Kitobni o'qish: «Ateşten Düşünceler»
Önsöz
Bu kitabı yazmaktaki amacım okuyuculara belki de ilk defa Nietzsche’nin hayatının gerçek yüzünü gösterebilmektir. Bu zamana dek Nietzsche’nin kariyerinde gerçekleşen kayda değer olayların birçoğu ya tam olarak anlaşılamamış ya da örtbas edilmiştir. Örneğin, Cosima Wagner’le olan ilişkisinin önemi, birkaç Fransız ve Alman yazar tarafından kısmen işlense de bu satırları okuyacak olan siz dikkatli okurlar, Andler’in1 bile bazı önemli noktaları kaçırdığını fark edeceksiniz.
“Nietzsche’nin son felsefelerini işlediği Güç İstenci ve Bengi Dönüş öğretilerinin doğduğu yer olan Sils-Maria’da edindiği önemli psikolojik birikimlere yeni bir ışık tutabilme ve tüm bunları Nietzsche’nin çocukluğunda yaşamış olduğu trajedilerle ilişkilendirebilme fırsatı yakaladığım için çok mutluyum.
Son olarak, Nietzsche’nin Wagner’le olan husumetinin izlerini, şimdiye dek sanılandan çok daha öncesine dek sürebilmeyi ve ilk kitabı Tragedyanın Doğuşu’nda Wagner’ı alaycı bir kibirle ele aldığını gösterebilmeyi başarmış bulunuyorum.
Nietzsche ve onunla mektuplaşan dostlarının satırlarını bizzat kendim çevirip kitap boyunca tırnak içerisinde belirttim.
Edward J. O’BrienOxford
I
Röckan’da o gün tüm sokaklar flamalarla donatılmıştı. Saatler sabahın onunu gösterdiğinde kilise çanları Kral’ın doğum gününü müjdelemek için delicesine çalmaya başladı. Sabahın ilk ışıkları yeryüzünü aydınlatırken bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Papaz, 15 Ekim 1844’te hayata gözlerini açan ilk çocuğuna kral ve efendisinin şerefine Friedrich Wilhelm Nietzsche adını verdi. Çocuğun ruhsal öncüsü Hölderlin2 ise bir önceki sene vefat etmişti.
Vaftiz töreni sırasında Papaz şükranla dua etti: “Ekim ne kutsal bir ay! Uzun yıllar boyu hayatımın tüm dönüm noktaları hep senin otuz bir gününün içerisinde gerçekleşti ve şimdi oğlumu vaftiz ederken bu anların en unutulmazını yaşıyorum! Ne mutlu bir gün! Ne büyük şenlik! Tarif edilemez kutsal bir görev! Hz. İsa adına, seni kutsuyorum! Tüm kalbimle sana sesleniyorum; sevgili oğlum, seni Tanrı’ya adıyorum. Yeryüzündeki adın bundan böyle seninle aynı gün doğmuş olan asil efendim kralın anısına Friedrich Wilhem’dir!”
Babasına göre oğlu yeryüzünde bir prens olarak büyüyecekti. Asil bir soydan gelmiyor muydu zaten? Nietzsche’lerin soyu aslında Polonyalı Nietzsky ailesine dayanıyordu. Nietzsky ailesi, unvan ve topraklarını dini reform için savaşırken kaybetmiş, özgürlük adına Katolik Kilisesi’nden kaçmış ve inançları dolayısıyla ölüme mahkûm edilmiş kontlardan oluşuyordu. Nietzsche hayatının devamında bu kimliğine büyük bir gururla sahip çıkmış ve bunu tarihsel bulgularla kabul ettirmenin yollarını aramıştır.
Nietzsche ailesi, bu kimliklerinin dışında da tam bir gurur tablosuydu. Nietzsche’nin büyükbabası Luteryen Kilisesi’nin önde gelen görevlilerinden seçkin bir ilahiyatçı ve Herder’in3 halefiydi. Büyükannesi Weimar’da Goethe topluluğunun şeref gösterilen bir üyesiydi ve dahası büyük büyükannesi Goethe’nin bizzat kendisi tarafından sevilirdi. Babasıysa Altenburg prenseslerinin velayetiyle şereflendirilmiş, Röcken’de kralın emriyle kalan, genç ve geleceği parlak bir adamdı.
