Kitobni o'qish: «Zalimane Bir İdam Hükmü»
ÖN SÖZ
Bu kitap, bir belgedir. 1920 yılında yaşanmış gerçek bir olay… Mütareke yıllarında Ali Rıza ve Salih Paşa hükûmetlerinde Dâhiliye Nazırı olan Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın Nemrut Mustafa Paşa Divanıharbi’ndeki yargılamasının öyküsü…
Yıl 1920. Ebubekir Hâzim Bey, kısa bir süre önce nazırlık makamından ayrılmıştır. O günlerde İstanbul tam anlamıyla işgalcilerin eline geçmiş, işbaşına bir kez daha Damat Ferit gelmiştir. Yeni hükûmet, Ankara’da başkaldıran Kuvayımilliyecilere düşmandır. Hâzim Bey’i, Bursa Valiliği ve Dâhiliye Nazırlığı sırasında Kuvayımilliye’ye yardım etmek suçuyla tutuklayıp Sultanahmet Cezaevi’ne kapatmıştır.
Suçu büyüktür Hâzim Bey’in! İddianamede “Kuvayımilliye unvanı altında çıkarılan fitne ve fesadın mürettip ve müşevviklerinden” olduğu ileri sürülerek idamı istenmektedir. Günlerce süren duruşmalarda Hâzim Bey’den hesabı sorulan bir ikinci konu da Abdülhamid’in tahttan indirilmesi olayıdır. O tarihte İstanbul Şehremini olan Hâzim Bey’in Yıldız Sarayı Komisyonunda görevli olmasıdır.
“Zalimane Bir İdam Hükmü” adlı bu kitapta, Hâzim Bey bu duruşmayı ve hapishanede geçen ayları, idama mahkûm oluşunu, idamlıklara ayrılan hücrede bir gece geçirişini, sonunda yeni Sadrazam Tevfik Paşa’nın kurduğu Hurşit Paşa Divanıharbi’nde suçsuz görülerek özgürlüğe kavuşmasını anlatıyor. Roman akıcılığıyla yazılan bu anılar bir dönemin gerçek yüzünü tam bir gerçekçilikle yansıtmaktadır.
Bilindiği gibi Ebubekir Hazım Tepeyran ülkenin pek çok ilinde vali olarak görev yapmış, Danıştay üyeliğinde, şehreminilikte bulunmuş, üç dönem Niğde milletvekili seçilmiş, büyük idare adamlarındandır.
Ayrıca ilk kez Anadolu köylerinin gerçek yaşantısını, yoksulluğunu, bakımsızlığını “Küçük Paşa”1 adlı romanında sergilemiş usta bir yazardır. 1910 yılında basılan bu roman Anadolu köylülerinin yaşantısını belge niteliğinde yansıtan yapıttır. Hâzim Bey’in “Hatıralarım” adlı yapıtı da bugüne dek yayınlanmamış bölümleriyle birlikte okurlara sunulacaktır.
“Zalimane Bir İdam Hükmü”nü belgesel bir roman olarak, ibretle, aynı zamanda bir yazın yapıtının verdiği tatla okuyacağınızı umarım.
Oktay AKBAL
Ebubekir Hâzim Tepeyran
(Niğde 1854-İstanbul 1947)
Rüştiyeyi bitirdikten sonra devlet hizmetine girdi. Çeşitli görevlerde kendini yetiştirdi. 1896’da atandığı Dedeağaç Mutasarrıflığında başarılı olunca Musul, Manastır, Bağdat valiliklerini üstlendi. 1903’te Şûrayı Devlet üyeliği yaptı. 1908’den sonra Sivas ve Ankara Valiliklerinde bulundu; İstanbul Şehremini oldu. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra Yıldız Sarayı’ndan çıkarılarak Selanik’e gönderilirken, saraydaki kıymetli eşyayı toplayarak Harbiye Nezaretine teslim eden Yıldız Komisyonunda görev aldı. Daha sonra Hicaz ve iki kez Beyrut Valiliğinde bulundu. İki kez de Bursa Valiliğine atandı.
(Aralık 1918-Mart 1919/Ekim 1919-Şubat 1920) Bursa’da güvenliği sağlamada büyük başarı gösterince Balıkesir ve İzmit sancaklarının güvenliklerini sağlama görevini de üstlendi. Daha sonra Ali Rıza Paşa, Salih Hulusi Paşa hükûmetlerinde Dâhiliye Nazırlığı yaptı (Şubat-Nisan 1920). Damat Ferit Paşa döneminde Nemrut Mustafa başkanlığındaki Divan-ı Harb-i Örfi’de Yıldız Komisyonuyla sarayı yağmalamak ve Bursa Valiliği sırasında Millî Mücadele’yi desteklemek suçlamasından yargılandı. İdama mahkûm edildi. Cezası padişah tarafından yaşam boyu hapse çevrildi. Tevfik Paşa hükûmetinin Divan-ı Harb-i Örfi kararının temyiz edilebilmesiyle ilgili kararından sonra yeniden yargılanarak aklandı (Kasım 1920). Anadolu’ya geçti. Sivas (1921) ve Trabzon (1922) Valiliklerinde bulundu. Emekli olduktan sonra Niğde Milletvekili seçildi (1923-1927/1939-1946). Siyasal anıları, Zalimane Bir İdam Hükmü (1946), Canlı Tarihler (1.-6. fas. 1944-1945) Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları (1982) kitaplarındadır. Öyküleri, Eski Şeyler (1910) yapıtındadır. Ona asıl ün kazandıran yapıtı ise yoksul bir Orta Anadolu köyünün yaşamını gerçekçi çizgilerle yansıtan Küçük Paşa (1910: kısaltılmış ve sadeleştirilmiş Yay. 1947) adlı romanıdır.
