Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Okuma sanatı», sahifa 2

Shrift:

Özre Gerek Yok

Deneyim hayatidir, sözün tam anlamıyla hayatla ilgilidir. Bir filozof olarak John Dewey, benim bedensel varlığım bir deneyim, varlıktan ortama doğru bir gidiş geliştir fikrini öne atmıştır. Ben bir şeylere göre davranırım, onlar da bana göre. Bazı izlenimler edinirim ama onlara birer renk, şekil ve değer biçen aklımdır. Tüm bunlar, dünyadan bir cevap bekleyen biraz refleks, huy ve seçime gerek duyar. Falan filan… “Yaşayan bir canlının kariyeri ve kaderi,” diye yazar Dewey, “onun çevresiyle en samimi şekilde gerçekleştirdiği alışverişlere bağlıdır.” Kendim ve kâinat arasındaki tüm bu etkileşim ne kaostur ne de mükemmel ahenktir, ama belirli ritimler halinde gözler önüne serilir. Bu evrenin ne olduğunu kesin bir şekilde bilemeyiz ve felsefi şüphenin defterini düren naif bir gerçekçiliği de kabul edemeyiz. Ancak burada bile deneyimin üstünlüğü açıkça bellidir: O, kişinin birbirlerinin sınırları hakkında kafa karışıklığı yaşayan kendisi ve diğerleri arasındaki yaradılışsal bir oyundur.

Okumak, deneyimlere yön verir. Bunu, beni Baker Street’te gerçekleşen bir suçu çözmem için atayarak ya da Romalı komutanları yumruklamak için gaza getirerek yapmaz, yalnızca duyularımı yönlendirir. Edebiyat, günlük hayattan bir şeyler alır ve yenilikçi bir dünya ve benlik görüşüne dönüştürür. Sartre’ın sıradan hissiyatta gördüğü “loş küçük anlam”a yeni bir değer verilmiş olur. Fikirler şaşırtıcı biçimlerde bir araya getirilir, duygular hafızadan hayale taşınır, algılar diriltilir ya da gözden geçirilir. Okuma, her uzuv ve organı kullanmasa da hayatın tümünden faydalanır; ona berraklık, canlılık ve dayanıklılık kazandırır. “Her sanat türü tümden bir deneyim kalıbını ve tasarımını takip eder,” diye yazar Dewey, “sonra onu daha kuvvetli hale getirir ve hissiyatını yoğunlaştırır.”

Bu sanat türünün edebi kurgu ya da şiir olmasına da gerek yoktur. En iyi romanlar ve şiirler dönüştürücü etkiye sahip olsa da felsefe gibi disiplinler de çeşitli deneyimler sunar. Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik kitabının tınısı Homeros’un İlyada’sından çok farklı olsa da Aristoteles yine de kâinatın duygusal bir portresini çıkarmayı başarmıştır. Başımızdan geçenler ve yaptıklarımız tek bir edebi türün tekelinde değildir. Sosyal medyadaki bir nükteli sözden İncil parşömenlerine kadar edebiyat, dünyayla daha büyük bir birlikteliğe uzanır. Yazılı sembollerin ötesindeki bir evrene. Okumanın tüm faydaları yalnızca okuma deneyimiyle kazanılacak türden şeylerdir ve bunlar, geri kalan her şeyle daha fazla iç içe olmanın getirileridir.

Okuyucular genelde bu deneyime kendi içinde değer biçerler. Öncelikle verilen emekten doğan bir keyif hissi vardır. David Hume’un İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’sinde değindiği üzere zihinsel çaba memnuniyet vericidir. Doğrunun peşinden, “onun keşfi ve icadından sorumlu olan deha ve kapasite yüzünden koşarız,” der. Bu durum kurgu okumakta da felsefe okumakta olduğu kadar geçerlidir: Her durumda psikolojik kaslarımızı çalıştırırız.

Ama sözü geçen emek kadar okumanın sunduğu dünya da önemlidir. Okurum, çünkü okumaktan, dünyanın arınmış ve onarılmış görüntüsüyle karşılaşmaktan keyif alırım. Bu demek değildir ki kitabın içinde bir cevher vardır ve ben istediğim zaman onu mürekkep ve kuru selülozun içinden çıkarıp kullanabilirim. Söylediklerimin anlamı şudur ki bu deneyimi sırf yaşamış olmak için yaşarım ve işin içinde fazlası yoktur. Belki bunun sebebi benim tartışılabilir zekâmın, Alfred North Whitehead ya da Deborah Levy’nin ifadelerinin kısa güzelliğini okurken hızlanıyor olmasıdır. Belki de sebebi, Holmes’un tetiklediği özlemdir ya da kendimi, utanç verici biçimde George Orwell’in Aspidistra kitabında bulmamdır. Belki de sebep Uzay Yolu’nun akıcı dili sayesinde yaşamın acılarından kaçabilmemdir. Bu nedenle Virginia Woolf, Kitap Nasıl Okunmalı?’da Tanrı’yı, edebi ruhları biraz kıskanan biri olarak betimlemiştir. Cennette Aziz Peter’a “Dinle beni, bunların ödüle ihtiyacı yok,” demiştir. “Onlara burada verebileceğimiz hiçbir şey yok. Onlar okumayı severdi.” Okumak kendine has bir iştir ve birine zarar vermediği sürece özür dilemeyi asla gerektirmez.

Dans

Okumanın gerekçeleri kolaylıkla sıralanabilir ama okuma eylemini gerçekleştirmek o kadar da kolay değildir. Edebi değer, süreç içerisinde keşfedilir; aktiftir, pasif değil. Evet, okumak Dewey’nin dediği gibi metne karşı bir çeşit “teslimiyet” gerektirir. Bu işte aynı zamanda dikkatli bir çaba da gereklidir. Özgür olmak yeterli değildir, özgürlüğün kıymetini bilmek de gerekir. Sanatsal okumalar; düşünce ve hisler, içten gelme ve alışkanlık, bağlılık ve ayrılık arasında hassas bir dengeyi gerektirir.

Örneğin Frank Miller’ın klasik çizgi romanı Kara Şövalye Dönüyor’u ele alalım. Burada Batman korkunç bir çete liderini dövüşte yener. (“Anlamıyorsun oğlum. Burası bir lağım çukuru… Bu bir ameliyat masası ve ben de cerrahım.”) Stilize edilmiş şiddet keyif vericidir ama kavganın amacı adalettir. O yüzden sonuç idam yerine hapis olduğunda surat asmak yerine tatmin olurum. Benim arzularım hikâyeyle ve ardındaki mitosla tamamen uyum halindedir. Miller’ın hikâyesi aynı zamanda analize de teşvik eder. Örneğin liberal siyaset ya da çocukları sivil örgütlenme konusunda eğitmek hakkında analizlere. Yine de bu romanın keyfine varmam, eleştiriyi minimum düzeyde tutmamı gerektirir. Yani uzun, kaslı ve maskeli bir milyonerin kimse tarafından tanınmayacağına ve suçlularla birbiri ardına karşı karşıya gelmenin iyi niyetli bir suç önleme projesi olduğuna inanmış gibi davranmam gerekir. Bu dikkat, benim değişen mizah anlayışıma rağmen devam etmelidir. Eğer yorgun ya da gergin olduğum için Kara Şövalye Dönüyor’daki siyasi ya da etik ayrıntıları kaçırırsam Miller’ı suçlayamam. Kendi duygu değişimlerime, sonuçlarına esir olmadan sahip çıkmam gerekir. Tepki ve keyif, gözlem ve bönlük, içselleştirme ve uzaklaştırma arasındaki gergin denge, türün diğer örnekleri için de geçerlidir. Ron Marz’ın Yeşil Fener’inin 54. sayısında bir kadının basit kahramanvari bir nedenle korkunç bir cinayete kurban gitmesi tiksinti yaratırken, Miller’ın maço dövüşleri aynı hissi yaratmaz. Bir okuyucu olarak benim tepkilerim, eğilimlerin sürekli kontrol edildiği ve dürtüldüğü bir pazarlıktır.

Bu dengeye verilen isim “erdem”dir. Bu tabirde dantel örtü tipinde bir tutuculuk vardır: Sinir bozucu kıssadan hisseler ya da bir aile reisinin işaret parmağını sallamasına benzer şeyler. Aristoteles’in erdem anlayışında bazı tutucu kısımlar mevcuttur; hatta filozof Alasdair MacIntyre onu “kibirli bilgiç” diye tanımlamıştır. Ama bu tavrın sebebi Atinalı bilginin aristokrat kibridir; teorilerinin bütünüyle kendini beğenmiş ya da küçümseyici olması değildir.

Klasik Yunancada erdem için kullanılan sözcük “aretē” mükemmeliyet anlamına gelir. Aristoteles, mükemmeliyet bir zihin durumu değildir demiştir. Çünkü zihin durumları değişebilir. Mükemmeliyet bir ömür boyu adanmayı gerektirir, tek bir anı değil. Yalnızca kavramsal da değildir, aynı zamanda rasyoneldir de. Erdem, duygu içerse de yalnızca duygudan ibaret değildir. Bir âdet olsa da refleks değildir. Her mükemmeliyet Aristoteles’in hexis dediği şeydir: eğilim, yaradılış, yatkınlıktır. Hazır ve hazırlıklı olmayı gerektirir. Değişen durumlara düzenli olarak, bilerek ve isteyerek iyi tepkiler verirsem erdemliyimdir. O nedenle gerçek anlamda aretē ne doğuştandır ne de yapmacıktır. İyi bir hexis, doğarken sahip olduğumuz potansiyeldir; ancak düzenli olarak emek sarf etmemizi de gerektirir.

Aristoteles için her bir erdem, iki uç nokta olan eksiklik ve fazlalık arasındaki araçtır. Fyodor Dostoyevsky’nin Suç ve Ceza’sından sırf sinir bozucu olduğu için vazgeçmek korkaklıktır ama ev sahibimi deli gibi sopalamama neden olacaksa da okumaya devam etmek gözükaralıktır. Cesaret araçtır: Burjuva denge durumuma karşı olan tehdidin farkındayımdır; yine de okumaya devam ederim çünkü roman bana psikolojik anlamda zengin bir deneyim vaat eder. Aristoteles’in üç kısımlı yöntemi her zaman ikna edici değildir, ölçülülük ve adalet gibi kimi erdemler şablona tam anlamıyla uymaz. Ancak genel anlamda, bu mükemmeliyet anlayışı yazılı sözcüklerin ihtiyacı olan dengeyi daha anlamlı kılar. Virginia Woolf bu yüzdendir ki James Joyce notlarında okumakla ilgili olarak erdemin gelişmesi için fırsat yayan “neredeyse bir kişilik okulu” diye yazmıştır.

Burada bir kanun yoktur; çünkü erdem, bağlam ve metne göre değişiklik gösterir. Bu, Aristoteles’in bakış açısındaki güçlü taraflardan biridir: Bir kural koymayı reddeder. “Eğitim insanı,” diye yazar, “varlığın doğasının izin verdiği boyutta, her şeyde bir benzerlik arayacaktır.” Aretē yalnızca deneyimle geliştirilebilir, bir ustalık, bir bilirkişiliktir; genelgeçer bir yargı değildir. İyi okumak için önce okumam gerekir: Kapsamlı ve dikkatli, kendi gücümün ve sorumluluklarımın farkında olarak okumak.

Bu, kendimi sanki ikiye bölünmüş (bir tarafı anlatım tarzlarına bakan diğeri de bu bakışı inceleyen) gibi gözlemlemem anlamına gelmez. Filozof Gilbert Ryle’ın sözünü ettiği gibi “ben” inceleme konusunda her zaman biraz geride kalır. Kendi davranışlarımıza başkalarının davranışlarına gösterdiğimiz tepkileri veririz. Sanki yaptıklarımız incelenmesi, eleştirilmesi, takdir edilmesi ya da görmezden gelinmesi gereken şeylermiş gibi. Ancak ortada bir tek bilinç vardır ve o da kendine odaklanamaz, kulak verdiği tek şey “mantıksal anlamda sonsuza kadar ikincilliğe hapsedilmiş olan” anılardır. Okumanın erdemi, şizofren bir teslimiyet demek değildir, aksine dürüst bir hatırlama ve geçmişe dönmedir.

Yine de önyargıdan tamamıyla kurtulmam mümkün değil. Aristoteles’in değindiği noktalardan biri benim önyargının ta kendisi olduğumdur. Birbirini tamamlayan ve işbirliği içinde olan bir yönelimler düğümü. Bunlar üzerinde düşünebilirim, ama Aristoteles’in sözünü ettiği gibi ruhumun mantıksız tarafından asla kurtulamam. Tefekkür bükülmenin hasıdır, sarf edilen çabayla güçlenir ya da zayıflar. Bugün özgürce okuyarak yarının önyargılarını oluştururum, ama önemli olan önyargılarımın vicdani olmasıdır. Friedrich Nietzsche, en iyi bilgeliğin ve düzyazının “kıvraklık ve güç” arasındaki dans olduğunu söylemişti. Ancak unutmamak gerekir ki okuma işi, çok yorucu olsa da çeviklik de gerektirir.

Künye Tarikatı

Medeniyetteki amblem takıntısına rağmen okumanın erdemleri nadiren takdir görür. İyi bir okuyucu olmak, hayat boyu sürecek bir tutku ya da ısrarla zenginleştirilip iyileştirilecek yaratıcı bir yetenek yerine, temel bir beceri olarak görülmektedir.

Bu durum, popüler edebiyat endüstrisiyle çelişir çünkü o alanda üniversite bölümleri, kısa kurslar, çalıştaylar, uzmanlık dersleri, merkezler, festival konuşmaları vardır. Gazete ve dergilerde “Nasıl yapılır?” bölümleri olur: George Orwell ile anlaşılır düzyazı üzerine, George R. R. Martin ile fantezi ve Philip Pullman ile listeler üzerine yazılar olur. (Benim ana kuralım bu tarz şeyleri reddetmektir, çünkü bunlar beni asıl işlerimden alıkoyar. ) Edebi başarı ve Jane Austen üzerine bir yazı bile vardır. (İtiraf ediyorum: Onu ben yazdım.) Birçoğu yalnızca teknik uzmanlık sözü vermekle kalmaz aynı zamanda editörleri yayımlamaya ve okurları da satın almaya ikna etmek konusunda ipuçları da içerir.

Bu açıdan, okuma sanatı basım fantezisinde ikinci sırada yer alır. Bir ankete göre, ABD’de on insandan sekizi kitap yazmayı istemektedir. Bu rakam yarı yarıya doğru olsa bile oldukça korkutucudur. Yazar kimliğine bu kadar özlem duymalarına rağmen bu insanların büyük bir kısmı okur değildir. The Pew Research Center’ın araştırmasına göre Amerikalıların çeyreği geçtiğimiz sene hiç kitap okumamıştır. Çevirmen ve yazar Tim Parks’a göre yazarlık, bir sanat yerine havalı bir profesyonel kimliğe dönüşmüş durumdadır. “Sanki on dokuzuncu yüzyıl şairlerinin spontane romantizmi, artık bir iş tanımı oldu,” diye yazar. Bu, yazarların günlük düzeniyle uyumsuz olsa da tipleme bakidir. Roman yazarı Flannery O’Connor’ın huysuz gözleminde doğruluk payı vardır: “Onlar yazmakla değil yazar olmakla ilgilidir. Onları alakadar eden, isimlerini basılmış bir şeyin üzerinde görmektir ve ne olduğu da önemli değildir.” Bir künye tarikatı.

Belki de bu, tüm edebi ve serbest toplumların alametidir. İmparatorluk Roma’sı küçük ancak canlı bir mektup geleneğine sahipti. Birinci yüzyılda şair Martial, gelecek vaat eden bir yazarın tacizinden şikâyet etmişti. “Dikilirken bana okuyorsun, otururken bana okuyorsun,” diye sataşmıştı, “koşarken bana okuyorsun, sıçarken bana okuyorsun.” İzlenim, sonu gelmeyen ve çoğu zaman da benmerkezci edebiyat ve nutukla ilgilidir. Martial, çoğunlukla kendinden öncekilerin eserleriyle uğraşan, binin üzerinde nükteli şiir yazmıştır. Martial’ın daha genç çağdaşı Juvenal, cacoethes scribendi hastalığını yani habis yazma arzusunu yermiştir. Romalı destekçiler para yerine övgü verirler diye şikayet etmiştir ve ihtişam şarabın parasını ödemeye yetmez. “Yine de yazmaya devam ettik, boşa kürek çekmeye.” Juvenal’e selam gönderdiği bir şiirinde, Amerikalı doktor ve şair Oliver Wendell Holmes Sr. da on sekiz yüzyıl sonra benzer bir teşhiste bulunmuştur. Dünya bir kırtasiye olsa bile, her okyanus mürekkeple dolup taşsa bile, “Kötü yazarlar yine kenarında toplaşır / Daha çok kalem, daha çok kâğıt ve daha çok mürekkep isterdi,” diye yazmıştı Cacoethes Scribendi adlı eserinde.

Cacoethes scribendi, antik de olsa modern de olsa sorun yazmanın kendisinde değildir. Okumaya alkış tutarken yazarlara sırtımızı dönmek absürt bir tavırdır ve aslında, amatör bir kompozisyon da kıymetli olabilir. Filozof R. G. Collingwood’un iddia ettiği gibi yazmak iyileştirici olabilir. Şiir ya da felsefe yoluyla ifade, psikolojik berraklık şansı sunar. Bu ne otomatik ne de her zaman eğlencelidir; ancak Collingwood’un “bilinç yozlaşması” dediği şeyin, yani gerçekliği reddetme durumunun önüne geçer. Bu şifanın halka arz edilmesine gerek yoktur çünkü mektuplar ve günlükler de metinsel laboratuvarlardır. Yazmayı öğrenmek aynı zamanda diğer insanların yetenek ve başarılarına saygı duymayı öğrenmemize de yardımcı olur. Yetkinlik, erbaplığı getirir. Alman felsefeci şairler Johann Wolfgang von Goethe ve Friedrich Schiller, erbapların sanat çabasına da saygı duyabildiklerinin altını çizmişlerdir. Sanat meraklıları huzursuz istifçiler olsalar da başkalarının görünmez çabalarının da koleksiyonerleridirler. Bu nedenle amatör kisvesi altında önemsizleştirilenler, edebiyat için de tıpkı spor ya da resim için oldukları kadar kritik önem taşırlar. Yazmayı öğrenerek kendime daha aşina olabilirim (ya da en azından yanılsamalarımla) ve diğerlerinin çabasına karşı da daha cömert olurum.

Sorun bu hevesin yazmak için nadiren geçerli oluşudur. Beauvoir’ın “büyü”sü konusunda hızlı oluşum ancak bu büyüyü etkin kullanamıyor olmam nadiren önemsenir. Yani iyi bir yazar olsam da okurumun özgürlüğünü sakarca ya da acımasızca kullanıyor olabilirim.

Unutkanlık ve Baş Dönmesi

Okumanın ihmal edilmesi bazı açılardan dolaysızdır. Elbette ki okuryazarlık, çocukluğa ait otomatik bir başarıdır. Doğduğumuzda hiçbir şeyin ayırdında olmasak da yavaşça renkleri, şekilleri ve bazı şeylerin hareketlerini fark etmeye başlarız. Kenarları bombeli, siyah ve altın renklerdeki dikdörtgen, çevresini saran krem rengi ve mat mavi objeyle birlikte bizim için artık “kitap”tır. Her izlenim aslında yepyenidir ve yavaş yavaş akış içindeki düzeni görmeyi öğreniriz. Aynı şey okumak için de geçerlidir. Algıları bir şeylerle eşleştirmek mümkün hale gelir. Satırlar isimlere dönüşür (“a”, “b”, “c”), sonra da seslere dönüşerek tüm fikirlere ve hislere ses verir. “İlahi bir müdahale sayesinde okuryazar olmayız, olayı fevkalade hale getiren kültürel bir müdahale ve kültürel bir seçilim sayesinde okuryazar oluruz (…) önceden varolan sinirsel bir yatkınlık için yeni bir kullanım alanı bulmuşuzdur,” diye yazmıştır Oliver Sacks Aklın Gözü kitabında. Okuryazar yetişkinler için artık bu durum anında ve kolaylıkla gerçekleştiği için okumanın mucizevi ve orijinal tarafını unuturuz. İlk coşku, bu duyuyu geliştirme arzusunu da koluna takarak kaybolmuştur.

Okuma sanatı da insanın kendisi dışındakilere görünmez gelir çoğu zaman. “Fark ettim ki kimse (…) benim okuma alanıma giremezdi ve kendi arzum dışında hiçbir şey başkalarının bilmesini sağlayamazdı,” diye yazmıştır Alberto Manuel Okumanın Tarihi kitabında. Klasik ve ortaçağ zamanlarında adet olduğu gibi sesli okusam ve bir dinleyici kitlesine hitap etsem bile bu görüntü yanıltıcı olabilir. Okumayı psikolojik anlamda bu kadar zengin kılan çoğu şey kişiye hastır ve kişinin halka açık karakteriyle zıtlık içinde olabilir. Karizmatik bir performans ustası, nitelikli bir okuma yapmış gibi görünebilir (tıpkı Jane Austen’ın Mansfield Park’ındaki Henry Crawford gibi) ancak -mış gibi yapmakla çözümleme arasında bir darboğaz vardır. Bir roman hakkında gevezelik yapıp ne anladığımı ortaya koyabilirim: dikkatli ya da huzursuz, bilgili ya da cahil, kabullenici ya da iğneleyici. Ama okumanın çoğu gözlemden kaçınır.

Bu durum okumayı, kasıntılık ya da kendini beğenmişlik gösterileri için daha az uygun hale getirir. Evet, sosyolog Pierre Bourdieu’nün de katıldığı üzere okumayı bir statü sembolü olarak kullanabilirim. Benim altın kaplama Sherlock Holmes’ün Meşhur Davaları kitabım kültürel piyasadaki tek kötü yatırımımdır. Yine de bu tür bir güç oyunu benim sözcükleri nasıl anlamlandırdığım hakkında hiçbir şey söylemez. Bu nedenle de okumak daha içe kapalı bir yetenektir. Kültürel bir sermaye peşinde olan insanlar için yazmak daha hünerli bir kazanç kapısıdır.

Ama okuma sanatında unuttuklarımız, işin kökenleri ya da görünmeyen içe kapanıklıktan fazlasıdır. Okumak insanı tedirginliğe de sürükleyebilir. Yalnızca Beowulf’un Grendel’i ya da Lolita’nın Humbert Humbert’ı yüzünden değil, çünkü özgürlük mağlup edicidir. Kendi hayatımı ancak ben meşrulaştırabilirim ve bunu benim yerime kimse yapamaz. Bourdieu’nün “sosyal alan” dediği şeyden kaçamam. Ben belli psikolojik ihtiyaçları olan belli bir hayvanımdır. Ama benim tüm bunlardan, kendimden çıkarımım nedir? Yaşamdan ölüme doğru yol gösteren, büyük evrensel bir işaret yoktur. İnsanlık sorusuna verilecek nihai bir cevap yoktur. Bu durum, filozof Martin Heidegger’ın Varlık ve Zaman’da dediğine göre endişe ve kaygıya sebebiyet verir.

Endişe yalnızca korku ya da şu veya bu tehditten kaçınmak değildir. Endişe bir ruh halidir ve tüm dünyaya yayılır. Bir anda varlık yanlış, asılsız ve yalnızca anlamsız görünür. Ben bu sezgiyi nadiren hissederim çünkü genelde hesaplamalarla fazla meşgulümdür. Ama arada sırada mutlak kişisel kesinlikler diye bir şey olmadığının farkına varırım. Fikirlerim ve değerlerime sahip çıkmak ya da eleştirmek, takdir etmek ya da dalga geçmek benim işimdir. Heidegger’ın dediği gibi “günlük tanıdıklık çöker”. Bu ruh haliyle, doğaya ya da tanrılara bel bağlayamam, bu yükü kendim taşımalıyım. Bu yükle beraber denge kaybı ortaya çıkar; altımda ne olduğunun farkına varırım ki neredeyse hiçbir şey yoktur. Endişe, ağırlık ve hafiflikle korku ve neşenin kurnaz karışımıdır.

Sözcükler endişe yaratırlar; çünkü benim yeni oluşmakta olan dünyadaki rolümü hatırlatırlar ve güvenli gerçeklik uğruna görmezden geldiğim tüm olasılıkları gözümün önüne sererler. Oyuncunun yazar kadar özgür olduğu vakit bu potansiyel oyunundan kaçışı kalmamıştır. Sayfa, insani belirsizlikler arasındaki kısa bir kesinliktir. Başka sözcüğü değil de belli başlı bir sözcüğü olumlama sorumluluğumun ve yaptığım seçimin kırılganlığının farkına vardığım anda başım dönmeye başlar. Her bir sözcük dizisi varoluşsal bir meydan okuma olabilir.

Baş dönmesi, yazarın gücünün bir diğer nedenidir: Göstergelerin oyununa bir son vermemizi sağlarlar. Filozof Michel Foucault, yazarın okuma deneyimini güvenli hale getirebileceğinden bahsetmiştir. Burada sözü geçen, telif çekleri ve bel ağrısı olan gerçek yazar değildir; yazar fikridir, yani Foucault’nun “yazar işlevi” diye tanımladığı şeydir. Yazar işlevi bir kişi değil, bir doğruyu yönetme şeklidir; sosyal ve psikolojik kuvvetlerden doğar. Albertine Kayıp’taki Marcel’in Marcel Proust olduğuna ya da Nikos Kazancakis’in mitolojik anı kitabı El Greco’ya Mektuplar’daki “ben”in bonzaiden nefret eden bıyıklı olduğuna inanmak daha kolaydır. Yazar, metni basitleştirme yollarından biri haline gelir. Sözler, bu Fransız ya da Yunan adamdan çıkar ve yalın bir şekilde homoseksüelliğini ya da iktidarsızlığını belli eder ve olan biten de bu kadardır.

Foucault’nun demek istediği, yazarın yaşamının ya da yaşam amacının her zaman alakasız olduğu değildir. Yaratıcılık düğümüyle bağlanmış her şey alakalıdır: Platon’un Devlet’indeki veba, Superman’deki göç ve Yahudilik, Nietzsche’nin Ecce Homo’sundaki frengi gibi. Roland Barthes’ın dediği gibi yazar, elbette ki “halıdaki desen” gibi çözülebilir. Foucault’nun demeye çalıştığı şey, yazarın okuma biçimlerinden yalnızca biri olduğudur ve o da bazı anlamların altını çizerken kimilerini kendi gibi saklar. Buna “anlam çoğalmasındaki ekonomi prensibi” adını vermiştir. Yazarlığa odaklanarak bundan elde ettiğim rahatlıkla kendime aşikârlık hediye ederim. Metnin anlamı yalnızca budur, hikâye burada bitiyor.

Yani okurun özgürlüğü yalnızca unutulmamıştır, aynı zamanda sözcüklerin yarattığı sinir bozucu şüphe nedeniyle baştan savılmıştır. İster kutsal kitap, ister gazetede köşe yazısı ya da çizgi roman olsun, her türün sayfalarında kolay ulaşılabilen bir kesinlik aranır. Sözcükler başka birinin işi olur. Yazar, yalnız dehası nedeniyle kutlanır ya da Grub Street2 tarzı olmakla suçlanır. Okurun iktidarı ve bu iktidarı daha sanatsal biçimde değerlendirme şansı da elinden alınır.

2.19. yüzyıl başlarına kadar Londra’da beş parasız yazarların, ucuz yayımcı ve kitabevlerinin bulunduğu cadde. Buradaki yazarlar çok kısa sürede basit romanlar, müşterisinin fikrini yansıtan köşe yazıları ya da el ilanları yazarlar ve yazdıkları sözcük başına ücret aldıkları için uzun ama niteliksiz metinler ortaya koyarlar. (e.n.)
19 772,85 s`om