Dolayısıyla Nietzsche’ler, herkes tarafından saygı gören bir aileydi. Papaz’ın çocuk yaştaki eşi bunu daha sonraları derin acılarla keşfetti. Öte yandan Papaz’ın denge durumu da pek yerinde sayılmazdı. Leipzig Savaşı’ndan birkaç gün önce, savaş alanına yakın bir yerde, tehlike ve huzursuzluğun boy gösterdiği bir zamanda dünyaya gelmişti. Annesi, askerlerin kırsal alanlara ve evlere doluştuğuna dair o sonbahara ait korkunç hikâyeleri, gözleri yaşlı halde torunlarına anlatırdı. Savaşı takip eden yıllarda ne zaman evinin panjurları takırdasa, askerlerin kapısını çaldığı o anları hatırlar, uykusundan irkilerek kalkardı ve sonunda kapısını kader çaldı. Kendisi Nietzsche’nin büyükbabasının ikinci karısıydı, büyükbabası da onun ikinci kocası. İlk evliliğinden olan tek çocuğu çok küçük yaşta hayatını kaybetmişti. Halbuki Nietzsche ailesi hep uzun yaşamıştı ve bununla gurur duyarlardı.
Papaz, on kardeşin en genç olanıydı. Doğduğunda en büyük üvey kardeşi yirmi dokuz yaşındaydı ve tüm kardeşleri tarafından en çok sevilen kardeşti.
Kadınlarla olan ilişkisiyse pek iç açıcı değildi. Belki de uzağı göremediği ve bu yüzden yüzleri belirgin olarak seçemediği için bu normal bir durumdu. Her nasıl olduysa yirmi dokuz yaşındaki müzik ve şiir âşığı bu uzun ve sıska kraliyet papazı, bir gün bir ziyarette bulundu ve orada oyuncak bebekleriyle gizli gizli oynamayı bırakalı henüz bir sene olmuş on yedi yaşında gencecik bir kızla tanıştı. Kızın babası Papaz Oehler, Nietzsche ailesine karşı büyük bir saygı besliyordu. Neşeli bir avcı ve iskambil oyuncusu olan bu adam, hayatın on bir hareketli çocukla oldukça zor olduğunu düşündüğü için kızının hızlıca evlenmesinde hiçbir engel görmedi. Böylece hemen o sene Papaz’ın doğum gününde dünya evine giren bu küçük asi kızın, hemen her konuda aşırı detaycı olan Nietzsche ailesindeki esareti başlamış oldu.
Nietzsche bir keresinde insanın anne ve babasından ziyade büyükanne ve büyükbabalarının çocuğu olduğunu belirtmiştir. Andler’a göre Oehler ailesi dinle ilgisi olmayan, kafir bir aileydi. Nietzsche ailesiyse iyi kötü özgür düşünceli, münzevi bir aileydi. Her iki aile de farklı usullerle de olsa hükmetmeye açtı. Nietzsche’nin kalbinde yaşadığı bu iki hüküm arasındaki çekişme, ömür boyu süren trajedisinde önemli bir rol oynadı. Tabii, tüm bu çekişmelerin; öfkeli vaizler, Lessing ve Fichte’nin4 ve Martin Luther’ın diyarı, Protestanlığın ve fikir hareketinin geleneksel merkezi Thuringia’da doğan ve büyüyen bir çocukta yaşandığını da unutmamak gerek.
“Babam, kaderi dünyaya kısa bir ziyarette bulunmak üzere çizilmiş kırılgan, sevecen ve hastalıklı biriydi. Yaşamın kendisinden çok, hoş bir hatırasıydı sanki… Ona özellikle minnettar olduğum şey, sayesinde daha ulvi ve nadir bir evrene geçebilmem için özel bir dikkat göstermeme gerek kalmadan sadece biraz sabırla bunu başarabilmemdir… Bir başka deyişle, babamın zamansız ölümünden sonra onun hayatının bir uzantısı olmuştum sanki, yani babamın ta kendisiyim aslında. Kendine denk kimseyle tanışmamış ve ‘intikam’ kavramının en az ‘eşit haklar’ kadar açıklanamaz olduğunu düşünen herkes gibi, ne zaman küçük veya büyük bir sıkıntıyla karşılaşsam, kendimi her türlü güven ve himayeden (ve tabii ki müdafaa ve kendimi haklı gösterme ispatından) yoksun bıraktım.”
Nietzsche Ecce Homo’da babasından böyle bahsediyor. Satır aralarını dikkatle okuyacak olursak; kendini, aralarında hiçbir zaman istemediği evlilik fikrinin de olduğu farklı görüşlerin dünyasına kaptırmış, kendi görüşlerini paylaşamayan ve bu görüşlerini azımsamak da istemeyen, hayatı büyük bir kararlılıkla defetmiş fakat yine de kalbindeki ateşin sönmeye ne denli yakın olduğunu kabul etmek istemeyen, gururlu, nazik ve bir o kadar da yalnız bir adam görebiliriz.