ZALİMANE BİR İDAM HÜKMÜ 2
1920 senesi Mayıs’ının yirmi dördüncü günü akşamı, İstanbul’dan Erenköy’e gelip tren istasyonundan kim bilir neler düşünerek dalgın bir hâlde evime giderken, bahçemin duvarı hizasına gelince, gafil bir kuşa yaklaşan avcı kediler gibi iki polis memurunun bana doğru gelmekte olduklarını gördüm.
Bunlardan biri:
“Hâzim Bey siz misiniz?” dedi.
Bu ansızın sualle derin bir uykudan uyandırılmışa dönmekle beraber:
“Evet.” dedim. “Benim.”
Öteki polis:
“Bizim memur efendi sizi görmek istiyor.” dedi. “Arkadaşlarla beraber öteki kapının önünde.”
“Pekâlâ, gidelim de görsün.”
Ben köşke girdikten birkaç dakika sonra sivil kıyafetli biri gelerek Polis Umum Müdürü’nün beni istediğini söyledi.
“Vakit geçti.” dedim. “Yarın sabah gelsem olmaz mı?”
“Olmaz, bu akşam mutlaka gideceksiniz, emir böyledir. Tren zamanı da yaklaştı.” cevabını verdi.
İçeriye girip eşime:
“Benim böyle bir sürü polislerle götürülecek bir hâl ve hareketim olmadığını bilirsiniz. Merak edecek bir şey yok.” diyerek çıktım.
Kızıltoprak Merkez Memuru olduğu sonradan anlaşılan bu efendi ile ileride ve geride bulunan birçok polis memuru ile istasyona geldik.
Oğlum Celal’i tesadüfen istasyonda buldum.
Böyle mahkûm ve firari bir cani gibi aranılmamı ve polis gözetimi altında götürülmemi gerektiren sebep, Bursa’da Vali ve sonra da Dâhiliye Nazırı iken Kuvayımilliye’ye taraftar olarak muvaffakiyetine hizmet etmekle beraber gazetelere taşkınca beyanatım olduğunu benim gibi Celalde biliyordu.
İkinci defa olarak Dâhiliye Nazırlığı ile dâhil olduğum Salih Paşa Kabinesinin istifasından iki gün sonra adı geçen bu Kabinede Bahriye Nazırı olan Esat Paşa vasıtasıyla, Damat Ferit Paşa Hükûmeti tarafından takip ve tevkif ettirilecek zatların listesine yazılmış olan adımın üstüne kırmızı bir artı (+) yapıldığı görülmüş olduğundan, bir iki gün bir yerde gizlenerek aranıldığım takdirde, saklandığım mahalden Anadolu’ya savuşmak çaresine bakmak lüzumunu ihtar etmek lütfunda bulunmuştu.
Binaenaleyh bir hafta kadar Beylerbeyi’nde ve Çengelköy’de gizlendiğim hâlde aranılmadığım için Erenköy’e dönmüştüm.
Fakat takipten vazgeçilmediği ve geçilemeyeceği hakkındaki ihtarlar üzerine, kendi kendime Anadolu’ya kaçmakta uğramış olduğum zorluklardan dolayı Edirne’ye giderek daha sonra emin bir surette Anadolu’ya geçmek niyetiyle Bakırköy’e gittiğim hâlde bu hususta evvelce bana yardım vaat eden Resneli Osman Bey’i evinde bulamayarak eski dostum Doktor Bafralı Yanko’nun evinde bir hafta kaldığım hâlde bir takip eseri görülmediğinden yine Erenköy’e geldim.
Buradan bulabileceğim kılavuz ve vasıta ile Anadolu’ya gitmeye cesaret edemiyordum. Çünkü kaçarken yakalanmak daha tehlikeli idi.
Anadolu’ya iltica çaresi bulunmadıkça, er geç yakayı ele vermek tabii idi ve öyle oldu.
Saat yirmi treniyle polis ve sivil kıyafetlerde birçok adamın pek sıkı nezaretleri altında Erenköy’den Haydarpaşa’ya geldiğimiz zaman ortalık tamamıyla kararmıştı.
Haydarpaşa’da birkaç polis memuru tarafından karşılandım. Bunlardan biri:
“Biraz evvel Umum Polis Müdürü Tahsin Bey telefonla, ‘Vakit geçti, Hâzim Bey yarın gelsin.’ dedi.” diyerek serbest bırakmak istediyse de diğerleri razı olmayarak beni gardaki polis odasına götürdüler ve “Polis Birinci Şube Müdürü Şerafettin Efendi buradaki lokantadadır, kendisiyle görüşünüz.” dediler.
Polislerle beraber lokantaya girip Şube Müdürü’nü bularak Tahsin Bey’in telefonla verdiği emirden bahis ile serbest bırakılmamı rica ettim.
“Siz o telefona bakmayınız. Aldığım emir kesindir. Bu da gece mutlaka Umumi Müdür Bey’in dairesine gidilmesi yolundadır.” dedi.
Binaenaleyh, saat ona doğru, üstü açık ve iki kürekli bir sandal kadar olsun kuvvetten mahrum bir otokano3 ile Haydarpaşa’dan hareket ettik.
Hava serin değil, soğuk ve pek ziyade rutubetli idi.
Otokano, İstanbul’a değil Kız Kulesi’ne doğru gidiyordu. Kule’nin yanına gelinceye kadar omuzlarım ve dizlerim tamamıyla ıslanmış, ayakta duran Şube Müdürü de rutubetten şikâyete başlamıştı.
Kule, sabık Dâhiliye Nazırı’nı (beni) suçüstü hâlinde tutulmuş bir cani gibi polislerle alıp götüren otokanonun patırtısıyla sessizliği bozulduğundan gücenmişçesine, kırmızı gözüyle bize değil uzaklara bakıyor, üstümüzdeki buharla dolu kirli sema donuk yıldızlarıyla; altımızdaki deniz küçük küçük, sessiz dalgalarıyla bize karşı ilgisiz görünüyorlardı.
Otokano, Kule’yi geçtikten sonra da İstanbul cihetine dönmeyerek koyu karanlık içinde altından, üstünden, önünden, arkasından aydınlığa dönüşmüş kötü ruhlar gibi rengârenk ışıklar fışkıran İtilaf Devletleri zırhlılarına doğru gidiyordu.
Bütün dünyayı letafetine hayran eden Boğaz, bilhassa son aylardan beri korkak bir sessizlik ile etrafından akan gözyaşlarından toplanmış gibi hazin, bedbaht İstanbul’un uzunluğuna bir matem alameti gibi simsiyah serilip yatıyor; şehrin sakinlerinden yalnız Türklerin sızlanmalarından da yasaklanmış lisanlarıyla kaynaşmış olarak sessizce duruyordu.
Şu anda dünyada yalnız bir kayığa, bir ağa, bir oltaya malik yerli, yabancı, Hristiyan bir balıkçı da buradan geçse zulmet içinde yine bir başka türlü cazip, sihirli, güzel olan Boğaz’ı benim gördüğüm gibi hazin görmezdi.
Asılları da, su içinde oynayan akisleri de seyre değer olan bu hoş ışıklar ona; bana göründükleri gibi görünmezlerdi.
Ben böyle hüzün ve kederle düşünürken, otokano ara sıra, yer yer beyaz parçalarla sedeflenen bu karanlık ortamın düzenli çizgileri arasında helezoni hareketlerle oynayan muhtelif renkli ışık yansımaları uzanarak, kısalarak birbirinden ayrılıp yine birleşerek görünüp kayboldukları mıntıkaya yaklaşıyordu.
Bizim memurlarımız beni İngiliz zırhlılarına götürecekler zannederek Müdür’e:
“İstanbul’a gitmeyecek miyiz?” dedim.
“Gideceğiz, fakat akıntıdan kaçıyoruz.” cevabını verdi.
Bu suretle bir buçuk saatten ziyade biri hoş, diğeri kesif iki sudan birinin üstünde, ötekinin içinde kaldıktan sonra, Sirkeci İskelesi’ne çıktık ve Aydın dağlarında aranırken İstanbul’da tutulmuş bir Çakırcalı gibi, birçok polisler arasında Polis Müdüriyeti Umumiyesi’ne (Şahinpaşa Oteli) götürüldüm.
Dokuz seneden beri tanıdığım emekli Miralay Emin Bey’i, Polis Umum Müdürü Tahsin Bey’in yanında buldum. Bu zatın Merkez Kumandanı yahut İstanbul Muhafızı olduğunu bilmiyordum.
Hicaz Valiliğine tayin edildiğim sırada bu Emin Bey, kendisinin Cidde Mutasarrıflığına tayinini istemek için Erenköy’deki evime geldiği ve bir müddet sonra Taif’te iken Hüseyin Hilmi Paşa’dan bir tavsiye mektubu da getirdiği hâlde, arzu ettiği mutasarrıflığa tayinine yardımcı olamamıştım.
Emin Bey gittikten sonra Tahsin Bey beni Manastır Valiliğinde bulunduğum zamanlardan beri tanıdığını ve hakkımda hürmet ve muhabbetle duygulandığını söyledi ve memlekette şiddetle hüküm süren ahlak çöküntüsünden uzunca konuştu ve şikâyetler etti.
Adı geçen bu odaya bitişik diğer bir odanın kapısını açtı:
“Burası benim yatak odamdır. Zatıalinize terk ediyorum. Burada yatarsınız, yatak takımları temizdir, merak etmeyiniz.” dedi ve gitti.
