Kitobni o'qish: «Küçük Paşa»
Sadri Ertem’in Unutulmuş Bir Eser: Küçük Paşa adlı yazısıydı beni ilk uyaran. Yıl, sanırım 1938 ya da 1939. Son Posta gazetesinde çıkmıştı. Bir yerlerde saklamıştım, aradım bulamadım ne yazık ki! Ertem’in bu yazısı Küçük Paşa’nın gerçek değerini bana anlatıvermişti. Biliyordum, duyuyordum, Mustafa Nihat Ozön’ün kitabında övgüyle adı geçiyordu bu romanın. Ama yeni harflerle basılmamıştı. Kulaktan dolmaydı bildiklerim. Bir de kitabın yazarı büyükbabam Hâzim Bey’den bu roman üstüne dinlediklerim… Bir akşam kitabın ön sözünü, sonra da bir bölümünü okumuştu yazıhanesinin başında. Ağdalı bir dili vardı, kolay anlaşılmıyordu. Bugünkü Türkçeye çevirmek gerekliydi. Bunu söyledim, karşı çıktı. Kendisine Halit Ziya’nın bu ‘sadeleştirme’ işini yaptığını anımsatmıştım. Konu orada kapanmıştı.
Yıllar geçti. Feridun Ankara’dan bir paketle geldi bir gün. Ankara Halkevinde görevli bu genç öğretmen oturmuş Küçük Paşa’yı kısaltarak sadeleştirmiş, incelesin diye Hâzim Bey’e göndermiş. O yıllarda yaz tatillerini büyükbabamın yanında geçirirdim. 1939’dan 1946’ya kadar böyle sürüp gitti. Açıp inceledik birlikte gönderilen dosyayı, yer yer okuduk. Büyükbabam pek beğenmedi. Ben de “Biz bu işi yapsak daha iyi olmaz mı? Yer yer Ankara’nınkinden de yararlanırız.” dedim. Bu görüşü benimsedi. O yıllarda Niğde Milletvekili’ydi. Arada bir Ankara’ya Meclise gidip geliyordu. “Ben söylerim sen daktiloda yazarsın.” dedi. Ne var ki eski Remington yazı makinesi acayip bir şeydi. Kırk yıl önce Londra’dan getirmiş, Bağdat Valisi iken… “İyi bir makinedir.” diyordu zamanın geçişini unutmak isteyerek… “Şimdi daha küçük yazı makineleri var, bir tane alsak…” dedim. Bana yüz lira verdi, Babıali’ye indiğim bir gün sanırım 90 liraya bir Hermes Baby aldım. Yıl 1944 olmalı… Ki bu makine, gazetedeki masamda duruyor, hâlâ işime yarıyor.
Başladık çalışmaya. O, kitaptan bir cümle okuyor, Ankara’nın çevirisine bakıyor, çoğunlukla beğenmiyor, kendisi söylüyordu karşılığını. Kiminde de ben işe karışıyor, “Böyle olsa daha iyi.” diyordum, kabul ediyordu. Günlerce çalıştık. İki kopya olarak Küçük Paşa’yı bitirdik. Birçok bölümü attı, “gereksiz” bularak. Oysa o parçalar da ilginçti. Belki romanın akışını bozuyordu, ama belgesel bir değer taşıyordu. Yüzyıl başında Anadolu köylerinin gerçekleriydi hepsi. Askere almalar, askere giden delikanlının ailesinin durumu, bunlar gibi şeyler…
Kitap bitti. Bir bastırması kaldı. 1945’e gelmiştik. O iş de bana düştü. O sıralarda Selâhattin Hakkı Esatoğlu -birkaç yıl önce kazada ölen CHP milletvekili- o günlerde Hukuk’ta öğrenciydi. Yoksul bir çocuktu, ne yapmış etmiş bir dizgi yeri açmış. Ona gittim, Esatoğlu’nun yerinde dizgiye başlandı. Büyükbabamın Türkiye Yayınevi’nde bulunan birkaç top kâğıdını da Esatoğlu kendi yerine götürdü. Ne var ki dizgi bitmeden Esatoğlu’nun iş yeri topu attı, basılan formaları güçlükle ele geçirebildik. Ne kâğıtlar vardı, ne de Esatoğlu… Bu kez başka bir basımevine götürdüm kitabı. Küçük Paşa mutsuz bir çocuğun öyküsüydü. Kitap da şansızlıklar içinde hazırlanıyordu. Esatoğlu’ndan önce Avedis adlı bir basımeviyle anlaşmış, müsveddeleri ona teslim etmiştim. Yeni Dünya gazetesinin içindeydi bu dizgi yeri. 4 Aralık 1945’te “Yeni Türkiye” basımevi baskına uğrayınca Küçük Paşa’nın müsveddeleri de yok olmuştu. Esatoğlu’nun iflası da ikinci acı olay oldu. Kendimi suçlu sayıyordum; hem para, hem kâğıtlar, hem de müsvedde yok olmuştu. Neyse romanın son bölümünü yeniden hazırladık, bu kez Millî Mecmua basımevine verdik, kitap orada tamamlandı. Yarısı başka punto ile diğer yarısı da daha başka bir puntoyla çıkmıştı. Ama sonunda kitap ortadaydı. Ne var ki bu olaylar canımı sıkmış, beni de güç duruma düşürmüş, büyükbabamı da üzmüştü.
