Kitobni o'qish: «Hatıralar»
HATIRALAR
Hafız Osman Mektebi Isparta, Antalya, Niğde Rüştiyeleri Niğde’de ve Konya’daki Memuriyetlerim
Biri benden büyük, öteki küçük iki oğlan kardeşim pek küçük yaşlarda ölmüş; üç kız arasında bir tek oğlan olduğumdan dolayı babamın, anamın; bilhassa babamın aşırı muhabbetleri, hoşgörüleri beni pek şımarık, pek yaramaz bir çocuk yapmıştı.
Malum olduğu üzere mezarın kenarına kadar ister istemez sürükleyip götürdüğümüz kötü huyların tohumları, özellikle beşik etrafında emeklediğimiz günlerden itibaren anadan, babadan gördüğümüz sevgiler ve hoşgörülerle canlanmaya başlar. Çocuklar, ana baba şefkatine muhtaçtırlar; fakat yaşamak için muhtaç olduğumuz su bile lüzumundan fazla olunca bizi boğar, öldürür. Çocukları sevmeli, fakat onlara bunu hissettirmeyerek sevmeli. Bu gizli sevgi çocuk terbiyesinin temeli gibidir.
Benim hatıra, hayale gelmez türlü şarkadalıklarımdan (o zaman Niğde’de çocuk yaramazlıklarına böyle derlerdi) annem pek bizar olduğundan daha beş yaşıma bile varmadan, def-i bela kabilinden bir tedbir olmak üzere beni evimizin karşısındaki mahalle mektebine devam ettirmek istedi. Ben de memnuniyetle gidiyor, yaramazlıklarımı orada biraz değiştirerek yapmaktan geri durmuyordum. Mektep gibi, hocası da komşumuz olduğu ve beni, -anamın, babamın ne kadar sevdiklerini bildiği için- gücendirmek istemeyerek pek hoşgörülü davranıyor; ben mekteple ev arasında mekik dokuyarak zamanımın çoğunu sokakta geçiriyordum. Harfleri birer işkence aletinin resmi gibi hiç sevmediğimden ne annemin maksadı hasıl oluyor, ne de ben mertek gibi “elif”, badem gözlü “sad”, kuzu başlı “kaf’, yay gibi “ye” diyerek vasıflarıyla öğretilen elifbayı öğreniyordum. Niğde’de bir buçuk saatlik mesafede bulunan Bor kasabası mekteplerinde o zaman elifba yerine bilinen ebced “elif, be, cim, dal…” diye okunuyordu.
Tahrirat müdürlüğünde bulunan babam geçici bir memuriyetle Aksaray Kazası’na giderek iki aydan fazla orada kaldığı için annem benim evle mektep arasında mekik dokumama nihayet vermek istedi. Beni kendisinin de okumuş olduğu, mahallemize hayli uzak bir mektebe gönderdi. Sabahları bir uşakla gidecek, akşamları yine onunla dönecektim. Evvelce hiç tanımadığım bu mektebe uşakla gittim; fakat öğleden sonra koşa koşa yalnız dönerek, benim yaramazlıklarımdan birkaç saat kurtulduğundan tabii memnun kalan annemin karşısına dikildim.
Muhterem okuyucular, beni mektep kaçaklığıyla suçlamadan evvel, bakınız kaçtığım nasıl bir mektep, korktuğum nasıl bir hoca idi:
İçini ilk defa gördüğüm bu mektep, yapı bakımından o zamanki Niğde çocuk mekteplerinin en iyisi olmakla beraber; Niğde gibi mutedil bir iklimde mektep değil, Küçük Asya’nın ortalarında, Kuzey Kutbu yakınlarındaki insan meskenlerine bir karşılık yapmak isteyenlerin o hâle konulmuş zannedilen “Hafız Osman” mektebidir.
Binaya oranla pek küçük olan kapısının tahta aralıklarına, cingi denilen kara taştan yapılmış sökelerine temas eden kenarlarına, ak ve kara koyun, keçi pöstekisi parçaları çivilenerek garip bir şekil verilmiş, pencerelerine üç ay evvel kaba kâğıt yapıştırılarak temiz havanın girmesinden, aydınlanmaktan pek zalimce menedilmiş bir mektep!
