Kitobni o'qish: «Kızılderili Mitolojisi»

Shrift:

Cemal Can Tarımcıoğlu, 1988 yılında Üsküdar’da doğdu. 2012’de İstanbul Üniversitesi tarih bölümünü felsefe yandal programıyla birlikte tamamladı. 2014’te ise askeri tarih alanında yüksek lisansını bitirdi. Aynı sene İstanbul Üniversitesi’nde yakınçağ tarihi alanında doktorasına başladı ancak 2018’in sonlarına doğru çeviri yapmaya başladıktan sonra doktorayı yarıda bıraktı. O tarihten itibaren kitap çevirileri yapmaya devam ediyor, ayrıca Marmara Üniversitesi’nde İngilizce öğretmenliği okuyor.

Önsöz

Bu kitabı salt tarih meraklılarından ziyade, düşünmeyi seven okurların geneli için yazdım. Türümüzün entelektüel tarihinin önemli bir üyesinin incelemesi olduğunu söyleyebilirim.

İnsanlığın ruh, tanrı, kendi kökeni ve yazgısı hakkındaki en ilkel fikirleri nelerdir? Niçin yaratılış, tufan, ahiret gibi belli başlı mitlere; kuş, sürüngen, haç gibi belirli sembollere; her ulus tarafından bu fikirlerle sıkı sıkıya ilişkilendirilen üç, dört, yedi gibi belirli sayılara sahibiz? Doğal dinlerin gelişimindeki yasalar nelerdir? Böylesi bir etkiye nasıl sahip oluyorlar? Bu etki iyi midir yoksa kötü mü? Bunlar, Kızılderili inançlarını inceleyerek çözmeye çalıştığım, dünyanın her yerinde merak uyandıran ilginç sorulardan bazılarıdır.

Birinci Bölüm
Kızılderililer Hakkında Genel Değerlendirmeler

Pavlus, Atinalı filozofların ricası üzerine ilahi varlıklar hakkındaki görüşlerini onlara açıklarken diğer tuhaflıkların yanı sıra şöyle bir şey ileri sürmüştür: “O, yeryüzündeki tüm kavimleri tek bir damla kandan yaratmıştır. Onu arasınlar ve kabilse bulsunlar fakat o, hiçbirimizden uzak değildir.”

Burada, insanın nihai amacının içsel bir Tanrı fikri geliştirmek olduğunu ve vaaz ettiği hariç diğer tüm dinlerin bunu gerçekleştirmenin başarısız girişim örnekleri olduğunu ileri sürerek insan türünün birliğini savunan bir hatiple karşı karşıyayız. Doğuştan gelen idelerle ilgili öğretiye şüpheyle yaklaşan Atinalılar; mitolojilerinin kitleleri kontrol altında tutmak için yasa koyucular tarafından kullanılan zekice tasarlanmış bir icat mı, örtük ve doğal bir felsefe mi, yoksa kendi tarihlerinin semavi bir yansıması mı olduğu konusunda fikren bölünmüştü. Böylesi sözleri alaya alıp kendi yollarından gitmelerinde şaşılacak bir şey yok. Onları takip eden filozof nesiller, şüphelerine ortak olup çağımıza kadar eksiksiz bir şekilde gelen fikirlerini onayladılar. Ancak şimdi, bu meseleyi etraflıca düşünüp taşındıktan sonra, Havari’nin işaret ettiği noktada çok da aşırıya kaçmadığını kabul etmek durumundayız. Esasında, onun tarafında olmayan en modern ve en yetkin uzmanlar, durduğu yeri destekliyordu. Hatta sözlerini başka türlü yorumladıklarını söylemek bile neredeyse mümkün. Zira, etnoloji biliminde rakipsiz bir yazara göre en ciddi ve en yeni araştırmalar şöyle diyor: “İnsan türünün birliğiyle ilgili varsayımları mümkün kılan olguların kabul edilmesinin yanı sıra, bu fikirde büyük ölçüde mutabık olunduğunu ve türlerin çeşitliliğiyle ilgili karşıt görüşe göre çok daha büyük bir iç tutarlılığa sahip olduğunu göstermektedir.”1 Ve putperest dinlere gelince Aziz Pavlus’un görüşü, yaşayan seçkin bir yazar tarafından yalnızca biraz daha şiirsel bir üslupla ifade edilir: “Sonsuzluk fikri, yani insan ruhundaki ideal akıl; kumaşı hayal gücüyle örülmüş ve dokusu Tanrı kavramından geliyor olsa da masal değil hakikattir.”2

Dolayısıyla vahiy ve bilim, bir araya gelerek bizi doğal dinlerin ya kadim felsefelerin öğretileri olarak ortaya çıktığı ya da ortaçağın tasarladığı gibi şeytanın insan ruhlarını yakalamak için yaydığı hileli ağlar olduğu yönündeki köhne önyargıdan kurtulmaya davet ediyor. Bu dinler daha çok, insanın tek başına Tanrı’yı bulma girişimleridir. Sonsuzu tanımlamaya çalışan aklın çabalarıdır, ilk şairlerin tüm insanların kalbinde sezinlediği “tanrılara duyulan özlemin” dışavurumlarıdır. Dinler, bu bağlamda ele alındığında öğreti bakımından zengindir. Bir halkın düşünsel ve estetik kültürüne değer biçebilir miyiz, gelişme yasalarını genelleyebilir miyiz, Hıristiyanlığın yüceliğini değerlendirebilir ve özgünlüğünün kaynaklarını yorumlayabilir miyiz? İlahiliğin doğal kavramları bunları açığa çıkarmaktadır. Hiçbir mitoloji ham değildir. Dolayısıyla barbarca da değildir. Bilakis bunlar felsefi bir aklın ilgisini hak eder çünkü katiyen âtıl bir hayal gücünün boş kurguları değil, ne kadar anlaşılmaz olursa olsun, sonsuz ve her yerde var olan bir sezginin ifadeleridir.