Hicaz’da bulunduğum esnada Mekke’de ve Taif’te subaylardan beni en çok ziyaret eden bu Emin Bey olduğu ve Polis Müdürü de hürmet ve muhabbetini gösterdiği için geçen sene, Bursa’dan Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Dâhiliye Nazırı Cemal Bey’e yazdığım telgraftan dolayı aleyhimde şiddetli takibat icra edildiği esnada, kendileriyle hiç tanışmadığımız Polis Umum Müdürü Halil ve İstanbul Muhafızı Vekili Kaymakam Fehmi Beyler ve daha sonra Nâzım Paşa Divanıharbi’nin tahkik heyetini teşkil eden asker ve sivil üyelerden gördüğüm pek insani muameleyi, bunlardan da göreceğimi ümit eder gibi oldum.
Böyle mahkûm bir cani gibi getirilişimin sebebini Tahsin Bey’den sormuştum. Yıldız meselesi için divanıharpten davet edildiğimi söylemişti. Bu meseleden dolayı takip edildiğimin söylenmesi pek yakın bir selamet müjdesi idi.
25 Mayıs 1920
Sabah saat beşte uyandım. Dünkü macerayı düşündüm ve hiddetten çok hayrette kaldım.
Yıldız meselesi, hükûmet tarafından II. Abdülhamid’in mallarına resmen el konulmaktan ibaret bir muamele iken, bundan dolayı on iki sene sonra beni tevkif etmek, hakikaten bir zulüm garibesidir; fakat kimden kime şikâyet etmeli?
Hükûmet reisinin, hatta padişahın kanaati sorulmaksızın ve izni alınmaksızın eski Dâhiliye Nazırı’nın tevkif edilemeyeceği açıktır.
Sonucu sabırla beklemekten başka benim için şimdilik yapacak bir şey yoktu. Yataktan kalkarak giyindim; koridora açılan kapıyı açtım.
İçinden çıkacak kuşu tutmak için yuva deliği önünde bekleyen kediler gibi iki polis memurunun kapı önünde oturduklarını görerek tuvaletin yerini sordum.
Saat dokuz buçuğa kadar Polis Müdürü’nün odasında bütün sabah gazetelerini gözden geçirdim, tevkifime dair bunlarda bir şey yoktu. Bir saat sonra İstanbul Muhafızı ve Polis Müdürü geldiler.
Emin Bey divanıharbe gideceğimi, fakat öğleden sonra ikiye doğru toplandıkları için o zamana kadar burada kalmaktansa İstanbul Muhafızlığı Dairesinde bulunmanın daha uygun olacağını söyledi sonra telefonla muavinine şu emri verdi:
“Hâzim Beyefendi oraya gelecek, benim odayı açtırarak kendisini orada hürmetle kabul ediniz.”
Muhafızlık makamı, Harbiye Nezareti ( Bugünkü İstanbul Üniversitesi) kapısının sol tarafındaki köşkte bulunduğundan bir muhafızla oraya gönderildim.
Emin Bey’in odasında saat üçe kadar bekledikten sonra adı geçen Nezaret binasının arkasında bulunan 1 numaralı divanıharbe götürüldüm. Bu divanıharp “Nemrut Mustafa Divanıharbi” adı ile anılıyordu. Harbiye Nezareti daireleriyle bütün diğer bölmeleri İngilizler tarafından işgal edilmiş olduklarından divanıharbin kapısında da silahlı bir İngiliz askeri nöbet bekliyordu.
Osmanlı Divanıharbi’nin kapısında ecnebi askerinin nöbet beklemesi gariptir. Fakat bunu işgal kuvvetlerinin, Divanıharp Reisi’nin ricası üzerine koydukları o zaman rivayet edilmişti. Çünkü o binada divanıharpten başka ve ecnebilere ait bir şey yoktu.
Türk düşmanlığıyla tanınmış olan, hatta bu düşmanlığın açık bir şekil almasından dolayı Bursa’dan sürülen Mustafa Paşa’nın, kapısında silahlı bir ecnebi askeri bulunan binada karakuşvari bir mahkemeye başkanlık etmeyi daha şerefli ve orada kendisini her türlü saldırıdan daha çok korunacağı düşüncesinde şüphe yoktur.
Örfi Divanıharpleri teşkil eden geçici kanun İstanbul’un o pek kötü günlerdeki hâlini tamamıyla izaha kâfi, resmî ve tarihî bir vesika olduğundan bazı maddelerini okuyucularımın lütfen okumalarını rica ederek buraya naklediyorum:
“Madde 3 – Divanıharbi Örfiler göçe zorlama, cinayet, vurgunculuk, isyan, alenen gasp ve yağma, şehirleri tahrip cürümlerini irtikâp etmiş ve Devlet-i Osmaniye’nin emniyeti iç ve dış güvenliğini ihlal eylemiş bulunan bütün suç sahiplerini muhakeme eyleyerek kabil-i temyiz olmamak üzere itayı hükmeder.
Madde 4 – Divanıharplerin muhakemeleri aleni olmayacağı gibi muhakeme esnasında vekil ve avukat da bulundurulmaz.
Madde 5 – Divanıharbi Örfiler, idam cezasına ittifak ve oyların üçte iki çoğunluğu ile ve diğer cezalara kesin çoğunlukla hükmeder.
Madde 6 – Divanıharbi Örfiler hükûmetçe uygun görülen her mahalde teşkil edilir.
Madde 7 – Divanıharpler bulundukları mevkilerdeki askerî hükûmet tarafından kendilerine ispatlanmış evrakıyla teslim olunan maznunları muhakeme ederler.
Madde 8 – Ağır suç sahiplerinin sıfat, resmî ve hususi onurları bir çeşit bağışıklık ve ayrıcalık sağlamaz…”
Böyle bir kanun yayınlanabilen bir memlekette, böyle bir hükûmetin idaresi altında bulunmak, fitili yakılmış bir bombanın üstünde oturmak kabilinden bir şey olduğuna şüphe yoktu. Fakat kaçmaya muvaffak olsam bile belirsiz bir müddet, ecnebi memleketlerde yaşayabilecek hâlde bulunamayacağım gibi tehlikesizce Anadolu’ya geçebilmek imkânını da sağlayamadığımdan, hedef olduğum kin ve nefretin derecesini de layıkıyla takdir edememiştim.
Divanıharp Reisi Yaveri’nin odasında bir müddet bekledikten sonra, büyük bir odanın tahta perdelerle ayrılmış üç bölüğünden birinde, Divan’ın yardımcı üyelerinden “Riyazi” yahut “Deli” lakaplarıyla bilinen Miralay Niyazi tarafından sorguya çekildim.
Bu deli sorgu yargıcının sorduğu ve Avni Efendi adında sivil bir kâtibin yazdığı suallerin divanıharp tarafından tertip olundukları anlaşılıyordu. Bunlar bütünüyle Yıldız Komisyonuna ait oldukları için sorgulamadan sonra serbest bırakılacağımdan emindim.
Suallerin özeti şundan ibarettir:
“Sen büyük bir memur olduğun hâlde Sultan Abdülhamid’in ve şehzadelerin mallarını niçin zapt ettin ve ettirdin?”
Benim cevaplarımın özeti de şuydu:
“Ben kimsenin malını zapt etmedim ve ettirmedim; Selanik’ten gelip, Sultan Abdülhamid gibi kudretli bir padişahı fetva ve Meclis-i Umumi kararıyla tahtından indirerek Selanik’e süren bir ordunun kumandanı olan Mahmut Şevket Paşa’nın isteği, Babıali’nin onayı, Mebusan ve Ayan Meclislerinin uygun görmesi ve yeni padişahın kabul ve iradesi üzerine mülki ve askerî memurlardan teşkil olunan komisyonun, o sırada Şehremini ve İstanbul Valisi olmak münasebetiyle bana verilen reisliğini reddedemezdim. Trabzon Mebusu İmadettin ve İzzet Efendilerle Halep Mebusu Ali Cenani Bey’i komisyonda bulundurmak suretiyle bu muameleye Mebusan Meclisi de fiilen iştirak etmiştir. Meşruti bir memlekette bir kanun için lazım olan merasim ve şartlar tamamıyla icra olunarak kararlaştırılan bu muamele Sultan Abdülhamid’in para ve mallarına resmî bir el koyma muamelesidir. Komisyon bir alettir; bu işin esasından dolayı bir mesul aranıyorsa bu mesul zamanın hükûmeti, mebusanı, ayanı ve padişahıdır. Şayet komisyon vazifesinde bir yolsuzluk yapmışsa o hâlde komisyon üyesinden ve benden değil, kanuni yetkilimiz olan Dâhiliye Nezaretinden sorulması lazım gelir.”
Ben bu cevapları yazarken kırmızı bir astar ile sımsıkı örtülmüş olan masaya, üstünde yazı yazmak kabil olacak kadar yanaşmak mümkün olmadığından, dizimin üstünde yazmak üzere bir bacağımı diğerinin üstüne koyar koymaz Niyazi pek sert bir tavırla değil, bu tabirin tanımlayamayacağı kadar vahşiyane bir ses ve öfke ile: “Doğru otur!” diye bağırdı.
Gerçekten bir mecnun karşısında bulunduğumu anlayarak bacağımı indirdim. Cevapları el üstünde yazdım. Böyle vahşi bir hayvan gibi haykırıştan Kâtip Avni Efendi de hayli sıkıldı. Niyazi sual ve cevapların bulunduğu kâğıtları alarak üçüncü defa reisin odasına gidince Avni Efendi:
“Bunları niçin karıştırıyorlar bilmem. Bir suç bile olsa zaman aşımı var.” diye mırıldandı.
“Evet, zaman aşımından başka umumi aflar da var.” dedim. “Fakat benim zaman aşımından ve umumi aflardan istifade edecek bir suçum bulunmadığından bunlardan bahsetmiyorum ve etmeyeceğim.”
Niyazi geri dönerek, bir iki saçma sual daha sorduktan sonra:
“Sorgulama bitti.” dedi. Yine yaver odasına götürüldüm. Mademki sorgulama bitmiştir, ne zaman istenilirse gelmek üzere evime gitmeme müsaade etmesini Reis’e söylettirdim.
Yaver, Reis’in “Gitsin” dediğini söylediği için, oğlum Celal ile divanıharp binasından çıkınca bizi bir subayla iki silahlı askerin takip ettiklerini görerek sebebini sordum.
“İstanbul Muhafızlığı vasıtasıyla celp edilmiş olduğunuz için usulen yine oraya götürüleceksiniz.” dedi.
Ve İstanbul Muhafızlığına varınca orada tevkif edileceğim hayretle anlaşıldı.
İstanbul muhafızına yahut merkez kumandanına tahsis olunan köşkün yanında, inzibat memurları için geçici olarak yapılan barakanın küçük bölmelerinden birinde kalacağımı söylediler. Merkez Kumandanı baraka hazırlanıncaya kadar kendi odasında kalmama lütfen müsaade etti ve:
“Merak etmeyiniz, beyefendi.” dedi. “Sadrazam Paşa Hazretleri’ne güzelce bir dilekçe yazınız, bizzat ben takdim edeyim; İnşallah birkaç gün içinde tahliye olunursunuz.”
Tevkifime kanuni bir sebep olmadığı için ve yarın mutlaka serbest bırakılacağımı ümit ettiğimden bu sözden müteessir olmakla beraber, “Kendimi kimseden merhamet dilenmeye muhtaç bir suçlu mevkisinde görmüyorum.” diye hiçbir şey yazmadım.
Erenköy’den telefonla istediğim portatif bir karyola üzerinde, geceyi o küçük baraka bölüğünde geçirdim; bütün gece iki asker, her beş on dakikada bir kere, yerden iki karış yukarıda bulunan pencereden bakıyor ve her saatte değişen nöbetçiler kapıyı açarak benim içeride bulunup bulunmadığımı yokluyorlardı. Şu suretle muhafızdan muhafıza devir ve teslim olunarak uykum parçalanıyor; Ramazan sebebiyle pek yakından atılan sahur ve imsak topları, ince tahtalardan yapılmış olan barakayı fena hâlde sarsıp sallıyordu.
Evvelki gece yalnız, ince bir kostüm ile bir buçuk saat deniz üstünde dolaştırılmış olmanın tesiri görülmeye başladı. Romatizmadan, nevraljiden ve mide ağrılarından muzdarip idim. Askerî doktorlardan Murat Efendi adında bir zat beni özenle muayene ve tedavi etti.
26 Mayıs 1920
Bugün beni barakada ziyarete muvaffak olan dostlarımın da tavsiyeleri üzerine şu dilekçeyi yazarak Divanıharp Reisi’ne gönderdim: “İki günden beri tutuklu bulunuyorum. Dün yapılan sorgulamama nazaran on iki sene evvel yerine getirdiğim resmî bir vazifeden dolayı tevkif edildiğim hayretle anlaşıldı. Bu vazifede bir yolsuzluk vaki olmuşsa, Divanıharbi Örfi tetkike yetkili olmadığından, evrakın ait olduğu makam veya mahkemeye verilmesi ile beraber tahliyem kararlaştırılarak şu suretle vukua getirilen kanuna aykırı muameleye nihayet verilmesini talep ederim.”
Bu dilekçenin tarihinden 21 gün sonra Adliye-i Askeriye Dairesinden yazılıp 5 Temmuz tarihinde bana tebliğ olunan kararın sureti şu idi:
“Dâhiliye Nazırı Esbakı 4 Hâzim Bey’in Dersaadet Birinci İdareyi Örfiye Divanıharbi’nce taht-ı tevkife alınması Kuvayımilliye harekâtında zimedhal olmak maznuniyetinden ileri gelmiş olduğu, verdiği arzuhâl üzerine cari muameleden anlaşılmakla neticeyi karara intizar eylemesinin suret-i münasebete kendisine tefhimi…”
[Eski Dâhiliye Nazırı Hâzim Bey’in İstanbul Birinci Örfi İdare Divanıharbi’nce gözaltına alınması Kuvayımilliye harekâtında yardımcı olmak sanıklığından ileri gelmiş olduğu verdiği dilekçe üzerine geçerli olan işlemden anlaşılmakla kararın sonucunu beklemesinin uygun bir şekilde kendisine bildirilmesi.]
Bugün akşamdan sonra Mahmut Sait Molla’nın Merkez Kumandanı’na giderek barakada hapsedilmek suretiyle hakkımda-özel işlemde bulunulmasının kesinlikle uygun olmadığını söyleyerek, merkez kumandanının oturduğu köşkün veya kapının sağ tarafında, köşkün bodrumunda hapsedilmem için ısrar ve Emin Bey’i tehdit ettiğini, pencerenin yanında bana görünmeyen bir subayın arkadaşıyla konuşmasından anladım.
Bir saat kadar sonra, Emin Bey tarafından gönderilen bir subay yanıma gelerek, bodruma indirileceğimi söyledi.
“Kumandan nerede?” dedim.
“Dışarıda kapının önünde.” cevabını verdi.
Hemen dışarıya çıkarak Emin Bey’i buldum ve yüksek sesle:
“Bir bodrumda hapsedileceğimi söylediler. Bu nasıl muameledir?” dedim. “Ben öyle bir yerde yaşayamam. Mutlaka öldürmek istiyorsanız beni sürükleyerek oraya götürebilirsiniz, isteğimle gitmem çünkü ölürüm, siz de katil olursunuz, kanuni bir sebep varsa kanunun tayin ettiği yerde tevkif edilebilirim.”
Merkez kumandanı:
“Orada (bodrumda) yalnız kalmayacaksınız.” dedi. “Ferik Hasan Rıza Paşa da size refakat edecek.”
“Bu refakat benim acılarımı hafifletmez ve kanunsuz tevkifin şeklini değiştiremez.” dedim.
Merkez Kumandanı, hayli tereddütten sonra, şimdilik bulunduğumuz barakada kalmamıza rıza gösterdi. Rıza Paşa yanıma getirildi; kendisiyle Manastır vilayetinde bulunduğum zamandan beri tanıştığımızdan, arkadaşlığımızdan memnun oldum. Rıza Paşa’ya da bir yol karyolası tedarik ederek karşı karşıya yattık; fakat uyuyamıyorduk. Gece yarısından sonra her ikimizde polis nezaretinde umumi hapishaneye bitişik kadınlar tevkifhanesine götürüldük. Bu binayı üç ay evvel görmüş, o zaman içinde bulunan 40 kadın için binayı yeterli bulmamıştım. Şimdi ise 250’den ziyade erkek tutuklularla doldurulmuştu. Rıza Paşa ile bana küçük bir oda tahsis edilmesinin teşekkürü gerektiren bir lütuf olduğunu sonra anladık. O gece hiç uyanmayarak uyudum; gözlerimi açtığım zaman sabah olmuş, güneş hayli yükselmişti. Derhâl kalkarak giyindim. Nasılsa içine düştüğü uçurumun derinliğini, sarplık derecesini anlamaya çalışan bedbaht bir yolcu ümitsizliğiyle, odanın kirli duvarlarına ve hatta aralıkları sayısız tahtakurusuyla dolu tavanına; pencereden kaderin yerden, gökten, bize nezaret hakkı verdiği sahaya göz gezdirdim. Tevkifhanenin önündeki on, on beş metrelik avluyu sınırlayan, alacalı manzaralı eski duvar; bu tarafta hayvani, nebati her ne varsa, havada ışıktan mahrum etmek başarısından memnun gibi kırık taşları, kireçleri dökülmüş delikleriyle sırıtarak gururla yükseliyordu. Avlunun sağ tarafındaki oldukça yaşlı bir akasya, her engele rağmen yaşayan ve büyüyen hürriyet fikri gibi, hayli uzun yılların sabır ve sebatıyla dallarını yükselterek havadan, ışıktan tabi hakkını alıyordu. Sultanahmet Cami’nin kubbelerinden bazılarının üst kısımları ve altı zarif minareden yalnız dördü, berrak, mavi bir semaya yükseliyorlardı.
Bu muhteşem caminin yanında nasıl olup da vücuda gelmek küstahlığında bulunduğundan dolayı II. Wilhelm Çeşmesi, utanmak ağırlığı altında ezile ezile alçalıyor, küçülüyor gibi yalnız sivri tepesini gösteriyordu. Tesis edildiği tarihten beri her ne maksada tahsis olunmuşsa, hiçbirinde muvaffak olamayan Adliye Dairesi, her hafta bu caminin minberinden yükselen “İnnallahe ye’mürü bi’l-adli ve’l-ihsan.” hitabına karşı yalnız kapısı üzerinde: “En tahkümü…” ayetini ve salonlarına, koridorlarına “El adlü esasülınülk.” ibaresini havi levhalarını asmanın pek sefil bir aldatma olduğunun farkına varmış gibi, caminin karşısında bir suçlu korkusu ile sararıyor, bu caminin mamur teferruatıyla Sultanahmet Türbesi’ni ve kısmen Ayasofya hamamlarının küçük, büyük kubbeleri ve medresenin birçok bacaları arasında iki ahşap ve harap evin kararmış kiremitlerle örtülü çatıları, kahreden hakikatler arasına karışan hayâsız yalanlara benziyor; çaldıkları eşya üzerine oturarak bir türlü kalkmak istemeyen çingene kadınlar gibi gasp olunmuş arsalar üzerinde titriyorlardı. Adliye Dairesinin batı yönünde, taze kiremitli çatısının bir ucu görünen yeni tevkifhane, şu anda içinde bulunduğumuz iğrenç hapishane sakinlerine vaat edilmiş bir yer cenneti gibi duruyordu. Kubbelerle ağaçlar arasından Büyükada’nın bir kısmı eflatuni ve şeffaf bir buhar tülü altında beliriyor, morlaşmış uzak dağ silsileleri önünde serilip yatan Göztepe ve civarı ile Fenerbahçe’nin bir kısmı, kenarındaki kule ile beraber tek boynuzunu muhafaza eden bir gergedan derisini andırıyordu. Uzak dalgaları fark edilemeyen Marmara’nın bazı yerleri, mezkûr binalar ve ağaçlar arasından yere düşmüş birer gök parçası gibi durgun görünüyorlardı.