Her şeyden evvel yaşamak için havaya, ışığa muhtaç olduğumuz bilinmeyerek; birine giriş, ötekine çıkış bırakmayan bu yerde bir şey öğrenmenin imkânı düşünülür mü?
Kapıdan girince yalnız çocukların nefesleriyle ısınmış, rutubetli ve üç aydan beri temiz hava cereyan etmediği için kötü kokulu bir karanlık içinde kaldım.
Bereket versin ki Hafız Osman’ın gözlerindeki zayıflıktan dolayı yanındaki pencere, kâğıtların ötesine, berisine bezir yağı sürülerek biraz şeffaflaştırılmıştı. El kadar bir ayna kırığının sırı sıyrılarak şeffaflığı iade ile bu kâğıtlardan bir tabakasının ortası kesilip oraya yapıştırılmış olduğundan camdan eğik olarak giren güneş ışığı, mektebin havalanan tozlarını aydınlatıyordu. Bu tozlardan hasıl olan sarı kehribara benzer ince bir sütunun yardımı ile cüssece emsali nadir iriliği, insan şeklini bozacak derecede şişmanlığı, kirpikleri tamamen dökülüp, kapakları dışarı kıvrılarak etrafına kızıl kaytan geçirilmiş gibi duran küçük, sönük gözleriyle korkunç bir mahluk olan hocayı; sağ tarafta peliad denilen ve istirahat zamanlarında sekizi onu birbiriyle sarmaş dolaş olarak yatan yılan derneği gibi yığılmış ince, kalın kızılcık değneklerini, sol yanında köşeye dayanmış duran uzun sırığı, duvara takılan falakayı gördüm. O güne kadar öylesini hissetmediğim bir korku ile titredim.
Uşak, önüme geçerek beni hocaya şöyle takdim etti:
“Bekir Beyzade Hasan Efendi’nin oğludur. Annesi hanım ellerinizden öpüyor.”
Hoca yüzünü buruşturarak:
“Bekir Beyzade’nin oğlu mektebe böyle mi başlatılır?”
“Babası Aksaray’dan gelince tabii âdet yerine getirilir.”1
“O hâlde bu acele ne?”
“Çocuk okumaya pek meraklı da!”
Uşak bana dönerek:
“Haydi, Hoca Efendinin elini öp!” dedi ve gitti. Hoca Efendi, uşağa, giderken:
“Muhsine Hanım’a selam söyle!” dedikten sonra, “Öp bakayım!” diyerek elini bana uzattı.
Küçük çocuklar önünde Budha heykeli gibi görünen hocanın pürüzlü ve titrek eline, dişimi çekmek için ağzıma yaklaşan kerpetene bakıyor gibi korkarak baktığım için:
“Sen…” dedi. “Ne ürkek çocuksun!”
Titrek elini, titreyen dudaklarımla öptükten sonra:
“Otur.” diyerek, galiba bir enkazdan arta kalmış olan ve üzerinde birkaç demir çivi başı görünen kalın kalastan yapılmış rahlesinin önünü gösterdi. Ben, dizlerimin bağları çözülmüş gibi bir oturuşla oraya diz çökünce, Hoca Efendi güya benim korkumu gidermek için bir latife olmak üzere:
“Burada senin ananı da, dayılarını da ben okuttum. Lütfi Bey iyi çalışmadığı için onun kulağını buraya mıhladım!” dedi ve büyük çivi başlarından birini parmağıyla gösterdi. Ben bu şakayı hakikat olarak kabul ettiğim için, kulağım oraya çakılmadan önce kaçmak isterken hoca:
“Haydi!” dedi. “Başlayalım, ben ne söylersem sen onu tekrarla… Bismillah…”
“Bismillah…”
Ben bu besmeleyi ıstırapla çektiğim gibi “Rabbi yessir.” duasını da tekrar ettim. Bu duadan sonra mertek gibi “elif”ten, yay gibi “ye”ye kadar huruf-ı hecâvı hoca ile beraber söyledik. İlk ders nihayet bulmuş oldu. Çocukların bazıları evlerinden getirdikleri küçük minderlere oturuyorlar idi ise de ekserisi koyun, kuzu, keçi postları üzerinde idiler. Hoca, ikinci sırada sahipsiz bir kara postu göstererek:
“Hadi!” dedi. “Şimdilik oraya otur bahalım. Yarın sen de bir kuzu postu veya minderle gelirsin…”
Beni korkutan işkence aletleri iki saat içinde birer birer vazifelerini şiddetle yerine getirdiler: Sırık, hocanın: “Sarı giz (kız) dersine bak!” diye gürlemesinden sonra son sıradaki hastalıklı, zayıf bir kızın başına yıldırım gibi indi. Bu semavi bela yalnız o zavallı hasta kızla sınırlı kalmadı. Sırık havalanınca, üzerlerinde birer kartal dolaşan piliçlerin korkusunu andıran bir heyecan ile gözlerini önlerindeki kuzu başlı “kaf”lara, badem gözlü “sad”lara diken iki oğlan çocuğun yumuşak, ana eliyle okşanmaya alışık başlarını da incitti. Falaka, yeşil kâğıda insan şeklini andırır bir resim yapan çocuğun ayaklarına takıldı. Hoca: “Yaptığın bu adama can ver bahalım domuz!” diyerek bütün ihtiyatlı çocuklar gibi bu ressamın da tabanına koymuş olduğu keçe parçasıyla beraber çoraplarını da çıkartarak ciddi bir düşmanlıkla beş değnek vurdu.