Bu değerlendirmeler; çoğunlukla anlamsız fetişizmler olarak damgalanan, ihtişamlı veya güzel oluşumlardan mahrum olduğu söylenen Amerika’nın yerli dinlerine rahatlıkla yaklaşmam konusunda beni cesaretlendirdi. Bu görev, pek çok zorluğu beraberinde getiriyor. İhmalkârlık, önyargılar ve bilgisizlik; yanlış nüanslar ve çok sayıda dış müdahaleyle bu inançları mahvetti. Dolayısıyla yapılacak ilk iş, uzmanların söylediklerini ince eleyip sık dokumak ve Avrupalıların yapay elini açığa çıkaran her ne olursa olsun geri çevirmektir. Zira çalışmamızın konusu Kızılderililerin geliştirdiği dinlerdir, yabancı işgalcilerden öğrenilen melez öğretiler değil. Daha sonra özgün malzemeyi canlandırıp sisteme ve düzene ulaşmak gibi zorlu bir görev üstlenilerek devam edilecektir ve bunların neye uymaları gerektiği hakkında önyargılı görüşlerle değil onlardan sergiledikleri dini gelişimin gerçek kurallarını öğrenmek suretiyle yapılacaktır. Tarihçiler; sanatın, bilimin ve devletin doğuşunu insanın kendisini korumasının bir yolu olarak doğaya ve türdeşlerine bağlı olmasına dayandırır. İnsanın bu donanımları dışarıdan alması şöyle dursun acımasız üvey anne, yani Doğa, tehditler ve darbeler yoluyla insanı kendi fıtri melekelerini geliştirmeye mecbur eder. Aynısı din için de geçerlidir. Tanrı fikri dış dünyadan kaynaklanmaz, kaynaklanamaz. Bilakis Tanrı, tarihi kökenini hayat için verilen vahim hayat mücadelesinde, hayvani arzu ve tutkuların tatmininde, ilkel insanın diğer her şeyi dışarda bırakmasına sebep olarak zihnini esir alan bayağı amaçlar ve güdülerde bulur.

Bu gibi araştırmaların doğasında hep bir şaşkınlık vardır. Zihin, duyuların idrak gücünün ötesindeki meseleleri incelerken anlamı, duyumsal algılardan aktardığı terimle veya maddi dünyadan ödünç aldığı semboller aracılığıyla ifade etmeye zorlanır. Bir mitin gerçek anlamına ulaşabilmesi için bu aktarımların anlaşılması ve sembollerin açıklanması gerekiyor. Sfenksin bilmecesini tahmin edemeyen, tapınağa kabul edilmeyi beklemesin. Zihni harekete geçiren düşüncenin belirsiz imalarının; tinsel olana maddi olandan ad verdiğinde, görünür biçimlerin sonsuzluğundan ilahiliği sezdirmeye uygun olanları seçtiğinde, hassas duyularla kavranması gerekiyor.

Bu tehlikeli yolda bize rehberlik edecek iki şey var. Tümevarımcı bilimin bilinenden bilinmeyene gitme şiarı dikkate alınarak Amerika’nın yerel dillerinde ilah, tin, ruh gibi düşünceleri ifade etmek için kendi dilimiz ve akraba dillerle aynı mecazlara başvurulup başvurulmadığı incelenecek. Yanıt olumlu çıkarsa yalnızca mitolojilerinin yapısını baştan aşağıya incelemek için sağlam bir dayanak noktası kazanmakla kalmıyoruz, aynı zamanda türümüzün birliğine dair umulmadık bir yerden kanıt elde etmiş oluyoruz: Basit bir incelemenin sağlayabileceğinden çok daha önemli olan, ölüden değil yaşayan bir ruhtan gelen bir kanıt. Amerika dilbiliminin hala çocukluk çağında olduğu ve şu anda bile sunduğu materyallerin düzgün bir şekilde işlenmesiyle, sahip olduğumdan daha sayısız lehçesiyle daha eleştirel bir ilişkiyi gerektirdiği doğrudur. Ancak hasat kıt olsa da işe başlamam için yeterlidir. İkincisi dini ritüeller, dini inançlar hakkında konuşmamızı sağlayan geçerli nakillerdir. Bunlar öncelikle, tanrıların yaptığı farz edilen eylemlerin yavan temsilleridir. Kızılderili yağmur duacısı, barakasının çatısına tırmanır ve gök gürültüsünü temsil etmek için içinde çakıl taşları olan kuru bir kabı kuvvetlice tıngırdatır, bulutların yukarısında fırtına ruhlarının rolünü üstlendiğini hayal ederek bir kamışla altındaki zemine su saçar. Antik Delfi’de Apollo ile ejderhanın savaşı (aydınlık yazın efendisinin dondurucu kışın iblisi üzerindeki zaferi) görmeye değer bir merasimle her bahar tekrarlanmaktaydı. Dolayısıyla gelenekler ve dini törenler, mitolojinin anlamını ve hikâyelerinin kökenini ortaya çıkarır.