Tevkifhanede art arda tanıştığımız tutuklular şunlardı:
Sabık Amasya Mutasarrıfı İsmail Hakkı, Aziz Samih, Eskişehir Mebusu Hacı Veli, Sabık Urfa Mutasarrıfı Nusret, Binbaşı Reşit, Adil, Cemal, İttihat ve Terakki kâtibi mesullerinden Gani Bey ve efendilerdi. Bulunduğumuz üst katta iki koğuşla küçük odada 90 tutuklu vardı; aşağıdaki iki koğuşla taşlıkta ise vapur kamaralarına benzer ikişer katlı yataklarda sardalya istifi gibi yatıyorlardı. Burada ilk muhatap olduğum söz, Hacı Veli’yi ziyaret için gelmiş olan Bursa tüccarlarından Kocabıçak’ın şu sözü oldu:
“Sıkılma Beyefendi, burası Hazreti Yusuf makamıdır.”
Kimin makamı olursa olsun iğrenç kokusu tahammül edilemez bir derecede idi. Bir kaç defa müfettişler, hekimler hatta İstanbul Valisi de gelip gittiği hâlde abdestlik ve bölmelerinin eksiklerini tamamlama ve avluda kim bilir ne zaman açılmış olan lağım deliğinin kapatılması imkânı bulunamamıştı.
Sayısız sabıkalı yankesicilerden, katillere kadar her türlü suç failleri ile dolan avluya inerek biraz nefes alma ihtiyacı bizi de bu sürüye karışmaya mecbur ediyordu. Fakat birkaç gün sonra alt kat koğuşlarında bir hastalık zuhur ettiğinden ve bulaşarak çoğaldığından avlu gezintilerinden vazgeçmeye mecbur olduk.
***
Yalnız Yıldız meselesine dair sorgulandığım gibi Divanıharp Reisi, bir gazeteye Yıldız Yağması’ndan dolayı tevkif edildiğim hakkında beyanatta bulunduğu hâlde, yukarılarda bahsedildiği üzere 20 Mayıs tarihli dilekçeme Divan’dan yazılan derkenarda tevkifim Kuvayımilliye harekâtında işe karışmış olmak zanlılığından ileri geldiği söylenmişken divanıharbin buna dair bir şey sormaması ve inadına “Esbak Dâhiliye Nazırı” denilmesi tuhaf bir maskaralıktır.
Tevkifhaneden bir hafta sonra evime, memurlar gönderilerek araştırma yapıldığını ve bütün kâğıt ve dosyalarımın divanıharbe nakledildiğini haber aldım. Üç gün sonra süngülü askerlerle bir subayın muhafazası altında divanıharbe celp olunarak, reisin yaverine mahsus odaya konuldum. Biraz sonra “Efe” lakabıyla bilinen bir divanıharp yardımcı üyelerinden Miralay Kâzım Bey geldi. Bu zat bana şefkatli nazarlarla bakıyor ve durumdan üzülmememi tavsiye ediyordu.
Her tarafından delik deşik olmuş, boğazına uzun bir demir çivi geçirildikten sonra iple boğulmuş, içindeki ne olduğu bilinmez, feci bir şekil almış büyük bir çuval iki asker tarafından getirilip ortaya konuldu. İlk sorgulanmamdaki sualleri yazan kâtip geldi: “Bunlar devlethanelerinden getirilen evraktır ve çuvalın ağzı mühürlüdür. Huzurunuzda açılıp muayene edilecektir.” dedi. Mühüre baktım. Oğlum Celal’in mührü fakat “Görüyor musunuz ya?” dedim. “Sicim birçok yerinden koparılıp tekrar bağlanmıştır. Açılmadan evvel bunun için bir zabıt tutulması gerekir.”
Kâzım Bey:
“Muayeneden sonra lüzum görürseniz yazalım.” dedi.
O esnada sözü geçen üye yardımcısı Deli Niyazi geldi. Çuvalın yanındaki kanepeye oturdu ve gözlerinin kapaklarını büzerek içinde mutlaka bir suç delili bulunduğuna inanmış bir tavır ile içindekileri daha meydana çıkarmadan okumak istiyor gibi, çuvalı baştan aşağı süzdü.
Zavallı çuval bu casus bakışlardan sanki boğazına geçirilmiş olan çivi kadar ızdırap hissi ile lakabından anlam verdiği alicenaplıktan dolayı Efe Kâzım Bey’den yardım ister gibi boğulmuş boynunu o tarafa büküyordu. Nihayet bağlar çözüldü, çivi çıkarıldı; âdeta saman gibi tıka basa doldurulmuş olan ve aralarında birçok namus ve mühim hizmet vesikaları bulunan bu kâğıtlar çok kere hissiz ayaklara dökülüp heder olan yüz suları gibi kirli döşeme tahtaları üstüne döküldü.
Eski zamanlardan beri kullanılan “evrak-ı perişan” tabirine bundan daha uygun, bundan daha acıklı bir kâğıt perişanlığı tasvir edilemezdi.
Canımı ayaklar altına alarak yerine getirdiğim hizmetlere mükâfat olarak aldığım değerli taşlarla işlenmiş nişanların beratları, Niyazi’nin ayakları yanında sürünüyordu.