Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «İşitilmedik Hikâyeler»

Shrift:

ÇALINMIŞ MEKTUP

18..’de Paris’te idim. Karanlık ve fırtınalı bir sonbahar gecesi St. Germain köyünün Dunot Sokağı’nda 33 numaralı evin üçüncü katında, dostum Dupin’in küçük kütüphanesinde hem arkadaşımla beraber bulunmak hem Eskişehir taşından yapılmış bir piponun dumanlarını savurtarak hayallere dalmak gibi katbekat bir keyif sürüyordum. Uzun bir saat hiç söz söylemedik. Bizi kim görse her birimizin odadaki havayı dolduran tütün dumanlarının kıvrıla kıvrıla yükselen helezonlarından başka bir şeyle meşgul olmadığımızı zannederdi. Ben, kendi hesabıma gecenin ilk saatlerinde konuşmalarımızın mevzusunu teşkil eden meseleyi zihnen münakaşa ediyordum. Yani Morgue Sokağı işi ile Marie Roget’nin katline ait esrardan bahsetmek istiyorum. İşte zihnimde bu iki meseleyi birbiriyle birleştiren benzerliği düşünüyordum. O esnada apartmanımızın kapısı açıldı; eski tanıdıklardan Paris Polis Müdürü G… içeri girdi.

Kendisine nezaketle “Hoş geldiniz.” dedik. Çünkü bu adamın sefil tarafı olduğu gibi hoş tarafı da vardı. Onu birkaç seneden beri görmemiştik. Karanlıkta oturduğumuz için Dupin bir lamba yakmak üzere ayağa kalktı. Lakin G… kendisini pek ziyade şaşırtan bir mesele hakkında bizimle, daha doğrusu arkadaşımla müşavere etmek için geldiğini söyleyince lambayı yakmadan yerine oturdu.

Dupin lambanın fitilini yakmayarak dedi ki:

“Eğer bu düşünülecek bir iş ise karanlıkta daha iyi tetkik ederiz.”

Polis müdürü, “İşte garip fikirlerinizden biri daha.” dedi.

Polis müdüründe aklının almadığı her şey için “garip” tabirini kullanmak merakı vardı. Onun için hayatı, bitmez tükenmez bir yığın gariplikler içinde geçerdi.

Dupin ziyaretçimize bir pipo uzattı ve ayakları tekerlekli güzel bir koltuk sürerek “Vallahi, bu doğru!” diye mukabele etti.

Ben sordum:

“Ey, şimdi şaşırtıcı mesele nedir? Ümit ederim ki bu, katil nevinden bir vaka değil.”

“Oh, hayır! Hiç öyle bir şey değil. Mesele hakikatte gayet basit. Kendi kendimize bu işin içinden pekâlâ çıkabileceğimizde şüphem yok lakin…”

Dupin işin teferruatı hakkında malumat almaktan memnun olur diye düşündüm, çünkü iş son derece gariptir.

Dupin dedi ki:

“Basit ve garip!”

“Ya! Evet. Bununla beraber bu tabirlerden ne biri ne diğeri doğru değil diyebilirsiniz. Mesele şu ki, bu iş müdüriyette hepimizi pek ziyade şaşırttı. Çünkü ne kadar basit olursa olsun bizi aciz bırakıyor.”

Arkadaşım dedi ki:

“Belki meselenin basitliği sizi hataya düşürüyor.”

Müdür, neşe ile gülerek cevap verdi:

“Ne manasız şeyler söylüyorsunuz!”

Dupin “Belki bu sır biraz fazla aşikârdır.” dedi.

“Oh, Allah’ım ben hiç böyle bir fikirden bahsolunduğunu işitmedim.”

“Biraz fazla aşikâr.”

Bu fikir misafirimizi çok eğlendiriyordu, haykırdı:

“Ah! Ah! Ah! Ah! Oh! Oh! Dupin, görüyorsunuz ya, beni gülmekten katıltacaksınız!”

Sordum:

“Ey, nihayet mesele nedir?”

Müdür koltuğuna yerleşti. Kesif, uzun bir tütün dumanı salıvererek tekrar etti:

“Söyleyeceğim. Kısaca anlatacağım, lakin başlamadan önce size söylememe müsaade ediniz ki bu iş pek büyük bir sırdır. Eğer bunu her kime olursa olsun söylediğim duyulursa ben mevkimden olurum.”

Ben “Başlayınız.” dedim.

Dupin de “Yahut başlamayınız!” dedi.

“Pekâlâ! Başlıyorum. Yüksek bir makamdan şahsen haber aldım ki hükümdarın dairesinden gayet ehemmiyetli bir vesika çalınmıştır. Çalan şahıs biliniyor. Bunda hiç şüphe yok. O, vesikayı çalarken görülmüştür. Bu vesikanın bugün de onun elinde olduğu malum.”

Dupin sordu:

“Bu nasıl biliniyor?”

“Bu, vesikanın mahiyetinden ve bir de çalan şahsın elinden çıktığı, yani bu şahıs vesikanın işe yarayacağı maksadı elde ettiği hâlde meydana gelecek neticelerin henüz meydana gelmemiş olmasından pek kolay sonuç çıkarılıyor.”

“Lütfen biraz daha açık söyleyiniz!” dedim.

“Pekâlâ, şu kadar söyleyeyim ki bu vesika kimin elinde bulunursa onu bazı yerlerde kıymeti takdir edilemeyecek kadar büyük bir iktidara sahip eder.”

