Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Tarzan’ın Hayvanları»

Shrift:

Edgar Rice Burroughs, 1 Eylül 1875 tarihinde Chicago’da iş adamı bir baba ile ev hanımı bir annenin altı çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Pek çok okul değiştirdikten sonra 1895 yılında lise dengi bir okul olan Michigan Military Academy’den mezun oldu. Kariyerine askerî alanda devam etmek isteyen Burroughs, U.S. Military Academy’nin giriş sınavlarında başarıyı yakalayamadı. Bunun üzerine, Amerikan Bağımsızlık Savaşı öncesinde Kızılderililer ile Avrupalı yerleşimciler arasında patlak veren savaşta önemli rolü bulunan Yedinci Amerikan Süvari Birliği’ne er olarak katıldı ve Arizona Çölü’ndeki görevine başladı. Buradaki görevini kendi tabiriyle “Apaçi kovalamaca” olarak tanımlayan Burroughs, kısa sürede bu görevin kendisine uygun olmadığını anladı ve babasının nüfuzunu kullanarak erken terhis oldu.

Askerlik serüvenine nokta koyan Burroughs, 1900 yılında çocukluk aşkı Emma ile evlendi ve Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde sığır çobanlığı, tezgâhtarlık, demir yolu emniyeti, altın madenciliği ve hatta eğitimi olmamasına rağmen muhasebecilik gibi birçok farklı alanda çalıştı. Girişimde bulunduğu işlerde tutunamasa da biriktirmeyi başardığı bir miktar parayla kendi işini kurdu fakat kısa sürede iflas etti. Birkaç iş kurma girişimi daha başarısızlıkla sonuçlanan Burroughs, kendisiyle birlikte eşini de bir depresyon hâlinin içerisinde buldu ve bu vahim durumu kısmen de olsa unutabilmek adına karikatür çizmeye, fantastik hikâyeler kaleme almaya başladı.

Otuz beş yaşına geldiğinde işsiz, parasız ve evli olan Burroughs; biri yolda olan üç çocuğa sahipti. Yazdığı hikâyeler de artık teselli olmuyordu. Yiyecek ve kömür gibi temel ihtiyaçlarını alabilmek için saatini ve eşinin mücevherlerini rehin vermek zorunda kaldığında, içerisinde bulunduğu çaresizlik onu Çin ordusunda görev almak için başvuru yapmaya yöneltti ancak başvurusu reddedildi. Kalan son parasıyla kalem açacağı üreten bir firmanın satış acenteliğini üstlenen Burroughs, bu firma için reklam yazarlığı yapmaya başladı ancak reklamını yapmış olduğu kalem açacakları satmadı.

İlk bakışta yeni bir başarısızlık hikâyesi olarak görünen bu iş, aslında Edgar Rice Burroughs’un yazarlık kariyerinin başlamasına vesile olmuştu. Reklam yazarlığı yaparken işten arta kalan zamanlarında, daha sonra A Princess of Mars adıyla yayımlanacak olan ilk romanı Under the Moons of Mars’ı yazmaya başladı. “Dayanılmaz bir yazma isteği duyduğumdan veya yazmayı sevdiğimden değil; bakmam gereken bir karım ve iki bebeğim olduğu için yazıyordum.” diyen yazar, romanının ilk kısmını bir edebiyat dergisi olan All-Story Magazine’e gönderdi. Romanın ilk kısmını beğenen editör, yazarı romanın devamını da yazmaya teşvik etti ve böylece Burroughs, yazarlık kariyerinin ilk adımını atmış oldu.

Bugün birçok akademisyen tarafından yirminci yüzyılın bilim kurgu türü adına bir dönüm noktası olarak kabul edilen A Princess of Mars romanı, günümüzde tüm dünyada basılmaya devam ederken, yazarın ikinci roman denemesi aynı başarıyı yakalayamadı. Tarihî roman türünde yazdığı eseri, yayınevi tarafından reddedilince, Burroughs, yazarlık kariyerine veda etmeyi düşündü ancak yayıncısının ısrarı ve tavsiyesi üzerine yeniden popüler türlere yöneldi. Yazar, bu noktada kaderini değiştiren ikinci kitabı Tarzan of the Apes’i yazdı.

İlk kez 1912 yılında All-Story Magazine’de yayımlanan Tarzan of the Apes müthiş bir ilgi gördü. 1914 yılında kitap olarak ilk basımı yapılan roman, çok satan kitaplar listesine girdi. Yazarın ilk kitabını, yirmi üç adet devam kitabı takip etti ve serinin kitapları birçok çizgi roman, çizgi film, televizyon filmi ve sinema filmine uyarlandı. Yazar, başarılı yayın sürecine kaleme aldığı birçok roman ile devam etti. Finans durumunu güvenceye aldıktan sonra, 1919 yılında California’da satın aldığı ve “Tarzana Ranch” adını verdiği çiftliğine yerleşti. 1923 yılında Los Angeles şehrinin gelişmesiyle birlikte çiftlik, yerleşim yerinin ortasında kaldı ve Burroughs, arazisinin bir kısmını ev inşası için sattı. Kısa sürede büyüyen yerleşim yeri, bir mahalle hâline geldi ve mahalle sakinlerinin oyuyla, bu yere Leydi Alice’in “Tarzana” adını verdi.

Eşi Emma ile 1934 yılında boşanma kararı alan yazar, ertesi yıl eski aktris Florence Gilbert Dearholt ile evlendi. İkinci evliliği de uzun sürmeyerek 1942 yılında boşanma ile sonuçlandı. Japonya’nın, Pearl Harbor’a saldırı düzenlediği sırada Burroughs’un savaş muhabirliği başvurusu kabul edildi ve altmış yaşındaki yazar, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’nın en yaşlı savaş muhabiri oldu.

Savaş bittikten sonra California’ya dönen yazar, 1950 yılında geçirdiği kalp krizi nedeniyle vefat etti. Yaşama gözlerini yumduğunda seksene yakın eseri bulunan yazar, kendi yarattığı karakterin adını taşıyan Tarzana’ya defnedildi.

İnci Nazlı, 1986 yılında İstanbul’da doğdu. Çeviriye lise yıllarında hobi olarak, beğendiği hikâye ve şarkı sözlerini çevirerek başladı. 2008 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, İngilizce Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Dört yıl öğretmenlik yaptı, bu arada bir internet sitesinde başladığı profesyonel çevirmenlik işini de sürdürdü. 2012 yılından bu yana hayatına çevirmen olarak devam ediyor.

Çevirierinden bazıları: Devrim 19 (G. Rosenblum), Kördüğüm (C. Read) Gölgeler (P. Weston), Sis (P. Weston), Işıltı (P. Weston).

1. BÖLÜM
KAÇIRILMA

“Hadise tam bir muamma!” dedi D’Arnot. “En sağlam kaynaktan edindiğim malumata göre polisin de genelkurmaylığın hususi casuslarının da bunun nasıl olduğuna dair en ufak bir fikirleri yok. Bildikleri tek şey, herkesin bildiği tek şey, Nikolas Rokoff’un firar etmiş olduğu.”

Eskiden Maymunların Tarzanı olan, şimdinin Greystoke Lordu John Clayton; Paris’te, arkadaşı Teğmen Paul D’Arnot’un dairesinde gözlerini tertemiz botlarının ucuna dikmiş bir hâlde düşüncelere dalmış, sessiz sedasız oturuyordu.

Maymun adamın ifadesiyle müebbet hapse çarptırılan başdüşmanının, cezasını çekmek üzere kapatıldığı Fransız Askerî Hapishanesinden firarı ile beraber zihnine doluşan hatıralar, kafasında dönüp duruyordu.

Bir zamanlar Rokoff’un, kendisini öldürmek için kurduğu kumpasta ne kadar ileriye gittiğini düşününce fark etti ki şimdi tekrar hür kalan adamın geçmişte yaptıkları, bu kez yapmayı planladıklarının yanında şüphesiz ki solda sıfır kalacaktı.

Tarzan’ın, Afrika’daki yerli Waziri savaşçılarının bir zamanlar maymun adamın hükümranlığında olan, Uzuri denen uçsuz bucaksız topraklarında büyük bir arazisi vardı ve yılın bir kısmını ailesiyle beraber orada geçiriyordu. Lakin yağışlı mevsimin verdiği rahatsızlık ve yarattığı tehlike sebebiyle karısını ve küçük oğlunu yakın zamanda Londra’ya getirmişti.

Eski dostuna kısa bir ziyaret yapma hasebiyle Manş Denizi’ni geçip Fransa’ya gelmişti fakat Rus’un firarının haberi daha şimdiden bu seyahatine gölge düşürmüştü. O yüzden, henüz yeni gelmiş olmasına rağmen derhâl Londra’ya geri dönmeyi düşünüyordu.

“Kendim için korkmuyorum, Paul.” dedi en sonunda. “Rokoff’un benim canıma kastetme planlarını geçmişte birçok kez bozdum lakin şimdi düşünmem gereken başkaları var. O adam hakkındaki kanaatim yanlış değilse doğrudan beni vurmaktan ziyade karım ve oğlum vasıtasıyla canımı yakmaya çalışacaktır. Zira muhakkak ki bana en çok bu şekilde acı verebileceğini idrak etmiştir. Hemen onların yanına dönüp Rokoff yeniden yakalanana veya ölene kadar onlarla kalmam lazım.”

Bu ikisi Paris’te konuşurlarken Londra’nın eteklerindeki küçük bir kulübenin içindeki iki adam da kafa kafaya vermiş, konuşuyorlardı. İkisi de esmer, tekinsiz tiplerdi.

Biri sakallıydı, diğerinin ise siyah sakalları birkaç günlüktü ve uzun bir müddet kapalı kapılar ardında kalmış olması sebebiyle yüzü solgundu. Konuşan oydu.

“Şu sakalını tıraş etmen lazım, Alexis.” dedi arkadaşına. “Bu sakalla seni görür görmez tanır. Vakit kaybetmeden burada ayrılalım. Bir aksilik çıkmaz ise, Kincaid’ın güvertesinde yeniden buluştuğumuz zaman bizimle beraber iki şeref misafirimiz olacak. Zavallıların onlar için planladığımız bu hoş seyahatten haberleri bile yok.”

“İki saat sonra ben bir tanesiyle beraber Dover’a doğru yola çıkmış olacağım ve şayet talimatlarıma harfiyen uyarsan yarın geceye kadar da sen diğeriyle beraber bize katılırsın. Tabii eğer Londra’ya benim düşündüğüm kadar çabuk dönerse.”

“Çabalarımızın mükâfatı olarak bir sürü güzel şeyin yanı sıra hem kâr elde edeceğiz hem de keyfimize bakacağız, Sevgili Alexis. Fransızların aptallığı sağ olsun, firarımı günlerce saklamak için o kadar çaba sarf ettiler ki küçük maceramızı en ince teferruatına kadar titizlikle düşünmeye bol bol vaktim oldu böylelikle, başarımıza mâni olabilecek küçük aksiliklerin meydana gelme ihtimalini asgariye indirmiş oldum. Şimdilik hoşça kal ve iyi şanslar!”

Üç saat sonra, Teğmen D’Arnot’un dairesinin merdivenlerinden yukarı bir ulak çıktı.

“Greystoke Lordu için bir telgraf var.” dedi, kapıyı açan hizmetkâra. “Kendisi burada mı?”

Adam içeride olduğunu söyledi ve kâğıdı imzaladıktan sonra içeriye götürüp o sırada Londra’ya dönmek üzere ayrılmaya hazırlanan Tarzan’a verdi.

Tarzan zarfı yırtarak açtı ve mesajı okuyunca benzi attı.

“Oku şunu, Paul.” dedi, kâğıt parçasını D’Arnot’a uzatarak. “Olan olmuş bile.”

Fransız, telgrafı alıp okudu:

Yeni uşağın yardımıyla Jack, bahçeden kaçırıldı. Hemen gel.

JANE
***

Tarzan, kendisini istasyonda karşılayan binek arabadan atlayıp Londra’daki kır evinin merdivenlerini koşarak çıktığında onu kapıda gözleri kuru fakat neredeyse çıldırmak üzere olan bir kadın karşıladı.

Jane Porter Clayton, oğlanın kaçırılışıyla alakalı öğrenebildiği her şeyi çabucak anlattı.

Bebeğin bakıcısı, bebeği güneşlenmeye çıkarmış evin önündeki yürüyüş yolunda arabasının içinde gezdiriyormuş. O sırada kapalı bir taksi sokağın köşesinde durmuş. Kadın, araca öylesine bir bakmış, dikkatini çeken tek şey, araçtan hiç yolcunun inmemesi ve sanki önünde durduğu evden bir ücret bekliyormuş gibi motoru çalışır hâlde kaldırımın kenarında durması olmuş.

Neredeyse aynı anda da yeni hizmetkâr Carl, Greystoke hanesinden koşarak gelmiş ve kıza, hanımının onunla konuşmak istediğini ve o dönene kadar küçük Jack’e kendisinin göz kulak olacağını söylemiş.

Kız, adamın niyetinden en ufak bir şüphe duymadığını söylemiş fakat evin kapısına vardığında bebeğin gözlerine güneş gelmesin diye adamı, bebek arabasını çevirmemesi hususunda uyarması gerektiği aklına gelmiş.

Adama seslenmek için arkasına döndüğünde adamın, bebek arabasını sokağın köşesine doğru hızlı hızlı ittiğini görünce şaşırmış; aynı anda da taksinin kapısının açıldığını ve kapı aralığından bir anlığına, içerideki esmer suratlı adamı görmüş.

Çocuğun tehlikede olduğu o an kafasına dank etmiş ve bir çığlık atıp merdivenlerden aşağı süratle inip taksiye doğru koşmuş. O sırada Carl da bebeği içerideki esmer adama veriyormuş.

Genç kız araca yetişemeden hemen önce Carl da içerideki suç ortağının yanına atladığı gibi kapıyı çekip kapatmış. Aynı anda da şoför arabayı çalıştırmaya çalışmış lakin bir şeyler ters gitmiş olacak ki sanki araç vitese geçmek istemiyor gibiymiş, vitesi geriye takmak zorunda kalmış ve birkaç santimetre geriye gittikten sonra yeniden ileri gitmeye çalışmış. Bu gecikme sayesinde bakıcı, taksinin yan tarafına yetişmeyi başarmış.

Aracın yan basamağına atlayıp bebeği yabancının kollarından almaya çalışmış ve bu şekilde bağıra çağıra mücadele ederken taksi yola çıkmış lakin genç kız yine de araca sıkı sıkı tutunup bırakmamış. Fakat araba hızlanıp Greystoke malikânesinin önünden geçerken Carl, kızın suratına sağlam bir yumruk atıp onu kaldırıma düşürmeyi başarmış.

Komşu evlerden ve Greystoke hanesinin hizmetkârları ve aile mensupları kızın çığlıklarını duyup dışarı çıkmışlar. Greystoke Leydisi, genç kızın cesur mücadelesine bizzat şahit olmuş ve kendisi de hızla giden araca yetişmeye çalışmış lakin artık çok geçmiş.

Herkesin bildiği bu kadardı üstelik Greystoke Leydisi, kocası ona Nikolas Rokoff’un, ebediyen kalacağını ümit ettikleri Fransız Hapishanesinden firar ettiğini söyleyene kadar, bu işin altındaki kişinin kim olabileceğini tahayyül dahi edememişti.

Tarzan ve karısı, takip edilecek en akıllıca yolun ne olacağını düşünürlerken sağ taraflarında bulunan kütüphanedeki telefon çaldı. Tarzan, hemen telefona cevap verdi.

“Lort Greystoke mu?” diye sordu, hattın diğer ucundaki erkek sesi.

“Evet.”

“Oğlunuz kaçırıldı!” diye devam etti ses. “Oğlunuzu geri almanıza yardım edebilecek tek kişi benim. Onu kaçıranların planına aşinayım. Aslında ben de o plana dâhildim ve mükâfattan payımı alacaktım lakin şimdi beni ekmeye çalışıyorlar. Suça ortak olmam sebebiyle bana dava açmamanız şartıyla, onlarla ödeşmek için oğlunuzu kurtarmanıza yardım edeceğim. Ne dersiniz?”

“Beni oğlumu sakladıkları yere götürürsen benden korkmana lüzum olmaz.” diye karşılık verdi maymun adam.

“Güzel!” dedi diğeri. “Ama benimle buluşmaya yalnız gelmeniz lazım zira sizden başkasına itimat edemem. Başkalarının kim olduğumu öğrenmesi riskini göze alamam.”

“Seninle nerede ve ne zaman buluşabilirim?” diye sordu Tarzan.

Adam, Dover’da denizcilerin uğrak yeri olan, deniz kıyısındaki bir meyhanenin adını ve adresini verdi.

“Bu gece saat on civarında gel.” diye bitirdi. “Daha erken gelmenin bir faydası olmaz. O zamana kadar oğlunuz yeterince emniyette olacak. Geldiğinizde sizi, onu sakladıkları yere gizlice götüreceğim fakat muhakkak yalnız gelin ve hiçbir surette İngiliz Polis Teşkilatına haber vermeyin zira sizi iyi tanıyorum ve gözüm üzerinizde olacak.”

“Size eşlik eden herhangi biri olursa veya etrafınızda polis teşkilatının ajanları olabilecek şüpheli tipler görürsem, sizinle buluşmam ve oğlunuzu kurtarmak için son şansınızı da kaybetmiş olursunuz.”

Adam başka bir şey söylemeden telefonu kapattı.

Tarzan telefon görüşmesinin özünü karısına kısaca anlattı. O da onunla beraber gitmek için yalvardı lakin Tarzan, bu durumda adamın, Tarzan’ın yalnız gelmemesi hâlinde onlara yardım etmeme tehdidini gerçekleştirmesine sebep olabileceğini söyleyerek karısının gelmesini kabul etmedi ve böylece ayrıldılar. Tarzan hemen Dover’a doğru yola çıkarken Jane de kocası ona neticeyi haber edene kadar güya evde bekleyecekti.

Her ikisi de tekrar bir araya gelmeden evvel başlarına gelecekleri ya da ne kadar uzağa gideceklerini hayal edemiyorlardı. Zaten neden etsinlerdi ki?

Maymun adam yanından ayrıldıktan sonra Jane Clayton, kütüphanenin ipek halıları üzerinde on dakika boyunca huzursuzca bir ileri bir geri yürüdü. İlk göz ağrısından mahrum kalan anne yüreği, sızlıyordu. Aklı ise hem umut hem de korku dolu bir ızdırap içerisindeydi.

Mantığı ona, Tarzan’ının esrarengiz yabancının taleplerine uyarak tek başına gitmesi hâlinde her şeyin yolunda ilerleyeceğini söylese de genç kadın, altıncı hissini bir kenara bırakıp hem kocasının hem de oğlunun vahim bir tehlike altında olduğundan şüphelenmeden edemiyordu.

Meseleyi düşündükçe o telefon mesajının, oğlanı kaçıranların bir oyunu olabileceğine; maksatlarının oğlanı emniyetli bir yere saklayana kadar veya İngiltere’den dışarı kaçırana kadar onları oyalamak olduğuna daha da ikna oluyordu. Ya da Tarzan’ı amansız Rokoff’un tuzağına çekmek için basit bir yem bile olabilirdi.

Bu fikir aklına yatınca korkudan fal taşı gibi açılan gözleriyle olduğu yerde kalakaldı. Bir anda hakikatin bu olduğuna inanıverdi. Kütüphanenin köşesinde tik taklayan büyük saate baktı.

Tarzan’ın bineceği Dover trenine yetişmek için artık çok geçti fakat o trenden sonra hareket eden bir tren daha vardı; bu trenle Manş Limanı’na zamanında varabilir, yabancının kocasına verdiği adrese belirlenen saatten önce ulaşabilirdi.

Hemen hizmetçisini ve şoförünü çağırarak talimat verdi. On dakika sonra kalabalık sokaklardan tren istasyonuna doğru gidiyorlardı.

O gece Tarzan, Dover’da deniz kıyısındaki sefil meyhaneye girdiğinde saat dokuz kırk beşti. Berbat kokan mekâna girerken yüzünü gizleyen biri, yanından ona değerek geçip sokağa çıktı.

“Gelin, Lordum!” diye fısıldadı yabancı.

Maymun adam, teamülen yabancıyı takip ederek “ana yol” unvanıyla müşerref kılınmış karanlık ara sokağa girdi. Sokaktan çıktıktan sonra adam, bir rıhtımın yakınındaki üst üste yığılmış balyaların, kutuların ve fıçıların gölgelerinin vurduğu karanlık alana doğru ilerledi ve orada durdu.

“Oğlan nerede?” diye sordu Greystoke.

“Şurada, ışıkları görünen küçük buharlı gemide.” diye cevap verdi öteki.

Tarzan karanlıkta karşısındaki adamın yüzünü görmeye çalışıyordu lakin adam ona, daha önceden gördüğü biriymiş gibi gelmedi. Rehberinin Alexis Paulvitch olduğunu tahmin edebilseydi, adamın kalbinde kalleşlikten başka bir şeye yer olmadığını ve her adımında kendisini bekleyen pusuya yatmış bir tehlike olduğunu fark edebilirdi.

“Şu an başında bekleyen kimse yok.” diye devam etti Rus. “Onu kaçıranlar, kimsenin onları fark etmeyeceğinden öyle eminler ki birkaç saat susmalarını sağlayacak kadar cin verdiğim birkaç mürettebat mensubu haricinde Kincaid’da şu an hiç kimse yok. Gemiye çıkıp, çocuğu alıp, en ufak bir sorun yaşamadan geri dönebiliriz.”

Tarzan başıyla onayladı.

“Öyleyse işe koyulalım!” dedi.

Rehberi onu, rıhtıma bağlanmış küçük bir kayığa götürdü. İki adam kayığa bindi ve Paulvitch, buharlı gemiye doğru hızla kürek çekti. Geminin bacasından çıkan siyah duman, o an Tarzan için hiçbir şey ifade etmedi zira aklı, birkaç dakika sonra küçük oğlunu yeniden kollarına alma ümidiyle meşguldü.

Geminin yan tarafında, hemen başlarının üstüne kadar sarkan bir ip merdiven buldular ve sessizce yukarı tırmandılar. Güverteye çıkar çıkmaz Rus’un işaret ettiği kıç tarafındaki ambara yöneldiler.

“Oğlanı orada saklıyorlar.” dedi. “Aşağı inip çocuğu bizzat senin alman daha iyi olur çünkü bir yabancının kucağında korkup ağlayabilir. Ben burada bekleyip gözcülük yapayım.”

Tarzan, çocuğunu kurtarma telaşı içerisinde, Kincaid’in vaziyetindeki tuhaflığı hiç düşünemedi. Güvertesinin bomboş olması, buhar motorunun çalışıyor olması ve bacasından çıkan duman miktarı, geminin yola çıkmaya hazır olduğunu gösterse de o an için Tarzan’a bir şey ifade etmedi.

Maymun adam, biraz sonra o kıymetli minik insan yavrusunu kollarına alacağını düşünerek ambarın kapağına tutunup aşağıdaki karanlığa sarktı. Kapağın kenarını henüz bırakmıştı ki ağır kapak düşüp üzerine kapandı.

İşte o an tuzağa düştüğünü ve oğlunu kurtarmak bir yana, kendisinin de düşmanın eline düştüğünü idrak etti. Hemen ambarın ağzına uzanıp kapağı kaldırmaya çabalasa da kaldıramadı.

Bir kibrit yakıp etrafını inceledi. İçinde bulunduğu küçük bölme, ana ambardan bölünmüştü ve yukarıdaki kapak da içeri girip çıkmanın tek yoluydu. Bölmenin onu hapsetme maksadıyla bilhassa hazırlandığı aşikârdı.

Bölmede hiçbir şey ya da kendisinden başka hiç kimse yoktu. Çocuk Kincaid’deyse de başka bir yere kapatılmıştı.

Maymun adam, bebekliğinden yetişkinliğine kadar geçen yirmi yıldan fazla süre içerisinde, evi bildiği vahşi ormanında herhangi bir tür insan yoldaşlığı olmadan dolaşmıştı. Hayatının en öğrenmeye açık döneminde, vahşi hayvanlar gibi keyiflenip onlar gibi üzülmeyi öğrenmişti.

O yüzden ne kaderine isyan etti ne de sağa sola saldırdı; onun yerine, başına gelecek olanı sabırla bekledi lakin beklerken de oradan kurtulmak için ne yapabileceğini düşünmeyi ihmal etmedi. Bu maksatla hücresini dikkatlice inceledi, duvarları oluşturan ağır kalasları test etti ve üzerindeki kapağın mesafesini ölçtü.

Bunlarla meşgul iken, birdenbire makinelerin titreşimlerini ve pervanenin gürültüsünü hissetti.

Gemi hareket ediyordu! Onu nereye ve hangi bilinmezliğe götürüyordu?

Aklından bu düşünceler geçerken bile, motorların uğultusunun haricinde yukarıdan kulağına gelen bir ses, endişeden donup kalmasına sebep oldu.

Güverteden gelen net ve tiz çığlık, korkmuş bir kadının çığlığıydı.

2. BÖLÜM
ISSIZ ADA

Tarzan ve rehberi, karanlık rıhtımdaki gölgelerin arasına karıştıktan sonra, yüzü tül ile örtülü bir kadın; dar sokaktan aceleyle geçip iki adamın az evvel ayrıldığı meyhanenin girişine geldi.

Orada durup etrafına bakındı. Aradığı yeri nihayet bulduğuna memnun olmuş gibi bir hâli vardı. Kapıyı cesurca itip sefil inin içine girdi.

Aralarında zengin giyimli bir kadın görmeye alışkın olmayan yirmi kadar yarı sarhoş denizci ve rıhtım serserisi, başlarını kaldırıp ona baktılar. Barda çalışan pasaklı kadın, kendisinden daha şanslı hemcinsine yarı kıskançlık, yarı nefret dolu bir ifadeyle bakıyordu. Genç kadın hızlı adımlarla onun yanına gitti.

“Birkaç dakika önce burada bir adamla buluşup onunla beraber giden uzun boylu, iyi giyimli bir adam gördün mü?” diye sordu.

Kadın olumlu cevap verdi ama iki adamın ne tarafa gittiklerinden emin değildi. Konuşulanları dinlemek üzere yanaşan bir denizci, birkaç dakika evvel kendisi meyhaneye girerken iki adamın çıkıp rıhtıma doğru yürüdüklerini gördüğü malumatını verdi.

“Bana gittikleri yönü göster.” dedi kadın telaşla, adamın eline para tutuşturarak.

Adam, kadını oradan çıkardı ve birlikte rıhtıma doğru hızlı hızlı yürüdüler. Rıhtımda iken karşı tarafta, yakındaki bir buharlı gemiye doğru kürek çeken küçük bir kayık gördüler.

“İşte oradalar.” diye fısıldadı adam.

“Bir kayık bulup beni o buharlı gemiye götürürsen on pound veririm.” dedi kadın.

“Acele edelim, öyleyse.” dedi adam. “Kincaid hareket etmeden yetişeceksek hemen gitmemiz lazım. Buhar makinesi üç saattir çalışıyor, tek bir yolcuyu bekliyorlarmış. Yarım saat önce mürettebattan biriyle sohbet ederken o söyledi.”

Bir yandan konuşurken bir yandan da kadını, başka bir kayığın bağlı olduğunu bildiği rıhtımın ucuna götürdü. Kadını kayığa indirdikten sonra kendisi de içine atladı ve kayığı itti. Kısa süre sonra ikisi, rüzgârı arkalarına almış şekilde, denizde hızla ilerliyorlardı.

Buharlı geminin yanına varınca adam ücretini istedi ve kadın, tam miktarı saymakla vakit kaybetmemek için adamın uzattığı eline bir avuç dolusu kâğıt para tutuşturdu. Adam paralara şöyle bir bakınca istediğinden de fazlasını almış olduğuna kanaat getirdi. Ardından kadının merdivenden yukarı çıkmasına yardım etti. Bu kârlı müşteri belki sonra tekrar kıyıya götürülmek ister diye, hemen ayrılmak yerine kayığını geminin dibinde bekletti.

Fakat çok geçmeden yardımcı motorun sesi ve çelik halatın kaldırma tamburundaki takırtısı, Kincaid’in demir almakta olduğunu haber etti ve kayıkçı birkaç saniye sonra pervanelerin döndüğünü duydu. Küçük buharlı gemi, yavaş yavaş Manş Kanalı’na doğru uzaklaşıyordu.

Kıyıya doğru kürek çekmek üzere döndüğünde, geminin güvertesinden bir kadın çığlığı duydu.

“Şu talihsizliğe bak.” dedi kendi kendine. “Almışken bütün parasını alsaymışım keşke.”

***

Jane Clayton, Kincaid’in güvertesine çıkınca gemiyi görünürde terk edilmiş bir hâlde buldu. Gemide ne aradıklarından ne de başkalarından hiçbir iz yoktu. O yüzden, kocasını ve çocuğunu hiçbir aksilikle karşılaşmadan bulmayı ümit ederek etrafta aramaya koyuldu.

Hemen yarısı güvertenin üstünde, yarısı ise aşağısında kalan kaptan köşküne koştu. Kısa güverte merdiveninden süratle aşağı inip iki yanında zabitlere ait olan küçük odaların bulunduğu ana kabine girdi. O gelince kapılardan birinin çabucak kapandığını fark edemedi. Ana odanın sonuna kadar yürüdü ve oradan geri dönerken her bir kapının önünde durup içeriyi dinledi ve kimseye fark ettirmeden kilidi açmaya çalıştı.

Tek duyduğu sessizlikti, mutlak sessizlik… Korku içerisindeki genç kadın, bu sessizlikte kendi kalbinin gümbürtüsünün tüm gemide âdeta gök gürültüsü gibi yankılandığını hissetti.

Dokunduğu kapılar birer birer açıldı fakat içleri boştu. Kafası meşgul olduğundan gemideki ani hareketlenmeyi, motorların uğultusunu, pervanelerin gürültüsünü fark edemedi. Artık sağ taraftaki son kapıya gelmişti. Kapıyı itip açtığında içeriden kuvvetli, kara suratlı bir adam onu tuttuğu gibi pis kokulu, havasız odanın içine çekti.

Bu beklenmedik saldırı karşısında yaşadığı ani şokla kulakları delen tiz bir çığlık attı. Bunun üzerine adam, kaba bir hareketle elini kadının ağzına kapadı.

“Karadan uzaklaşana kadar olmaz, canım.” dedi. “Ondan sonra avazın çıktığı kadar bağırabilirsin.”

Leydi Greystoke dönüp dibindeki adamın habis niyetli, sakallı suratına baktı. Adam, kadının ağzının üstündeki elini gevşetti ve adamı tanıyan kadın, dehşet içerisinde feryat ederek geri çekildi.

“Nikolas Rokoff! Bay Thuran!” diye bağırdı.

“Sadık hayranınız.” diye karşılık verdi Rus, eğilerek.

“Oğlum, oğlum nerede?” dedi, iltifatını duymazdan gelerek. “Bırak, oğlumu alayım. Nasıl bu kadar zalim olabilirsin? Gerçek hâlinde, Nikolas Rokoff olarak bile merhamet ya da şefkatten tamamen yoksun olamazsın! Nerede olduğunu söyle! Bu gemide mi? Lütfen, göğsünde kalp denilen bir şey varsa beni bebeğime götür!”

“Sana söyleneni yaparsan oğluna zarar gelmez.” diye karşılık verdi Rokoff. “Fakat unutma ki burada olman senin hatan. Kendi rızanla gelip gemiye bindin, öyleyse neticesine de katlanacaksın.” Sonra kendi kendine, “Şansın bana böylesine güleceği hiç aklıma gelmezdi.” diye ekledi.

Ardından güverteye çıktı, çıkarken de odanın kapısını esirinin üstüne kilitledi ve kadının yanına günlerce uğramadı. Meselenin aslı şuydu ki çok kötü bir denizci olan Nikolas Rokoff’u, Kincaid’in seferin en başından itibaren karşılaştığı şiddetli dalgalar sebebiyle deniz tutmuştu ve adam, kamarasından çıkamıyordu.

Bu süre boyunca genç kadının tek ziyaretçisi, ona yemek getiren Kincaid’in berbat aşçısıydı. Yontulmamış bir odun olan İsveçli adamın adı, Sven Anderssen idi ve yegâne gururu, soyadının çift “s” ile yazılıyor olmasıydı.

Adam uzun boylu, kemikli ve zayıftı; uzun sarı bıyıklı, lekeli ciltli ve kirli tırnaklıydı. Aynı güveç yemeğini sık sık yapmasına bakılırsa bu yemek, adamın mutfak sanatının medarıiftiharıydı. Pis başparmağının ılık yemeğin içine girdiğini görmek bile genç kadının iştahını kaçırmaya yetmişti.

Birbirine yakın, küçük mavi gözleri doğrudan genç kadının gözlerine bakıyordu. Adamın görüntüsünde, kedi gibi yürüyüş tarzında bile kendisini gösteren bir sinsilik vardı ve pis önlüğünü tutan yağlı kuşağına geçirerek daima belinde taşıdığı uzun ince bıçak da tüm bunlara ayrı bir tekinsizlik katıyordu. Görünüşte bu, vazifesini icra etme maksadıyla taşıdığı bir aletten başka bir şey değildi lakin genç kadın, ufak bir kışkırtmayla o bıçağın daha başka ve daha zararlı maksatlarla kullanıldığına da şahit olacağını düşünmeden edemiyordu.

Adamın ona karşı tavrı kabaydı lakin genç kadın yine de yemeğini getirdiği zaman ona kibarca gülümseyip teşekkür etmeyi asla ihmal etmiyordu. Fakat çoğu zaman, adam çıkıp da kapıyı arkasından kapatır kapatmaz yemeğin büyük bir kısmını odanın küçük penceresinden dışarı fırlatıyordu.

Jane Clayton’ın hapsedilmesini takip eden ızdırap günlerinde, genç kadının aklında sadece iki soru vardı: Kocası ve oğlunun nerede olduğu. Şayet hâlâ hayatta ise, bebeğin Kincaid’de olduğuna şüphesi yoktu lakin kandırılarak bu uğursuz gemiye getirilen Tarzan’ın hayatta kalmasına müsaade edilip edilmediğinden hiç emin değildi.

Rus’un, İngiliz’e beslediği derin nefreti elbette biliyordu ve onu gemiye bindirmesindeki niyetini düşününce aklına tek bir şey geliyordu: Rokoff’un biricik planlarına taş koyduğu ve nihayetinde Fransız Hapishanesine gönderilmesine vesile olduğu için, Tarzan’dan intikam almak maksadıyla onu nispeten emniyetli bir yere götürüp işini orada bitirmek.

***

Tarzan’a gelince; karısının, neredeyse tam üstündeki odada hapis olduğundan bihaber, karanlık hücresinde yatıyordu.

Jane’e yemek getiren İsveçli ona da yemek getiriyordu fakat Tarzan birkaç sefer adamın ağzından laf almaya çalıştıysa da başarılı olamamıştı. Bu adamdan oğlunun Kincaid’de olup olmadığını öğrenmeyi ümit etmişti lakin hem bu husustaki hem de benzer mahiyetteki tüm sorularına adamın verdiği cevap tekti: “Çok yakında, çok fena rüzgâr çıkacak.” Hâl böyle olunca Tarzan, birkaç denemeden sonra pes etti.

Kincaid, iki esire aylar gibi gelen birkaç hafta boyunca bilmedikleri bir yere doğru yol aldıktan sonra bir kez kömür almak için durdu fakat hemen sonrasında küçük buharlı gemi, nihayetsiz gibi görünen seferine devam etti.

Rokoff, Jane Clayton’ı o küçük odaya kilitledikten sonra onu sadece bir kez ziyaret etti. Uzun süren deniz tutması sebebiyle zayıflamış, gözleri çökmüştü. Ziyaretinin maksadı, onu İngiltere’ye sağ salim geri götürme teminatı karşılığında genç kadına yüklü bir miktar çek yazdırmaktı.

“Beni, oğlum ve kocamla birlikte medeni bir limana sağ salim indirdiğin zaman, sana istediğin miktarın iki katını altın olarak ödeyeceğim lakin o zamana kadar sana ne bir kuruş veririm ne de şartlarımı kabul etmezsen tek bir kuruş vereceğime söz veririm.” diye karşılık verdi.

“Bana istediğim çeki yazacaksın.” diye karşılık verdi adam, dudak bükerek. “Yoksa sen de oğlun da kocan da bir daha ne medeni bir limana ne de başka bir limana ayak basamazsınız.”

“Sana güvenmiyorum.” diye karşılık verdi. “Söz vermiş olsan bile paramı aldıktan sonra bana, oğluma ve kocama zarar vermeyeceğine dair ne teminatım var?”

“Bence ben ne diyorsam onu yapacaksın.” dedi, odadan çıkmak üzere dönerken. “Unutma, oğlun elimde. Eğer olur da işkence gören bir çocuğun acılı feryadını duyarsan bebeğin senin inatçılığın yüzünden acı çektiğini bilmek ve onun, senin bebeğin olduğunu düşünmek belki sana teselli olur.”

“Bunu yapmayacaksın!” diye bağırdı genç kadın. “Yapamazsın! Bu denli şeytani, bu denli zalim olamazsın!”

“Zalim olan ben değilim, sensin.” diye karşılık verdi. “Zira bebeğin ile bebeğinin zulümden emniyeti arasına azıcık bir paranın girmesine müsaade ediyorsun.”

Nihayetinde Jane Clayton, yüklü miktarda bir çek yazıp Nikolas Rokoff’a verdi. Çekini alan adam, memnun memnun sırıtarak odadan ayrıldı.

Ertesi gün Tarzan’ın hücresinin kapağı açıldı ve yukarı bakan Tarzan, kare şeklindeki girişin ışığında Paulvitch’in kafasını gördü.

“Yukarı gel.” diye buyurdu Rus. “Ama aklında bulunsun, bana veya gemideki herhangi birine saldırmaya kalkışırsan anında kurşunu yersin.”

Maymun adam kendini yukarı çekip güverteye çıktı. Etrafında yarım düzine kadar tüfekli ve tabancalı denizci, belli bir mesafede duruyorlardı. Karşısında duran Paulvitch’ti.

Tarzan etrafa bakınıp Rokoff’u aradı, adamın gemide olduğundan emindi lakin görünürlerde yoktu.

“Lort Greystoke.” diye başladı Rus. “Bay Rokoff’un planlarına mütemadiyen ve gereksiz yere müdahale ede ede sonunda kendinizi ve ailenizi bu talihsiz akıbete getirdiniz. Tüm bunların müsebbibi sadece sizsiniz. Tahmin edebileceğiniz üzere, bu seferi finanse etmek Bay Rokoff’a epey pahalıya mal oldu ve yegâne sebebi de siz olduğunuz için, tabii olarak masrafı sizin karşılamanızı bekliyor.”

13 646,19 soʻm