Fazla olarak, memleketin ileri gelenlerinden birinin oğlu olup Kur’an’ı ezberlemeye; yani hafızlığa çalışan çocuğun bir sayfada dört yanlışından dolayı kulağını vahşice çekerek yarıya kadar yırttı ve “rı”ları “ırı” olarak söyleyen bir kızın burnuna kalem sokup kanlar fışkırttı. Fevkalade fırtınaları takip eden fevkalade sessizlikler gibi bu gürültülerden biraz sonra böyle bir küçük çocuklar topluluğuna hiç yakışmaz bir sessizlik hüküm sürmeye başladı. Çünkü öğleye doğra hoca oturduğu yerde, duvara yaslanarak uyumaya başlamıştı.
Çocuklar bu uykunun sonsuz olması arzusunu birbirine işaretle anlatırken ben, bizi binbir türlü yaşamak azabına mahkûm eden vücutlarımızdan çıkan ruhlar gibi kimseye görünmeden çıkıp gitmiştim.
Mektepte gördüklerimi anneme söyleyince beni bir daha o mektebe göndermeyeceğinden emin idim. Hâlbuki o, her nedense şu sözleri söylemekten kendini alamadı:
“Yavrum; ben de az çok ceza göre göre o mektepte, o hocada okudum. Bu cezalara kendi kusurumdan dolayı da uğramadım. Hoca, beni büyük dayına mektep kalfası yaptı. Yani derslerini ben öğretirdim. Onun kaç yanlışı çıkarsa hem onun ayaklarına, hem de benim avuçlarıma o kadar değnek vururdu. Hocanın vurduğu yerde gül biter. Dayıların, babam tarafından bu hocaya ‘Etleri senin, kemikleri benim!’ diyerek verilmişti. Ben öyle bir haber göndermediğim gibi, baban ise hiç öyle sözler söylemez. Sen dersine çalışır, yaramazlık etmezsen hiçbir ceza görmezsin.”
Bir kızın burnundan kanlar fışkırdığını, bir oğlanın kulağında kıpkızıl bir yara açıldığını kendi gözleriyle gören bir çocuk, hocanın vurduğu yerde açılacak gül sözünden ne kadar hakikat kokusu alabilir? Çocukları, şefkate en ziyade muhtaç, merhamete müstahak oldukları bir çağdan, onların ileride mesut yaşamaları sebeplerini hazırlamak için yapılmış olan mektepte böyle hissiz bir yobazın işkenceleriyle ağlatıp inletmek, zavallı masumlara Tuba ağacı gölgesinde cehennem azapları çektirmeye benzer.
Bu hoca beni mektepten, okuyup yazmadan son derece soğuttu. Evet, daha onlara hiç ısınmadan soğuttu, nefret ettirdi. Ertesi gün bu mektebe yine uşakla gönderildim; fakat uşakla yan yana, arkadaşça yürüyerek değil, onun sırtında tepine tepine, hüngür hüngür ağlayarak…
Yine hocanın uykusu gelince, ben dünyaya ağlayarak gelip, ahirete sakin olarak gittiğimiz gibi kaçtım ve doğruca beni çok seven, sayısız suçlarımda koruyan küçük amcam Ethem Bey’in evine sığındım. Onun korumasıyla bir daha Hafız Osman cehennemine gönderilmeyeceğime dair teminat almadıkça da evimize dönmedim.