Önerdiğim inceleme yönteminin, dinlerin katı kuralların etkinliği altında başlayıp geliştiğini varsaydığı sanılmasın. Kadercilik ruha pranga takamaz. Çok derin, etki alanı geniş, çok az kişinin kaçabildiği biçimlendirici hükümler vardır. Ancak eski astrologların yıldızlara atfettikleri gibi olanlar kuvvetli yönlendiricilerdir, zor kullanmazlar. Irkların ve ulusların karakterini oluşturan dil, uğraşlar, alışkanlıklar, coğrafi konum ve o zarif zihinsel özelliklerin hepsi, bireyin ve kitlelerin dini hayatını belirlenmiş bir standarttan saptırma eğilimindedir. Bunlara gereken önemi vermek esastır ve bu nedenle Kızılderililerin mitleriyle ilgili bir inceleme için yazılan önsözde, bu halkın özelliklerinin ve başta gelen ailelerinin tarihçiler tarafından ilk defa bilinir oldukları haliyle bir dökümünün yapılması gerekir.

Böylesi şekillendirici durumlar arasında en büyük öneme sahip olanı, zihinsel eylemi ifade ve iletme yöntemleridir. Bir ulusun konuşulan ve yazılı dili, bize onun yaygınlığını ve bir dereceye kadar zorunlu düşünce şeklini gösterir. Kızılderililer, bu noktada çarpıcı bir olgu sunuyor. Dağınık haldeki kabilelerini bir arada tutan ve onların büyük bir ailenin üyesi olarak kabul edilmelerini sağlayan en büyük özellik dilleridir. Donmuş Okyanus’tan Ateş Ülkesi’ne kadar tek bir istisna olmaksızın yerli dilleri, sözcüklerdeki sonsuz çeşitliliğe rağmen, yapısındaki bir özellikle ayırt edilir. Bu özellik yerkürenin başka hiçbir yerinde bulunmaz3 ve yapı bizim dilimizin özelliğine o kadar yabancıdır ki açıklaması kolay bir mesele değildir. Dilbilimciler, bu yapıyı çokbireşimli olarak adlandırıyor. Karşılaştırma yaparak daha iyi bir şekilde açıklayayım. Bütün kurallı cümleler, bir ana fikri küçük değişiklikler ve bağıntılarla iletir. Şimdi bir Çinli, bunu yalnızca sabit konumları sayesinde anlaşılabilir olan bağımsız heceler aracılığıyla ifade eder. Bir Yunan ve bir Alman, bağıntılarını kendi başına anlamı olmayan çekim ekleri aracılığıyla belirten bağımsız sözcükler kullanır. Bir İngiliz, aynı amaca daha çok takı kullanımı ve kelimenin cümledeki konumu sayesinde ulaşır. Çokbireşimli bir dil özü itibarıyla bunlardan çok farklıdır. Bu diller, bütün bağıntıları ve nitelemeleri asıl fikriyle en yoğun şekilde birleştirme gayretindedir. Kelimelerin kendi biçimlerini değiştirip onları birlikte kullanarak birini diğerleriyle kaynaştırır. Bu şekilde bütünü tek bir kelimeyle ifade eder ve diğerlerine ilişkin olarak ortaya çıkanlar hariç bütün kavramları defeder. Dolayısıyla pek çok Amerika dilinde esasen baba, anne, ağabey gibi sözcükler yoktur. Yalnızca benim, senin, onun babası vb. vardır. Bu durumun avantajları olduğu kadar dezavantajları da vardır. Bu sistem, duyu algılarını en doğru şekilde tanımlamak için epey kolaylık sağlar. Ancak somut olan kavramlara gelince aklın asli işi olan soyutlama ve genellemeler için verimsizdir. Bu dillerdeki çok sayıdaki değişim; baş döndürücü esneklikleri, değişken biçimleri ve hızlı yozlaşmaları bakımından bireysellik eksikliğine işaret eder ve kullanan kabilelerin belirsiz ve düzensiz tarihiyle benzerlik taşıyor gibi gözükmektedir. Bu diller, inanılmaz bir belirsizlik sergiler. Avrupalılara oldukça farklı ifade biçimleri gibi gelen şeyi gözlemlemek çok sıradan bir durumdur. Zira iki cinsiyet aynı nesne, asiller ile ayak takımı, din adamları ile halk, yaşlılar ile gençler, hatta evliler ile bekarlar için farklı isimler kullanır. Aileler ve bütün köylüler, sırf geçici hevesten veya batıl inançtan dolayı mevcut sözcükleri kullanmayı birdenbire bırakıp onların yerine başka kelimeler uydurur ve belirli bir lehçe farkının oluşması için birkaç yıllık ayrılık yeterlidir. Dillerin biçim bakımından bolluğu ve kolaylıkla türeme özellikleri, uzuvlarından birisi kopunca hızlıca yenisini geliştiren veya uzvu parçalara ayırsanız bile parçalardan her biri hemcinslerinden tamamen farklı hayatlara başlayan aykırı hayvanları anımsatmaktadır. Bununla birlikte, nasıl doğa bilimciler bu aşırı canlılığı daha yüksek bir türün bir özelliği olarak görmekten uzaksa dilbilimciler de bu dilleri dilsel ölçekte haklı olarak aşağı bir mertebeye yerleştirmektedir. Her yerde olduğu gibi burada da biçime bağlılık, mükemmelliğin ölçeğidir. Öncelikle, böyle dillere sahip ulusların mitolojilerinde incelikli hiçbir şeyin olamayacağını tahmin ediyoruz. Bunlarda çok fazla belirsizlik, tekrara düşen yorucu bir çeşitlilik ve semboldeki ana fikri kaybetmeye yönelik güçlü bir eğilim olacaktır.