Acaba Nietzsche ailesi soylarının devam etmesini istedikleri için mi Papaz’ı zapt edebileceklerini düşündükleri biriyle evlenmeye mecbur bırakmıştı? Peki, Papaz tüm bunları saçma bulmasına rağmen neden tek bir kelime dahi etmemişti? Oğlu doğduğunda bunların hiçbirinin bir anlamı kalmadı. Tanrı ona bir oğul bahşetmişti. Bu olay, içindeki Nietzsche kimliğini fethetmeye yetti. Eğer yaşam onun için bir rüyaysa, bu rüya oğluyla gerçeklik buluyordu. Kendisi savaş korkusuyla doğmuştu, oğluysa ulu bir kralın doğum gününde. Bu gibi derin düşüncelerden kafasını kaldırdığı anlar müziğe yönelir, önündeki notaları pür dikkat incelerdi.
Genç yaştaki Bayan Nietzsche, kızının söylediğine göre içi içine sığmayan, inatçı ve her zaman kafasının dikine giden biriydi. Çocukken kardeşleriyle sık sık anlaşmazlıklar yaşardı. On yedi yaşındaki bu genç gelin, Nietzsche ailesine layık olup olmadığını elbet merak etmiştir. Yeni evine bir metres olarak mı gidecekti yoksa? Gideceği evde yalnızca Papaz yaşamıyor, aynı zamanda uzun süredir evi çekip çeviren kız kardeşi Rosalie ve yalnızca kısa aralıklarda evi terk eden annesi de kalıyordu. Kendisinden on üç yaş büyük biriyle evlenmek için oyuncak bebeklerinden daha yeni vazgeçen bu genç kız, kendini ansızın kızgın tartışmaların ortasında buluvermişti ve yeniden özgürlüğüne kavuşması yıllarını alacaktı.
Kızının, annesi hakkında yazdıklarını incelersek, ona dair birçok şey çıkarabiliriz. Nietzsche’nin büyükannesi herkes tarafından saygı duyulan bir kadındı, Rosalie hala ise kendilerine verilen tüm işi layıkıyla tamamlayan kusursuz hizmetçilerin yardımıyla ev işlerini üstlenmişti. On bir çocuklu Oehler ailesi ise bu konuda hiç de iyi bir örnek sayılmazdı. Bu yüzden Rosalie hala aileye yeni katılan bu genç kızın, asil Nietzsche ailesinin mükemmeliyetçi ev idare tarzını benimsediğinden emin olmak istiyordu.
Nietzsche’nin kız kardeşi daha sonraları, bu yeni düzene alışmanın annesi için hiç de kolay olmadığını belirtti.
Çocuklar, azarlamaları ve öğütleriyle annelerini isyanın eşiğine getiren Rosalie halalarına epey düşkündü. Tabii tüm bunlar son derece hassas, en ufak fikir ayrılıklarını bile kafasına takan babalarından hep gizlenirdi. Ne zaman bir tartışma çıksa Papaz odasına çekilir, yemeyi içmeyi keserdi. İşler iyice çığırından çıkıp, katlanılmaz bir hal alınca da “babamız kız kardeşimi alır, ona dışardaki dünyayı gösterirdi.”
Nietzsche’nin tabiriyle babası sevgili decadent5 besbelli kız kardeşinden çekiniyor ve genç eşini ondan korumaya cesaret edemiyordu. Ne zaman etrafta baskın bir erkek figürü gerekse kendi köşesine çekilir, sular durulana dek ortalıkta gözükmezdi. Öte yandan Rosalie hala, hiçbir savaştan kaçmazdı, bu yüzden Bayan Nietzsche’nin evliliği ve Fritz’in doğumu arasındaki bir sene, neşeli bir çocuk olan Bayan Nietzsche için epey zor geçmişti. Boyun eğmeye devam ederse, bebeğinin doğumuyla birlikte ne gibi baskılara maruz kalacağını düşünmeden edemiyordu. Belki de Papaz’ın mutluluğunu bile sorguluyordu.
Daha sonraki yıllarda oğlu Nietzsche, bu buruk satırları yazdı: “Ebeveynlerin karakter ve hislerindeki çözümlenmemiş düzensizlikler, çocuklarının karakterlerine yansır ve bir ömür boyu yaşayacakları içsel dertleri oluşturur. Sık sık duymuşsunuzdur, yüksek hedeflere sahip asil insanlar, örneğin çocuksu ve tutkulu annesiyle sürekli bir çekişme içerisinde olan Lord Byron6 gibi, en aman dolu savaşlarını henüz bir çocukken verirler. Bunu tecrübe etmiş insanlar en büyük ve en tehlikeli düşmanlarının kim olduğunu hiçbir zaman unutmazlar.”
Nietzsche’nin annesi hakkındaki değerlendirmelerini her ne kadar doğru bulmasam da ileride göreceğiz ki kendisinden yaşça büyük olan herkes onunla aynı görüşteydi. Üstelik annesini, tüm gençlik yılları boyunca ondan uzak tutmaya çalışmışlardı.