İşte Küçük Paşa’nın sadeleştirilmiş ikinci basımının öyküsü böyle. Ortaya çıkan kitabı büyükbabam hiç beğenmedi, bir dağıtıcıya verdik, parasını da alamadık. Neyse birkaç eleştirmeci arkadaş güzel yazılar yazdılar, kitabın yazınımızdaki yerini, önemini belirttiler. Büyükbabam da son yıllarında “kalıcı” bir yapıt vermenin huzurunu duyabildi az da olsa… Ne var ki o, Küçük Paşa’yı “edebî” bir yapıt saymıyordu, köy gerçeklerinin, acılarının sergilenmesi için yazmıştı bu romanı; dikkatleri köylere, köylülere çekmek için… Ön sözde de bunu açıkça belirtiyordu: “Bu kitapta Anadolu facialarının hepsi değil, en önce söylenmesi gerekenlerden bazıları söylenmiş oldu.”
3 Eylül 1984
BİRİNCİ KISIM
I
Anadolu’da bir köy…
Bir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükümetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lazım geldikçe hatırladığı köylerden biri.
Anadolu’yu görmeyenlerin, büyük şehirlere mahsus her türlü gürültülerden sıkıldıkça birer sükûn ve huzur yeri olmaları tasavvuru ile sakinlerine gıpta ettikleri fakir ve sefalet yuvalarından biri olan bu köyün mevkisi, bir şairi, bir ressamı yalnız bir şiir yazmak, bir tablo krokisi çizip geçmek için belki memnun edebilirdi.
Bu küçük köy, dört taraftan yüksek, alçak, çoğu çıplak dağlarla çevrilmiş, enine boyuna birer ikişer saat uzayan ve topraklarının kuvvetiyle ünlenen bir ovanın kuzeybatısına doğru keman sapı şeklinde kıvrılarak iki dağ silsilesinin arasına girdiği yerde kurulmuştur.
Bir saat kadar yan yana uzayan bu iki dağın eteklerinde sağdan, soldan hiç umulmaz yalçın kayalar arasından süzülüp çıkan berrak suları toplaya toplaya, gittikçe çoğalarak, taştan taşa çarpıla çarpıla köpürerek bir çay hâlinde akıyor; ötede beride etrafı yeşil çimenli çukurlarda biraz durarak, güzel bulut akisleriyle yere düşmüş birer gök parçası gibi parlayarak ve sanki her şeye can veren kudretini bilir gibi mağrurane büküntülerle iki yanını selamlayarak, kâh billuri mırıltılarla, kâh velveleli çağıltılarla hayli aktıktan sonra yüksek bir kaya üstünden cam gibi şeffaf bir şelale şeklinde döküldüğü mevki de bu köy civarının güzel manzaralarından biridir.
Çayın sol tarafında yükselen dağın kırmızı toprakları üstünde kısmen görünen ve bazıları köyün arkasına düşmüş olan çok büyük taşlar gibi kim bilir, ne kadar korkunç bir gürültü ile yuvarlanarak bir veya birçok insanı, hayvanları ezmek için hafif bir yer depremi veya şiddetli bir yağmur bekleyen taşlar, kayalar altında ev, köy yaparak yaşamaya bu köy ahalisinin nasıl bir tehdit ile mecbur oldukları birdenbire anlaşılamaz.
Yaşayanlara yurt olmak değil, ölülere mezarlık yapılmak için de hiç elverişli olmayan bu mevkide, kırk kadar sefil evle bunlar içinde azaplı bir hayatı uzatmaya çalışanların hâl ve kılıkları görülünce, buralarda pek şiddetli olan ve uzun süren kışın şerrinden bir dereceye kadar sakınmak için bu müthiş uçurumun dibine sokuldukları anlaşılır.
İnsan sığınakları oldukları, ancak kapıları önünde kışın karlar, yazın gübreli çamurlar içinde görülen çıplak insan ayakları izlerinin yardımıyla anlaşılan bu pek miskin taş, toprak, çalı, çırpı yığınlarından hane diye vergi almak, bu acıklı manzaraları görüp de bir iyileştirme çaresi düşünmemek, asırlar da geçse hiç affolunmaz bir cürümdür.
Bu uçurumdan ara sıra müthiş gürültülerle köyün arkasına yuvarlanan çok büyük taşları parçalayarak faydalanmak zahmetine katlanmadan, düştükleri yerde önüne, iki yanına birer duvar yaparak onu dördüncü bir duvar gibi kullanmak suretiyle vücuda getirdikleri evcikler içinde gönül rahatlığıyla yaşayanlar da vardır.
Her şeye, her hâle pek çabuk alışan insanların en korkunç bir tehlike ile de iki kardeş gibi yan yana yaşayabileceklerini, koca Anadolu’da yer bulamamış gibi bu köy ahalisinin korkunç uçurumun altında yerleşmeleri, ispata kâfidir.