Ana fikrin açıklığından geriye kalabilen şey, tanrılarla ilgili eski hikâyelerin bir kişiden ve bir nesilden diğerine aktarıldığı özene bağlı olmalıdır. Bir kavmin temel mitleri, hayret verici bir şekilde varlığını sürdürme direncine sahiptir. Germen topluluklarının Orta Asya’daki kadim yurtlarını bırakmasıyla Tacitus’un4 Ren Nehri’nin kıyısında onların vahşi şarkılarını dinlemesi arasında kaç yüzyıl geçmiştir? Tarihçilerin “sahip oldukları tek tarih” dedikleri şarkıların, barbarlığın ve amaçsız göçlerin hüküm sürdüğü uzun yıllar boyunca Manu, onun üç oğlu ve ulu tanrı Tuisco (Hintlilerin Dyu’su) hakkındaki hikâyeyi bozulmamış bir şekilde koruduğunu yine de biliyoruz.5 Kızılderililerin düşünceyi kayıt altına alıp aktarmak için geliştirdikleri tüm yöntemlere büyük özen göstermeliyiz. Bunlar bize yetersiz ve zayıf gelebilir, daha çok hafızaya yardımcı çareler gibi görünebilir. Belki her kabile bunlara sahipti. Savaşçıların göğüsleri üzerindeki dövmeler, kafa derisindeki çizgiler, boynunun etrafındaki ayı pençeleri, yalnızca yiğitliğinin yadigarları değil aynı zamanda üstün başarılarının kayıtlarıdır ve düşünmeyi seven zihinler için hayırsever edebiyat sanatının temel unsurlarını içerir. Derisinin üzerine ilkel bir taslak şeklinde, katlettiği düşman kadar okla mıhlanmış insan figürleri çizince eğitimi hızlıca ilerliyordu. Kavminin en bilgesinin güç bela geliştiği resim yazısı unsurlarında ustalaşmıştı. Sabit anlamlara sahip sembollerle bağlantılı doğal nesne figürleri bu sanatın tamamını oluşturur. İkincisinin göreceliği sıklığı, basit bir simgesel gösterimden kavramsal bir gösterime gelişime işaret eder. Bilinen bir işaretin belirli bir fikri ifade etmek için hangi zihinsel çağrışım ilkesiyle benimsendiğini tahmin etmek genellikle zordur. Söz gelimi, Çipevyan süslü yazılarında niçin ruhlar bir daire ve hayat boynuzlu bir sinekle simgelenir? Failin teması savaştan aşka veya avdan dine değişiklik gösterdiği için aynı işaretin çok farklı fikirleri çağrıştırması alana yabancı olanlar için bu güçlüğü artırır. Kurulan bağlantı, genellikle tahmin gücünün ötesindedir ve bu bağlantı bir kez kaybedildiğinde ideografik yazının anahtarı asla geri kazanılamaz.

Çipenyav işaret sisteminde bu gibi iki yüzü aşkın tesadüfi karakter olduğu söyleniyor. Ancak bir figür ile bir sembol arasındaki ayrım daha keskin çizilseydi bu sayı çok daha az olurdu. Bu tip bir yazı biçimi, bu ismi hak ediyorsa, kıta genelinde yaygındır. Kayaların düz yüzeylerine çizilen pek çok örneği günümüze kadar ulaşmıştır. Massachusetts’teki Dighton Kayası üzerindeki bir zaman ünlü olan ibareler, Vinlandlı Kuzeylilerin uzun zaman önce bıraktığı bir kayıt olsa gerek; Orinoco suları üzerinde çıkıntı yapan kayalıkların ön yüzlerini süsleyenler veya Oregon, Peru ve La Plata’dakiler çok büyük merak konusu olmuştur. Kaybolup gitmiş nesillere ait sessiz ve anlamsız kitabeler gibi dururlar.

Bu ibareler hakkındaki bilgisizliğimizin, tezat bir şekilde Azteklerin fazlasıyla işlenmiş resim yazılarını kavrayışımız lehine olduğu söylenebilir. Hiçbir ulus, bunu bir sistemden fazlası haline getirmemiştir. Bunlar hayatın günlük işlerinde sürekli olarak kullanılıyordu. Aztekler, yazı işlerinde kullanmak üzere ıslatarak yumuşatma ve baskı işlemiyle agave bitkisinin yapraklarından kalın, kaba bir sayfa imal ettiler. Bir Aztek kitabı, bizim quarto6 ciltlerimize çok benzer. Tek bir kâğıttan oluşur, otuz ila otuz sekiz santimetre genişliğinde ve genellikle on sekiz veya yirmi bir metre uzunluğundadır. Rulo haline getirilmez; ya köşelerinden katlanır ya da açılırken iki sayfa oluşacak şekilde zikzak yapılır. Dış yaprakların her birine ince ahşap tahtalar sabitlenir. Böylelikle sayfanın bütünü, Peter Martyr’ın7 belirttiği üzere, usta bir ciltçinin dükkanında yapılmışçasına inci gibi görünür. Bunlarla binalar, duvar halıları ve bu yöntemlerle yapılan parşömen sarmalları da kaplanmaktaydı ve önemsiz işlemlerde figürlerin suyla kolaylıkla silinebildiği yumuşak taştan yapılan döşeme taşlarının kullanımı yaygındı.8 Bazı durumlarda daha şaşırtıcı olanı, figürlerinin boyanmayıp sembollerin üzerlerine kabartma şeklinde işlendiği taşınabilir tahta kalıplarla fiilen basılmış olmasıdır. Ancak bu işlem muhtemelen yalnızca süs işleriyle sınırlandırılmıştı.

Bu kayıtlarda, sembolik bir gösterimden daha yüce bir şeyler olduğunu fark ediyoruz. Bunlar, fonetik bir alfabenin nüvelerini içerir ve konuşulan dilin seslerini temsil eder. Semboller genellikle fikirle değil sözcükle bağlantılıdır. Burada kullanılan yöntem, resimli bilmecelerinkiyle birebir uyuşmaktadır. Kendini kolaylıkla hatırlatan basit bir yöntemdir. Bu yöntem, ortaçağlarda Avrupa’da özel isimleri yazmak için çok modaydı. Zira aynı dönemde Meksika’da da çoğunlukla bu amaç için kullanılıyordu. Sözgelimi, İngiliz ailesi Bolton, içinden bir ok (bolt) geçen bir şarap fıçısı (tun) şeklindeki armasıyla bilinir. Aynı şekilde Meksikalı imparator Ixcoatl’un ismi Aztek el yazmalarında, obsidyen bıçaklarla (ixtli) delinmiş bir yılan (coatl) figürü altında zikredilir. Moquauhzoma ise bir fare kapanı (montli), bir kartal (quauhtli) bir neşter (zo) e bir el (maith) ile gösterilir. Bir hece ismi onunla başlayan herhangi bir nesneyle ifade edilebildiğinden, birtakım değişiklikler yapmadan söz oyunu şeklinde verilebilen çok az sözcük olduğundan, figürler bazen tam fonetik değerlerini bazen yalnızca ilk seslerini temsil ettiklerinden ve sanatçıların ilgisi genel olarak sesten çok düşünceye yönelik olduğundan Meksikalıların öğretici ressamlığı, onlara nasıl gelirse gelsin bizim için mühürlü bir kitaptır ve büyük ölçüde öyle kalmalıdır. Dahası, ilk sayfadan son sayfaya doğru mu yoksa tersine mi, sağdan sola mı yoksa soldan sağa mı, aşağıdan yukarı doğru mu yoksa yukarıdan aşağıya doğru mu, sayfanın kenarlarından ortaya mı yoksa önceki satırdan zıt yöndeki satırlara doğru mu okunması gerektiği tümüyle belirsizdir. Tüm bu yöntemler için faydalı kaynaklar var.9 Hepsi de doğru olabilir, zira herhangi sabit bir kuralın bu bakımdan şart koşulduğuna dair bir kanıt yoktur.

Antik Meksika’nın imparatorluk arşivlerinde bu gibi belgelerden fazlasıyla vardı. Torquemada,10 yalnızca beş şehrin bir emir üzerine İspanyol valisine en az on altı bin cilt veya tomar teslim ettiğini ileri sürmektedir. Tüm sayfalar yok edildi. Pek tabi, şimdi bizim gözümüzde çok kıymetli olan bu anıtlar öylesine muazzam bir şekilde yok edilmiştir ki geriye antika meraklılarını kamçılayacak fazla bir şey kalmamıştır. Bununla birlikte Paris, Dresden, Peşte ve Vatikan kütüphanelerinde İspanyolların yok ettiği her şeyi karşılaştırmak için yeterince malzeme vardır.

Yucatan yarımadası sakinleri olan Mayalar, gerçek bir fonetik sisteme çok yaklaşmış gibi gözüküyorlar. Yirmi yedi temel sesten oluşan düzenli ve iyi anlaşılan bir alfabeleri vardı. Alfabedeki harfler, diğer bütün uluslarındakinden tamamen farklıydı ve besbelli özgündü. Bunların dışında, tamamen geleneksel olan çok sayıda sembolü de kullanıyorlardı. Dahası, temsil edilen sese ilişkin bir nevi yorum olarak eski resim yazısı yöntemini sürekli olarak kullanmaya alışıktılar. Eski bir yazarın belirsiz açıklamasına güvenilebilirse, Mayaların tek amacı bizimkilere benzer bir alfabe kullanmak değil, sesleri tıpkı bizim fonografik işaretlerimizin yaptığı gibi ifade etmekti.11 Neyse ki günümüze ulaşan bu alfabenin yardımıyla Yucatecan el yazmaları ve binaların üzerindeki birkaç sözcüğü heceleme imkanına sahibiz. Ancak şimdiye kadar olumlu sonuç alınamadı. Eski telaffuzun kaybı, özellikle bu gibi çalışmaların önünde büyük bir engel.

Güney Amerika’da da resim yazısı sistemi geliştiren bir ulus olduğu söylenir: Ucayali Nehri bölgesinde yaşayan Panolar. Narcisso Gilbar isimli bir misyoner, bir defasında büyük zahmetler sonucu onların köylerinden birine sızmayı başarmıştır. Köye yaklaşırken bir palmiye ağacının gölgesinde oturan saygıdeğer bir adam görmüş. Adamın önünde açık vaziyette büyük bir kitap varmış. Bu kitaptan dikkatli bir dinleyici kalabalığına atalarının savaşlarını ve göçlerini okuyormuş. Rahip, bu kıymetli cildi güçbela görmüş ve kitabın fevkalade bir simetri ve düzen halindeki figürler ve işaretlerle kaplandığını fark etmiş.12 Böylesine romantik bir sahnenin onun hafızasında derin bir iz bırakmış olmasına şaşmamalı.


Perulular, quipu denilen tamamen farklı ve özgün bir kayıt sistemi benimsemişlerdi. Bu, temel bir kordon üzerinde birbirine bağlanmış farklı renklerde, uzunluklarda ve dokuda çok sayıda ufak sicimin farklı şekillerde düğümlenip birbirine sarıldığı bir sistemdi. Bu özelliklerden her biri belirli bir sayıyı, niteliği, niceliği veya bir fikri temsil ediyordu. Ancak en usta quipu okuru bile ilmiklere işlenmiş genel fikir hakkında bilgi sahibi değilse bir şey söyleyemezdi. Dolayısıyla haberler bu şekilde gönderildiğinde taşıyıcıya, sözlü yorumcu olarak hizmet eden birisi eşlik ederdi. Farklı bilgi alanlarına dair Quipusların birbirine karışmasını engellemek için bunlar ayrı ambarlara konuluyordu: Biri savaş, bir diğeri vergiler, üçüncüsü tarih vb. için. Bu fikirlerin ilmikler ve renkler kullanılarak bellek sanatının hangi ilkesiyle ilişkilendirildiği konusunda tamamen karanlıktayız. Bunların numaralandırma sanatının ötesinde herhangi bir uygulamaya sahip olup olmadığı bile şüphelidir.13 Bununla birlikte her bir birleşimin, belirli bir bilgi dalında sabit bir kavramsal değeri vardı ve dolayısıyla quipu; Katolik tespihi, Yahudi muskası veya Kuzey Amerika ve Sibirya yerlilerin düğümlü dizeleriyle karşılaştırılmış ve bunlardan esas olarak farklı olduğu görülmüştür.

Kuzey Atlantik kıyısında yaşayan kabileler tarafından kullanılan wampum, pek çok açıdan quipu ile benzerdi. Eski zamanlarda wampum, esas olarak eşit boyutta ama farklı renklerdeki tahta parçalarından oluşuyordu. Bunlar, kemerlere ve şeritlere dokunan iplerin üzerine asılırdı. İplerin renkleri, şekilleri, boyutları ve birleşimleriyle genel anlam ifade edilirdi. Söz gelimi açık tonlar, huzur veren veya güzel haberlerin değişmez müjdecisiydi; koyu tonlar savaşa ve tehlikeye işaret ediyordu. Tahta yerine boncuk veya deniz kabuklarının kullanılması ve kemerler üzerine sayı işleme geleneği muhtemelen Avrupalıların etkisiyle gelişti.

Bunların yanı sıra, daha basit hatırlatıcılar da kullanılıyordu. Farklı boyutlardaki hasır takımları, çentikli çubuklar, düğümlü kordonlar, çakıltaşı veya meyve çekirdeklerinden oluşturulan dizeler, daire şeklinde tahta parçaları veya İngilizlerin “tavşan deliklerine” benzettiği farklı şekillerde delinmiş levhalar. Bir zaferde, bir barışta veya bir köyün kuruluşunda olayda bulunan veya ölen insan sayısınca bir sütun veya taş yığını dikiliyordu.

Listemiz burada bitiyor. Diğer tüm yazı yöntemleri (Akadyalı Mikmakların hiyeroglifleri, Çerokilerin heceli alfabeleri, zaman zaman kamuoyunun dikkatine sunulan Yunan, İbrani ve Kelt harflerinin sahte izleri) istisnasız ya yabancı medeniyetin ürünleridir ya da hilekarlıktır. Amerika kıtasında, genel veya yerel olarak belirttiklerimiz dışında herhangi bir yazı sisteminin varlığına işaret eden tek bir sikke, yazıt veya herhangi bir tür anıt bulunmamıştır.

Gelişmiş fonetik bir sistem yerine kullanılan bu sistemler bize yetersiz gelse de ilkel insanlar için büyük değere sahipti. Efsanelerinin girişlerinde genellikle, antik karakterlerin kıskançlıkla bağlı kaldıkları cennetten gönderilen bir hayırsevere atıfta bulunulur. Kabuktan parşömen tomarı, quipu topu ve wampum kemeri büyük bir dikkatle saklanır ve bunların anlamları genç kuşağın en zekilerine özenle aktarılırdı. Tüm toplumlarda barbarlık aşamasının ötesinde bulunan bir zümre, yalnızca bu göreve tahsis edilirdi. Sözgelimi, eski Peru’da amauta denilen bilge rahiplerden oluşan bir heyet, mitolojik ve tarihi gelenekleri içeren quipulardan sorumluydu. Haravecs denilen şarkıcılardan oluşan ikinci bir grup kendilerini ulusal halk şarkıları ve oyunlarına atıf yapan quipulara adamıştı. Üçüncü grup yalnızca sivil işlerle ilgili quipularla uğraşıyordu. Arşivleri muhafaza edip düzenleyen bu muhafızlar, atalarının bildiklerini bu kayıtlar sayesinde ezberliyordu. Bazı ülkelerde, sözgelimi yukarıda bahsedilen Panolar ve Guatemalalı Kiçeler,14 bir araya toplanmış kabalığa bazen bunlardan parçalar okuyorlardı. Din değiştirip kendi halkına uzun zaman misyonerlik yapan şeflerden biri, Superior Gölü sakini Ojibvaların “uluslarının en zeki ve en saygıdeğer” on kişisinden oluşan bir heyetleri olduğunu ve heyetin kabilelerinin kadim tarihini içeren resimli kayıtlardan sorumlu olduklarını ileri sürmektedir. Bu kayıtlar yeraltındaki bir odada tutuluyormuş ve her on beş yılda bir bir araya gelen muhafızlar tarafından yerlerinden çıkartılarak gerekliyse tadil ediliyor, içerikleri toplumun yeni üyelerine açıklanıyormuş.15

Tüm tedbirlere rağmen istenilen hedefe ulaşılmadığını anlıyoruz. Ulusal tarihteki en seçkin karakterler, en önemli olaylar birkaç nesil sonra unutulmaya yüz tutuyordu. Beş Ulus ittifakının oluşumunun zamanı ve şartları, on beşinci yüzyılda Ohio vadisinin höyüklerini yapanların dağılımı, fetihten bir veya iki yüzyıl öncesine uzanan Peru veya Meksika kronikleri belirsiz ve çelişik bir şekilde korunmuştur. Dolayısıyla tarihi açıdan pek bir değeri yoktur. Mitolojileri kısmen daha iyisini başarmıştır. Çünkü mitolojiler hem sık tekrarlar yoluyla hafızada taze kalmış hem de doğada öz halinde bulunduğu için ona kaynak teşkil eden hakikatlerle sürekli beslenmiştir. Unutmamak gerekir ki Kızılderili mitleri yalnızca mitlerden ibaret olup tarihin veya kahramanlarının yansıması değildir.

Bu ayrıntılardan sembolik ve fonetik sistemlerin zihindeki etkileriyle ilgili genel bir karşılaştırmaya gidecek olursak, en belirgin olanının hafıza melekesi üzerindeki zıt etkiler olduğunu söyleyebiliriz. Harfler, bütün dillerde az sayıda bulunan temel sesleri temsil ederken, semboller fikirleri ifade eder ve sayıca sonsuzdur. Bu nedenle ikinci yolu seçersek bilgi aktarımı müthiş bir çaba gerektirir. Durum neredeyse şöyledir: Bir yazarın sözcüklerini tamı tamına hatırlayamazsak ondan hiçbir şey alıntılayamayız. Böyle bir tarzın moda olduğu mükemmel anılar arama hakkımız var ve şu anda hayal kırıklığına uğramıyoruz. “Bu vahşiler,” diye haykırır La Hontan, “dünyadaki en mutlu anılara sahipler!” Toplantılarında her konuşmacının bütün atalarının söylediklerini kelimesi kelimesine tekrar etmesi bir görgü kuralıydı ve beyazlar, yerlilerin eski antlaşmaların kayıtlarını hatırlamalarını sağlayan sözel bağlılık karşısında genellikle şaşırıp kalırlar. Yerlilerin şarkıları sınırsızdır. Bir Kızılderili’nin çeşitli konularda iki yüz şarkı söylediği kayıtlara geçmiştir.16 Böylesi bir durum, bize büyük Humboldt’un şu güzel ifadesini hatırlatır: “İnsan, şarkı söyleyen türlerden birine ait bir hayvan olarak kabul edilir. Ancak notaları her zaman fikirlerle ilişkilendirilir.” Eski Meksika’nın kamu okullarında eğitim gören gençler (zira bu ülke, insanların eğitimi meselesini ihmal etmek şöyle dursun, bedava eğitim için binalar tesis etti ve katılımı bir dereceye kadar zorunlu kıldı) uzun nutukları, şiirleri ve duaları ezber yoluyla kolaylıkla öğreniyor ve bu durum kıtayı fetheden Avrupalıları hayrete düşürüyordu. Gördükleri durum, onlara Eski İspanya’nın üniversitelerinde görmeye alışık oldukları her şeyden üstün geliyordu. Fonetik bir sistem, düşünceyi korumak için daha kolay bir yöntem sunarak aslında zihnin hafızasını zayıflatır. Büyük Montaigne’in kavramsal karakterler kullanmış olsaydı asla söylemeyeceği şöyle bir ifadesi vardır: “Ce que je mets sur papier, je remets de ma mémoire.”17

Hafıza; şekiller veya geleneklerle kısıtlanmamış ve yeni fikir birleşimlerine her zaman açık olan bir serbest düşünce etkinliğinden çok daha önemsizdir. Bir ulusa serbest düşünce etkinliği sunarsanız bu etkinlik, pusula ibresinin gemiyi limana götüreceği kadar kesin bir yoldan ulusu medeniyete yönlendirecektir. Kavramsal yazının kaçınılmaz basitliğinin ortaya çıktığı yer burasıdır. Kavramsal yazı daima ayrıntılarla uğraşır. Mısır’ın sembolik alfabesinde bakire, evli, çocuğu olmayan dul, tek çocuklu dul ve iki çocuklu kadınlar için ayrı figürler vardır. Başka hangi koşullar için var bilmiyorum ama kadın için bir işaret yoktur. Doğal olarak böyle olması gerekir. Zira semboller nesneyi göründüğü veya görünmek istendiği şekilde temsil eder, düşüncede olduğu gibi değil. Dahası daimî ezbere öğrenme mutlaka birebir tekrara ve zihinsel köleliğe yol açar.

Bir sembol anlaşıldığında, dilden bağımsızdır ve bir Arap rakamı gibi evrensel olarak geçerlidir. Ancak konuşulan dille yazılı dilin ayrımı tartışmaya açık bir avantajdır. Bu ayrım; biçimin zarafeti, tantanalı dönemler ve ifadenin inceliğiyle bir dildeki bütün kalıcı izleri anında yok eder. Dilin canlılığı, dilin biçimleri kontrolsüz dalgalanmalara bırakıldığında zayıflar. Bilgisini böyle bir kaynaktan edinen bir öğrenci için yazılı şiir, dilbilgisi, hitabet imkânsızdır.

Son olarak, vahşi nesillerden medeni nesillere aktarılan kadim figürlere körü körüne bağlılığın estetik duygusuna zarar verdiği ve zihinlerin sanattaki ve doğadaki güzelliği görmesine engel olduğu küçük Humboldt tarafından doğrulukla gözlemlenmiştir.

Dolayısıyla düşüncenin şekil ve sembollerle aktarımı, her şeyi göz önünde bulundurduğumuzda, yetersiz ve maddi eğilimleri besler ve çokbireşimli dillerin yaratıcılığı, üretim amaçlıymış gibi gözükür. Bu sistemin hafızayı güçlendirmeye yarayan telafi edici bir özelliği, buradaki garip azmi açıklamaya yardımcı olacaktır. Bir sonraki bölümde göreceğimiz üzere belirli mitler, tamamen birbirinden kopmuş aileler tarafından bu azim sayesinde korunmuştur.

1.Waitz, Anthropologie der Naturvölker, s.256.
2.Carriere, Die Kunst im Zusammenhang der Culturentwickelung, s.66.
3.Doğrusunu söylemek gerekirse Afrika’nın bası kıyısında yaşayan Yebuların çokbireşimli bir dil konuştukları ve diğer taraftan Meksika’da yaşayan Otomilerin Çince gibi tek heceli bir dilleri olduğu söylenir. Max Meuller daha da ileriye giderek Turan dillerinde bitişme süreci denen şeyin Amerika’da çokbireşimli olarak adlandırılan şeyle aynı olduğunu ileri sürer. Bu görüş, kabul edilemez. İlkinde kökler aynı kalıp biçimlendirici unsur alırlar ve ön ekler kullanılmaz; ikincisindeyse ön ekler yaygındır ve biçimlendirici unsurlar kökle harmanlanır. Her ikisi de yapısal değişiklik geçirir. Bunlar çok önemli ayrımlardır.
4.Gaius Cornelius Tacitus MS 56-120 yılları arasında Roma’da yaşamış hatip, avukat, senatör ve tarihçidir. İmparatorluğun kuzeyindeki Germenler üzerine yazdığı eserleriyle tanınır. (ç.n.)
5.Grimm, Geschicte der Deutschen Sprache, s. 571.
6.Quarto 4’e 4 ölçülerinde basılan kitaplardır. Tam bir kâğıdın bir yüzüne 4, öteki yüzüne de 4 sayfa basılıp katlanır ve 8 sayfalık formalar elde edilir. (ç.n.)
7.Peter Martyr d’Anghiera (1457-1526), Keşifler Çağında İspanya hizmetinde görev alan İtalyan bir tarihçiydi. (ç.n.)
8.Peter Martyr, De Insulis nuper Repertis, s. 354, 1574.
9.Bunlara Waitz’de rastlanabilir, Anthrop. Der Naturvoelker, iv, s. 173.
10.Tomás de Torquemada (1420-1498), İspanya kralı V. Ferdinand döneminde görev yapan İspanyol engizisyonu lideri. (ç.n)
11.Bu konuda tek kaynak: Diego de Landa, Relacion de las Cosas de Yucatan. Ed. Brasseur, Paris, 1864, s. 318. Bu açıklama, orijinal metinde son derece belirsizdir. Buna yalnızca, yazarın dedikleri bir şey ifade ediyormuşçasına bir anlam verdim.
12.Humboldt, Vues des Cordillères, s.72.
13.Desjardins, Le Pérou avant la Conquête Espagnole, s.122: Paris, 1858.
14.Ximenes tarafından verilen bir örnek, Origen de los Indios de Guatemala, s. 166: Viyana, 1856.
15.George Copway, Traditional History of the Ojibway Nation, s. 130, London, 1850.
16.Morse, Report on the Indian Tribes, s.352.
17.Kâğıda döktüklerimi, hafızama da kazırım. (ç.n)
28 869,87 s`om