Bir buçuk sene kadar serbest kaldım. Galiba yaramazlıklarıma yavaş yavaş annem de alışmış olmalı ki komşu mektebe de göndermekte ısrar etmedi.
Gerçi ben elime geçen her şeyi bazen bozmak, kırmak niyetinde bulunmadan bozuyor, kırıyor idiysem de; bir evde daima affedilen sabıkalı bir suçlu bulununca herkes masum kesildiğinden, başkalarının kaza ile kırıp bozdukları şeyler de bana yükletiliyordu. Emsalsiz yaramazlıklarımdan, ziyankârlıklarımdan bir ikisini söyleyeyim:
Babamın alacak verecek defterinde bazı rakamların etrafına mürekkeple daire hâlinde çizgiler çevrildiğini görmüştüm. Bunların her alacak alınınca makbuz; borç verilince ödenmiş işaretleri olduğunu bilmediğimden alınmamış bütün alacak, verilmemiş borç hesaplarını bu suretle kapatmıştım.
Mithat Paşa merhumun Yıldız Sarayı’ndaki bilinen muhakemesinde, hâkimler heyetine reislik eden Sururi Efendi, Niğde’de naip yani kadı iken her ne sebeple ise, onunla beraber mutasarrıf da dâhil olmak üzere, idare meclisinin bütün tabi ve seçim sonucu seçilmiş üyesi muhakeme altına alınmış, babam da tabi üyeden olduğu için o meselede kendisini müdafaaya yarayacak vesikaları toplamak üzere, haremdeki odasında bütün evrakını sedir üzerine yayarken, acele bir müzakere için selamlığa Kadı’nın geldiğini haber verdiklerinden, kâğıtları o hâlde bırakarak gitmiş. Arkadan ben girdim. O zamanlar şimdiki gibi damga pulları yoktu. Hüccet, mazbata, arzuhâl, senet gibi şeylere mahsus damgalı kâğıtlar vardı. Açık olan mazbataların yazıları altına basılmış sıra sıra mühürleri görünce, çarşıdaki bir hakkâkın böyle birçok mühürleri, küçük bir vitrinin camına yapıştırmış olduğu hatırıma geldi. Babamın tırnak makasını bulmakta gecikmedim ve hemen işe başladım. Beraat mazbatalarının, alacak senetlerinin damgalarını, mühürlerini birer birer keserek pencere camına yapıştırdıktan sonra, gelip yaptığım marifetleri görmesi için anneme koştum. Zavallı kadın, mazbataların, senetlerin feci hâlini; camdaki mühürleri, damgaları görünce, neye uğradığını bilemeyerek ben “Aferin yavrum ne iyi yapmışsın.” diyeceğini beklerken:
“Ulan ne yaptın?” diye bir çığlık kopardı. Soluğu amcamın evinde aldım. Amcam, suçlarımın ne olduğunu ve annemin çığlıklarından çok korktuğumu anlayınca: “Sen bu gece burada yat. Ben gider, ağabeyimle görüşür, suçunu bağışlatmaya çalışırım. Fakat bu seferki suçun çok kötü ve zararlı, sakın bir daha yapma.” dedi. Niğde’de o zaman bir ana mektebi bulunsa ben orada koşar, oynar, eğlenir; hiç farkına varmaksızın birçok şeyler öğrenir, böyle zararlı yaramazlıklarda bulunmaya vakit bulamazdım.
Bu hakkâk taklitçiliğinden bir müddet sonra babamın memuriyeti Isparta Livası’na değiştirilerek, mahfeler içinde oraya gittik. Isparta’da oturduğumuz mahallenin bir tarafına tabut, teneşir konulan mektebinin hocası Niğde’deki emsalsiz Hafız Osman gibi değil, bizim komşu mektebinin hocası gibi bir adam olmakla beraber ben, o mektebe de layıkıyla devam etmediğim için aylarca serserice gezdikten sonra, nihayet babamın ricası üzerine usule aykırı olarak “Mülazım sınıfı talebelerinden!” sıfatıyla rüştiye (ortaokul) mektebine kabul edildim.