II
1312 yılı Şubat’ının son günlerinden biri idi; şiddetle hüküm süren kış, bugüne mahsus müstesna bir lütuf olmak üzere birkaç saat, umulmaz bir ılıklık göstermiş, hava açılıp güneş görünmüştü. Böyle uzun bir kışı karanlık evlerinde, ahırlarında geçirmekten pek bıkmış olan kadın -erkek insanlarla, bütün hayvanlar sokaklara, kapı önlerine çıkmışlardı. Köyün önündeki, arkasındaki dağların aylardan beri karla örtülü tepelerine küme küme ak bulutlar yığılmış; yalçın kayalar arasında mucize kabilinden yetişmiş ve yanlarına yaklaşmak mümkün olmamasından dolayı köy baltalarının tecavüzünden masun kalmış birkaç meşe, ardıç ağacının üstlerine ince tüller gibi saçaklar salıvermişlerdi. Güneş, hafif bir hararetle çeşme önündeki gübreli çamurlar içinde hayvan izlerini örten ince, şeffaf buzları çıtır çıtır eritiyor, üstlerindeki karlar küreyip atılarak süpürülmüş olan damların ve cami önündeki meydanın yaş toprakları buğulanarak bir bahar kokusu dağılıyordu.
Köyün bütün tavukları, kazları, ördekleri ve bunlara karışan sürü sürü serçeler ötede beride donmuş gübrelerin biraz yumuşamış güneşli taraflarında, birbirlerini ite kaka gübreleri didikleyerek tabiatın bu bir – iki saat süren ziyafetinden mümkün olduğu kadar faydalanmaya çalışıyorlardı. Vücutlarının kılları dökülmüş, bazı yerleri yağlı kara sahtiyan gibi parlayan iki manda, güneşe karşı yan yatarak bir şey düşünüyor gibi görünen gözleriyle etrafı temaşa ediyordu. Çeşme önünde toplanan inekler, iğdiş öküzler; üzerlerine yattıkları için tüyleri karışmış, kirlenmiş olan böğürlerini yalaya yalaya düzelterek temizliyor; Kur’an’da tavsif edildiği veçhiyle, renkleriyle bakanları sevindiren ineklerin nesillerinden olduklarını ispat eden altın renkli danalar, kuyruklarını dikerek koşuşuyorlar; boz, kara ve demirî kır renkte ve ekseriyetle kulakları düşük, zayıf eşekler kuyruklarını oynatarak, üst dudaklarını büzerek kaldırıp, donmuş gübrelerden bir koku almak için uğraşıyorlardı. Turuncu, kırmızı ve siyah dizlikli önlükleri ile kapı önlerinde çömelen, duvar diplerine dizilen, koyu mor, göğem ve yeşil yazma yemenilerle -yalnız burunlarıyla gözlerini açık bırakmak suretiyle- başlarını örten, yanlarından geçerken tütün balığı gibi is, kekik, nadiren ıtrışahi kokuları hissedilen kadınlar yün çorap örüyor yahut iğle, kermenle iplik büküyorlardı. Ekseriyetle karınları şişik, benizleri soluk birkaç donsuz çocuk, çamurla evcik yapmakla eğleniyor; birkaç delikanlı, iki elle birer ikişer okkalık taş atarak kuvvet müsabakası yapıyor yahut adım atlıyorlardı.
Kenarı büyük taşlarla çevrilerek bunların iç taraflarına birkaç söğüt, kavak dikilmiş olan namazgâhın, daha doğrusu köylülerin yaz günlerine mahsus uyku ve umumi konuşma mahallinin mihrap mevkisindeki büyük taşın yanında, iki adam konuşuyordu. Gerek insan, gerek hayvan derneklerinin bazılarına kuyruğu, kulağı veya yalnız kuyruğu kesik muhtelif renkte aç, yaltak köpekler karışıyordu. Bu derneklerden hiçbirine, karışmak değil, yaklaşmak bile istemeyen, kendi başına gezinen tuhaf kıyafetli biri daha vardı ki, altı üstü birbirine uymayan çeşitli esvap eskilerine nazaran çocuk mu, yaşlı bir cüce mi, kız mı, oğlan mı? Ne olduğu kestirilemiyordu. Üstündeki eski ceket, bir kolunda kısmen mevcut sırma şeritlere göre bir general ceketi idi. Buna bakılınca ya emekli yahut sürgün bir asker paşası zannedilirse de, ancak sekiz – dokuz yaşlarında bir çocuk cüssesinde görünen bu sefil mahlûkun böyle küçük adımlarla yükselme yolunda bu rütbeye kadar ilerlemesine imkân tasavvur olunamazdı; alelade bir general ceketinin eskisi küçültülerek giydirilmiş olması ihtimalini de, hiçbir yerinde bir buruşukluk, bir bolluk bulunmaması gideriyordu. Sarı maden göğüs düğmelerinden bazılarının kıvrılarak zorla koparıldıkları anlaşılan bu ceket, aynı yaşta bir paşa çocuğu üzerinde aziz ömrünü geçirdikten sonra, fakir bir köylü çocuk sırtında ezelî ömrünü yaşıyor denebilirdi. Fakat bununla muamma çözülmüş olmazdı.
