Kitobni o'qish: «Arthur Gordon Pym’in Öyküsü»
JULES VERNE’İN SUNUŞU
Bilim kurgunun babası Jules Verne, edebiyat dünyasındaki öncülü Edgar Allan Poe’nun yapıtlarına saygı ve hayranlıkla yaklaşarak derinlemesine incelemekle kalmamış; Poe’nun tek romanı olan –ve ne yazık ki bitiremeden vefat ettiği için yarım kalan– “Arthur Gordon Pym’in Öyküsü” adlı eseri kendi stilince tamamlamak üzere kolları sıvayarak ortaya iki kitaplık “Buzlar Sfenksi”ni (Le Sphinx des Glaces / The Sphinx of the Ice Fields / 1897) çıkarmıştır.
Bu eserde Edgar Allan Poe’nun anlattığı Arthur Pym’in öyküsünün gerçekliği, Kaptan Len Guy’un, erkek kardeşinin “Jane” adlı gemideki akıbetini takip etmesine yardımcı olan ipuçları yaratacak biçimde olayların bir araya gelmesiyle gösterilir; kayboluşu sırasında Arthur Pym’in, güvertesinde bulunduğu geminin ta kendisidir bu. Bay Joerling’in çabaları sonucu, Halbrane mürettebatı, Jane’den sağ kalan olup olmadığını araştırmak üzere Antarktika’ya yolculuk etmeye ikna olacaktır…
Aşağıdaki yazıda da büyük söz ustası, hayranı olduğu Poe’nun bu benzersiz eserini, konuyu etraflıca irdeleyerek kaleme aldığı ayrıntılı giriş yazısından alıntılarla tanıtıyor.
* * *
“…Şimdi ise sıra, Poe’nun eserleri üzerine yaptığım bu çalışmayı yansıtacak romanda. En uzun öykülerinden daha da uzun ve şu başlığı taşıyor: “Arthur Gordon Pym’in Öyküsü”. Belki de olağanüstü öykülerinden daha insancıl, ancak olağanüstülük bakımından onlardan altta kalır yanı yok. Dramın doğası başta olmak üzere hiçbir yerde karşılaşılmayan durumlar sunuyor. Kararı siz vereceksiniz.
Poe, maceralarının hiçbir şekilde hayal ürünü olmadığını ispatlamak amacıyla, âdeta yazılanlara inanılsın diye, sözü geçen Gordon Pym’in bir mektubunu Bay Poe’nun adıyla imzalanmış gibi aktarmakla başlıyor; gerçekliklerin lehine bir sunum yapıyor. Fazla uzağa gitmeden bunların, mümkün olmasa bile, olası olup olmadığını göreceğiz.
Bir ressam kesinliğiyle ve uygun kelime seçimiyle, mutsuz adamın sanrılarını, hayallerini, tuhaf seraplarını, fiziksel ızdıraplarını, iç dünyasındaki sızlamalarını, boyarcasına tasvir ediyor Poe. “Konuşma yetisi gitmişti; beyni sulanıyordu; bu umutsuz anda, koca bir yaratığın patilerinin göğsüne bastırıldığını hissetti ve ışıl ışıl iki yuvarlak, pırıltılarını ona yöneltti; baş dönmesi tüm beynini kapladı. Okşama, sevgi ve sevinç gösterilerinin, bu karanlık yaratığın onu bordaya dek izleyen terranova cinsi köpeği Tiger olduğunu fark etmesini sağladığı sırada, deliliğin eşiğindeydi.”
Poe’nun, nasıl bir olaylar dizisiyle okuyucuyu hazırladığını görüyorsunuz; her şeye inanıyorsunuz ve sonraki bölümün başlığını okuduğunuzda içinizi bir ürperti kaplıyor: Kuduz Tiger.
Bordada neler olmuştu! Bir tayfa isyanı, kaptan ve yirmi bir adamın kurban olduğu bir kıyım… Bu korkunç sahneden sonra Grampus yoluna devam etmiştir. Romancımızın sözleriyle, sonraki maceralar, “insan tecrübesinin sicilinin tamamen dışında olaylar içerecektir; insanların inanma sınırlarını doğal olarak aşarken, sadece anlatacak olduğum hiçbir şeye inanılmayacağı umutsuzluğuyla devam ediyorum. En önemli ve en olanaksız iddialarımın doğrulanması için sadece zamana ve bilimin gelişimine güvenim olacaktır.”
Burada garip açlık sahneleri gelir karşımıza ve kilere ulaşmak için harcanan tüm çabalar boşa çıkar; tüm bunlar sürükleyici bir anlatımla betimlenmiştir. Bu pek yoğun acıların arasında, Poe’nun dehasına uygun, korkunç bir olay meydana gelir. Yazar, bizim şu ünlü Dumont d’Urville’in, l’Astrolabe ve la Zélée yolculuklarında kolayca kandırdığı Weddel’in çabalarından söz ederek, bu denizcilerin keşfinin tuhaf öykülemesini de yapmaktadır:
“18 Ocakta mürettebat, karada yaşadığı kuşku götürmeyen bir hayvanın vücudunu çıkardı.”
“Üç ayak uzunluğunda ve sadece altı parmak yüksekliğindeydi. Çok kısa dört bacağı, parlak bir lal renginde ve mercana benzeyen uzun tırnaklarla silahlanmış ayakları vardı. Vücudu yumuşak ve tümü aynı mükemmel beyazlıktaki tüylerle kaplıydı. Kuyruğu bir sıçanınki gibi ucuna doğru inceliyordu ve yaklaşık bir buçuk ayak uzunluğundaydı. Kafası bir kedininkini andırıyordu, kulakları hariç; onlar bir köpeğin kıvrık ve sarkık kulakları gibiydi. Dişleri tıpkı tırnakları gibi canlı kırmızı renkteydi.”
“‘Ülkenin içinde attığımız her adımda,’ dedi, ‘medeni insanlarca ziyaret edilen diğer tüm topraklardan farklı bir toprakta olduğumuz inancına kuvvetle varıyoruz.’”
“Gerçekten de ağaçlar, kavurucu sıcaklığa sahip bölgelerde yetişenlerin hiçbirine benzemiyordu. Kaya kütleleri ve katmanları yeniydi; su ise yine eşsiz bir doğa olayını gözler önüne seriyordu.”
“Var olan herhangi bir kireçli su kadar berrak olmasına karşın, berraklığın alışılmış görüntüsüne sahip değildi. Göze kırmızının olası tüm çeşitlerini sunuyordu, tıpkı ipeğin değişken yansıma ve parıltısı gibi…”
“Bu bölgenin hayvanları, en azından görüntü bakımından bilinen hayvanlardan tamamen farklıydı.”
“Uzun günler boyunca Gordon ve Peters, fındıkla beslenerek labirentin içinde yaşadılar; Gordon, üç uçurum ile sonlanan labirentin şeklini tam doğru olarak çizdi; hatta öyküsünde bu üç uçurumun resmi de yer alıyor, tıpkı ponza taşına kazınmışa benzeyen yarıkların reprodüksiyonu gibi.”
“22 Mart: Karanlıklar açıkça kalınlaşmıştı ve suların önümüze gerilmiş perdeye yansıyan aydınlığından daha yumuşaktı. Çok soluk beyaz renkteki devasa kuşlardan oluşan bir sürü, bu eşsiz örtünün ardında boyuna uçmaktaydı… O kataraktı aralayıp sanki bizi almak için oluşan bir girdabın çemberleri içine atıldık. Ama işte, yolumuzun ortasında, dünyada yaşayan kimsede görülemeyecek kadar büyük orantılara sahip örtünmüş bir insan figürü giyinmekteydi. Ve adamın derisinin rengi, karın mükemmel beyazlığındaydı.”
* * *
Ve öykü bu şekilde kesiliyor. Kim sonunu getirir ki? Benden daha gözü pek ve daha küstah biri, bu olanaksız şeyler arazisinde ilerleyecektir.
Bununla beraber, sonuçta bu garip yayını kendi yaptığına göre, Gordon Pym’in paçayı kurtarmış olduğunu düşünmek gerek; ama eserini tamamlayamadan ölüveriyor. Poe buna derinden üzülüyor ve boşlukların doldurulması görevini reddediyor.
İşte Amerikalı romancının önde gelen eserlerinin özeti. Bunları garip ve doğaüstü olarak nitelendirerek çok mu ileri gittim? Edebiyatta gerçekten yeni bir form yaratmadı mı? Onun kelimeleriyle ifade etmek gerekirse, ölçüsüz beyninin duyarlılığından kaynaklanan bir form?
Anlaşılmazlığı bir kenara bırakırsak, Poe’nun eserlerinde hayranlık duyulması gerekenler, durumların yeniliği, pek bilinmeyen olguların tartışılması, insanın anormal özelliklerinin gözlenmesi, nesnelerinin seçimi, kahramanlarının hep garip olan kişilikleri, onların hastalıklı ve sinirli huyları, kendilerini tuhaf ünlemlerle ifade etme tarzlarıdır. Ve bu arada, tüm bu imkânsızlıkların ortasında, bazen okuyucunun saflığını ele geçiren bir gerçeğe uygunluk da vardır.
Şimdi dikkati bu öykülerin materyalist taraflarına çekmeme izin verin. Asla beklenmedik müdahaleler hissedilmiyor; Poe, bunu itiraf edeceğe benzemiyor ve her şeyi fizik kanunlarıyla açıklarmış gibi yapıyor, ki gerektiğinde gerçekten icat da ediyor. Bu sefer de doğaüstü olana -sürekli- hayranlığının vermesi gereken hava hissedilmiyor. Tabiri caizse istemeye istemeye fantezi yapıyor, zira bu mutsuz adam materyalizmin bir başka havarisidir. Ancak bence bu kendi huyundan çok, Birleşik Devletler’in safça pratik ve endüstriyel olan halkının etkisinin suçu. O, Amerikalı pozitif insan üzerine yazdı, düşündü, hayal kurdu; bu eğilimleri göz önüne alarak, eserlerine hayranlıkla bakıyoruz.
Olağan dışı öykülerinden, Edgar Poe’nun içinde yaşadığı sürekli bir aşırı coşkunluğu kestirebiliyoruz. Ne yazık ki doğası ona yetmemekteydi ve aşırılıkları ona kendi sözleriyle korkunç alkol hastalığını vererek, sonunda da ölümüne neden oldu.”
Jules VERNE
Ön Söz
Birkaç ay önce, güney denizlerinde ve daha başka bölgelerde başıma gelen, ileriki sayfalarda anlatacağım olağanüstü serüvenlerden sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne geri döndüğümde, tesadüfler sonucu Virginia Richmond’da birkaç centilmenin oluşturduğu bir toplulukla tanışmıştım. Kendileri bulunduğum yerlerle ilgili olaydan çok etkilenmişlerdi ve bunları yazmamın görevim olduğu hususunda beni mütemadiyen zorlamaktaydılar. Ancak bunu nazikçe reddetmemin bazı sebepleri vardı, ki bunların bir bölümü, diğerleri pek o kadar olmasa da benden başka hiç kimseyi ilgilendirmeyen özel nedenlerdi. Beni engelleyen bu düşüncelerden birisi, yokluğumun büyük bir bölümünde günlük tutmamış olmamdı; sadece kafadan yazmaktan ve gerçeğin görüntüsünü yansıtacak ince unsurları atlamaktan ve hayal kurma yeteneğimizi etkileyen olayların detaylarına inerken, hepimizin meyilli olduğu o doğal ve kaçınılmaz abartmayı engelleyememekten korkuyordum. Bir diğer neden de anlatacağım olayların son derece fevkalade bir tabiata sahip olması ve iddialarımı destekleyecek melez bir yerliden başka kimsenin olmayışıydı. Bu durumda yalnızca ailemin ve hayatım boyunca doğru sözlülüğümden kuşku duymamış arkadaşlarımın bana inanmasını bekleyebilirdim. Büyük olasılıkla insanların çoğunluğu, anlattığım olayları arsızca ve ustaca uydurulmuş bir hikâye olarak göreceklerdi. Bütün bunların ötesinde, arkadaşlarımın önerisine uymamı prensipte engelleyen en büyük neden, bir yazar olarak kendi yeteneklerime olan güvensizliğimdi.
Virginia’daki bu baylar arasından, hikâyemin özellikle Antarktik Okyanusu’nda geçen bölümüne büyük ilgi gösteren birisi de o aralar Richmond’da Thomas W. White tarafından aylık olarak yayınlanan “Southern Literary Messenger” adlı bir derginin editörlüğünü yapmakta olan Bay Poe idi. Diğerleri gibi o da bana gördüklerimi, başımdan geçen olayların tamamını hemen yazıya dökmem için ısrar ediyordu. Halkın zekâsına ve sağduyusuna güvenmemi tavsiye ediyor, yazarlık olayına değinerek kitabımın ne kadar acemice olursa o kadar beğenileceğini, kaldı ki eğer varsa böyle bir acemiliğin onu daha da inandırıcı yapacak bir özellik olacağını büyük bir inandırıcılıkla savunuyordu.
Bu cesaretlendirmeye rağmen önerisini yerine getirmeye hâlâ karar verememiştim. Daha sonraları Bay Poe benim bu işin üzerine düşmediğimi anladığından, hikâyemin başlangıç bölümlerini benim ona anlatacağım gerçeklerden oluşturmak ve Messenger’da hikâye kisvesi altında yayınlamak üzere kendisine izin vermemi önerdi. Bir engel görmediğimden, gerçek adımın kullanılmaması şartıyla buna razı oldum. Bu güya uydurma hikâyelerden ikisi sırayla Messenger’ın Ocak ve Şubat 1837 nüshalarında yayınlandı ve tamamen kurgulanmış görünümü vermek için derginin içerik bölümüne Bay Poe’nun ismi iliştirildi.
Oynadığımız bu oyunun ortaya çıkardığı sonuç sonunda beni, söz konusu hikâyenin diğer bölümlerini düzenli bir şekilde yazma işini üstlenmem için cesaretlendirmişti. Çünkü gördüğüm kadarıyla Messenger’da yayınlanan ve aslında tek bir kelimesi değiştirilmeyen hikâyenin arasına serpiştirilmiş masalsı hava bile, okuyucuların onu masal olarak görmelerine yol açmamıştı. Zaten Bay Poe’nun adresine gönderilen birçok mektup da bu görüşün aksini ispat ediyordu. O zaman şu neticeye vardım: Hikâyede tasvir edilen olaylar kendi gerçeklerini kanıtlar bir şekilde anlatılacaktı ve dolayısıyla sonuçta inanılmazlık konusunda endişe duymam gerekmeyecekti.
Bu açıklık getirildikten sonra, anlatılacak olayların ne kadarını benim yazdığım hemen anlaşılacaktır. Aynı zamanda Bay Poe’nun yazdığı ilk birkaç sayfada gerçekleri çarpıtmadığı da görülecektir. Messenger’ı okumamış olanlar için bile Bay Poe’nun nerede bitirdiğini, benim nerede başladığımı anlatmaya gerek olmadığı gibi, zaten üsluplardaki farklılık kolaylıkla ayırt edilecektir.
A.G. Pym
1. BÖLÜM
Adım Arthur Gordon Pym. Babam, doğduğum yer olan Nantucket’deki deniz depolarında çalışan saygıdeğer bir tüccardı. Anne tarafından büyük babam ise iyi bir bölgede dava vekiliydi. Hayatta şansı hep yaver gitmişti ve önceden Edgarton New Bank adıyla bilinen bankanın hisse senetlerini oldukça iyi değerlendirerek, bunlarla ve daha başka yollarla oldukça iyi bir servet yapmıştı. Zannederim hayatta hiç kimseye bana duyduğu kadar bir yakınlık duymamıştı. Ben de kendisinin ölümü hâlinde sahip olduğu servetin çoğunu miras olarak almayı bekliyordum. Büyük babam altı yaşındayken beni, yaşlı ve tuhaf davranışları olan ve New Bedford’u ziyaret etmiş olan herkes tarafından çok iyi tanınan, Bay Rickett adında tek kollu bir adamın okuluna göndermişti. Bay E. Ronald’ın tepedeki akademisine gidene kadar, onun okulunda kaldım. Burada, genellikle “Lloyd ve Vredenburg” adlı bir firmanın hizmetinde sefere çıkan Kaptan Bernard’ın oğluyla çok yakın arkadaş olmuştum. Bay Bernard da New Bedford’da çok iyi tanınıyordu ve eminim ki Edgarton’da da birçok akrabası vardı. Oğlunun adı Augustus idi ve benden hemen hemen iki yaş daha büyüktü. Babasıyla beraber John Donaldson gemisinde bir balina avı seferine çıkmıştı ve bana Güney Pasifik Okyanusu’nda yaşadığı maceraları anlata anlata bitiremiyordu. Eve sık sık onunla beraber gidiyor ve bütün gün, bazen de bütün gece evde beraber kalıyorduk. Aynı yatağı paylaşıyorduk ve Augustus sabahları gün ışıyana kadar bana hep yolculuklarında ziyaret ettiği Tinian Adası’ndaki yerlilerin ve daha başka yerlerin hikâyelerini anlatıyordu. Sonunda kendimi tutamaz olmuştum ve artık ben de denizlere açılmak için içimde müthiş bir arzu duymaya başlamıştım. Ariel adında, yaklaşık yetmiş beş dolar değerinde bir yelkenlim vardı. Yarım güverteli ve küçük kamaralı bir tekneydi bu ve şalupa tarzı yelken donanımlıydı. Tonajını unutmuşum, fakat içinde kalabalık yapmadan on kişi alabiliyordu. Bu gemiyle dünyanın öyle olmadık, öyle çılgın yerlerine giderdik ki aslında şimdi düşündüğüm zaman hayatta kalmış olmama hâlâ binlerce kez hayret ediyorum.
Bu serüvenlerden birine daha uzun ve çok daha önemli bir hikâyeye giriş yapmak için değineceğim. Bir gece Bernardların evinde bir parti verilmişti ve Augustus’la beraber ben de partinin sonlarına doğru iyiden iyiye sarhoş olmuştuk. Böyle durumlarda her zaman yaptığım gibi, eve gitmektense onun yatağının bir köşesine ilişiverirdim. Parti sabaha doğru bir civarında bittiği için, tahmin ettiğim gibi Augustus, o çok sevdiği hikâyesinden bir kelime bile bahsetmeden, sessiz sedasız uyuyakalmıştı. Yatağa gireli yarım saat olmuştu ki tam derin uykuya dalacağım sırada Augustus aniden ayağa fırlayarak, güneybatıdan esen böylesine muhteşem bir rüzgâr varken dünyanın bütün Arthur Pymleri bir araya gelse de uyumayacağına dair müthiş bir yemin savurdu. Hayatımda böylesine şaşırdığımı hatırlamıyorum. Ne demek istediğini bilmiyordum. Yine de o soğukkanlılıkla konuşmaya devam ederek, sarhoş olduğunu düşündüğümü pekâlâ bildiğini, fakat hayatında hiç bundan daha ayık olmadığını söyledi. Sadece böyle güzel bir gecede tavuk gibi pineklemekten sıkıldığını, kalkıp giyinmeyi ve gemiyle eğlenceye gitmeyi kafasına koyduğunu anlattı. Nasıl olduğunu anlatamayacağım, ama bu sözlerin ağzından dökülmesiyle beni öyle müthiş bir heyecan sardı ki sanki bu çılgınca fikir bana dünyanın en eğlenceli şeyiymiş gibi gelmişti. Hava, ekimin sonlarına yaklaştığımız için buz gibiydi ve dışarıda fırtınaya yakın bir rüzgâr esiyordu. Buna rağmen yataktan zevkle fırlayarak benim de onun kadar cesur olduğumu, yatakta tavuklar gibi yatmaktan en az onun kadar sıkıldığımı, eğlence ve şenliğe Nantucket’in tüm Augustus Barnardları kadar hazır olduğumu söyledim.
Hiç vakit yitirmeden giyindik ve bir çırpıda gemiye gittik. Gemi, Pankey ve Ortakları şirketinin kerestelerinin bulunduğu alanın yanındaki en çürük rıhtımda, bordasını çarpa çarpa âdeta kaba kütüklerin üzerinde bırakarak bekliyordu. Augustus gemiye girdi, neredeyse yarıya kadar suyla dolmuş geminin suyunu boşalttı. Ardından flok1 ve ana yelkeni açarak pupa yelken yola çıktık.
Rüzgâr daha önce de söylediğim gibi güneybatıdan esiyordu. Gece alabildiğine berrak ve soğuktu. Augustus dümendeyken ben de ana direğin yanında güverteye yerleştim. Rıhtımdan ayrılalı beri daha birbirimize tek laf bile etmemiş ve büyük bir hızla yol almıştık. Arkadaşıma şimdi rotamızın hangi istikamete doğru olacağını ve ne zaman geri dönmemizi uygun bulduğunu sordum. Birkaç dakika boyunca ıslık çaldıktan sonra bana haşince, “Ben denize gidiyorum, sen istersen dönebilirsin.” dedi. Gözlerimi ona çevirdiğimde hemen farkına vardım ki kayıtsız görünmesine rağmen aslında heyecan içindeydi. Şimdi ay ışığı altında onu açık seçik görebiliyordum. Yüzü kâğıt gibi bembeyazdı. Ellerinin zangır zangır titremesinden dümenin yekesini bile tutmaktan acizdi. Bir şeyler döndüğünü anlamış ve ciddi bir şekilde kaygılanmaya başlamıştım. O zamanlar gemiyi idare etmek için yeterli bilgiye sahip değildim ve tamamen arkadaşımın gemicilik tecrübelerine güveniyordum. Rüzgâr da aniden kuvvetlenmişti ve hızla karadan uzaklaşmaya başlamıştık. Buna rağmen korktuğumu göstermeye utanıyordum ve belki de yarım saat boyunca, kararlı bir sükûnetle bekledim. Ancak daha sonra, artık dayanamadım ve Augustus’a geri dönmemizin uygun olup olmadığını sordum. Daha önce olduğu gibi, ne söylediğimin farkına varması neredeyse bir dakikayı buldu. “Neredeyse.” dedi sonunda, “Vakit tamam, neredeyse döneceğiz eve.” Aslında buna benzer bir cevap bekliyordum ben de fakat sesinin tonundaki gariplik bir anda içimi tarifi imkânsız bir korkuyla doldurmuştu. Tekrar dikkatle kendisine baktım. Dudakları soğuktan mosmor kesilmişti, hele dizleri öylesine şiddetle birbirine çarpıyordu ki sanki güçlükle ayakta durabiliyor gibiydi. Fena hâlde ürkmüştüm artık. “Tanrı aşkına, Augustus!” diye haykırdım. “Ne oluyor sana? Sorun nedir? Ne yapmak istiyorsun? Neyin var?” diye kekeledi büyük bir şaşkınlıkla ve aynı anda dümen yekesini bıraktı, öne doğru kaykılıp geminin dibine düştü. “Sorun… Ne sorunu? Hiçbir sorun yok. Eve gidiyoruz işte, gö… gö… görmüyor musun?” Gerçek o anda tüm çıplaklığıyla beynimde çakıverdi. Atıldım ve onu ayağa kaldırdım. Sarhoştu, hem de zil zurna. Ne ayakta durabilecek hâli vardı… Ne konuşabilecek, ne de görebilecek. Bakışları cam gibiydi; umutsuzluk içinde onu bırakıverdiğimde bir kütük gibi düşüp az önce içinden çıkardığım karina2 suyunun dibini boyladı. Gece boyunca benim tahmin ettiğimden çok daha fazla içmişti besbelli. Yataktaki hâli de yüksek dozda alkol almış olmanın ortaya çıkardığı bir durumdu. Sıklıkla kurbanı bütün akli melekeleri yerindeymiş gibi göstererek onu cesur ve atılgan yapan ve olmadık işlere kalkışmasına yol açan delilik gibiydi bu. Ama gecenin ayazı her zamanki etkisini ortaya koyarak o zihinsel enerjiyi geriletmeye başlamıştı. Üstelik içinde bulunduğu tehlikeyle ilgili olarak karmakarışık durumdaki algısıyla sezdikleri de felaketi iyice hızlandırmıştı. Şimdi artık tamamen kendinden geçmişti ve kim bilir kendine gelmesi belki saatler alacaktı.
Duyduğum dehşet aklın alamayacağı boyutlardaydı. Aldığım alkolün son zerresi de işlevini yitirdiği için şimdi iki misli kararsız ve şaşkındım. Gemiyi yönetmekten tamamıyla aciz olduğumu ve şiddetli bir rüzgârla kuvvetli bir cezir dalgasının bizi hızla felakete doğru sürüklediğini biliyordum. Arkamızda bir fırtınanın yaklaştığı apaçıktı; ne pusulamız ne de yiyeceğimiz vardı. Şimdiki rotayla devam edersek de gün ağarmadan kayıplara karışacağımız aşikârdı. Bu ve buna benzer sürüyle dehşet verici düşünce, şaşırtıcı bir hızla kafamdan geçerek bir süre için beni âdeta felç edip harekete geçmemi engelledi. Gemi, ne flok ne de ana yelkeni almadan, baş omuzluğu tamamen köpüklere gömülmüş bir hâlde, rüzgârın önünde korkunç bir hızla ilerliyordu. Augustus, duman yekesini anlattığım şekilde bırakmışken ve ben de aşırı panik yüzünden kontrolü ele almayı akıl edemezken, teknenin bir tarafa fazla yaslanıp kalmaması doğrusu büyük mucizeydi. Her nasılsa, şansın da yardımıyla gemi dengesini korudu ve ben de bir dereceye kadar aklımı başıma toplayabildim. Yine de rüzgâr hâlâ korkutucu bir şekilde hızlanmaktaydı. Gemi dalgaların ileri doğru fırlatmasıyla havaya yükseldiği zamanlar, deniz geminin kıç tarafını yalayıp içeri düşerek bizi sırılsıklam hâlde bırakıyordu. Vücudum artık hiçbir uzvumu hissedemeyeceğim derecede uyuşmuştu. Sonunda bütün cesaretimi toplayıp koşarak mayistra yelkenini boylu boyunca aşağı indirdim. Tahmin edileceği gibi, yelken sudan sırılsıklam olmuş bir vaziyette pruvanın üzerinden uçtu ve geminin direğini de kırıp bordaya dek sürükledi. Bu son kaza beni ani bir mahvoluştan kurtarmıştı. Flok yelkeninin altındaydım şimdi. Zaman zaman, kıç tarafından gelen sular başımdan aşağı geçiyor olsa da her şeye rağmen ani ölüm tehlikesinden kurtulmuş olarak uğuldayan rüzgâra karşı duruyordum. Sonra dümeni ele geçirdim ve hâlâ son bir kurtuluş şansımız olduğunu düşünerek daha rahat bir nefes aldım. Augustus, hâlâ geminin dibinde baygın yatıyordu. Düştüğü yerde suyun derinliği neredeyse üç-dört karışı bulmuştu ve muhtemel bir boğulma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Kısmen de olsa onu kaldırmayı becerdikten sonra, oturur pozisyonda tutarak belinin etrafından bir ip geçirip küçük kamaranın gövdesindeki halkalı cıvataya bağladım. Böylece içinde bulunduğum panik hâliyle ve soğuktan donmuş bir durumda her şeyi elimden geldiğince ayarladıktan sonra, kendimi Tanrı’ya emanet ettim. Artık olabilecek her şeye karşı bütün kuvvetimle göğüs germeye hazırdım.
İşte tam bu karara vardığım esnada, sanki binlerce canavarın gırtlağından kopup yükselen şiddetli ve uzun bir haykırış geminin etrafını ve üstünü tümüyle kapladı. O anda tattığım o yoğun dehşet hissini yaşadığım sürece unutmam mümkün değil. Saçlarım diken diken olmuş, kanım âdeta damarlarımda donmuş, kalbimse ha durdu ha duracak gibiydi. Daha kafamı bile kaldırıp beni bu denli dehşete düşüren şeyin ne olduğunu anlamadan, bilincimi yitirerek yerde baygın yatan arkadaşımın üzerine boylu boyunca yığılmışım.
Ayıldığımda kendimi, Nantucket’e bağlı “Penguen” adlı büyükçe bir balina gemisinin kamarasında buldum. Başıma bir dolu insan üşüşmüştü. Augustus da bir ölününkinden daha soluk görünen bir suratla ellerimi ovuşturmakla meşguldü. Gözlerimi açtığımı görünce sergilediği minnet ve sevinç gösterisi, etrafımda toplanmış kaba saba adamların kâh kahkahalara, kâh gözyaşlarına boğulmasına neden olmuştu. Sonra nasıl olup da hayatta kalabildiğimiz bize anlatıldı. Nantucket’e bir an evvel varabilmek için bütün yelkenlerini açmış hâlde ve bizim rotamızla aynı istikamette ilerleyen bir balina gemisi bize çarpmıştı. Gemide birkaç adam gözcülük yaptığı hâlde, çarpışma kaçınılmaz olana dek bizim farkımıza varamamışlardı. Beni o anda dehşete düşüren o haykırışlar, meğer bizi uyarmak için bağıran gözcülerin çığlıklarıymış. Bana anlatıldığına göre, bizim ufak yelkenli nasıl ki bir tüyün üzerinden kolayca geçerse, bu devasa gemi de bizim üzerimizden aynı şekilde geçmiş, hatta bu sırada rotası bile değişmemişti. Gerçi bizim çelimsiz gemi, yok edici tarafından yutulurken, bir an için gövdelerin sürtünmesinden, rüzgâr ve denizin kükremesine karışmış ufak bir gıcırtı sesi duyulmuştu, ama hepsi buydu işte. Bunun dışında kurbanlık geminin güvertesinden tek bir çığlık bile yükselmemişti. Bizim gemiyi (Hatırlanacağı gibi artık ana direği yoktu.) şimdi başıboş bir deniz kabuğu olarak gören kaptan, (New London’dan Kaptan E.V.T. Block) bu mesele hakkında fazla kafa yormaya gerek görmeden yola devam etmekten yanaydı. Ama şans eseri iki gözcü, bizim geminin dümeninde birilerini gördüklerine yeminler etmiş ve kurtarılma şansları olduğunda ısrar etmişlerdi. Akabinde çıkan tartışmada kaptan sinirlenmiş ve bir süre sonra, Herhâlde hayatı boyunca yumurta kabuklarına dikkat etmekle uğraşamayacağını, bunun kendisini ilgilendirmediğini ve geminin böyle saçma sapan şeylerle oyalanamayacağını, dahası eğer birisi yaralanmışsa bunun kendi suçu olduğunu söylemişti. Ancak ikinci kaptan Henderson olaya karışmış ve ruhsuz vahşetin bu derece aşağılık bir örneğini yansıtan böyle bir konuşmaya, tüm mürettebatın da desteklediği haklı bir infialle karşı çıkmıştı. Adamların da kendisini desteklediğini görerek, kaptana onu darağacı için çok uygun bir aday olarak gördüğünü ve karaya adım atar atmaz asılacağını bilse bile emirlerine uymayacağını dobra dobra söylemişti. Sonra, kıça doğru yürümüş ve beti benzi atan kaptanı bir tarafa doğru iteleyip dümeni kaparak kararlılıkla emretmişti: “Orsa alabanda3” Adamlar bunun üzerine yerlerine koşturmuşlar ve gemiyi düzgünce döndürmüşlerdi. Bütün bu olaylar beş dakika içinde olup bitmişti ve herhâlde bir kimsenin bu kadar kısa bir zamanda kurtarılabilmesi imkân sınırlarını zorluyordu. Ama okuyucunun da gördüğü gibi ben de Augustus da kurtarılmıştık ve bunu aklın alamayacağı iki şanslı olaya borçluyduk ki inanç sahibi ve ferasetli insanlar bunun Tanrının özel bir ihsanına bağlıyorlardı.
Gemi henüz orsa alabanda hâlindeyken kaptan küçük filikayı denize indirip, tahminimce beni dümende görüp bağıran o iki tayfayla birlikte, içine atlamıştı. Gemi henüz rüzgâr altını terk etmişti ki Henderson, adamlarına kürekleri siya4 etmelerini haykırmaya başlamıştı. Gemi rüzgâra doğru iyice kaykılmıştı ve artık Henderson’un ağzından başka hiçbir şey duyulmuyordu, “Kürekler siya, kürekler siya!” Adamlar emri bütün hızlarıyla yerine getirmeye çalışıyor, o arada gemideki tayfaların hep beraber çabalayarak indirmeye çalıştıkları yelkene rağmen, gemi tam bir dönüş yapmış. Tam o sırada geminin sancak tarafı büyük bir yalpalanmayla omurgasına kadar suyun üstüne çıkınca, ikinci kaptanın endişesinin nedeni anlaşılmış. Bir insan bedeninin, geminin düzgün ve pırıl pırıl parlayan (Penguen’in altı bakır şeritlerle sağlamlaştırılmıştı.) karinasına çok tuhaf bir biçimde bağlandığı ve teknenin her hareketinde gövdeye şiddetle çarpmakta olduğu görülmüş. Dalgaların gemiyi yalpalatarak sarsmasına ve filikanın muhtemel batma tehlikesine rağmen, birkaç başarısız denemeden sonra, sonunda bu perişan hâlimden kurtarılmış ve gemiye alınmışım, zira o beden benimkiymiş. Anlaşılıyordu ki cıvatalardan biri bakır gövdede bir delik açarak benim geminin altından geçip sürüklenmemi durdurmuş ve mucizevi bir şekilde beni geminin dibinde tespit etmiş. Cıvatanın başı, üzerime giydiğim kaba yünlü yeşil ceketin yakasını delerek, sağ kulağımın tam altındaki bir çift kas dokusunun ortasına girmişti. Her ne kadar hayat belirtisi namına hiçbir şey gösterememişsem de kurtarılır kurtarılmaz hemen yatağa yatırılmışım. Gemide doktor yoktu. Bununla beraber kaptan, herhâlde daha önceki gaddar davranışından dolayı tayfalara kendini affettirmek için, bana elinden gelen bütün ihtimamı göstermişti.
Henderson neredeyse kasırgaya dönüşen rüzgâra rağmen gemiyi tekrar yola çıkarmıştı. Daha birkaç dakika geçmeden bizim geminin parçalarına rastlamış ve akabinde yanındaki adamlardan birisi kükreyen fırtınanın ortasındaki aralıklarda sanki bir imdat çağrısı duyduğunu iddia etmişti. Böylesine dayanıksız bir filikayla denizdeki her dakikanın kendilerine çok olası bir felakete mal olacağını bildikleri hâlde cesur denizciler, kaptanın geri dönmeleri için yaptığı bütün uyarılara rağmen yarım saati aşkın bir süre boyunca arayışlarını sürdürmüştü. Aslında bindikleri o küçücük filikanın suda bir anda parçalanmadan nasıl idare ettiğini anlamak imkânsız gibiydi. Ama filika aslında balina avı için yapılmıştı ve tahmin ediyorum ki Galler sahillerinde kullanılan bazı kurtarma botları gibi hava boşluklarıyla inşa edilmişti.
Bahsedilen süre kadar nafile araştırmadan sonra artık geriye dönüş için kesin karara varılmıştı ki tam o anda yakınlardan, suyun üstündeki karanlık bir nesneden zayıf bir çığlık yükselmişti. Adamlar çığlığı takip ederek nesneye yanaştı. Bu Ariel’in ambarının tamamıydı. Augustus hemen yanı başında çırpınıyor ve görünüşe göre artık can çekişiyordu. Kendisini yakaladıkları zaman, bir iple suyun üstünde yüzen tahtaya bağlanmış olduğunu gördüler. Bu ip, hatırlanacağı gibi onu dikey vaziyette tutabilmek için belinin etrafına dolayıp sonra da halkalı cıvataya bağladığım ipti ve görünüşe göre, bu, hareketim sonuçta onun hayatını kurtarmıştı. Ariel, dayanıksız bir biçimde inşa edilmişti ve doğal olarak batarken parçalara ayrılmıştı. Ambar bloğu ise tahmin edileceği üzere suyun itmesiyle ana gövdeden ayrılarak diğer bazı parçalarla beraber su yüzüne fırlatılmıştı; tabii Augustus da onunla birlikte yukarı fırlayarak feci bir ölümden dönmüştü. Başına gelenleri anlatabilmesi veya gemimizin uğradığı akıbeti kavrayabilmesi ancak Penguen’e çıkarıldıktan bir saat sonra gerçekleşebildi. Nihayet kendine geldiğinde sudayken başına gelenlerin çoğunu anlattı. Bilincini kazanmaya başladığı zaman kendini suyun altında, boynunun etrafına birkaç kez dolanmış bir iple akıl almaz bir hızla aşağıya doğru çekilirken bulmuştu. Hemen sonrasında ise yüzeye çıkmaya başlamış, fakat kafasını sert bir cisme şiddetle vurarak tekrar kendini kaybetmişti. Sonunda yine ayıldığında bilinci hâlâ zayıf ve şaşırmış bir hâlde olmasına rağmen, şimdi biraz daha toparlanmıştı. Artık bir kazaya uğradığını ve ağzı suyun üstünde olsa da vücudunun suyun içinde olduğunu ve kısmen de olsa nefes alabildiğini biliyordu. Muhtemelen bu esnada kamara rüzgârın önünde hızla savrularak kendisini suda sırtüstü yatar bir pozisyonda peşi sıra sürüklüyordu. Tabii bu pozisyonu koruyabildiği sürece boğulması neredeyse imkânsızdı. O anda büyük bir dalga kendisini çaprazlamasına kamaranın üzerine fırlatmış, o da burada tutunmaya çalışarak aralıklarla yardım için bağırmıştı. Henderson tarafından fark edilmeden hemen önce ise, takatsiz kaldığı için tutunmayı bırakıp kendini ölüme terk edercesine denize koyuvermişti. Bütün bu mücadele boyunca ne başına gelenlerin neyle ilgili olduğunu, ne de Ariel’i hatırlayabilmişti. Bütün akli melekelerini belirsiz bir korku ve umutsuzluk kaplamıştı. Sonunda gemiye çıkarıldığı zaman bilinci son noktasına kadar yitikti. Daha önce de söylediğim gibi, Penguen’e alındıktan ancak bir saat kadar sonra durumun tamamıyla farkına varmıştı. Bana gelince, üç buçuk saat süreyle akla gelebilecek her türlü metot beyhude yere denendikten sonra, Augustus tarafından önerilen, sıcak yağa daldırılmış fanilayla yapılan kuvvetli bir masaj sonunda ölümün tam kıyısından tekrar hayata döndürülmüştüm. Boynumdaki yaranın izleri çirkin görünümüne rağmen fazla önemli bir sorun çıkarmadan bir süre sonra tamamen geçmişti.