Mektebin yazı hocası meşhur hattat (galiba ‘Bektaşi Hoca’ denilen mübarek adam) beni ayrıca okutacak, yazdıracak ve ben hükûmet konağı civarındaki bu mektebe her gün babamla beraber gidecek, onunla beraber dönecektim; öyle oldu. Bu hoca, kendini bana sevdirmenin ve bendeki okuyup yazma nefretini gidermenin yolunu buldu; babamla küçük amcamdan sonra en çok sevdiğim adam bu oldu. Benim sülüs yazılarım mektebin dördüncü sınıfı (birinci sene) talebelerinin yazılarından daha kötü değildi: Her sene mektebin gerçek talebelerinden sonra beni de imtihan ettiler ve onlara verildiği gibi, bana da her sene başka renkte kırmızı, yeşil ve sarı kâğıtlara basılmış tahsinnameler (takdirnameler) de verdiler. Çok yazık ki birkaç ay sonraki imtihanda sınıfa gireceğimden memnun oluyorken, babamın memuriyeti Antalya olarak değiştirildi.
Isparta’dan, şiddetli bir poyrazla savrulan karlar arasında, her tarafı keçelerle kapatılan mahfeler içinde ulu ve karlı dağlardan geçerek gittiğimiz Antalya’yı, limon ve portakal ağaçlarıyla zümrüt gibi bir cennet hâlinde bulmaktan çok memnun oldum ve ilk defa orada gördüğüm denizden pek heyecan duydum. Antalya’yı doya doya gezip her tarafını layıkıyla görmeden rüştiye mektebine verildim.
Birinci hoca; “Isparta rüştiye mektebinin mülazım sınıf talebelerinden Hâzim Efendi dersine çalışıp liyakat gösterdiğinden, işbu tahsinname ita kılındı.” yazılı matbu ve hocalar tarafından mühürlü vesikayı görünce:
“Tuhaf şey.” dedi. “Isparta mektebinde bir de mülazım sınıfı mı açıldı?”
“Hayır.” dedim. “Orada benden başka mülazım yoktu. Bu sene orada kalsaydım mektebin dördüncü sınıfına girecektim.”
Hoca efendi biraz imtihandan sonra:
“Burada da dördüncü (yani ilk) sınıfa kaydederiz, merak etme.” dedi ve öyle oldu.
Antalya’nın bence hepsi yeni, hepsi cazip birçok güzelliklerinden dolayı mektebe az çok muntazam devamım iki ay bile sürmedi.
Birkaç ay içinde erkek arkadaşlardan çok kız dostlarım, altıyı buldu. Ben onlarla birleşip oynamayı, onlarla gezip eğlenmeyi ve denize pek yakından; küçük limana biraz uzaktan hâkim olan yüksek bir yerdeki kayalar arasına oturarak, denizin değişik görünüşlerini seyretmeyi her şeye üstün tuttuğumdan, mekteple ilgiyi büsbütün kestim.
Babam, beni mektebe devam ettirmenin yolunu bulmakta çaresiz kalınca, hiç olmazsa Kur’an’ı bir defa olsun hatmetmem için, evimizde her sabah Kur’an okuduktan sonra, kendisiyle beraber gidip gelmek üzere beni tahrirat (yazı işleri) kalemine mülazım (stajyer) tayin etti. Ben, hoca ile beraber her gün birer cüz okumak suretiyle Kur’an’ı bir ay içinde bitirdiğimden, mübarek sayılarak bir hatim duası yapıldı.
Babamın fazlaca sevgisi neticelerinden biri olmak üzere on iki yaşıma kadar, o yaşıma uygun okuma ve yazma öğrenmediğim gibi, sünnetim de gecikmişti. Sünnet düğününde karyolamı altı kız arkadaşımın çevirmesi, davetli hanımların dikkatlerini çekmiş, manalı gülümsemelerini mucip olmuştu.
O yıllarda Konya valiliğinde bulunan sabık Sadrazam (Harbiye Mektebinde Softa lakabını alan) Esat Paşa devir ve teftiş suretiyle Antalya’ya geldi.
Paşa, vazifesi münasebetiyle babamı her gün görüyor ve diğer memurlardan fazla iltifat ediyordu. Her akşam belirli saatte atla deniz hamamına giderken bizim sokaktan geçtiği için, belki de babama iltifatından dolayı bir minnettarlık eseri olmak üzere, geçeceği saatte kapının önüne çıkarak el pençe divan durur, onun vakur selamını alırdım. Bu devamlı hürmetkârlığım bir akşam paşanın dikkatini çekerek atını durdurdu, kimin nesi olduğumu gülümseyerek sordu.
“Tahrirat müdürü bendenizin oğluyum.” dedim.
“Ya, öyle mi?” dedi. “Yabancı değilsin demek?”
Birkaç gün sonra bir akşam babam beni odasına çağırdı. Gülümseyerek girdim. Babamın yüzü her zamanki gibi güleç olmamakla beraber, yanında oturan annemin duruşu da hiç hoşuma gitmedi. Babam birkaç saniye düşünür gibi bir tavır aldıktan sonra, az çok öfkeye delalet eden bir sesle:
“Otur, sana söyleyeceklerim var… Fakat annene başladığım sözlerimi bitirdikten sonra söylerim…” diyerek yüzünü anneme çevirdi:
“Sözün neresinde kaldık? Ha…” Mühürdar Bey: “Vali Paşa hazretleri bugün öğleden sonra rüştiye mektebini şereflendirecek, öğretmenlerine bir haber gönderiniz.” dedi. Ben yalnız haber değil, İdare Meclisinin oldukça yeni koltuklarından, sandalyelerinden beş on tanesini de gönderdim. Vakit gelince paşa mektep yolunu tuttu. Mutasarrıf Bey, kadı, muhasebeci ve ben de peşine düştük. Bu paşa, pek fazla mektep meraklısı bir zat. Konya’da ilk defa olmak üzere yapılan muntazam dört ilk mektep de onun eserleridir. Konya’ya şimdiye kadar bu derece feyizli, namuslu ve dindar bir vali gelmemişti, özetle çok kıymetli ve mübarek bir zat. Mektebin dört sınıfından beşer talebeyi bizzat birer birer imtihan etti. Talebelerin her soruya uygun cevap vermelerinden paşa pek memnun olarak, kendilerine güzel saatler, yazı takımları gibi mükâfatlar verdi. Şu bizim komşu belediye çavuşunun cılız oğlu da, kara bakkalın kara çocuğu da mükâfat aldılar. Paşa imtihana başlamadan önce büyük dershanede saf saf dizilerek ayakta duran çocuklara bakarak: “Müdür Bey!” dedi. “Bunların arasında mahdum beyi göremiyorum.” Bu suale nasıl cevap vereceğimi şaşırdım; başıma kaynar su dökülmüşe döndüm: “Bu sabah birdenbire hastalandı, maalesef gelemedi.” diye yalan söylemek mecburiyetinde kaldım. Karşımda duran birinci muallim gülümsedi. Bilir misin Muhsine, paşanın suali kulağıma kızgın bir demir çivi gibi girdi. Bu yalanı söylerken kömür koru çiğniyor gibi ağzım, dudaklarım yandı. Belediye çavuşunun, hele şu kara bakkalın oğulları bir sabık sadrazamın, âlişan bir valinin mükâfata layık gördüğü kadar okusun yazsınlar da; bizimki mektepten kaçarak serserice şurada burada gezsin kızlar ağası gibi, daima kız çocuklarla düşüp kalksın, olur şey mi? Bundan daha fazla esef edilecek bahtsızlık mı olur?
Çok sevdiğim babacığımın sesi, son kelimeleri söylerken biraz değişir, gözleri yaşarır gibi oldu. Yüzünü pencereye çevirerek bir dakika kadar sustuktan sonra:
“Sana söylemekten vazgeçtim.” dedi. “Haydi, odana git!”
O söylerken benim yüzümün renkten renge girdiğine tabii dikkat etmişti.
Odamıza gelir gelmez, her biri bir yerde sürünen ders kitaplarını bulup toplamasını, gizli bir şey söylüyor gibi yavaşça ablamdan rica ettim.
“Kardeşim!” dedi. “Galiba mektebe gitmeye niyet ediyorsun! Bir iki gün içinde yine kaçacaksan hiç gitme, daha iyi…”
“Hayır!” dedim. “Artık kaçmayacağım!”
Ablam, ben, “Aman dur, söyleme!” demeye vakit bırakmaksızın babamın odasına koşarak, “Hâzim yarın mektebe gidecek!” diye müjdeledi. Babam bana işittirmek için:
“Gitmesin, gitmesin! Yarın, öbür gün yine kaçar, başkalarının çocuklarına da haylazlık örneği olur!” diye bağırdı.
Ben babama bir sürpriz yapmak için mektebe gideceğimi söylememek azminde idim, nasılsa ablama söylemiş bulundum. Artık mektepten kaçmadığımı, kaçmayacağımı ispat etmek üzere günlerin, haftaların, ayların pek çabuk geçmesini temenni ederek yattım. Fakat bir türlü uyuyamayarak erkence evden çıktım; mektebin kapısını o zamanlarda bevvap denilen kapıcı ile beraber açtık.
Kırk beş talebeden meydana gelen ilk sınıfın dümen neferi olmak üzere aylardan beri boş duran yerime oturdum.
Üç sene sonra ikinci sınıfın ikincisi olduğum hâlde, aynı memuriyetle yine Niğde’ye döndük. Sınıfın birincisi, evvelce biraz medrese tahsili görmüş, yirmi yaşlarında bir delikanlı idi. İki ay kadar hastalıkla mektebe devam edememiş olmakla beraber, on beş yaşında, sınıfın birincisi olarak diploma aldım.
Bu imtihanda hazır bulunan Mutasarrıf Hasan Mazhar Paşa beni beğenerek babama şöyle bir teklifte bulunmuş: “Bu çocuğun yalnız bir rüştiye tahsiliyle Niğde’de kalması doğru değildir, bunu İstanbul’a gönderelim. Benim orada evim var. Oğlum Memduh, Mülkiye Mektebine devam ediyor. Bir de kızım var, Hâzim Bey’i onunla nişanlayarak yahut nikâhlayarak gönderelim. Memduh’la beraber Mülkiye’ye devam etsinler. Kızım burada idi. Siz Niğde’ye gelmeden bir ay evvel İstanbul’a gittiler. Bütün akrabalarınız kendisini pek iyi tanırlar. Çirkin bir çocuk değil. Talim ve terbiyesine özen gösterilmiş sevimli bir kızdır; yaşları da uygundur. Babam razı olur gibi olmuş. Fakat annem, belki de beni dünyaya getirdiği gün, küçük hemşiresinin kim bilir ne zaman doğacak kızına hayalen nişanlamış, nikâhlamış olduğundan: “Bir tanecik oğlumu gözümün önünden bir gün bile ayıramam; mutasarrıfın kızı hem çirkin, hem de saralı imiş!” diyerek babamın meylini gözyaşı tufanları içinde boğmuş. Tabii bana bir şey söylenmemişti. O zamanlarda evlenmek kızın, oğlanın değil babasının, anasının keyiflerine tabiydi. Bu macerayı ben on altı yaşında, büyük teyzemin on üç yaşındaki kızıyla nişanlandıktan sonra öğrendim.
O sırada, yani rüştiyeden çıkar çıkmaz “Tahrir-i Emlak ve Arazi” namıyla ihdas olunan dairenin kâtipliklerinden birine üç yüz kuruş maaşla, yani “Muhaberat Kâtipliği”ne tayin edildim. Birkaç ay sonra rüştiyenin boş olan yazı hocalığı, memuriyet ilavesi olarak bana verildi.
O zamanlarda rüştiye mektepleri küçük bir darülfünun (üniversite) sayılabilirdi. Pek kısa da olsa okutulan metinlerin o derecelerden, fazlasını değil, o kadarını bile, otuz bin nüfuslu kasabalarda İstanbul’dan gönderilen başhocalardan başka bilir hiç kimse yok gibi idi. Memleketin en aydınları rüştiye mezunlarıydı.
Bu rüştiyelerde en fazla Arapçaya önem verilerek onun sarfı, nahvi (gramer ve söz dizimi) itina ile öğretilir ve ilk senede Farsçanın kısaca bir grameri gösterildikten sonra “Pend-i Attâr” adlı küçük bir risale ve bazı rüştiyelerde bunun yerine: (Sîb hurdem, yedim elmayı, ‘Ekeltuttuffâh’) gibi Türkçe, Farsça, Arapça manzum bir lügat kitabı olan “Tuhfe-i Vehbî” ezberletilir; üçüncü, dördüncü senelerde Sadi’nin, Gülistan’ından dört bölüm okutarak “Bâb-ı pençem der aşk-ı cevânî” başlıklı son fasla gelince Hoca Efendiler gülümseyerek: “Buradan aşağısının okutulması yasaktır.” dedikleri için talebe daha fazla dikkat ve her yasak şey gibi daha fazla lezzetle kendi kendilerine okurlardı.
Zavallı Türk dili, dün denilecek kadar yakın zamanlara değin olduğu gibi, Türk paralarıyla Türk toprakları üstünde yapılan, Türk vakıflarıyla yaşayan medreselere hiç giremediği gibi rüştiyelerde de Arapça ve Acemce derecesinde bir itinaya mazhar olamazdı.
Medreselerin müderrislerinden hiçbiri Farisi bilmediği gibi bunlar arasında: “Her kim okur Farisi, gider dinin yarısı.”2 diyerek dünyanın en güzel ve en ahenkli dillerinden biri aleyhinde bulunanlar da vardı.
Herhangi bir dilden herhangi bir dinin zarar görmesi, sebebi anlaşılamaz ise de; aleyhtarlığın sebebi, bilinmeyen her şeye mahsus kör düşmanlıklardan başka ne olabilir?
Bununla beraber bu müderrislerin çoğu, bildikleri Arapça ile de dört beş kelimeyi doğruca birleştirip söyleyemedikleri gibi, iki satırlık bir mektup da yazamazlardı.
Liva tahrirat müdürleri, kaza tahrirat kâtipleri, vilayet gazetesinin resmî muhabirleri, vilayet matbaası gelirinin tahsil memurları olduklarından, gazete muhabirliği yükünden babamı kurtardığım gibi, muhtelif mevzuda makaleler de yazmaya başlamıştım.
Selanik’in son valisi Şair Mehmet Nâzım Paşa merhum o senelerde Konya’da mektupçu ve matbaanın nazırı olduğundan, yazdığım şeyleri teşvik maksadıyla beğeniyor, vilayet gazetesine yazdırıyordu.
İngiltere’de mükemmel bir tahsil görmüş ve tamamıyla İngiliz terbiyesi almış olmasından dolayı “İngiliz” lakabıyla şöhretlenen vali, Müşir Mehmet Said Paşa, teftiş için Niğde’ye geldi ve on beş gün kadar bizim evi hakiki manasıyla şereflendirdi.
Emsali nadir büyük bir matematikçi olmakla beraber, ahlak faziletiyle de ünlü bu pek mütevazı ve pek sade yaşayışlı vali; kendini debdebeli geliş gidişle binlik göstermeye çalışan valilerden olmadığı için, yanında bir yaver, bir uşak, bir aşçıdan başka kimse ve kâtip bulunmadığından yazı işlerini bana gördürdüğü gibi, Niğde Livası kazalarından bazılarına da götürdü. Konya’ya dönüşünden bir iki ay sonra (1882) vilayetlerde maarif meclisleri, livalarda maarif komisyonları teşkil olunduğundan Said Paşa, bu meclisin kâtipliği ile vilayet gazetesi muharrirliğini, telgrafla bana teklif ettirdi.
Babam, bu on beş günlük temas ile paşanın gerçekten büyük ve mükemmel bir adam olduğuna kanaat getirdiğinden, derhâl kabul etti. Gözleri önünden ayırmamak için İstanbul yollarını gözyaşı selleri ile kesen anam, beni Niğde’de çok sevdiği bir hayat yoldaşı ile bir yaşında güzel bir oğlan çocuğa ve birkaç gün yaşayan bir kızımın mezarına görünmez ve kırılmaz bir zincirle bağladığı için muhalefet etmedi. Esat Paşa merhumun yurt çocuklarını cehaletten kurtarmak yolundaki ciddi, azimli ve fiili teşviki olmasa; Esat Paşa’nın sorgusu babamın kulağına kızgın bir demir çivi gibi girdiğini söylemese; onun gözlerini yaşarır görerek ruhumun derinliğinde büyük bir fırtına kopmasa, şüphesiz mektebe gitmeyecek ve Said Paşa Niğde’ye gelmese orada mıhlanıp kalacak, uzun yıllar devlete ve memlekete hizmet şerefiyle bahtiyar olmayacaktım.
Allah Esat Paşa’ya da, Said Paşa’ya da, babama da bol bol rahmet etsin.