Ceketin altındaki koyu yeşil zemin üzerine, küçük mor çiçekli, her tarafı sarı lekeli bir basmadan yapılmış ve ipten bir uçkur takılmış olan don ve başında yine bu sarı lekeli basmadan gelişigüzel yırtılmış bir sargı görülünce, bunun kız mı, oğlan mı olduğu şüpheli kalıyordu. Ayaklarındaki potin eskileri yamalı çoraplarla giyilemediği için boğazları ve arkaları kesilerek tahta pabucu şekline sokulmuştu. Ellerinden birini donun altından göbeği üstüne sokmuş olan bu küçük köylüyü yakından görmek, nevini, yani kız mı, oğlan mı olduğunu kestirmeyi kolaylaştıramazdı.
Kulaklarının altına kadar uzayıp güneş tesiriyle uçları solarak bozarmış saçlarına ve paçaları torba ağzı gibi büzülmüş olan donunun şekil ve rengine nazaran kız, ceketine bakınca oğlan olması lazım gelirdi. Ceket altında rengini muhafaza etmiş olan küçük, sarı maden düğmeli kırmızı çuha yelekten başka gerek esvabında, gerek simasında solmamış, bozulmamış bir renk, bir şey kalmamıştı. Açık mavi gözlerinin altları morarmış, çürümeye başlamış bir ayva rengi almış simasının ötesi berisi değişmiş; mini mini burnunun ucu kızarmış; çenesi, henüz kapanmış bir çıban yerinin morluğu, kırmızılığıyla çürük bir kan portakal içine benzemişti.
Namazgâhın mihrap taşı yanında konuşan iki adamdan biri zaptiye süvarisi idi. Tellerinin yarıdan ziyadesi dökülmüş asker püskülü, hiç kalıplanmadığı için kulağının yarısına kadar inen kırmızı eski fesi, bacak arasıyla dizleri ak iplikle dikilen yamalarla tamir olunan pantolonu, ötesinden berisinden defalarca söküle – dikile garip bir şekil alan çizmeleri, rengi uçmuş turuncu ve siyah kaytanlarından yalnız arkada birer miktarı kalmış olan lacivert şayaktan eski ceketi ile bir dilenci olmadığı, ancak mihrap taşına dayadığı “kapaklı” denilen tüfekten anlaşılıyordu.
Uçları arkasından da görülen uzun bıyığının kabalığına rağmen cılız ve rengine rağmen ihtiyar bir adamdı. Beş altı saatlik mesafedeki liva merkezinden iki günde bu sabah gelebilmişti. Bu geceyi de burada geçirecekti; en çok senede yedi, nadiren sekiz ay alabildiği maaş, çoluk çocuğunun iaşesine yetişmediği için arpa ve saman parasını yediği atını açlıktan kurtarmak, ancak böyle kısa mesafelerle meccanen yem, yiyecek veren köylerde geçirmekle mümkün olurdu; vilayet mülhakatından -her nerede arpa saman en ucuz ise vilayetin her tarafında o fiyat üzerinden- tayin bedelleri verilen zaptiye hayvanlarının asabında ne kadar kuvvet bulunur? Mümkün olsa atları yormamak ve bedava beslemek için birbirine yakın köylerin her birinde birer gün, birer gece geçirmek isteyen zaptiyeler mazur görülebilirdi.
Bu süvari, boya tutan bıyığını bir velinimet gibi sever, ona öyle hizmet ederdi. Alay merkezinden ara sıra bir zaptiye subayı geldikçe ihtiyar süvari, boyalı bıyığının rengine uyan bir gençlik tavrı göstermek için hayli sıkılırdı; çünkü bir aralık ak saçlı, sakallı zaptiyelere yol verileceği şayi olmuştu. Zavallı süvari, zaptiye alay komutanının albay üniformasının sıkıntısına ve asker kılıcının ağırlığına dayanamayacak kadar ihtiyarlamasından dolayı, mülkiye rütbesi olan Mirimiranlık (Saadetli Paşa) unvanı verilerek sivil giydirilip yükü hafifletildiği için, artık tabi rengini almasında bir mahzur kalmayan ve dipleri beyaz, uçları siyaha yakın sincabi bıyıklarının altında kar gibi ak bir sakalın alabildiğine uzamakta olduğunu bilmezdi. Zaptiyenin yanında oturan köylü, bir zaptiye ile ahbapça konuşmak şerefine mazhar oluşundan da anlaşılacağı veçhiyle bu köyün muhtarıydı.
Bu adamın başına geçirdiği ve üstüne mavi, Göğem yazma yemenileri birbirine dolayarak sardığı keçe külah, bindiği kulakları yanlarına kadar büküp altına almıştı. Üst dudağını tamamıyla gösterecek kadar kısa kesilen bıyığın uçları, hemen ağız köşelerinden aşağı inmekte acele ederek, birer tirbuşon gibi kıvrılan sakalın üstüne yatmıştı; bu sakalın üzerinde kızaran buruna göre pek küçük görünen ve önlerine ak – kara kaş telleri gerilen gözlerinin rengi anlaşılamıyor, yalnız kuru otlar arasında kalmış küçük birer kaynak gibi ziya gördükçe ara sıra parlıyorlardı. İnce, mor çizgili pamuk alacadan yapılmış mintanı ak sakala uygun bir zemin olduğu gibi; en ziyade omuzları soluk mavi çuhadan fermane dahi, mümkün mertebe yakışmak istediği hâlde, kalın bir kuşak üstüne “silahlık” diye beline bağladığı katmerli kırmızı sahtiyan altında başlayarak ak çoraplı ayaklarındaki kırmızı yemeniler üstünde nihayet bulan siyah keçi kılından dokunmuş potur sakalın maharetini bozarak gülünç bir kılık teşkil ediyordu.