II
Friedrich, kendisine babasından geçen büyük bir müzik aşkıyla doğmuştu. Daha bir yaşındayken müziğin sesiyle sakinleşir, ne zaman ağlasa Papaz’dan piyano çalması istenirdi. Babasını duyan Fritz hemen karyolasında doğrulur, pür dikkat onu seyre dalardı.
Fritz, neredeyse iki yaşındayken kız kardeşi Elisabeth dünyaya geldi, bundan iki sene sonra da erkek kardeşleri Josef. Dördüncü yaş gününden birkaç hafta önce bir gece, arkadaşlarıyla çıktığı akşam gezmesinden eve dönen babası, evin kapısında Fritz’in yavru köpeğiyle karşılaştı. Bilindiği üzere Papaz pek iyi göremez ve aklı bir karış havada gezerdi. Ayağı köpeğe takılan Papaz tökezledi ve merdivenlerden aşağı gerisin geri tam yedi basamak düşerek kafasını aşağıda bulunan avlunun taşlarına çarptı. Beyin sarsıntısı geçiren adam hemen eve taşındı.
Fritz’in kız kardeşine göre hikâyenin devamında yaşananlar oldukça şaibeli. Bir yerde babasının bir süre iyileştiğini hatta yeniden vaaz vermeye başladığını ve Nietzsche ailesinin en hassas organının mide olduğunu öne sürerek babasının sadece iştah kaybı ve ciddi baş ağrıları çektiğini öne sürmüş; başka bir yerde ise düşüşünün ardından beyin sarsıntısı geçiren Papaz’ın hastalıkla geçen on bir ayın ardından hayatını kaybettiğini söylemişti. Bu kazanın Papaz’ın hastalığının bir sonucu mu yoksa belirtisi mi olduğu pek çok kere tartışılsa da Nietzsche, babasının hep gelgit akıllı olduğunu belirtmiştir. Bu konudaki tıbbı görüş ise Papaz’ın, ensefalit (beyin iltihabı) sonucu hayatını kaybettiği yönünde.
Kesin olan bir şey var ki o da bu ölümün, tüm kasvetiyle Fritz’in çocukluğunun üstüne çöktüğüdür. Bu size garip gelebilir çünkü Papaz hayatını kaybettiğinde Fritz henüz beş yaşında bile değildi, fakat Elisabeth’e göre abisi bu ölümden epey etkilenmişti. Öyleyse burada bir çelişki var. Yoksa Bayan Nietzsche ve Rosalie hala arasındaki çekişme, sanılandan daha da mı şiddetliydi? Acılı Papaz bundan mı kaçmaya çalışmıştı? Yoksa her şeyden habersiz pencereden dışarıyı seyreden Fritz, farkında olmadan babasının kazasına mı tanık olmuştu?
Bundan birkaç ay sonra Nietzsche’nin erkek kardeşi yeni doğan konvülziyonu sonucu hayatını kaybetti. Bunun sonucunda Fritz, on dört yaşındayken bu satırları kaleme aldı: “Bir ağaç yapraklarını kaybederse eğer, çiçekleri solar ve kuşlar dallarını terk eder. Kardeşimin ölümüyle ailemiz yapraklarını kaybetti, tüm neşemiz gitti, yüreğimizi derin bir keder kapladı. Yaralarımızı daha yeni sarmışken büyük bir acıyla yeniden açıldı. Bir gece rüyamda hüzünlü bir müzik çalan kilise orgu işittim, sanki bir cenaze töreni vardı. Bu hüzünlü müziğe sebep olan şeyi anlamaya çalışırken aniden bir mezar açıldı ve karşıma kefen içerisinde babam çıktı. Kiliseden içeri girdi ve kollarında ufak bir çocukla çıktı. Mezar bir kere daha açıldı, babam kayboldu ve mezar taşı toprağa, eski yerine geri çakıldı. Müzik kesildi ve aniden uyandım. Ertesi sabah rüyanın sevgili annemle ilgili olabileceğini düşündüm. Çok geçmeden küçük kardeşim Josef hastalandı ve birkaç saat içerisinde sinir argınlığı sonucu hayatını kaybetti. Tarif edilemeyecek bir acı içerisindeydik. Rüyam harfiyen gerçekleşmişti, kardeşimin minik bedeni artık babamın kollarındaydı.”
11 Eylül 1879’da Nietzsche, babasının ölümcül kazayı geçirdiği yaşa bastığında Peter Gast’e bu satırları yazdı: “Otuz beşinci yaşımın sonuna varmış bulunuyorum, insanların yüzyıllarca bu yaş için söyledikleri gibi ‘hayatın ortasına’ geldim artık. Dante’nin öğretisini keşfettiği yaştayım… Hayatımın tam ortasında olmama rağmen kendimi ölüme o denli yakın hissediyorum ki sanki her an beni alıp götürecekmiş gibi. Çektiğim ıstıraplara bakacak olursak beyin sarsıntısıyla gelecek ani bir ölüm beni bekliyor… Şimdi annemin yanına, evime ve çocukluk hatıralarıma geri dönmek daha mantıklı geliyor.” Acaba Nietzsche, babasının ve kardeşinin ölümünü unutamadığı için böyle düşünüyor olabilir miydi?
Ne yazık ki Papaz’ın ölümü Bayan Nietzsche’yi esaretinden kurtaramadı. Vasiyetinde çocuklarının velayetlerini bir akrabalarına verdiği yazıyordu. Çocuklar anneleriyle beraber sekiz ay Röcken’da büyükanne ve Rosalie halalarıyla beraber kaldıktan sonra 1850 senesinin Nisan ayında evlerine veda ettiler. Friedrich bu hüzünlü ayrılığı hiç unutamadı. O gün erkenden yatağa girmesine rağmen gece kalktı, üzerini değişti ve donuk ay ışığı altında babasını öldüren köpeğin uluduğu avluya çıktı. Aynı donuk ay, yine ıssız bir gece Sils-Maria’da Bengi Dönüş öğretisi aklına ilk geldiğinde de karşısına çıkmıştı. Zerdüşt’ün söylediklerini hatırlar mısınız?
“Kendi fikirlerime ve saklı fikirlerime olan korkumdan, hiç olmadığı kadar yavaş konuştum. Daha sonra aniden yakınlardan gelen bir köpek uluması işittim.
Daha önce buna benzer bir köpek uluması duymuş muydum? Hemen aklıma geldi. Evet! Çocukluk yıllarımda, daha çok gençken duymuştum!
Benzer bir köpek ulumasını o zamanlar duymuştum. Hatta köpeklerin bile hayaletlere inandığı bir gece yarısında, kafası kalkık, tüyleri diken diken, titreyen bir köpek görmüştüm.
Hayvana acıyasım geldi. Tam o sırada ölüm kadar donuk dolunay ışığı eve doğru süzüldü ve çatının üzerinde sanki yabancı bir evdeymiş gibi yuvarlak bir ateş topunu andırırcasına dondu kaldı.”
Buna ek olarak Şen Bilim kitabında: “Çektiğim ıstıraba bir isim verdim, ona ‘köpek’ dedim,” demiştir.
Son olarak Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabının son bölümlerinden, meşhur Sarhoşluk Şarkısı’nda, bir gece yarısı bu korkunç sözleri duyuyoruz: “Bana ne yazık! Zaman nasıl bu kadar hızlı geçti? Derin kuyulara batmadım mı ben? Tüm dünya uyuyor.
Eyvah! Bir köpek uluyor. Ay ışığı parlak. Gecenin bir yarısı kalbimden geçenleri dile getireceğime ölmeyi yeğlerim.
Zaten çoktan öldüm ben. Her şey bitti. Örümcek, ağlarını niçin etrafımda örüp duruyorsun? Kanımı mı istiyorsun? Ah! Ah! Çiğ düşüyor yerlere, zaman bitmek üzere.
Durdurmayı başardığım saat, durmadan bana soruyor: ‘Buna dayanacak cesaret kimde var?’
Dünyanın hükümdarı kim olmalı?’”
Bana kalırsa Nietzsche, altı yaşında Röcken’ı terk edip Naumburg’a gitmeden önce, bir gece yarısı panik atak geçirdi. Bu sırada çatının üzerine yansıyan ayın altında, duvarda ağını örmekte olan bir örümceği ve babasının mezarını gördü. Ay mezara karşı gülüyor, babasını öldüren köpek de aya karşı uluyordu. Bu atak, ne zaman ay ışığı ve köpek uluması bir araya gelse Nietzsche’nin hayatı boyunca belirli aralıklarla kendini tekrarladı.
Nietzsche’nin büyükannesi yeni evleri olarak Naumburg’u seçmişti. “Onu pek seven” yirmi dört yaşındaki genç dul anne de çok geçmeden peşinden geldi. Büyükannesinin bu şehirde birçok dostu vardı. Augusta halanın da aralarına katılmasıyla bu keder dolu kadınlar, tüm hislerini içlerine atarak beraberce yaşamaya başladı. Bütün hayatları çocukların etrafında dönüyordu artık. Büyükanneleri Bayan Nietzsche’yi çok katı buluyordu. Kendisinin de pek aşağı kalır yanı olmayan Rosalie hala da annesiyle aynı görüşteydi. Bayan Nietzsche’nin bu yeni evde de Nietzsche ailesine yaraşır bir şekilde davranması bekleniyordu.