Polis müdürü diplomasi lisanını pek seviyordu. Dupin dedi ki:

“Yine bir şey anlamadım.”

“Hakikaten bir şey anlamadınız mı? Haydi! İsmini söylemeyeceğim üçüncü bir şahsa gösterilmiş olan bu vesika gayet yüksek mevkide bulunan bir zatın namusuna taalluk ediyor. İşte bundan dolayı vesikanın hamili bu zat hâkim bir vaziyet alıyor. Bu da o haşmetli zatın şerefini, emniyetini tehlikeye koyuyor.”

Sözünü kestim:

“Lakin bu hâkimiyet, şununla kabili izahtır ki vesikası çalınan zat hırsızı biliyor! Kim cesaret edebilir ki…”

G… dedi ki:

“Hırsız D…’dır. Bir insana yakışmayan ve aynı zamanda kendine layık olan her şeye cüret ediyor. Hırsızlık pek mahirce ve cüretkârca yapılmıştır. Bahsettiğiniz vesika, daha açık söyleyelim, bir mektuptur. Mektubu çaldıran zat, bunu kralın odasında yalnız bulunduğu bir sırada almıştı. Okurken içeri pek muhterem bir şahsiyet girince mektubun okunması yarıda kalmış ve bilhassa içeri giren zattan gizli tutulmasını arzu ettiği için mektubu alelacele bir çekmeceye atmaya beyhude yere çalıştıktan sonra masanın üzerinde açık olarak bırakmaya mecbur olmuştu. Herhâlde mektubun yazılı tarafı altında idi. Mektubun muhteviyatı böyle gizli kaldığı için nazarıdikkati celbetmedi. Bu aralık Nazır D… içeri girdi. Onun ‘vaşak’ gözü derhâl imzanın yazısını tanıdı ve mektubu alan zattaki endişenin farkına vardı ve sırrını keşfetti.

Bazı işleri görüp mutadı üzere gürültülü bir surette bitirdikten sonra cebinden bir mektup çıkardı. Bu da masanın üzerindeki mektuba az çok benziyordu. Açtı; okurken yaydı ve öteki mektubun yanına koydu. Takriben bir çeyrek saat kadar hükûmet işleri hakkında konuştu. İşin sonunda müsaade istedi ve kendisine ait olmayan mektubu aldı. Mektubun asıl sahibi bunu gördü; lakin tabii yanında oturan üçüncü zatın nazarıdikkatini celbetmemek için sesini çıkaramadı. Nazır masanın üstünde kendine ait olan ehemmiyetsiz mektubu bırakarak gitti.”

Dupin yarı bana dönerek dedi ki:

“İşte hâkimiyeti tam bir hâle getirmek ancak böyle olur: Hırsız biliyor ki soyduğu adam hırsızın kim olduğuna vâkıftır.”

Müdür cevap verdi:

“Evet birkaç aydan beri bu manevra ile kazanılan hâkimiyet, siyasi bir gaye için bol bol kullanılıyor. İş gayet tehlikeli bir noktaya gelmiştir. Mektubu çalınan zat, onu tekrar ele geçirmek lüzumuna gün geçtikçe daha ziyade kanaat getirmektedir. Lakin tabii bu, açıktan açığa yapılamaz. Hülasa başka çare bulamamış, işi bana havale etti.”

Dupin bir duman bulutu içinde dedi ki:

“Zannederim ki daha zeki bir memur bulmak ve hatta tasavvur etmek kabil değildi.”

Müdür cevap verdi:

“Beni taltif ediyorsunuz. Lakin benim hakkımda böyle bir fikir besleyenler de olabilir.”

Dedim ki:

“Sizin de söylediğiniz gibi mektubun şimdiki hâlde nazırın elinde bulunduğu meydandadır. Mademki mektubun kullanılması değil, belki elde bulunması hâkimiyeti temin eden bir vakıadır. Kullanılması hâlinde hâkimiyet kalmaz.”

G… dedi ki:

“Bu doğrudur. Ben de bu kanaatle yürüdüm. İlk işim nazırın evinde gayet sıkı araştırmalar yapmak oldu. Benim için en büyük güçlük nazırın haberi olmadan bu araştırmaları yapmaktı. Hepsinden gücü de niyetimizden onu şüphelendirecek bir ipucu vermemekti.”

Dedim ki:

“Bu gibi araştırmalar tamamıyla sizin ihtisasınız dâhilinde bir şeydir. Paris polisi bunu birçok defalar yapmıştır.”

“Oh, şüphesiz! İşte bundan dolayıdır ki ümidim kuvvetli idi. Bir de nazırın itiyatları benim işimi kolaylaştırdı. O, ekseriya gece evinde bulunmaz, çok hizmetçisi yoktur. Onlar da efendilerinin dairesinden uzakta yatarlar. Ve her şeyden evvel Napolili oldukları için seve seve sarhoş olurlar. Bilirsiniz ki bende birtakım anahtarlar vardır. Bunlarla Paris’in bütün yazıhanelerini, odalarını açabilirim. Üç ay zarfında bir gece geçmemiştir ki D…’nin evini hemen bütün gece bizzat aramış olmayayım. Bunda şerefim mevzubahistir. Burada size büyük sırrımı tevdi edeyim ki bu işte bana verilecek mükâfat pek büyüktür, onun için hırsızın benden daha kurnaz olduğuna kani oluncaya kadar araştırmaların arkasını kesmedim. Evin içinde bir kâğıt saklanabilecek her köşeyi, her bucağı aradığımı zannediyorum.”

Dedim ki:

“Nazırın elinde bulunan mektubu kendi evinden başka bir yerde saklamış olması mümkün değil midir?”

Dupin dedi ki:

“Buna hiç imkân yok. Umur cariyenin bugünkü hususi vaziyeti ve bilhassa D…’nin malum olan entrikası vesikanın derhâl vasıtasız tesirine bağlıdır. Yani her an meydana çıkarılabilecek bir hâlde bulunmasıyla müesserdir. Bu şerait, ona sahiplik derecesinde mühimdir.”

“Daima lüzum görüldüğü anda ortaya konulabilirse tesiri olur.” dedim.

Dupin dedi ki:

“Daha doğru bir tabir ile istenildiği zaman hükümden düşürülebilirse işe yarar…”

“Bu doğru.” dedim. “O hâlde mektup şüphesiz evdedir. Eğer mektubun nazırın kendi üzerinde olduğunu kabul edersek o hâlde mesele büsbütün başka türlü olur.”

Müdür dedi ki:

“Katiyen! Onu sokakta iki defa sahte hırsızlara yakalattım ve gözümün önünde her tarafını inceden inceye arattım.”

Dupin dedi ki:

“Kendinizi bu zahmete sokmayabilirdiniz. Zannederim ki D… katiyen deli değildir. Mektubu çaldıktan sonra bu gibi tuzaklara düşürüleceğinin tabii olduğunu tahmin etmiş ve ona göre tedbir almıştır.”

G… dedi ki:

“Katiyen deli değildir. Burası doğru. Bununla beraber bir şairdir. Zannedersem şairlik de delilikten çok uzak bir şey değildir.”

Dupin düşünceli bir tavırla uzun uzun piposunu çekip dumanını savurduktan sonra dedi ki:

“Vakıa ben de dağınık şiirler yazmak kabahatini işledim.”

Dedim ki:

“Araştırmalarınız hakkında bize tafsilat verseniz…”

“Vaka şudur ki biz zamanımızı tayin ettik ve her tarafı aradık. Bu gibi işlerde benim eskiden beri tecrübelerim vardır. Evde, oda aramakla işe başladık. Her odaya her haftanın bir gecesini tahsis ettik, evvela her dairenin eşyasını aradık, gördüğümüz her çekmeceyi açtık. Tahmin ediyorum ki iyi talim edilmiş bir polis memuru için gizli çekmece olamayacağını bilmez değilsiniz. Böyle bir araştırmada gizli bir çekmeceyi gözünden kaçıran her adam bir ahmaktan başka bir şey değildir. Çünkü bu iş o kadar kolaydır! Her odada muayyen bir miktar hacim ve satıh bulunur. Bunlar hesap olunabilir. Bizim bu hususta gayet doğru kaidelerimiz vardır. Bir hattın ellide biri bizim gözümüzden kaçamaz.

Odalardan sonra iskemleleri ele aldık. Yastıklar uzun, ince iğnelerle arandı. Bu iğneleri kullandığımı siz görmüşsünüzdür. Masaların altlarını kaldırdık.”

“Bu, niçin?”

“Bazı kere masaların veyahut masa nevinden bütün eşyanın altı bir adam tarafından kaldırılır ve oraya bir şey saklanır. Mesela: Bu adam bir masanın ayaklarını oyar. Saklayacağı şeyi buraya yerleştirir. Üstünü tekrar kapar, karyola ayakları da aynı suretle kullanılabilir.”

Sordum:

“Lakin üzerlerine vurarak ayakların içindeki boşluk anlaşılamaz mı?”

“Eğer saklanacak şeyi yerine koyarken bir pamuk tabakasıyla sarar, boşluğu doldurursanız hiçbir vakitte anlayamazsınız. Zaten biz gürültüsüzce iş görmek mecburiyetinde idik.”

“Lakin bütün eşya parçalarını bozamadınız, ayıramadınız. Bunların içinde söylediğiniz şekilde bir mektup saklanabilirdi. Bir mektup gayet ince bir helezon şeklinde kıvrılabilir. Bu suretle şekil ve hacim itibarıyla bir örgü şişine pek ziyade benzetilir. Bu hâle getirildikten sonra da bir sandalyenin ayağına saklanır. Mesela bütün sandalyeleri parça parça ayırdınız mı?”

“Tabii ayırmadık. Lakin daha iyisini yaptık. Evdeki bütün sandalyelerin ayaklarını ve eşyanın bütün ek yerlerini gayet kuvvetli bir büyüteçle inceledik. Eğer buralarda ufak bir arıza olsaydı derhâl fark edecek ve bulacaktık. Mesela bir burgunun hasıl edeceği küçücük bir toz tanesi bize bir elma kadar büyük görünecekti. Aynı veçhile eklerde ufak bir tutkal bozukluğu bize saklanan yeri buldururdu.”

“Tahmin ediyorum ki aynaları, iğnelerle tahtaların arasını ve yatakları, yatakların perdelerini ve aynı veçhile pencere perdeleriyle halıları da muayene ettiniz.”

“Tabii… Bu eşyayı da inceden inceye gözden geçirdikten sonra bilhassa evi muayene ettik. Evin sathını kâmilen birtakım kısımlara ayırdık. Her kısma numara koyduk. Bu suretle hiçbir kısmını unutmadığımıza emin olduk. Her santimetrekaresini büyüteçle tetkik ettik ve bu tetkikatı yan yana iki evde de yaptık.”

“İki bitişik evde de mi?” diye haykırdım. “Kim bilir ne kadar yoruldunuz!”

“Evet, vallahi çok yorulduk. Lakin verilecek mükâfat pek büyük.”

“Evlerin zeminini de aradınız mı?”

“Evlerin zemini umumiyetle tuğla döşenmişti. Nispeten burası bize çok zahmet vermedi. Tuğlalar arasındaki yosunları tetkik ettik, hiçbir bozukluk yoktu.”

“D…’nin kâğıtlarını, kitaphanesindeki kitapları da muayene etmeliydiniz!”

“Şüphe mi var… Her paketi, her parçayı açtık, kitapları yalnız açmakla kalmadık; her yaprağını ayrı ayrı çevirdik. Birçok polis amirlerimizin yaptıkları gibi yalnız kitapları silkmekle iktifa etmedik, her cildin kalınlığını son derece dikkatle inceden inceye ölçtük. Her birini büyüteçle muayeneden geçirdik. Eğer bir cilde yakın bir zamanda bir şey sıkıştırılmış, bir kâğıt konulmuş olsaydı bunun tetkikatımızdan kurtulmasına imkân yoktu. Mücellidin elinden çıkan beş yahut altı cilt, iğneler vasıtasıyla uzunluğuna ve tam bir dikkatle muayene edildi.”

“Halıların altındaki döşeme tahtalarını da tetkik ettiniz mi?”

“Şüphesiz! Her halıyı kaldırdık; tahtaları büyüteçle inceledik.”

“Ya, duvar kâğıtlarını?”

“Onları da…”

“Mahzenleri gördünüz mü?”

“Mahzenleri de gördük.”

“Demek ki…” dedim, “yanlış yola gitmişsiniz. Mektup, farz ettiğiniz gibi evde değil.”

Müdür “Korkarım ki haklı olmayasınız.” dedi.

“Şimdi, Dupin bana ne yapmayı tavsiye ediyorsunuz?”

“Tam bir araştırma yapmayı.”

G… cevap verdi:

“Katiyen faydasız. Yaşadığıma nasıl kani isem mektubun da evde olmadığına öyle kaniyim.”

Dupin dedi ki:

“Size daha iyi bir nasihat veremem. Şüphesiz, mektubun eşkâl ve evsafı hakkında kati ve doğru malumatınız vardır?”

“Oh! Evet!”

Burada polis müdürü bir muhtıra defteri çıkardı; kaybolan vesikanın inceden inceye evsafını yüksek sesle okumaya başladı. Onun dâhilî manzarasını ve bilhassa haricî eşkâlini okudu ve okumasını bitirdikten sonra bu latif adam bizden müsaade aldı. Geldiğinden daha bitap ve bu zamana kadar görmediğim derecede cesareti kırılmış bir hâlde gitti.

Takriben bir ay sonra ikinci bir ziyarete geldi. Bizi aynı suretle meşgul buldu. Bir pipo, bir sandalye aldı, öteden beriden konuştu. Nihayet dedim ki:

“Ey, lakin G… sizin çalınmış mektup işi ne oldu?.. Tahmin ediyorum ki nazırı atlatmanın kolay bir şey olmadığını anlamaya razı oldunuz?”

“Nazırı şeytanlar götürsün! Bununla beraber Dupin’in nasihatini tuttum, tekrar araştırmalar yaptım. Bu da zannettiğim gibi beyhude oldu.”

Dupin sordu:

“Vadedilen mükâfat ne kadardı? Bize söylediniz miydi?..”

“Lakin… Bu pek büyük… Hakikaten işitilmemiş bir mükâfat. Size tam miktarını söylemek istemem. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki bana bu mektubu kim bulursa cebimden ona elli bin frank veririm. Hâl şu ki mesele günden güne daha acele bir şekil alıyor. Son zamanlarda, verilecek mükâfat iki misline çıkarıldı. Lakin doğrusu, üç misline de çıkarsalar vazifemi yaptığımdan daha iyi yapamam.”

Dupin sözlerini uzatarak ve piposundan çıkan dumanları savurarak dedi ki:

“Lakin… Evet… Hakikaten G…! Siz mümkün olan her şeyi yapmadınız… Meselenin en derin noktasına kadar gitmediniz. Zannedersem hiç değilse biraz daha ileri gidebilirdiniz. Ha?”

“Nasıl?.. Ne yolda?..”

“Lakin…” Bir duman savurdu. “Bu mesele hakkında…” Birbiri üzerine iki duman savurdu. “Nasihat alabilirdiniz, ha?” Üç duman savurdu. “Abernethy hakkında nakledilen hikâyeyi hatırlıyor musunuz?”1

“Hayır, Abernethy’nizi şeytanlar götürsün!”

“Şüphesiz, isterseniz şeytanlar götürsün. Lakin bir zamanlar gayet hasis bir zengin, Abernethy’den parasız bir tıbbi muayene koparmak ister. Bu maksatla bir cemiyet içinde onunla alelade konuşmaya başlar. Söz arasında hayalî bir şahıstan bahseder gibi kendi hastalığını anlatır. Hasis der ki: ‘Farz edelim, hastada şu ve şu araz var. O hâlde doktor, ona ne almasını tavsiye edersiniz?’ Abernethy cevap verir: ‘Ne almasını mı? Şüphesiz nasihat almasını!’ ”

Müdür biraz şaşırarak dedi ki:

“Lakin ben nasihat almaya tamamıyla hazırım. Aynı zamanda benim bu işimi yapana da hakikaten elli bin frank veririm.”

Dupin bir çekmecenin gözünü çekti ve bir tediye senedi defteri çıkararak cevap verdi:

“O hâlde bana söylediğiniz parayı içeren bir senet yazarsınız, onu siz imza eder etmez bende size mektubunuzu teslim ederim.”

Ben şaşırdım. Polis müdürüne gelince katiyen yıldırımla vurulmuşa döndü. Birkaç dakika hareketsiz, sessiz donakaldı. Ağzı açık, inanmaz bir tavırla ve gözleri dışarı fırlayacakmış gibi arkadaşıma bakıyordu. Nihayet biraz aklı başına geldi, bir kalem yakaladı. Biraz tereddütten sonra şaşkın ve boş bir nazarla çeki doldurdu, elli bin franklık bonoyu imza etti ve masanın üstünden Dupin’e uzattı. Dupin bonoyu aldı, dikkatle muayene etti, cüzdanına yerleştirdi. Sonra bir yazıhane açtı; bir mektup çıkardı; polis müdürüne verdi. Müdür mektubu ölecek gibi bir sevinçle kaptı. Titrek bir elle açtı. Yazılara bir göz attı. Sonra süratle kapıya atıldı. Hiç veda etmeksizin odadan ve evden dışarı fırladı. Dupin’in senet yazmayı teklif ettiği dakikadan beri hiçbir söz söylememişti.

O, gidince arkadaşım bazı izahata girişti; dedi ki:

“Paris polisi sanatında son derece mahirdir. Memurları gayretli, kurnaz ve işgüzardırlar. Vazifelerinin icap ettirdiği her malumata hakkıyla sahiptirler. Onun için G… bize D…’nin konağında yaptığı araştırmaların tafsilatını verirken onun liyakatine tam bir itimadım vardı. Ben biliyordum ki o ihtisası dâhilindeki araştırma usulünde lazım gelen her şeyi yapmıştır.”

“İhtisas dâhilindeki araştırma usulü mü?” dedim.

Dupin cevap verdi:

“Evet. Kabul edilen tedbirler, bu nevi işlerde yapılacak şeylerin en iyisi değildi. Bununla beraber kabul edilen usul kati bir mükemmeliyetle takip edildi. Eğer mektup onların araştırmalar yaptıkları saha dâhilinde saklanmış olsaydı, bu babayiğitler onu bulurlardı. Bu hususta benim zerre kadar şüphem yok.”

Ben gülmekle iktifa ettim. Lakin Dupin’in tavrı bu sözleri pek ciddi söylediğini gösteriyordu. Devam etti:

“Demek ki tedbirler nevi içinde iyi idi. Ve şayanı hayret bir surette tatbik edilmişti. Yalnız şu kusuru vardı ki mevzubahis adamın işinde tatbik kabil değildi. Bütün bir mahirce tedbir sistemi vardı ki bunlar polis müdürü için bir nevi ‘Proküst’ yatağıdır.2 O, bütün planlarını bu yatağa bağlıyor ve ona uyduruyor. Lakin bu meselede daima ya pek derinlere dalarak veya pek sathi kalarak hata ediyor. Birçok okul çocukları bile ondan iyi bu işi muhakeme ederler.

Sekiz yaşında bir çocuk tanıdım. Tek mi çift mi oyununda hiç yanılmaması herkesi hayran etmişti. Bu oyun basittir. Bilalarla oynanır. Oyunculardan biri eline birkaç tane bila alır ve ötekine sorar: ‘Tek mi? Çift mi?’ Öteki doğru bilirse bir bila kazanır. Bilemezse bir bila kaybeder. Bahsettiğim çocuk okulun bütün bilalarını kazanıyordu. Tabii bunun bir kehanet tarzı vardı. Bu kehanet sadece müşahede ve karşısındakinin inceliklerini takdir esasına istinat ediyordu. Farz edelim ki bu çocuğun karşısındaki hakiki bir ahmaktır. Kapalı elini kaldırarak soruyor: ‘Tek mi? Çift mi?’ Bizim mektepli çocuk ‘Tek.’ diye cevap veriyor ve kaybediyor. Lakin ikinci tecrübede kazanıyor çünkü kendi kendine muhakeme ediyor: ‘Ahmak birinci defa çift tuttu. Onun kurnazlığı ikinci defa ancak tek tutmasını icap ettirecek dereceden ileri gitmez. Demek ki ben tek demeliyim.’ kararını veriyor; ‘tek’ diyor ve kazanıyor.

Şimdi bu kadar basit fikirli olmayan birisiyle oynarsa şöyle muhakeme eder: ‘Bu çocuk benim ilk defada tek dediğimi gördü. İkinci defada aklına gelecek ilk fikir, birinci defada ahmağın yaptığı gibi basit bir surette teki çifte tebdil etmektir.’ Lakin ikinci bir düşünce ona diyecektir ki: ‘Bu pek basit bir değişikliktir ve nihayet ilk defada olduğu gibi yine çift tutacaktır. Demek ben çift demeliyim.’ diyecek ve çift deyip kazanacaktır. Şimdi mekteplinin bu muhakemesi -ki arkadaşları ‘şans’ diyorlar- son bir tahlilde nedir?”

Dedim ki:

“Bu sadece, bizim muhakeme sahibinin kendi şuurunu karşısındakinin şuuruyla mutabakat ettirmesinden ibarettir.”

Dupin “Bundan başka bir şey değil.” dedi. “Ben bu küçük çocuğa muvaffakiyetini temin eden bu ‘şuuru tam bir surette mutabakat ettirme’ye nasıl muvaffak olduğunu sordum, bana şu cevabı verdi: ‘Bir kimsenin ne dereceye kadar ihtiyatlı veya budala yahut da iyi veya fena olduğunu, o anda neler düşündüğünü anlamak istediğim zaman yüzüme mümkün olduğu kadar tıpkı tıpkına onun yüzüne benzer bir şekil veririm. O vakit zihnimde yahut kalbimde hangi hislerin, hangi fikirlerin doğacağını beklerim. Yani yüzümü nasıl onun simasına intibak ettirdimse fikrimi, hissimi de onunkilere intibak ettiririm.’

Mektepli çocuğun bu cevabı, Rochefoucauld, La Bougive, Machiavelli ve Campanella’ya atfedilen derin tasavvuf felsefesini pek geride bırakır.”

“Eğer sözünüzü iyi anlıyorsam muhakeme edenin, kendi idrakini karşısındakinin idrakine intibak ettirmesi demek karşıdakinin idrakini doğru ve kati olarak takdir ve tayin etmesi demektir.”

Dupin cevap verdi:

“Vakıa amelî kıymet itibarıyla bu şarttır. Polis müdürüyle arkadaşlarının birçok defalar aldanmalarının birinci sebebi, bu mutabakatı yapmamalarıdır. İkincisi; boy ölçüştükleri zekâyı yanlış takdir etmeleri, daha doğrusu takdir edememeleridir. Onlar yalnız kendi mahirce fikirlerinden başka bir şeyi göz önünde tutmamışlardır. Gizlenmiş bir şeyi aradıkları zaman ancak kendileri o şeyi nereye saklayacaklarını düşündüler. Alelade halkın kurnazlığı düşünülünce bunda tamamıyla haklı idiler. Lakin kurnazlığı onların kurnazlığından başka bir tarzda olan hususi bir hırsız mevzubahis olunca bunlar tabii aldanırlar.

Hırsızın kurnazlığı bunların kurnazlığından fazla olunca hâl daima böyle olur. Hatta ekseriya bunlar kadar kurnaz olmayan hırsızlar da bunları aldatabilir. Çünkü bunların araştırma tarzı değişmiyor. Münasebetsizin biri fevkalade bir mükâfat ile bunları tahrik ederse mutatları olan taharri usulünü mübalağalı bir surette tatbik ediyor; son hadde getiriyorlar. Lakin esaslarından hiçbir şey değiştirmiyorlar.

Mesela D… meselesinde araştırma usulünü değiştirmek için ne yapılmıştır? Bu delmeler, bu sondajlar, bu karıştırmalar, bu büyüteçle araştırmalar, bu satıhları numaralanmış karelere ayırmalar nedir? Bütün bunlar bir esasın yahut birkaç esasın tatbikinde mübalağa etmek değil midir? Öyle esaslar ki insani desiselere ait aynı düşünceler silsilesine dayanıyor. Polis müdürü bunları uzun vazife senelerinde itiyat etmiş bulunuyor.

Görmüyor musunuz ki o, bir mektup saklamak isteyen her adamın mektubu ya sandalye ayağında burgu ile açılmış bir deliğe yahut hiç olmazsa tamamıyla garip bir kovuğa, bir köşeye koyacağına iki kere iki dört eder gibi hükmediyor. İşte bu fikirle burgu ile açılmış bir delikte mektup aramak için icat etmedikleri bir şey kalmıyor.

Yine görmüyor musunuz ki bu kadar orijinal saklama yerleri ancak alelade fırsatlarda kullanılır ve ancak alelade zekâlar buna müracaat eder. Çünkü böyle harisçe ve zoraki saklama yerlerinin tahmin edilmek imkânı vardır ve tahmin edilir. Hâlbuki keşif hiçbir vakitte anlama çabukluğu ile olmaz. Belki arayanın sabrı, dikkati ve kararıyla olur. Lakin mesele mühim olursa veyahut polisin nazarında mühim telakki edilirse ve mükâfat pek büyükse bütün bu güzel araştırmaların behemehâl muvaffakiyetsizlikle neticelendiği görülür. Şimdi ‘Çalınan mektup polis müdürünün araştırma sahası dâhilinde bulunsaydı veya diğer tabirle polis müdürünün prensipleri içinde, gizlenen yer hakkında ilham almak prensibi de olsaydı muhakkak surette mektubu bulurdu.’ diye söylediğim sözden ne demek istediğimi anladınız mı? Bununla beraber bu memur tamamen aldatılmıştır. Muvaffakiyetsizliğinin birinci ve esas sebebi, nazırın şairlikle şöhret bulması dolayısıyla bir deli olduğunu farz etmesidir. Polis müdürünün görüşüne nazaran her deli şairdir. Bundaki kabahati, yanlış bir tabiri umuma teşmil ederek,3 şairlerin deli olduğu sonucunu çıkarmasıdır.”

Sordum:

“Nazır hakikaten şair midir? Ben biliyorum ki bunlar iki kardeştir. Her ikisi de edebiyat âleminde tanınmıştır. Zannederim ki nazır diferansiyel ve integral hesap hakkında pek makbul bir kitap yazmıştır. O, şair değil matematikçidir.”

“Aldanıyorsunuz. Ben onu pek iyi tanırım. O hem şair hem matematikçidir. Şair ve matematikçi olduğu için iyi muhakeme eder. Sade matematikçi olsaydı hiç muhakemeli olamaz; polis müdürüne mağlup olurdu.”

Dedim ki:

“Böyle bir mülahaza beni hayrete düşürecek bir şeydir. Bütün dünya bunu doğru bulmaz. Birçok asırların olgun bir hâle getirdiği bir fikri tabii hiçe saymak istemiyorsunuz. Riyazi4 muhakemeye çoktan beri en hakiki muhakeme tarzı nazarıyla bakılmaktadır.”

Dupin, Chamfort’un bir sözünü naklederek cevap verdi:

“Bahse girişilecek bir hakikattir ki her umumi fikir, edinilen her umumi kanaat bir budalalıktır. Çünkü bu fikirler, bu kanaatler alelade insanların kanaatleridir. Teslim ederim ki matematikçiler bu söylediğiniz umumi yanlışlığı genelleştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Her ne kadar bu hatalar bir hakikat gibi ilan edilmişlerse de tamamıyla hatadan başka bir şey değildirler. Mesela: Daha iyi bir davaya layık bir maharetle onlar, bizi cebir muamelelerine ‘tahlil’ tabirini tatbik ettirmeye alıştırmışlardır. Bu ilmî hilekârlıkla en ziyade suçlanan Fransızlardır. Lakin lisanda tabirlerin hakiki bir ehemmiyeti olduğu kabul edilir ve kelimelerin kıymet-i sureti kullanımlarına göre takdir olunursa… Oh, o zaman Latince ‘ambitus’ (ambition) kelimesi, ‘ihtiras’ kelimesini; ‘religio’ (religion) kelimesi ‘din’ kelimesini; ‘homines konesti’ (honorablas) tabiri ‘haysiyetli’ insanlar sınıfını nasıl ifade ederse ‘tahlil’ (analyse) kelimesi de ‘cebir’i öyle ifade eder.”

Dedim ki:

“Görüyorum ki siz Paris’in birçok cebircileriyle mücadele edeceksiniz fakat devam ediniz.”

“Ben, soyut mantıktan başka herhangi hususi bir usul ile yürütülen muhakemenin sıhhatini ve binaenaleyh neticelerini inkâr ederim. Hususiyle riyazi bir usul ile yapılan muhakemeyi kabul etmem. Matematik, şekillerle miktarların ilmidir. Riyazi muhakeme basit mantığın şekle ve miktara tatbikinden başka bir şey değildir. Asıl büyük hata, tamamıyla cebrî hakikat denilen şeyleri umumi ve soyut hakikatler diye farz etmektedir. Bu hata o kadar büyüktür ki bunun umumi bir surette kabul edildiğini gördükçe hayretler içinde kalıyorum. Riyazi mütearifeler5 umumi hakikatleri ifade eden mütearifeler değildir. Miktar ve şekil itibarıyla hakikat olan bir şey mesela ‘ahlak’ta ekseriya fahiş bir hatadır. Bu son ilimde umumiyetle parçaların toplamı bütüne eşittir mütearifesi yanlıştır. Kimyada da bu mütearife hatalıdır. Aynı veçhile muharrik makinelerin takdiri için de yanlıştır. Çünkü muayyen iktidarda iki makine müştereken bir iş için kullanılsa bunların hasıl ettikleri iktidar behemehâl o iki makinenin tek başına haiz oldukları iktidarların toplamına eşit olmak lazım gelmez. Daha birçok riyazi hakikatler vardır ki ancak bir dereceye kadar doğrudurlar. Lakin matematikçiler muhakemelerini tashihi gayri kabil bir surette -sanki umumi ve kati bir tatbik kabiliyetleri varmış gibi- kendi ‘mutlak hakikat’lerine tevfik ediyorlar. Vakıa herkes de onları “mutlak hakikat” telakki ediyor. Briyant, ‘Mitoloji’ isimli şayanı dikkat kitabında bu hataların menşesini gösteriyor, diyor ki: ‘Putperestlik masallarına kimse inanmamakla beraber sanki canlı hakikatlermiş gibi mütemadiyen onlardan sonuçlara varacak kadar kendimizi unutuyoruz. Vakıa bizzat putperest olan cebircilerimiz bazı putperest masallarına inanıyor ve onlardan neticeler çıkarıyorlar. Bunun sebebi kendilerini unutmaktan ziyade anlaşılmaz bir zihin karışıklığıdır. Hülasa ben hakiki hiçbir matematikçi görmedim ki karekökleriyle eşitliklerinin haricinde kendisine itimat caiz olsun. Bir tek matematikçi görmedim ki ‘Px+x2’nin kati ve bila şart ‘q’ya eşit olduğuna gizlice iman etmiş olmasın. Eğer hoşunuza giderse tecrübe için bu efendilerden birisine ‘Px+x2’nin behemehâl ‘q’ya eşit olmaması ihtimali olduğuna inandığınızı söyleyiniz ve ne söylemek istediğinizi ona anlattığınız zaman onun kolunun yetişeceği yerden mümkün olduğu kadar süratle uzaklaşınız çünkü şüphesiz sizi tepelemeye çalışacaktır.’ ”

Son mülahazaları üzerine gülmemi zapt etmeye gayret ettiğim sırada Dupin sözüne devam ederek dedi ki:

“Demek istiyorum ki eğer nazır bir matematikçi olsaydı polis müdürü bana verdiği senedi imza etmeye mecbur olmazdı. Ben nazırı bir matematikçi ve bir şair olarak tanıyordum. Onun için nazırın bulunduğu hâl ve mevkiyi nazar-ı itibara alarak onun kabiliyetine göre tedbirlerimi aldım. Ben biliyordum ki bu bir saray adamı ve azimkâr bir entrikacıdır. Böyle bir adamın muhakkak surette polisin faaliyetini haber alacağını ve polisin kendine hazırladığı tuzağı tabii evvelden tahmin etmiş bulunacağını düşündüm. Hadiseler de bunu ispat etti. Kendi kendime ‘Evinde yapılacak araştırmaları da evvelden hesap etmiştir.’ dedim. Polis müdürünün gelecekte muvaffakiyetine yardımcı telakki ettiği o sık sık gece kaybolmalarına ben, polisin mektubun evde olmadığına kani olması için serbestçe araştırmaları kolaylaştırmak üzere yapılmış bir hile nazarıyla bakıyordum. Yine hissediyordum ki araştırmalar hâlinde polisin değişmeyen prensiplerine ilişkin bütün o düşünceler silsilesi -size bunu şimdi güçlükle anlatabilirim- işte bu düşünceler silsilesi tabiatıyla nazırın zihninden geçmişti. Bu hâlin onu, bütün bayağı ‘saklanacak yerlerden’ vazgeçmeye mecbur etmesi tabii idi. Bu adam, evindeki en karışık, en derin ‘saklanacak yerlerin’ polis müdürü tarafından kullanılan büyüteçler, burgular, sondalar karşısında, bir oda methali veya bir dolap kadar kolay keşfedilecek yerler olduğunu anlamayacak derecede akılsız olmayacağı şüphesizdi. Hülasa ben görüyordum ki onun, tabii bir meyle kapılmayınca gayet sade bir yol takip etmesi icap ederdi. Ben bu sırrın polis müdürünü bu kadar aciz bırakması ihtimal ki pek açık ve sade olmasından mütevellit olduğunu söylediğim zaman müdür nasıl bir kahkaha koparmıştı, hatırlarsınız.”

Dedim ki:

“Evet, kahkahasını pekâlâ hatırlıyorum. Hakikaten kendisine sinir nöbeti geliyor zannetmiştim.”

Dupin devam etti:

“Maddi âlem tamamı tamamına gayrı maddi âleme benzerliklerle doludur, işte bir istiare6 veya bir mukayesenin bir delili kuvvetlendireceği ve bir tavsifi güzelleştireceği hakkındaki edebî kanaate hakikat rengi veren de bundan başka bir şey değildir. Mesela: Atalet kuvveti prensibinin fizikî ve metafizikî mahiyetleri birbirinin aynıdır. Büyük cisimler küçük cisimlerden daha güç hareket ettirilir. Ve hareketin miktarı bu müşkülatla mütenasiptir. İşte şu söyleyeceğim misalde hareketin miktarı ne kadar müspetse, müşkülat da o kadar mümasildir: Büyük bir istidat sahibinin şuuru, o kadar istidadı olmayanların şuuruna nispetle daha şiddetli, daha sabit ve faaliyet itibarıyla daha arızalıdır. Hâlbuki istidadı az olanların şuurları, daha güçlükle faaliyete geçer ve daha ziyade tereddüt içinde bocalar. Diğer misal: Farkında mısınız? Mağaza levhaları içinde en ziyade nazarıdikkati celbeden hangileridir?”

1.Kaçık tabiatlı meşhur bir İngiliz tabibidir.
2.Proküst yatağının manası şudur: Eski Yunan esatirinde Proküst isminde bir haydut yolcuları soyar, hem demir bir yatak üstünde kebap edermiş, bu haydudu Teze, aynı işkence ile öldürmüş, edebiyatta başkalarının fikirlerini kendi fikriyle ölçenlerden bahsolunurken bu yatağa telmih edilir.
3.Teşmil etmek: Genelleştirmek. (e.n.)
4.Riyazi: Matematiksel. (e.n.)
5.Mütearife: İspatlanamayan ve ispatına gerek duyulmayan fakat doğruluğu kabul edilmiş önerme. (e.n.)
6.İstiare: Bir kelimenin manasını muvakkaten başka manada kullanmak veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de benzediği başka bir varlığın adını verme sanatına istiare denir. Cesur ve kuvvetli bir insana “aslan”, kurnaz bir kimseye “tilki” demekle istiare yapmış oluruz. (e.n.)
34 369,36 soʻm
Janrlar va teglar
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
Hajm:
4 Sahifa 8 illyustratsiayalar
ISBN:
978-625-6485-44-0
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi