldiği an; derdine derman arayan biri gibi bana “Niye her şey onun istediğinin tersine oldu, niye?” diye sordu. Dünya ahmak insanlarla doluysa onun suçu neydi!
Ben ne yaparsam yapayım, halam ağzını açmadı ve her zaman olduğu gibi içindekileri, yine gözlerine yansıttı.
Buna benzer hadiseler sonraları da tekrarlandı. Her zaman konuşup gülen bu güleç kadın; kocasının ve iki evladının ölümünden sonra böyle olmuştu. Köyde herkes “Çok geçmez,” diye konuşuyordu ondan için: “(…) delirir…”
Henüz köyde bir haneden üç kişinin aynı anda Hakk’a yürüdüğüne rast gelinmemişti.
Namı bütün civar köylere yayılan Seymur amcanın fedaileri de -onlardan da üç kişiyi öldürmüşlerdi- o gün köyü o beklenmez beladan kurtaramadı. Bu olay yaşandığında halam bizdeydi.
Bir şey almaya gelmişti. Ansızın insanların feryadı yankılandı. Sesler köyün yukarısından -halamların yeni inşa edip bitirdikleri ev de oradaydı- geliyordu.
O an köy birbirine karıştı. Aralıksız gelen mermi sesleri yüzünden paniğe kapılan insanlar kaçışıyor, bağırıyor, korkunç seslerle birbirlerini çağırıyorlardı.
Biz, evimizin yanındaki tepeye çıktığımızda, duman artık halamların evini çoktan kaplamıştı. Ateş neredeyse gökyüzüne uzatacaktı ellerini…
Tahminen bir buçuk saat sonra kem gözlülerin her zaman başka nazarlarla süzdüğü evden, sadece kömür gibi kararmış duvarlar kaldı geriye…
Halamın dizlerinin üstünde sürünerek ulaştığı evinin duvarlarını yalamasını seyretmem; nedense kendi yarasını yalayan bir canlıyı aklıma getiriyordu. Ne de olsa iki ciğerparesi ve sevgili kocası, bu duvarların içinde yanıp küle dönmüştü.
Akşamüzeri olaya bizzat şahit olan Püste teyze, evden kaçan baba ve evlatları; canilerin nasıl tutup iki kere ateşe geri attıklarını anlatıyordu. Bunları dinleyen kadınlar yeniden feryat etti. Ağlaşarak yüzlerini çiziyor, saçlarını yoluyor, lanet düşmana beddua ediyorlardı. Elinden bir şey gelmeyen erkekler; namert komşularına gerektiği gibi bir ders verip intikamlarını nasıl alacakları hususunda tartışıyorlardı.
Halamın başına bu talihsiz olayın geldiği gün, köyümüzde beş evin daha kapısını kara haber çaldı.
Sanki kavganın başladığı günden bu yana, bu haber evleri sıraya koymuştu, birinden çıkıp diğerine giriyor, oradan başkasına atlıyor, hayâsız dilenci gibi kapılara yüz sürüyordu. Bir ara oturup hesap yaptım, köyde belanın uğramadığı, teğet geçtiği bir ev var mı bakayım dedim!
Herkesin, özellikle de aklıselim kişilerin söylediğinden şu çıkıyordu: Onlar halamın başına gelen musibetin daha fazlasını daha önceden sezmiş, bu konudan hiç söz etmemişlerdi. O zaman, halamı bekleyen asıl felaketin henüz gelmediğini bilmiyorduk.
Bir gün yaza doğru, öğleden önceydi, köye bir haber düştü: Bağda üzümleri budayanları yakalamışlar. Bu hadiseden sonra Seymur amcanın aslanları -köyde herkes onlara böyle seslenirdi- gözden düştü biraz. Sonra öğle vakti olaylar birbiri ardına gerçekleşti… Esir alınanlar arasında halam da vardı. Asıl musibet bizim için buydu! Özellikle de babam… Babam başını vuracak bir taş arıyor, yüreğini soğutmak için kimi suçlayacağını bilmiyordu. Halamın kocası ve çocukları yanan evde kaldığında, onun esir alındığındaki kadar üzülmemişti. Belki de o gün halam eline geçseydi, babam onu kendi elleriyle boğup öldürürdü. Kız kardeşinin niye yerinde durmadığını, onun bağda ne aradığını bir türlü anlayamıyordu! Aslında herkes elini işten güçten çekmişti, hiç kimsenin yarına umudu yoktu. Halam, boş durmayarak derdini kederini unutmak için kendi işleriyle ilgileniyordu. O da böyle…
Ben önceleri babamın böyle asıp kesmesini, anneme has zannederdim. Öyle huyları vardı. Annemin yanında ekelenmekten haz alıyordu sanki. Ama iki avcuyla yüzünü kapayıp “Nasıl rezil oldum âleme Allah’ım, sen bu kıza ucuz bir ölüm ver,” dediğinde, halamın ölümünü ne kadar canı yürekten istediğini anlamıştım. Annem de onu şu sözlerle sakinleştirmişti:
– Olmuşla ölmüşe çare yok, gerisi de nasip.
O gün bizi teselli etmeye gelen insanların yüzüne, babamın nasıl utana sıkıla baktığını görmek; niyeyse benim için de ağırdı. Bir şekilde kaçıp canlarını kurtaran insanlar, hadiseyi etraflıca anlattıkça, düşmanın eline geçmemek için halamın kendini kayalıktan attığı haberi, köyde duyulduğu andan itibaren, beti benzi atmış babam sanki biraz rahatlar gibi oldu. Millet: “Zalimin zulmü, Allah’ın da merhameti hudutsuzdur,” diyerek kederlenmemesi için annemi teskin ediyordu
Aradan bir ay geçtikten sonra yakaladıkları adamları kurşuna dizerek öldürdükleri haberi köyde dilden dile yankılandı. Aralarından sadece Ferruh amcayı öldürmemişlerdi esirlerle değiş tokuş etmek için. Ölüp ölmemesi çok da bir şey fark ettirmeyecek olan bu ihtiyar, zaten ayakta zor duruyordu.
O gün bağa nasıl ve hangi niyetle gittiğini hiç bilen yoktu…
Cenazeleri vermek için bir etek dolusu para istediler. Benim tahminime göre, hiç kimse o kadar parayı bulup ödemeyi kabul etmezdi. Nihayet bu dünyada olmayan ölülerin nerede olduğu, herhalde sahipleri için de fark etmezdi! Ama kim benim sözümle hareket edecekti ki! Hemen dokuz evin bahçesinde yas yeri kuruldu. Herkes kendi cenazesini alıp derdine yandı. Hayale dalan babama ne düşündüğünü sorduklarında soğukkanlı bir halde: “Keşke böyle bir mutluluk bugün bizim de başımıza gelseydi. Allah’a and olsun ki davul çaldırırdım bu avluda!” diyerek, çok derinden bir ah etti. Kız kardeşinin ve onun yavrularının ölümünü böyle yürekten isteyen bir adamın evladı olmak; benim için de inanılmaz bir şeydi. O an, halamın yerinde babamın olmasını nasıl da istiyordum! Halam… Evet, ne zamandır onların hakkında kesin bir şey bilen yoktu! Buna mukabil, her fırsatta, sohbet konusu olmasının haddi hesabı da yoktu! Bu konuşulanları köyde ilk defa Sertib amcanın oğlu Abdülali yaymıştı. Ortalık karıştıktan hemen sonra da başını alıp Bakü’ye gitmişti. Bu oğlan, arada bir köye uğramayı; sanki insanın aklına yatmayan çeşitli dedikoduları tohum gibi köye ekmek için alışkanlık edinmişti. Onu sevenlerde vardı. Bakü’den gelirken ateş pahasına bile olsa bulup getirmediği ve milletin almadığı şey kalmıyordu. Özellikle de yiyecek şeyler. Abdülali’nin ağzından çıkan sözle, derhal köye bir şaibe yayılırdı. Abdülali’den duyduğu bir sözün orasını burasını düzeltip zora düştüğü an “Vallahi, ben duyduklarımın yalancısıyım,” diyenler de zibil gibiydi. Hatta bu konuşmaları bazen en ciddi insanların ağzından da dinleyebilirdin. Halamları merkeze, yani Erivan’a götürdükleri lafı ortalıkta geziyordu. Orada onlara bin türlü kötülük yapacaklarını utanarak anlatsalar da yine de anlatıyorlardı. Abdülali ne yapıp edip şunu söylebildi bana:
– Halan yalnız olsa ne vardı! O Safinaz’a yapamadıklarının acısını da ondan çıkaracaklar.
Safinaz mı? Bu zayıf, sıska, karıncadan bile korkan Gülbuta teyzenin lakabıydı.
Abdülali’den bunu öğrendiğim günden sonra, halama öyle acıdım ki Kuran’a yalandan el bastığı için ağzı yamulan Şayeste teyzeye bile bu kadar üzülmemiştim. Eğer Abdülali merhamet edip “Onları şu an başka ülkelere satmış olabilirler,” haberini geç verseydi, meseleyi onunla nasıl halledeceğimiz Allah’a kalırdı. Benim için asıl zor zamanlar, beklemediğim bu haberi duyduktan sonra başladı. O zamana kadar, halam hakkında daha neler duyacağımı düşünmeksizin er geç onun bir gün evimize döneceğini ümit ediyordum.
Herkes, onların kadına, yaşlıya, çocuklara bile acımadıklarından ama özellikle de gençleri göz kırpmadan öldürdüklerinden söz ediyordu. Ne olursa olsun, sadece halamı başka bir ülkeye satmasınlar diye içimden yalvarıp yakarıyordum Allah’a. Bu yüzden de orada güzel kızların görüntülerinin kaydedildiği haberi beni çok sarsmadı.
Yalnız her defasında, halamın şimdi nerelerde olduğunu düşündüğümde, neredeyse aklımı yitirecek gibi oluyordum. Hep, eğer halam iki oğlunu, genç kocasını yakıp kül ettiklerini ama onu affettiklerini söylese diye ümit ediyordum. Zaten daha ne gelebilirdi ki başına.
O sıralar, kesin halam bir sebepten bunları söylemeye çekiniyor diye onu kınıyordum, belki de kendini üzmek, alçaltmak istemiyordu, o yüzden…
Eskiden beri mağrurluk vardı haysiyetinde.
Tahminen bir buçuk ay geçti böylece ve bir gün halamların düşman esirleriyle takas edileceği hakkındaki mutlu haber köye ulaştı.
Gizlice haber getiren adam, düşmanların ne kadar para istediklerini de söylemişti. Bu, aslında kadınlar için göz önünde bulundurulmuştu. Babam bu sözü duyduğu andan itibaren varlığıyla yokluğu bir olmuştu. Habere sevindi mi yoksa tam tersi mi anlaşılmıyordu! Ama annemin ona nasıl dil döktüğünü gördüğümde her şeyi anladım. Belki de o, babamın kafasının karışık olduğunu görünce böyle par tutuş olmuştu. Çünkü babamın ne eveti evetti, ne de bir şeye kesin; hayır derdi. Allah şahit, annemin bu işin sonrasında ince eleyip sık dokumasında hakkı vardı. İş işten geçtikten sonra babamı suçlayarak günahı onun üstüne yıksaydı, o zaman daha kötü olurdu! “Yarın, Elhan parasına kıyamadı derlerse, artık o zaman vebali bizim boynumuza değil mi?” Tahminime göre annemin bu sözünden sonra babam, “İyi ya da kötü, herhalde bacı bizim bacımız ve kim olduğu ne olduğu önemli değil, bacım için gerekli sorumluluk şüphesiz benimdir,” diye düşündü. Sonra uykum geldi, konuşmanın devamına tanık olamadım. Sabah olduğundaysa, evdeki beş tane büyük baş hayvandan, avluda sadece bir tanesinin kaldığını gördüm.
Babam, halamın peşinden komşu ilçeye, esirlerin takas yapılacağı yere gittikten sonra annem Abdülali’nin ömrü uzasın diye epey dua etti ve “Kaç paraya verirlerse versinler, bu cenderede inekleri Abdülali’den başkası o paraya almazdı,” dedi. Şimdi de sınırın diğer tarafındakilerle ilişki kurmuş, kadın gibi gıybet yapmayı seven bu felaket tellalcısına karşı, içimde birdenbire garip bir minnettarlık duygusu yeşerdi, ama bunun kalıcı bir şey olmadığını biliyordum.
Babamlar üç gün sonra geri döndü. Halam öyle bir hale gelmişti ki onu tanımak için tahminen yarım dakika kadar onu dikkatle süzdüm. Bir zamanlar nazlı nazlı yürüyüşüyle kalpleri çarptıran halamın, babamın arkasından kaba ve biçimsiz bir şekilde aksayarak geldiğini görmem; buna sebep oldu ve olduğum yerde öylece, bir kahır aldı beni… Şaşkın bir halde birbirimize sarıldık. Halam hüngür hüngür ağladığında, galiba onun neden böyle olduğunu anlamış gibiydim. Köy halkıyla korka ürke konuşmuştu. Sonra onu yanımıza alıp eve götürdük.
Kadınlardan biri onun koluna girmişti ve herkes sessizce iç çekiyordu. Ben bunun mutluluk yüzünden olmadığını kesin anlamıştım. O gün Ferruh amcayla Gülbuta teyzeyi de kurtarmışlardı ama nedense, neredeyse bütün köy bizim eve toplanmıştı.
Sürekli sorular soruyorlardı halama. Onları yakaladıktan sonra nereye götürdüklerini, işkence yapıp yapmadıklarını, alıkoydukları yerin nasıl olduğunu, günde kaç kere yemek verdiklerini vs. Alnında, yanağında morarmalar olan halam çok bitkin görünüyordu. Birine anlattığı şeyin aynını beş dakika sonra başkasına anlatıyor, aradan on dakika bile geçmeden benzer konu yine açılıyordu. Bir şeyi on kere dinledikleri halde, her seferinde halam söze girdiğinde onların ağzı açık kalıyordu. Özellikle, onu hastanede tedavi eden doktorun Bakü’den göçüp gittiğini ve ekmeğinden olmadığını duyan kadınlar, bahsi geçen adam için methiyeler düzüyorlardı. Sonra hepsi o zamana kadar denk geldikleri iyi insanlarla alakalı birer anısını anlatmaya başlıyordu. Neredeyse halam akıllarından çıkıyordu. Halamın anlattıklarının içinde benim en çok aklımda kalan şeyler; işkence yapılan ve öldürülenlerden bahsettiği cümleleriydi. Ne kadar ağır da olsa, halamın sadece o konudaki anlattıklarını dinlemek istiyordum, çünkü bu eziyeti çekenlerin, tam son anda kurtulup da sonra kendi intikamlarını nasıl alacaklarını; bunu hangi kerametin sayesinde elde edeceklerini merak ediyordum. Gelin görün ki halam sonraları da -tam iki hafta gelip gidenimiz olmuş, misafirin ayağı eşiğimizden eksik olmamıştı- bu konuyu açtığında, nedense hiçbir keramet yaşanmıyordu… Bununla birlikte, o günlerde sanki derdimizin çoğu unutulmuştu. Bir de babamın yüzü günden güne, git gide daha çok asık bir hale geliyor, daha katı kesiliyordu. Onun bu hali, fark etmeden anneme de geçti. Halamın bunu hissetmemesi kesinlikle mümkün değildi. Sanki o da günden güne milletten kaçıyor, insanların onun hakkında iyi şeyler söylemediğini hissediyordu. Bir keresinde ayağındaki kırığı -halam kendini kayalıktan attığında olmuştu- doktora göstermesi gerektiğini söyleyince, babam yüzünü öyle bir gösterdi ki onların abi kardeş olduğuna inanmak için ninemi diriltip öbür dünyadan getirmek bile kâfi gelmezdi. Velhasıl, bundan sonra halam da ısrar etmedi. Bu hadiseden sonra zavallı kadının ağrılarına, o sonu gelmez azabına göğüs gerdiğini, derdini içine attığını anladım. Mosmor olmuş parmaklarının acısından günlerce yılan gibi kıvrandığını gördüğümdeyse, babamın nasıl bir kan emici olduğuna bir kez daha kani oldum. Ne yaparsam yapayım, halam benimle doktora gitmeyi kabul etmedi. Onu niçin hastaneye götürmediğinin sebebini sorduğumda ise babamın yüzüne sanki siyah bir tül perde iniyordu.
Bana verdiği cevap şu oldu: “Çocuksun sen, git yaramazlık filan yap! Büyümüşte bana akıl veriyor…”
Nasıl ettim bilmiyorum, bir keresinde, onun görüntülerini çekip çekmediklerini sordum halama! Şaşkınlığı yüzünden anlaşılıyordu. İnce kaşlarını öyle bir çattı ki sanki alnı küçüldü.
– Ne görüntüsü? Görüntü ne?
Benim tahminime göre, eğer gerçekten de böyle bir şey olmuşsa, bu sorum ona bazı şeyleri hatırlatmıştı. Benim bunu nereden duyduğumu da işitmemiş olamazdı. konuyu hiç bilmeyen birisinin bunu uydurması için kafasının çok iyi çalışması gerekirdi.
“Demek böyle laflar da dolanıyor ortada ha!”
Uykusunda sayıklayan insanlar gibi bir ses tonuyla düşünceli bir halde, eli koynunda pencereye doğru yürüdü.
– Abdülali söylüyor, çok güzel olan kızları filme alıyorlarmış. “Dünyanın her yerinde, şu an en çok moda olan bunun gibi filmler,” diyor. Çünkü iyi paraya gidiyormuş.
– Ama ben hiç de güzel değilim ki halası kurban!
Sokakta gidip gelenleri izleyen halam bana doğru döndü:
– Sen niye her salağın lafına inanıyorsun?
Sorusuna cevap vermeden onu öylece odada bırakıp çıkıp gittim. Aslında söylediklerim sebebiyle utanmamak için çıktım, yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim… Benim her seferinde onun hakkında bir şey duydukça, bir kuytuya çekilip nasıl gözyaşı döktüğümü, galiba o hiçbir zaman bilmeyecekti. Çünkü bunu bilmesi için o zaman öğrendiklerimin hepsini en ince ayrıntısına kadar ona anlatmam gerekirdi. Tam iki gün, halamın gözüne görünmedim. Galiba o da hiç benimle yüz yüze gelmeye heves etmiyordu. Ertesi gün, gür yapraklı tut ağacının dalına oturmuş zaman geçiriyordum. Çeşmeden su alıp dönen halamın; uzaktan gelen Seymur amcayı görerek adımlarını yavaşlattığını fark ettim. Adam onun karşısına gelip durdu. Halam selam verdi. Garip bir şekilde birbirlerini süzdüler. Açıkçası bunu beklemiyordum, Seymur amca kimdi ki halamın selamını havada bırakacaktı. Bir zamanlar halamın derdinden deli divane olan bu adamın, bugüne kadar tam da bu yüzden evlenmediğini köyde bilmeyen mi vardı?! Bu da eklenince üstüne… Eğer selam da gerçekten Allah’ın selamı ise… Seymur amcanın, onun selamını almaması günahtı. Böyle bir durumdayken, halamın gönlünü kırmak da hiçbir kitaba sığmazdı! Belki de bundan beş altı yıl önce yazdığı mektubu, halama ulaştırmam için bana dil döken adam o değildi! Ama işte, benim duyduklarımı Seymur amcanın da duymadığını nereden bilecektim! Arada daha benim bilmediğim, anlamadığım başka şeylerin olması da mümkündü. Adam, halamı kinayeli bakışlara süzdükten sonra yoluna gitti. Ben bu alımlı ve güzel kadını hiçbir zaman bu kadar üzgün görmemiştim. Seymur amca biraz uzaklaştıktan sonra ne düşündüyse, geri dönerek; hâlâ öylece yerinde kuruyup kalmış olan halamı tepeden tırnağa kadar tekrar tekrar süzdü ve başını sağa sola sallayarak yeniden yoluna döndü. Biraz zaman geçtikten sonra terasa henüz çıkmıştım ki annemlerin sesini duydum. Çocukla nasıl konuşulursa, annem de halamla öyle konuşuyordu. O akşam halam sabaha kadar odasından dışarı çıkmadı. Ben bir ara gizlice kapısına yaklaşıp anahtar deliğinden bakarak onun ağladığını gördüm. Babamgil, son zamanlardaki alışkanlıklarını devam ettirerek, o akşam da halamı yemeğe çağırmadı. Ben onları yatırdıktan sonra sessizce bir tepsiye yemek koydum ve halamın yanına girdim. Elimdekileri görünce buruk bir tebessüm belirdi yüzünde. Böyle zamansız ve heyecanlı geldiğim için, işlerin ne haddede olduğunu hemen anladı. Getirdiklerimi masanın üstüne bırakıp onun karşısına geçip oturdum. Sanki öbür tarafa gidip gelmiş gibi görünüyordu. Bir mucize bile olsa onun sabaha çıkacağına inanmazdım. Korkudan bağırmamak için kollarımı onun boynuna dolayarak “Seni çok seviyorum hala!” dedim. Halam önüne aldığı albümdeki fotoğraflara bakıyordu.
“Ben de,” deyip azıcık gülümsedi ancak yine de yüzüne renk gelmedi. Bununla birlikte her zamanki gibi hâlâ çok güzeldi halam… Ninem de “Bu kızın yüzü güzel ama bahtı değil,” derdi her zaman. Kadıncağız, halamın kaderinden şikâyet ede ede bu dünyadan göçüp gitti.
“İleride bunu büyütürsün.” Ben oturduktan sonra halam kenara koyduğu fotoğrafı alıp bana doğru uzattı: “Hiç kimseye gösterme, kitabının arasına koyarsın durur.” Dedim: “Elbette.” Aklıma hiçbir şey gelmedi, bu gibi durumlarda erkekler nasıl karşılık verirse ben de öyle söz verdim ve hüzünlü bir halde onların dört kişilik aile fotoğrafına baktım. Bu arada halamın, fotoğrafı saklamak için bu iki ara bir derede böyle mantıklı bir yer düşünüp bulduğuna hayret ettim. Bu kavgadan önce de yıllarca kapağını açmadığım bir kitabım vardı… Ben oturduktan hemen sonra gözleri dolan halam odadan çıkmamı rica etti. Aslında ben de hiç kalmayı düşünmüyordum. Yemeğini rahatça, çabuk ve iştahla yesin istiyordum. Ertesi gün güneş doğmadan bizi uykudan uyandıran vahamet dolu ses Alemdar amcanın sesi oldu.
Sanki ulu orta ciğerini söküyorlar gibi “Yangın!” diye bağırıyordu. Buna benzer feryatlara çoktan alışmış olsak da derhal terasa yığıldık. Avlunun tam ortasında bir şey yanıp tutuşuyordu. Etrafı mide bulandıran, insanın kalbini çatlatan bir koku almıştı. Bağıra çağıra, panik bir halde ateşi söndürmek için sağa sola koşuşturan insanların gölgesi korkunç bir manzara oluşturmuştu. Aralarında sadece halam yoktu. Ona haber vermek için hemen içeri koştum. Oda bomboştu. Getirdiğim yemek de olduğu gibi masanın üstünde duruyordu öylece… Yeniden kendimi dışarı attım ve gözüme ilk çarpan şey; yarı çıplak bir halde bir köşeye yaslanmış, sakince gözyaşı döken babam oldu. Sonra birinin dilinden halamın adını işittim. Yeni yeni gelenlere herkes halamın adını söylüyordu. Ben işte o sıra yavaş yavaş anlıyordum ne olup bittiğini!
Birden “Ha… la…” diye deli gibi bağırdım ve sesim bütün köyü inletti: “Hala… cığım…”
Bu sırada üzgün bir halde elinde silahla durmuş, yüzü gözü ateşin yansımasıyla aydınlanan Seymur amcayı gördüm ve nedense, bütün suçun onda olduğunu düşündüm.