Bir siyah kıl kaytanla silahlığa bağlanmış beyaz boynuz saplı çakıdan başka silah nevinden hiçbir şey bulunmayan bu katmer silahlık, muhtarın her zaman yanında bulunması lazım gelen her şeyi, uzunca sigara ağızlığı, tütün kutusu, kav ve çakmağı hep bunun içindedir; mühim kâğıtlarının cüzdanı da, kenarı kara kaytan geçirilmiş gibi kirlenmiş olan külah ile bunun altındaki daha küçük külahın arasıdır, hatta kâğıt paralar geçtiği zamanlardan kalma mavi renkli beş kuruşluk bir kaymeyi de senelerden beri yağlı paçavraya dönmüş olduğu hâlde orada saklıyor; eski devrin “evrakı muzurrası” gibi bulunduğu her yeri mutlaka zarara uğratmış olan bu uçucu paranın tekrar geçmesi mümkün olmadığını söyleyenlere: “Sakla samanı, gelir zamanı.” diye cevap veriyordu.
Muhtar, bir aralık, bu çifte külahını çıkarıp dizi üstüne koyarak ve mümkün olduğu derecede dudaklarını açıp sırıtarak aynı ihtiyacı hissedenleri imrendirecek surette tatlı tatlı başını kaşıyor. Zaptiye, bir köylü çocuk tarafından gezdirilen terli atını gözle takip ederek çatlak dudağına sigara kâğıdı yapıştırırken yanlarından geçen bu general ceketli basma donlu sefil mahlûku görünce, muhtarın yüzünde -kaşınmadan doğan hoşlanma çizgileri değişerek- merhamet eserleri peyda oldu. Zaptiye sordu:
“Bu, iki yıl önce İstanbul’dan gelen çocuk değil mi?”
“Beli o, şu Keleşlerin Ali’nin oğlu.”
“İstanbul’dan geldiği zaman gördümdü, bizim Mutasarrıf Paşa’dan daha kurumlu idi, şimdi ne olmuş. Tüyü tozağı dökülmüş, baykuş yavrusuna dönmüş. Hey gidi dünya hey!”
“Beli öyle oldu, allalem biraz ahlını da bozdu, oynamaz, gülmez, yalnız başına gezer, kendi kendine söylenir yahut üzerinde çıngıllı (çaylak) dolaşan tavuk cülüğü (piliç) gibi bir köşede durur büzülür; yediğini içtiğini gören yoh, yiyeceh de yoh ya… Güneküsen (kahkaha) çiçeğine döndü sanki her solukta biraz daha sararıp soluyor, buruşuyor. İnce hastalığa yakalanmış olmalı… Yüzüne bah hele, kırağı vurmuş pancar yaprağına dönmüş, her çeşit boya var; bu, bazı geceleri köy sokaklarında dolaşır, karanlıkta insanın yanından hayalet gibi geçer, kötü kötü öksürür.”
Şu konuşmaya göre basma donunun delâletine rağmen kız değil ceket eskisinin şahadeti veçhiyle erkek, cüssesine rağmen cüce değil çocuk olduğu anlaşılan bu bahtsız mahlûk, yalnız bu köye değil, bütün dünyaya yabancı, her şeyden, hatta kendi mevcudiyetinden de nefret etmiş gibi geziniyordu.
III
Dokuz yıl önce bu köyün bağlı olduğu livanın mutasarrıfı, bir gece yarısı Nişantaşı’nda sadrazam konağından acele işaretli bir şifre telgrafı almıştı.1 Mutasarrıfa doğrudan doğruya sadrazamdan şifre değil, açık bir telgraf gelmesi görülmüş şey değildi. Gazete, kitap yasağına dair hiç eksik olmayan şifre, açık telgraflar, hep vilayet vasıtasıyla gelirdi. Şifrelikten başka acele işareti de ayrıca dikkati çeken bu olağanüstü telgrafı, Mutasarrıf Paşa hemen çözerek okudu: “Elyevm İstanbul’daki asakiri şahane efradından ve (…) kazasına bağlı (…) karyesi ahalisinden Keleş oğlu Ali’nin zevcesi olup mezkûr karyede sakine Selime adındaki hatunun sütanalığı etmek üzere buraya gelmesine zevci tarafından muvafakat edildiğinden belediye tabibi serian mahalline gönderilerek mezbûre dikkatle muayene ettirilip ileri ve emrazdan salime ve sütü evsafı lazımeyi haiz olduğu tahakkuk ederse çocuğu ile beraber hemen buraya gönderilmesi ve hareketinin bildirilmesi muntazırdır.”