Naumburg, Tanrı ve Kral’a itaat eden ve onlara karşı tüm görevlerini eksiksizce yerine getiren küçük muhafazakâr bir şehirdi. Büyükannesinin “işe yarar arkadaşları” annesini, “Ein’ feste Burg ist unser Gott”7 ilkesine sahip, şehirdeki hayatı belirleyen yüksek mahkeme camiasına girmeye zorlamıştı. Cesurca yaşamak ve daima ileriyi düşünmek, şehirdeki dışadönük demokrasi ve kalıtsal güçle gelen içe dönük aristokrasiden daha baskındı. Kral tarafından seçilmiş kişilerce yönetilen küçük bir Cenevre veya Boston gibiydi sanki.
Nietzsche’nin büyükannesi demokratik eğitime inanan bir kadındı, bu yüzden Nietzsche’yi bir devlet ilkokuluna yazdırdı. Fakat Nietzsche okula bir türlü uyum sağlayamadı. Okul arkadaşları ona “Küçük Papaz” lakabını takmıştı. Fritz’in kuralcı Prusya Krallığı’nın etkisi altında kaldığı çok belliydi.
Bir gün okul sonrası bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Tüm çocuklar sokak boyunca hızla koşarken Fritz, defterini örten şapkası ve şapkasını örten bir mendille yavaşça evinin yolunu tuttu. Onu gören annesi oğluna koşması için seslendi fakat Fritz hiç oralı olmadı. Eve sırılsıklam geldiği için azar yiyince kendini beğenmiş bir tavırla: “Ama anneciğim, okul kuralları gereği çocukların okul çıkışı sokaklarda koşup zıplaması yasak, evlerine sakin ve efendice gitmelidirler,” dedi.
Bu okul serüveni başarısızlıkla sonuçlanmış, Fritz’in büyükannesinin eğitimde demokrasiye duyduğu güven sarsılmıştı. Ecce Homo’da Nietzsche bunları söylüyor: “Sinir diye bir şey olmamalı insanda… Yalnızlıktan acı çekmek de hiç doğru değil -benim acı çektiğim tek şey ‘yalnızlık’tır. Aslına bakarsanız, daha yedi yaşımdayken hiç kimsenin sözünün bana ulaşamayacağını biliyordum. Bu yüzden benim üzüldüğümü gördünüz mü hiç?”
III
Şimdi beraber Nietzsche ailesinin ev yaşantısını bir hayal edelim. Çocukların eğitimiyle kafayı bozmuş ve sürekli birbirlerine laf yetiştirmeye çalışan dört kadınla yaşayan iki küçük kardeş düşünün. Yaşanan her olayın en ince ayrıntısına kadar uzunca tartışıldığı fakat hiçbir sonuca varılamadığı bir ev. Bayan Nietzsche aralarında en agresif olanlarıydı fakat iradesi o kadar da güçlü sayılmazdı, en azından Rosalie haladan daha güçlü bir iradeye sahipti. Bildiğimiz tek şey en iyimserlerinin artık evin işlerini üstlenen Augusta hala ve büyükanneleri olduğu. Rosalie hala artık tüm ilgisini “Hıristiyan hayır derneklerine” vermiş, bilim ve siyasete hiç olmadığı kadar ilgi duymaya başlamıştı. Bayan Nietzsche ise kızının dediğine göre insan ilişkilerine hep katı bir gerçeklik ve şüpheyle yaklaşıyordu. Fritz de bunun farkındaydı.
Nietzsche ve Elisabeth, baskıyla büyüyen çocuklara güzel birer örnek olabilir. Fritz, arkadaşlarıyla vakit geçirmekten kaçınan, çoğunlukla bilgiçlik taslayan saygılı biriydi. Melankolik düşünceleriyle baş başa kalabilmek için eline geçen her fırsatta tek başına manzarası güzel yerlere giderdi. Yabancılar karşısında utanır, huzursuz olurdu. Okul arkadaşları Fritz’in yanındayken kabaca konuşmaya cüret dahi edemezlerdi. Hatta çocuklardan biri bir keresinde: “Öyle bir bakışı var ki kelimeler boğazınızda düğümlenir kalır,” demiştir.
Tüm bunlara rağmen bu yıllarda Fritz’in gücü ve sağlığı bir hayli yerindeydi, hatta okul maçlarında hep birinci gelirdi. Gür saçları omuzlarına dökülen, açık tenli ve tıknaz bu küçük çocuğun al al yanakları ve masum bakışlarıyla içinizi parçalayan yusyuvarlak gözleri vardı. Bir gün bakanlıkta çalışabilmek için can atıyordu, tabii bu isteğinde aile geleneği olduğu için daha küçüklüğünden beri baskı yapan Nietzsche ailesinin payı büyüktü. Fritz, kız kardeşine kendini kontrol edebilmeyi ve kederle haksızlık karşısında her zaman güler yüzlü olabilmeyi öğretebilsin diye ailesi, babasının meziyetlerini anlata anlata bitiremez, her konuda onu örnek gösterirlerdi. “Bir keresinde halalarımızdan biri gururla ‘Biz Nietzsche ailesi yalanlara hiç tahammül edemeyiz!’ dedi.” Bu uyarıyla kime gönderme yapmıştı acaba?