Acele işaretli bir şifre telgrafla sütanası istenmesi ve bunun için gece yarısında uykudan uyandırılması mutasarrıfı kızdıracak gibi olmuşsa da Suat Paşa gibi büyük bir zat ile tanışmaya hususi bir vesile teşkil eden bu fırsattan istifade edileceği karısı tarafından hatırlatıldığından, mutasarrıf, sabahı da beklemeyerek, belediye hekimi ile bir zaptiye zabitini beş altı saat mesafede bulunan mezkûr köye gönderdi ve vazifesini tamamıyla ifa edenlere mahsus bir kalp istirahatiyle yatıp uyudu. Selime’nin her suretle iyi bir sütanası olacağı anlaşıldığından liva merkezine getirildi, bir gece mutasarrıfın konağında misafir edilerek daha büyüğünü tasavvur edemediği bir hanım tarafından kıyafeti biraz düzeltilerek, yerli dokumadan bir de çarşaf verilmekle beraber: “Ne yapalım aceleye geldi, kusura bakma.” diyerek bir de özür dilendi. Şimdiye kadar köyden hiç çıkmamış olan Selime, bu kasabayı ve mutasarrıfın karısı gibi bir hanımı ilk defa görüyordu. Eğer uzak, yakın köylerden yazın – kışın tavuk, yumurta satan ve birer ikişer kile zahire satmak için pabuçları koltukları altında sürü sürü şehre gelip giden kimsesiz asker analarından, asker karılarından, asker nişanlılarından biri olsaydı, şu iyi tecellinin, yani sadrazam sütanalığı memuriyetinin kıymetini, ehemmiyetini takdir ederdi. Selime, ihtiyar bir polisle yük arabasına bindirilerek yola çıkarıldı ve sadrazama malûmat verildi. Bunların yol masrafları, mücrimler sevkine mahsus tahsisattan verilmesine muhasebeci muvafakat etmediğinden, belediyece verildi.
Ali, asker olarak köyden ayrıldığı zaman, Selime üç aylık iki canlı (hamile) idi. Ali, birkaç ay bir kışlada kaldıktan sonra mensup olduğu onbaşı takımıyla Nişantaşı Karakoluna memur olmuştu. Suat Paşa’nın konağı bu karakola pek yakındı. Paşanın emektar uşaklarından Kâmil, Ali’nin köyünden olduğu için ara sıra “memleket”, yani köy yârenliği ederlerdi.
Ali İstanbul’a geldikten altı ay kadar sonra kayınbiraderi İbrahim’den aldığı bir mektupta bir ay önce bir oğlu olduğu, dedesinin adı konarak Salih denildiği müjdelenmişti. Ali pek sevinmiş, ilk görüşmede baba olduğunu Kâmil Ağa’ya da söylemişti; Kâmil, “Uğurlu kademli olsun.” diye tebrik ettikten sonra düşündü: Bu doğumun kendileri için hiç hatır ve hayalden geçmeyecek derecede büyük bir nimet getirmesi ihtimalini söyledi. Ali sorunca, Kâmil maksadını şöyle anlattı: “Bizim konakta yakınlarda bir sütanası lazım olacak; kadın erkek birkaç kişi yirmi gündür bunu arıyor, fakat her nedense en ziyade günde bir okkalık bir süt işini büyüttükçe büyüttüler; pek ince eleyip sık dokudular; her bulunan karıda bir türlü, dört türlü kusur bularak hiçbirini beğenmediler; Salih’in anası, senin küldöken2 gibi soyu sopu belli, sütü sümüğü temiz bir yayla ineği ararlar. Ayda en aşağı üç yüz kuruş maaş verecekler, senede ne kadar eder bilir misin? Hele bir düşün, tam üç bin altı yüz kuruş, paşanın, Dilâver Bey’in, büyük hanımefendinin, küçük hanımın verecekleri bahşişler caba; hasılı, para gökten yağacak, yerden çıkacak, ver Allah’ım ver… Bu sütanalığı, sizin için kırk yılda bir değil, yüz yılda bile doğmaz bir kuyruklu yıldızdır.”
Bu havalide gece gündüz her kıyafetle dolaşan sivil memurlardan birisinin kulağına yıldız sözü çarptı, fakat bunun sayısız emsalini bilen, gören Kâmil ehemmiyet vermedi, öksürerek biraz daha yüksek sesle sözüne devam etti: “İşine gelirse bugün hareme haber verdireyim, mutlaka isterler sanırım, çünkü dün kâhya kadın ‘İstanbullu sütninelerin kahrı çekilmez, öyleleri var ki sütü kesilir, memesi kurur da aylığım kesilir diye haber vermez, gece kandilinin zeytinyağını yedirmeye başlar; Allah kahretsin, ben ne insafsız sütnineler bilirim. Bunların en iyisi köylü sütninelerdir, bir köylü bulabilirsek çok iyi olur, çünkü onlar az şeyle çok memnun olurlar; insan, uslu bir inek gibi istediği kadar sağar.’ diyordu.”