Bir gün çocuklar Bohemian sınırlarındaki bir papaz evine gittiler. Kilisenin yer aldığı tepenin geçmişi çok eskilere dayanıyordu ve bahçesinde tarihi bir adak taşı vardı. Bir keresinde Fritz, kız kardeşini bu tepeye çıkardı ve beraber sessizce çeşitli taş ve yağan yağmurla açığa çıkan kemikleri topladılar. İncil’in çocuklar için olan resimli versiyonundaki Hz. İbrahim gibi küçük bir adak alanı oluşturdular ve üzerine topladıkları kemikleri serpip, çalı çırpı yığdıktan sonra hepsini ateşe verdiler. Gelen yanık kokusuyla kilisenin yandığını sanarak aceleyle dışarı fırlayan Papaz, karşısında ellerinde çam meşalelerle yanmakta olan yığın etrafında dönen ve kutsal bir tınıyla “Odin, duy bizi!” diye bağıran Fritz ve Elisabeth’i buldu.
Bu zamanlar iki kardeş arasında sıkı bir anlaşma vardı. Lisbeth, ne zaman kardeşinin ihtiyacı olsa onu savunmak için bir koşu yanına gelirdi. Bir gün beraber eski bir doğa tarihi kitabına bakarken Fritz, lamanın tanımını kız kardeşine yüksek sesle okudu: “Lamalar, oldukça sıradışı hayvanlardır. En ağır yükleri bile sırtlarında büyük bir mutlulukla taşırlar. Fakat bir şeye zorlandıklarında veya sahipleri tarafından hor görüldüklerinde, yemeden içmeden kesilir ve yere yatıp ölmeyi beklerler.” Fritz gülerek bu tanımın kardeşine birebir uyduğunu söyledi. Hatta o günden sonra ona “Lama” diye seslenmeye başlamıştı.
Çocukken oynadıkları oyunlara hep Fritz öncülük ederdi. Tıpkı Emily Brontë ve kardeşlerinin Angora ve Gonal’da8 yaşadıkları gibi, Fritz de kız kardeşi Lisbeth’le gerçek hayattan kaçıp, I. Sincap Kral ismindeki Çinli bir sincabın yönettiği hayal dünyasında yaşardı. Onların krallıkları da uzun yıllar boyu savaş tehdidi altında kalmış ve bunun sonucunda birçok asker ülkeleri için cesurca savaşarak şehit düşmüştü. Daha sonraları, bu ülke yerini Truva antik kentine bıraktı ve savaşlarda tanrılar da boy göstermeye başladı. Hatta bir keresinde Nay, Fritz ve arkadaşı Pinder, Olympus’un Tanrıları adında bir tiyatro yazıp birbirlerine çeşitli Yunan isimleri takmışlardı.
Bir gün Naumburg’a bir ip cambazı geldi ve ipini sokağın bir ucundan diğer ucuna gerdi. Onun havadaki bu dengeli ve endişesiz hali, Fritz’i epey etkilemişti. Daha sonraları Zerdüşt de sokak ortasında bir ip cambazının performansını izleyecekti.
Fritz on yaşına bastığında tüm dünyası müzik ve kitaplardan ibaretti. Pinder şiirden, Krug ise müzikten hoşlanıyordu. Beraber ayrılmaz bir üçlü olmuşlardı. O sıralar şiir yazmaya başlayan Fritz, eserlerini pek beğenmez, sadece en güzel olanları saklardı. Bunları daha sonra temize çekip her yıl annesine doğum gününde hediye ederdi.
Müzik ve şiir Fritz’in hayatına renk katarken, ölüm de annesini, Nietzsche ailesindeki esaretinden kurtardı. 1855’te Augusta hala, ertesi sene de büyükannesi ardında gözü yaşlı iki çocuk bırakarak hayatlarını kaybetti. Böylece Bayan Nietzsche, Rosalie halayla yalnız kalmıştı.
Çok uzun süreden beri beklediği an sonunda gelmişti. “Otuz yaşında olan sevgili annemiz, artık kendi imkânlarıyla yaşayabileceğini ve görümcesinin tüm iyi niyetiyle sürdürmekte olduğu himayesinden çıkmak istediğini” belirttiğinden, Rosalie hala başka bir yere taşınmıştı. Elisabeth’e göre kendisi ve abisi, bu ayrılık karşısında derin üzüntü duymuşlardı. Ya da gerçekten öyle miydi? Yukarıda alıntı yaptığım cümlede aslında çocukların annelerinin sesini duyuyoruz. Belki de tüm bu olaylarda Lisbeth annesini, Fritz ise halasını haklı buluyordu. İleride yaşanacak olayları hesaba katınca, böyle olduğunu söyleyebiliriz.
Sonunda Bayan Nietzsche, bir arkadaşının yanına taşındı. Birlikte geçmişi yad eder, sık sık vermiş olduğu kararın ne kadar doğru olduğundan bahsederlerdi. Çocuklar büyükannelerinin evinde genellikle evin içerisinde tutuluyordu. Odalar karanlık, özellikle de çocuk odaları çok kasvetliydi. Elisabeth, Nietzsche’nin ve kendisinin görme bozukluğunu hep bu karanlık eski eve bağlamıştır. Ona göre, babaları ve henüz çocukken bir gözünde görme kaybı yaşayan büyükanneleri Oehler yüzünden irsi olan görme bozuklukları, bu ev yüzünden daha da ilerlemişti. Artık çocukların, özellikle de Fritz’in, kendilerine ait aydınlık ve havadar birer odaları vardı ve beraber açık havada doyasıya oynayabiliyorlardı.
1857 yılında Fritz şiddetli baş ağrıları çekmeye başladı. Sonunda büyükannesi Oehler’in tavsiyesi üzerine Jena şehrinden bir profesör çağrıldı. Görünen o ki, Fritz’in bir gözü ötekinden daha güçsüzdü. Doktorun tavsiyesi üzerine Fritz birkaç hafta okula ara verdi ve bununla birlikte baş ağrıları da kesildi. O zamanki cehaletle başka da yapılabilecek bir şey yoktu.
Bu baş ağrılarından hemen önce Fritz, geleceğinde kalıcı izler bıraktığını düşündüğüm ve hayatında dönüm noktası olan bir ruhsal kriz geçirdi. Bu olay hakkında daha sonraları kendisinin yaptığı birtakım açıklamalar dışında ne yazık ki pek bir bilgimiz yok. “On iki yaşındayken, tüm ihtişamıyla Tanrı’yı gördüm.” Bunun, Nietzsche gibi birinden beklenmeyecek bir açıklama olduğunu söyleyebiliriz.
Daha sonraları, bu açıklamayla ilişkili, fakat farklı çıkarımlara sahip başka bir cümle daha kurdu: “Gençken, korkunç bir Tanrı ile karşılaştım ve o an tüm ruhumu saran ne iyi ne de kötü şeyleri kimseyle paylaşmak istemedim. Bu yüzden sessiz kaldım.” İkinci cümle ilkini daha da belirgin kılıyor, fakat netliğe Nietzsche’nin sonraki yıllar eklediği üçüncü cümleyle ulaşıyoruz: “On iki yaşındayken, kendi kendime bu Üçlü Birliği oluşturdum: Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Şeytan Tanrı. Düşündüm ki Tanrı, kendini düşünerek, Oğul Tanrı’yı yarattı. Fakat kendini düşünebilmesi için, karşıtını da düşünebilmesi gerekiyordu, bu yüzden onu da yarattı. İşte bunlar, beni felsefi düşünmeye itti.”
Annesi artık esaretinden kurtulmuştu ancak Fritz, ilk şiddetli sinirsel baş ağrılarını ve görme sorunlarını yaşamak üzereydi. Tüm ihtişamıyla Tanrı’yı görmek, Fritz’in mutlu olduğunu gösteriyordu. Fakat, Tanrı’nın karşıtını ve “kötü taraflarını” görmek, büyük bir depresyon belirtisiydi. Bu ikili arasındaki çekişme, Nietzsche’nin tüm hayatı boyunca sürdü ve ileride Apollo ve Dionysos arasındaki mücadelede göreceğimiz bir düşünceden besleniyordu. Ayrıca Elisabeth, Nietzsche’nin çocukluğundan beri hep Zatruşka’yı hayal ettiğini belirtmişti.
Fritz artık başını derin düşüncelerinden kaldırmış ve hiç olmadığı kadar büyük bir hevesle derslerine, şiire ve müziğe yönelmişti. On dört yaşına basmadan önce kendi iç dünyasını gözlemlediği bir otobiyografi yazdı ve orta öğrenimi için annesinin onun adına seve seve kabul ettiği ünlü yatılı okul Schulpforta’dan teklif aldı.
Ne kadar hüzünlü de olsa artık Lisbeth’den ayrılma vakti gelmişti. Annesi Fritz’in yastığını kız kardeşinden ayrılacağı için her sabah gözyaşlarından sırılsıklam bulurdu. Böylece sekiz buçuk sene önce Röcken’den Naumburg’a gelen on dört yaşındaki Fritz, bir ekim sabahı kederli ve düşünceli bir halde Pforta’ya doğru yola çıktı.