Bir elini mavzer tüfeği üzerine koyarak, diğerinin başparmak tırnağını kemiren, şaşı bakışı olan gözleriyle sivil polisi takip etmekte olan Ali; karısını her istediği zaman görmek, ilk çocuğu Salih’i üç dört yaşında ancak görebilecekken şimdiden onu öpüp okşamak mümkün olacak, fazla olarak ayda üç yüz kuruş para alacak… Bunun hakikaten bir nimet olduğunu takdir etti: “Kâmil Ağa’m, sen bilin, ben ne diyebilirim.” diyerek reyini Kâmil Ağa’ya bıraktı.
Kâmil:
“Mademki işi benim bildiğime bırakıyon, bu iyi bir düşeştir, her zaman düşmez.”
Deyince, Ali:
“Öyle ama konahta sen olmasan ben bu işi tutmam, onları sana emanet ediyom.”
Kâmil:
“Evvela Allah’a, sonra bana.”
“Eh şimdi ne göreceksin?”
“Ne yapacağımı ben bilirim, ne yaptığımı yaptıktan sonra söylerim.”
Kâmil için memnunluk verici bir muvaffakiyet demek olan bu iş birliği, derhâl hareme haber verilmiş ve hemen o gece paşa tarafından yukardaki şifre çektirilmişti. Bu kadar itina ile sütninesi aranan çocuğu doğuracak Nüzhet Hanım, Suat Paşa’nın küçük kardeşi Albay Dilâver’in karısı idi. Her suretle mesut bir evliliğin ilk mahsulü olan bu çocuk için Anadolu’dan sütnine getirilmesi Üsküdar’dan bir inek getirtmek kadar kolay bir işti.
Selime’nin geleceği gün, karşılaşmak için kocası Ali, Haydarpaşa’ya koştuğu gibi Kâmil de birlikte gitmişti. Ali beraber gelişten memnun olmadı ise de bir şey de diyemedi. Kâmil, Ali’nin karısını karşılamak için değil, kendi işgüzarlığı ile ilgili bulunan bir yayla ineği ile buzağısını selametle konağa getirmek için gitmişti.
Vapurda, köprüde her taraftaki kalabalık, bin türlü gürültü, hele hava gazlarının keskin ziyaları Selime’yi şaşırtmıştı; sakin bir köyde yağsız bir bezir çırağı ile aydınlatılan evlerde yaşamış olan kadıncağız, bu aydınlık içinde mağaradaki yuvasından tutup güneş altında bir sürü karga arasına atılmış yarasaya dönmüştü.
Köprüden konağa kadar araba arkadaşlığına kanaat eden kocasına bu şaşkınlıktan dolayı pek az söz bulabilen Selime, konağın kapısı önüne iner inmez paşanın, hanımefendinin huzurlarına çıkınca nasıl etek öpeceğine dair mutasarrıfın karısı tarafından vaki olan tembihleri hatırladı. Kapıcı Abdi Ağa bıyıklarını bükerek, sütnineye, her yerde bulunmaz bir Van kedisi gibi ta Anadolu’dan getirilen bu ineğe, dikkatlice baktı, baştan aşağı süzdü; boyalı bıyığına rağmen pek mecalsiz bir ihtiyar olduğunu bilmese, bu bakış Ali’yi kıskandırabilirdi. Selime, hiç görmediği sırmalı kırmızı cepken ve poturuna bakarak, köyde kapıları önünde gezinen veya çömelenlerin o evin büyüğü olduğunu düşünerek “Paşa olmalıdır.” diye kimsenin delaletine bakmadan, bilgiçlik göstermek için Abdi Ağa’nın cepken yenini öpmek istediğinde, Ali menederek yavaşça: “Kılığına bahma, o da bencileyin bir kılkuyruh, bir hizmetkârdır.” dedi.
Abdi Ağa, kapının yanındaki elektrik düğmesine basarak hareme haber verdi.
Soluyan bir bohça gibi, birçok beze sarılmış olduğu hâlde babasının kolları üstünde uyuyan çocuk, anasının kucağına konularak içeriye itildi ve kapı kapandı. Cariyeler, hizmetçiler yemekte idiler, Selime’yi karşılayan olmadı; bir iki dakika şaşkınlık geçirdi; aşağıya kendisini davet ediyormuş gibi duran açık kapılı odalardan birine mi girecek, yoksa ortasındaki kırmızı halısı ile pek muhteşem görünen geniş mermer merdivenden yukarıya mı çıkacak, ne yapacak? Bir türlü kestiremiyordu.
Sırmalı esvaplı adama da “kılkuyruk” denilen bir konakta aldanmamak için pek dikkatli davranmak lüzumunu takdir ediyordu. Bereket versin, beyaz esvabıyla sahanlıkta görünen Nazikter Kalfa, güleç bir sima ve tatlı bir sesle “Buraya geliniz.” diye imdada yetişti. Selime, merdivenin halısına basmamaya dikkat ederek kenardan yukarıya çıktı. Mutasarrıfın karısından daha süslü, daha güzel olan Nazikter’in hanımefendiliğini kabulde tereddüt etmeyerek etek öpmek istedi, 30 yaşında olduğu hâlde 20 yaşında gibi taze görünen Nazikter, nazik bir tavır ile “Estağfurullah, kapı yoldaşıyız; hoş geldiniz.” diyerek önüne düştü ve yürürken: “Küçük hanımefendinin iki günden beri süren sancıları bugün arttı; inşallah ayağınız uğurlu gelir de şimdi kurtulur.” dedi. Selime: “Allah’ın izni ile…” cevabını verdi.
Kucağındaki çocuk ve alışık olmadığı için bir tarafa sarkıp yerde süründüğünün farkına varmadığı çarşafının hâli ve şaşkınlığından doğruca yürüyemeyerek, sağa sola sallanarak yürümesi, koridorda tesadüf ettiği genç cariyeleri hayli güldürüyordu. Kendisine ayrılan odaya götürülüp de “Burası senindir.” denilince, “Dünya üstündeki her şey senindir.” denilmiş kadar sevindi. Yalnız, ana ve babanın değil, bütün konak halkının beklediği aziz bir çocuk için hazırlanan bu oda, Selime gibi kötü bir köyden gelen bir kadının “Cennet denilince tasavvura çalıştığı bir yerden daha ziynetli idi. Selime, odanın her tarafını, içindekileri hayretli bakışlarla temaşa ediyordu. Salih, Selime’nin kucağına yan yatıp paçavralar arasından çıkardığı çıplak ayaklarının pembe parmaklarını oynata oynata hırsla meme emiyordu; sanki bu iki abıhayat kaynağını elinden alacak bir ortak çıktığını anlayarak, kapağı nadiren kımıldayan bir gözünü anasının çenesine dikmiş, kendisine kalmazsa ortağına da yaramaması için kaynağını kurutmak istercesine ağzını köpürte köpürte meme emmesi Selime’nin dikkatinden kaçmamıştı. Salih bütün sütlerini emip bitirdikten sonra, hanım, memelerini muayene ettirerek “Bu boş dağarcıkla mı sütanalığı etmeye geldin?” diye sorarsa ne cevap verecekti. Bu korkuyla “Dibi delik üzlük (küçük çömlek) müsün, dolman mi; eynühan mısın be çocuk, doymah bilmen mi?” diyerek Salih’in burnunu sıkıp memeyi ağzından çekti çıkardı. Salih tepindi, yüzünü buruşturarak memeyi aradı. Selime, okşadı, öptü; çocuk, gözlerini yumup uyudu.
Selime’nin geldiği, konakta şayi olduktan birkaç dakika sonra, Nüzhet Hanım’ın nur topu gibi bir oğlan doğurduğu haberi herkesi sevindirdi. Selime bundan böyle cennet gibi bir odada yaşayacağını düşünmekte iken, Nazikter Kalfa’nın çocuk doğduğunu haber vermesi ve dediği gibi ayağının uğurlu gelmiş olmasına çok sevindi. Rahmetli babasının “Sen toprağa hor bakma, toprakta neler yatar.” dediğini hatırladı. Selime genç ve ihtiyar beş altı cariye tarafından çevrildi, her biri bir şey söylüyor, bir şey soruyordu. Kadıncağız, birinin sualine cevap hazırlarken ikisi başka şeyler soruyor, hangisine cevap vereceğini şaşırıyordu; zenci Şirin Dadı bile, beyaz cariyeler arasından başını uzatarak sırıtıyordu. Selime mahcup mahcup gülümseyerek:
“Sorgu melekleri gibi etrafımı sardınız, mezar sorguları soruyorsunuz, ben hanginize karşılık vereyim? Maşallah dilinize kıl dolaşmıyor, kuş gibi vıcır vıcır ötüyorsunuz.” demeye mecbur oldu. Cariyeler uzun kahkahalarla güldüler, bereket versin Nevnihal Kalfa imdada yetişti. Bu pek geveze, muhtelif renkli kuşları dağıttı. Bir saat sonra Selime, konağın hamamında idi. Köyde, çayın kenarında, üstü açık kalmak şartıyla dört kuru duvar yapılıp yunak denilen köy kadınlarına mahsus yerde hem tokaç ile çamaşır yıkamaya, hem de yıkanmaya alışmış olan Selime burayı yadırgamıştı. Kurnanın gümüş gibi beyaz, parlak iki musluğunun birinden sıcak, diğerinden soğuk su aktığını görünce, süt, bal akan cennet çeşmeleri gibi, karşıdaki kurnanın musluklarından da bal pekmez şerbetleri akacağını zannedecek kadar şaştı. Her tarafı beyaz mermerle yapılmış olan bu hamam içindeki, şimdiye kadar görmediği güzel şeyleri seyrederken, Şirin Dadı’nın, bir çocuğun saf yüreğine ilk defa giren kookucu (umacı) korkusu gibi ansızın içeriye girmesi, Selime’yi hayli korkuttu; eğer birkaç sene önce köye gelen zenci bir zaptiyeyi görmemiş, bu renkte de insanlar bulunduğunu öğrenmemiş olsa, beş on dakika evvel etrafını sual melekleri sardığı sırada, Şirin Dadı da onların arasında karanlık bir mezar deliği gibi görünmese, dadıyı bu şekilde tecessüm etmiş bir karakoncolos (kâbus) sanarak “Aman anam!” diye bağıra bağıra çırılçıplak hamamdan kaçması muhtemeldi. Şirin Dadı, ince sesiyle: