Kitobni o'qish: «Bahçede felsefe»
Bahçede Felsefe: Ödüllü filozof ve yazar Damon Young’ın Türkçeye çevrilen Okuma Sanatı dışında, How to Think About Exercise, Beating and Nothingness ve Distraction da dahil olmak üzere yazdığı ve editörlüğünü üstlendiği on bir kitap bulunmaktadır. Kitapları on bir dile çevrilen ve ayrıca şiir, öykü ve çocuk kitapları olmak üzere farklı türde eserler veren Young, aynı zamanda Melbourne Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Açık Havada Felsefe
“Doğaya ait her yer muhteşem…”
Aristoteles, Hayvanların Hareketleri Üzerine
Aristoteles züppeliğiyle tanınırdı. Antikçağ biyografi yazarı Diogenes Laertios’a göre bilimsel felsefenin babası, zamanın modasına uygun bir konuşma tarzıyla hafif peltek konuşur, modaya uygun şık giysi ve aksesuarlar kullanırdı. Makedonyalı asillerle bağları da düşünülecek olursa, refah içinde yaşayan ve iyi yaşamayı seven biri olduğu izlenimi doğuyor. Bunun tarihsel bir önemi var: Aristoteles’in kendisinin de belirttiği gibi felsefe; büyük, zengin şehirlerde doğmuş ve aydın, üst sınıf mensuplarının sohbet ederek ve yazarak hoşça vakit geçirmesini sağlamıştır. Ne var ki Aristoteles’in okulu; Makedonya Sarayı’nda, Atina’nın Kerameikos gibi prestijli bir bölgesinde ya da kalabalık pazaryeri agora’da değildi. Filozof, meşhur derslerini bir parkta veriyordu.
Aristoteles’in okulu Lyceum, ismini filozofun binalarını kiraladığı gölgeli koruluktan almıştı. Şehir surlarının doğusunda yer alan Lyceum, Zeus’un “kurttan doğma” oğlu Apollo Lyceus’a adanmıştı. İçinde yürüyüş ve koşu parkurları, giyinme odaları, güreş okulları, tapınaklar ve stoa, yani güneş ve yağmurdan korunmak için sütunlu bir galeri vardı. Askeri geçit törenleri ve dini ayinler burada yapılıyordu. Spor, din, politika ve felsefe gibi her türlü amaca hizmet eden bir alandı. Aristoteles öğrencilerine derslerini peripatoi, yani kemer altında gezinirken anlatıyordu; Aristoteles okulu öğrencilerinin adı olan “peripatetik”1 de buradan gelmektedir. Aristoteles’in okulu ayrıca ilk botanik bahçesine ev sahipliği yapmıştır (bahçedeki bitkiler muhtemelen Makedonya Krallığı’ndan geliyordu). Hiç şüphesiz, bu bahçe onun Bitkiler Üzerine adlı kayıp kitabına önemli bir katkıda bulunmuştur.
Aristoteles, hocası Eflatun’un (Platon) izinden gidiyordu; çünkü Eflatun’un Akademisi de kutsal sayılan koruluk bir alandaydı ve o da derslerini gezinerek anlatıyordu. (Oyun yazarı Alexis, “Endişe içindeydim ve Eflatun gibi volta atıp duruyordum, fakat bu bacaklarımı yormaktan başka işe yaramadı,” diye takılmıştır). Bahçelere yakınlık antikçağ felsefesinde önemli bir yer tutmaktaydı. Aristoteles’in öğrencisi ve halefi Theophrastus, botanikle ilgili ilk sistematik bilimsel incelemeyi yazmış ve Lyceum bahçelerini, “burada, dostluk ve muhabbetle…felsefe ve edebiyat çalışacak olan” meslektaşlarına miras bırakmıştır. Lyceum ve Akademi, iki yüz yılı aşkın bir süre Akdeniz düşünce dünyasının merkezinde yer aldı. Eflatun ve Aristoteles’in önemli Helenistik dönem eleştirmenlerinden olan Epikür, sakin ve dingin bir yaşam (ve belki de ekşi üzümleri) için Atina’daki mülküne yerleşmiştir. Epikür’ün okulunun adı “Bahçe”ydi; bağımsızlığın ve bağımsızlığa ulaşma yolunun sembolü olarak bu ismi seçmişti. Porphyrios, Epikür’ün şu sözünü alıntılamıştır: “Doğanın izinden giden, her konuda kendine yeter.” Kültürlü Romalılar, Yunanlı atalarının ne kadar haklı olduğuna kanaat getirmiş ve onlar da akademik amaçlar ve sohbetler için bahçelere yönelmiştir. Devlet adamlığı görevinden azledilen Cicero da, Tusculum’daki villasında bir “Akademi” kuracağını yazmıştır. Cicero ve öğrencileri açık havada yürüyüş yaparken aynı zamanda ilim yapıyorlardı. Cicero, bitkilerin büyümesini izlemenin verdiği neşeyi anlatır. Cicero’nun “Yaşlılık Üzerine” adlı metnindeki Cato2 karakteri, “Tabiatın verdiği mahsullerde, onun gücünü ve katettiği yolu izlemek bana mutluluk verir,” der. Antikçağın sonunda, yani Aristoteles’in okulunu açmasından yedi yüz yılı aşkın bir süre sonra, Platoncu tanrıbilimci Augustinus, yine bir bahçede Hıristiyanlığı seçmiş, İtiraflar adlı eserinde, “Kendimi bir incir ağacının altına attım ve gözyaşlarımın akmasına izin verdim,” diye yazmıştır. Dolayısıyla felsefe çoğunlukla açık havada yapılan bir şeydi.
Bunun pek çok sebebi var. Öncelikle bahçeler zihnin dağılmasını engeller. Felsefe sosyal bir uğraştır. Ama çok fazla uyaranın olması çılgınlığa yol açar, derin düşünceye değil. Yunan şehirleri, antik ve Helenistik dönemlerde bile gürültülü ve kalabalıktı, dikkat dağıtan çok fazla şey vardı. Atina’nın yolları dar ve dolambaçlıydı ve (genellikle de sempozyumlardan3 çıkmış, sarhoş bir halde yalpalayarak evine dönenlerle) her saatte kalabalık olurdu. Yollardan bütün gün gıcırtılı sesler çıkaran yük arabaları geçerdi ve eğer komedya yazarı Aristofanes’in yazdıklarına inanacak olursak, herkes yollara işer ve lazımlıklarını boşaltırdı. Ne var ki Atinalılar için evlerine kaçmak da bu kaostan kurtulmak için bir çare değildi, zira evlerinde de eşek, keçi ve diğer çiftlik hayvanlarıyla birlikte yaşıyorlardı. Lyceum, Aristoteles ve öğrencilerine şehir hayatının hayhuyundan kaçış sağlıyor, bu sayede mantık ve metafiziğin inceliklerine yoğunlaşabiliyorlardı.
Ayrıca antik Yunanlar hareketli insanlardı, ilim yapmak onlar için dışarı çıkmadan, sadece oturarak yapılan bir şey değildi. İlk açılan okullar, kısa mesafe koşusu ve güreş gibi sporların yapıldığı yerlerdi. Halka açık bir park, onlar için bacaklarını ve yağlı kaslarını esnetecekleri bir yerdi. Bahçıvanlık ise Sokrates’in işaret ettiği gibi fiziksel bir aktiviteydi. Ksenofon, Economist (Ekonomist) adlı eserinde, Sokrates’in şöyle söylediğini yazar: “Üst sınıftan kudretli kişiler bile ziraatten uzak kalamaz, çünkü güzel ve bakımlı bir arazinin yaşattığı tatmin duygusu ile refah duygusu bu faaliyette bir aradadır; üstelik özgür bir insanın fiziksel enerjisini kullanabileceği bir alandır.”
Öğrencilerinin çoğu gibi Aristoteles de gözlem yapan bir filozoftu. Yani sadece akıl yürütmekle yetinmiyor, somut kanıtlar arıyordu. Nesiller ve Yozlaşma Üzerine adlı eserinde, “Soyut tartışmalarla yetinip gözlemden uzak kalanlar, birkaç gözleme dayanarak hemen dogma oluşturmaya meyillidir,” diye yazmıştı. Botanik bahçesi kurması ve yurtdışında çalışmalar yapması bu sebeptendir. Biyolojik sınıflandırma üzerine yaptığı çalışma son derece detaylıydı, titizlikle yapılmıştı ve bin yıllar boyunca benzerine rastlanmadı; öyle ki Charles Darwin, biyolojik ve botanik sınıflandırmanın ustaları Linnaeus ve Cuvier için, “Aristoteles usta ile kıyaslandıklarında okullu bir çocuktan ileri gidemezler,” demiştir. Lyceum bahçesi filozofa, felsefe için kaynaklık ediyordu; numune topluyor, analiz yapıyor, senteze ulaşıyor ve ders veriyordu; keşif gezisi ile laboratuvar burada bir aradaydı.
Doğa ve İkinci Doğa
Felsefenin açık havada yapılma geleneğinin daha entelektüel sebepleri de var. Bahçe sadece kaçış veya fiziksel aktivite yeri değildi. Entelektüel açıdan da zihni uyarıyordu, çünkü iki temel felsefi ilkenin birleşimiydi: insan ve doğa. İngilizce bahçe (garden) kelimesi ile Almanca ve diğer Latin dillerindeki (garten, jardin, giardino) kelimelerde bu anlam var. İngilizce “yard” (avlu) kelimesinde olduğu gibi, bir yeri çevirerek kapatma anlamına işaret ediyorlar. Bir yeri çevirerek kapatmak için iki şey gerekir: çevrilerek kapatılan bir şey (doğa) ve bu işi yapan biri (insan). Lyceum gibi kutsal sayılan korulardan başlayarak her bahçe bu türden bir birleşmedir: Doğanın bir parçası geri kalanından ayrılır, çevrilir ve insanlar tarafından dönüştürülür.
Bahçeyi benzersiz kılan şey bu birleşimin belirgin karakteridir. Doğa insanların elinde adım adım ve radikal bir biçimde dönüşüme uğrar. Aristoteles’in belirttiği gibi, zanaatın tanımı budur: Kendi kendine gerçekleşemeyecek doğal olasılıkları gerçekleştirmek. Fakat hem sanat hem de zanaatta, doğa ile insanın birleşimi ve her ikisinin de katkıları genellikle gizli kalır. Sözgelimi, ağaç kereste olur, maden filizi metale dönüşür, plankton ve yosunlar önce petrol, sonra plastik olur; kökenlerinde doğa vardır ama artık “doğa”nın kendisi değildirler. Doğa; vahşi doğa, hastalık, ezoterik semboller gibi şeylerle birleştirilerek “öteki” olarak konumlandırılır. İnsan emeği ise görünmezdir: Ürün ve hizmetleri görürüz ama onları üreten insanları her zaman görmeyiz. Bahçe, insan ile doğal süreçleri bir araya getirerek bu çift taraflı yabancılaşmayı aşar. Bitkiler ve taşlar, bitki ve taş olarak kalır ama belli bir düzene sokulmuş olarak ve bakımlı bir halde bulunurlar. İnsanın doğayla olan özel ilişkisi bahçede sergilenir. Bahçe, insanın fiziksel ve zihinsel olarak doğayla nasıl bir ilişki kurduğunu gösterir. Normalde saklı kalan veya unutulan doğa-insan birlikteliği, bahçede çarpıcı bir şekilde görünür hale gelir; bir şova, bir sergiye, bir sunuma dönüşür. Aristoteles’in ifadesiyle, bu ezeli ilişki bahçede ete kemiğe bürünür. Bahçe insanın doğayla fiziksel ve zihinsel dayanışmasının sergilendiği yerdir. Bahçe insanlaştırılmış evreni görünür ve anlaşılır kılar; bu görünen, hissedilen ve üzerinde düşünülen bir birlikteliktir.
İşte bu iki temel ilke, yani insan ile doğa, felsefi açıdan kışkırtıcıdır. Devamlı olarak düşünmeye davet eder, çünkü her ikisi için de nihai ve sabit bir tanım yoktur.
Mesela, “doğa” aldatıcı bir biçimde sıradan bir kelimedir; bu kelimenin aşinalığı onun çoğulluğunu ve belirsizliğini maskeler. Bu kelime, gerçekliğin tamamına; fiziksel şeylere ve ilkelere; hayata ve insanlarda alışılagelmiş şeylere işaret eder. Yine de en geniş anlamıyla bile doğa, tam olarak kavranamayan, belli bir tanıma sığmayan bir şeydir. Filozof Heraklitos’un, Aristoteles’in doğumundan yüz yıl önce belirttiği gibi, “physis saklanmayı sever.” Physis, oluşum anlamındaki doğa için kullanılmış Yunanca kelimedir. “Fizik” ve “fiziksel” kelimeleri buradan türemiştir. Doğa “saklanır”; insan anlam üreten bir varlıktır ama evrenin kendisi anlamsızdır. Evrenin “yasaları”ndan söz etmek yanıltıcıdır, çünkü doğanın işleyişini yorumlayan evrensel bir yasa koyucu olduğunu ima eder. Doğanın belli düzenleri ve belli bir ritmi vardır; filozof Alfred North Whitehead bunu doğanın “geçici alışkanlıkları” olarak tanımlamıştı. Ama doğanın ne yasaları ne de yasa koyucusu yoktur; doğa sadece vardır. Doğanın aksine, insan her zaman bilinçli ya da bilinçsiz olarak neyin “ne” olduğuyla ilgili bir bakış açısı edinir. Örneğin Aristoteles doğayı büyüyen ve hareket eden bir organizma olarak görüyordu. Eflatun’un doğaya bakışı ise onun ilahi tasarım olduğu yönündeydi; Epikür’e göre doğadaki her şey atomların rasgele hareketlerinden oluşmuştu. Dolayısıyla, doğa kendisi hakkındaki bütün yorumları emen felsefi bir süngerdir. Ama bunu eksiksiz bir biçimde yapamaz, çünkü her yorum kısmidir ve çıkarımlara dayanır; bizim kavramlaştırmamızın ötesinde daima daha fazlası vardır. Kısmen Heraklitos’un physis kavramından esinlenen Alman filozof Martin Heidegger, insan gerçekliğini “aydınlık veya açıklık” anlamında Lichtung olarak tanımlamıştır. Heidegger’in ormanlık alandaki bir açıklığa işaret eden bu mecazı kullanması, onun iflah olmaz modernite karşıtlığından ileri gelir. Ama bu uygun bir mecazdır. Physis’te olduğu gibi doğa bizim için beliren bir şeydir; tıpkı karanlık bir ormanda bir anda aydınlık bir açıklığın belirmesi gibi. Ama karanlık hep vardır: Doğanın büyük bir kısmını insanın algılaması ve tanımlaması mümkün değildir. Hakikat, kesinlik içeren tanım ve hesaplamalar kümesi olmaktan çok ezeli bir gidiş geliştir: Doğa açılır ve saklanır, doğa karşımıza çıkar ve unutulur, doğa yaratılır ve yok edilir. Doğanın “ne” olduğuyla ilgili söylenecek son bir söz yoktur.
Tam da bu yüzden insan da bir bulmacadır. Varoluşumuz bir muammadır, çünkü insan doğası evrensel ve ebedi değildir; kendimize karşı saydam değiliz. Sadece doğa yok, ikinci bir doğa daha var; birincisi var olan, ikincisi ise yaratılan doğadır. Bununla birlikte, insana atfettiğimiz anlam da belirsizlik içerir ve kesin değildir. Sofokles’in Kral Oedipus tragedyasında, Sfenks’in krala sorduğu bilmecede kapalı kalan noktalar bunlardı. Sfenks’in “Sabahları dört ayağı, öğlen iki ayağı ve akşamları üç ayağı ile yürüyen ama sesi olan şey nedir?” sorusunun cevabı, “insan”dı. Yanıltıcı bir biçimde, basit bir cevaptı bu. Türümüz devam ediyor ama biz devamlı değişiyoruz. Bireyler ve toplumlar olarak sürekli inşa halindeyiz, sürekli olarak yeni bakış açıları kazanıyor, yeni rotalar çiziyoruz. Ve bunların hiçbiri tam olarak kesin değil. Zavallı Oedipus, tüm bilgeliğine rağmen kendisine karşı trajik bir biçimde kördü. Roberto Calasso’nun Kadmos ile Harmonia’nın Düğünü adlı eserinde belirttiği gibi, “Sfenks, şifresi çözülemeyen insan doğasının, belli bir tanıma sığmayan, çok biçimli yapısına atfen, yine kaçamaklı ve çok biçimli bir tanımlama yapmıştır. Sfenks’in yanına gelen Oedipus, Sfenks’in bilmecesini çözmüş ancak bu kez kendisi bir bilmece olmuştur.” Calasso’nunki, Nietzsche, Heidegger ve Sartre’ı yankılayan modern bir çözümlemedir. Yine de, şüphe Aristoteles’ten önce de vardı ve Yunan tragedyalarında, felsefede olduğundan daha güçlü bir biçimde dile getiriliyordu: İnsan bitmek bilmeyen bir sorudur, bir yanıt değil.
Doğa ile insan bilmecesi bahçede bir araya gelir. Bu sebeple, bahçenin felsefede bir karşılığı vardır. Bahçe, evrene ve varoluşa dair fikirlere esin kaynağı olur; tarihi değerler, politik fikirler ve günlük hayat akışıyla şekillenir. Bahçe, doğanın insanlaştırılmış halidir. Fakat ona baktığımızda kendimizden başka bir şey de görürüz. Onda insan olmayan bir şeyin, bilince sığmayan, düşünmeyen bir evrenin gizli imasını da görürüz. Bu bizim dışımızdadır ve Aristotales’in şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, bitkilerin “gizli yaşamı”nda saklıdır. Ama aynı zamanda içimizdedir: İçgüdü ve alışkanlıkların kör ve karanlık güçleri, insan tininin doğaya gereksinim duymasına yol açar. Bahçe, bunu kendi içimizde hissedebileceğimiz şekilde açığa vurur. Aristoteles’in tasavvurları bir yana, o aslında insanın cismani bir varlık olduğunun farkındaydı: Fikirler fiziksel yolla akla gelir ve ifade edilir. Fikirler, bitkiler ya da taşlar gibi organik ya da temel bir biçim aldığında bu daha da belirgin hale gelir. Bahçe; temel kavramlara canlılık, devingenlik, yoğunluk ve ağırlık kazandırır.
Bahçelerin halen kutsal bir havasının olması, insana kattığı bu zihinsel ve duyusal zenginlik sebebiyledir. Lyceum’un “kurt tanrı” tapınaklarından Budist manastırlarına ve ortaçağ katedrallerine kadar birçok dini yapının yanında bahçeler bulunur. Bahçe aslında sadece tanrısal veya ruhani bir olgu değildir. Bahçe daha temel güdülere dayanır: Doğanın bir parçasını ayırmak ve onu diğer yerlerden ayrıştırmak gibi. İngilizce sacred (kutsal) sözcüğünün kökeninde de bunu görebiliriz: Hint-Avrupa dil ailesinde sak, ayırmak, sınır çizmek, bölmek anlamına gelir. Kutsal kelimesinin zıddı “dünyevi” değil, “sıradan”dır. Kutsal olan, sıradan olandan ayrılmış, ayrıştırılmıştır. Bu açıdan bakıldığında, bahçe ilk kutsal alanlardan biridir, ondan önce Lyceum gibi korular vardı. Bahçe tamamen doğal olan yerlerden ve insan yoğunluğunun olduğu yerlerden ayrılmış ama aynı zamanda doğa ile insanı bir araya getirmiştir. Tamamen dünyevi olsa da, etrafını çeviren duvar ve çitler “sağduyu”dan4 kopuşu sembolize eder. Bir başka deyişle bahçe, felsefeye davettir.
Erdemlilik ve Felsefi Çatışma
Düşünmek sadece akademisyenlere mahsus olmadığına göre, bu sadece filozoflara çıkarılmış bir davet değildir. Yunanlardan itibaren, amatör anlamda felsefenin uzun bir geleneği vardır; felsefe, felsefe seminerlerinde olduğu kadar edebiyatta, şiirde ve güzel sanatlarda da gelişimini sürdürmüştür. Felsefenin mutlaka üniversitelerde yapılması gerekmez, felsefenin ihtiyacı olan şey, insan toplulukları ile tenhalığın dengelenebileceği bir ortamdır. Aristoteles’in Lyceum’unda olduğu gibi, bahçe zihnin yaşantısının eşlikçisidir. Estetik açıdan, çeşitli zevklere hitap eder: rengârenk veya yumuşak tonlarda, geometrik veya yılankavi, süslü veya yalın. Daha da önemlisi, dikkatimizi dağıtan uyaranların hızlanarak arttığı bir çağda, bahçe biraz yavaşlamak, dikkatlice bakmak ve cesurca düşünmek için bir fırsattır; zihin dağınıklığının panzehiridir. Aristoteles, Metafizik adlı eserinde, “İnsan ırkı sanatla ve düşünceyle yaşar,” diye yazmıştı. Aradan geçen iki bin yıldan sonra bahçe hâlâ, bu ikisine ortam sağlayan ender mekânlardan biridir.
Bahçeler çok güzel olabilir, bazen öyle güzel olurlar ki nefesiniz kesilir. Bahçe insanı avutur, sakinleştirir, moralini yükseltir. Fakat bazen de bozguna uğratır ve kışkırtır; bahçenin felsefi değeri de buradan gelir. Bahçe daima düzen ile karmaşa, yeşerme ile çürüme, bilinç ile bilinçsizlik, hareketsizlik ile canlılık arasındaki çatışmayı açığa çıkarır. Bu kavramların arasındaki çatışmaya her uygarlıkta ve her uygar akılda rastlanır. Bu nedenle, bahçenin hikâyesinde farklı hassasiyetlere sahip çok çeşitli karakterler yer alır. Jane Austen, çiftlik bahçesine kusursuzluğun verdiği rahatlama duygusuyla bakıyordu. Leonard Woolf’un donmuş elma ağaçları, ona bu duygunun tam tersini yaşatıyordu: tekinsiz bir vahşet duygusu. Küf ve hela kokan yatak odasına sıkışıp kalmış Marcel Proust için üç bonsai ağacı, kayıp zamanın arayışını temsil ediyordu. Friedrich Nietzsche’nin İtalya’daki düşünce ağacı hasta filozofa, geçmişi unutup yaratmaya ve yok etmeye devam etme yolunda güç ve cesaret aşılıyordu. Skandalların kadını Fransız yazar Colette, güllerde tefekkür ve huzuru keşfetmişti. Bir nesil sonra, onun kafe müdavimi hemşerisi Jean-Paul Sartre, bir kestane ağacının yol açtığı bulantıyı anlattı; bir kuşağı galeyana getiren varoluşçu bir haykırıştı. Dolayısıyla bahçe, felsefi çatışmayı tespit etmeyi kolaylaştırırken, bunu göz ardı etmeyi zorlaştırır. Aristoteles, Nikhomakos’a Etik adlı eserinde, “Erdemlilik, hakikati her şeyden ve herkesten daha fazla onurlandırmaktır,” diye yazmıştı. Elinizdeki kitap, felsefe kitabı değil, felsefi yaşantıların portresidir. Bu yaşantıların ödülü, doğaya ve insan doğasına daha fazla yakınlaşma ve bu ikisinin gizemli birlikteliği olan bahçedir.
Jane Austen: Chawton Çiftliği’nin Sunduğu Avuntular
“Sağlığım oldukça yerinde ve Bahçede bol bol çalışıyorum.”
Jane Austen’dan Anna Austen’a mektup, Temmuz 1814
“Biraz sessizlik lüksümüz olsun.”
Edmund Bertram, Jane Austen’ın Mansfield Parkı’ndan
Sene 1811, East Hampshire’da bir Mayıs sabahı. Jane Austen’ın Orleans erikleri tomurcuk açmış. Jane Austen’ın mektupları ile akrabalarının anılarından edindiğim izlenimle, yazarı, en sevdiği köşesinde otururken hayal ediyorum. Çiftlik evinin ön kapısına yakın duran on iki kenarlı küçük ceviz masaya oturmuş, önündeki küçük sayfalara yazıyor. Ön kapının gıcırdamasıyla sayfaları bir yere sıkıştırıyor. O gün, sessizlik olmasa da ailesi onu kendi haline bırakmış. Sayfalar küçük el yazısıyla doluyor: Kalemini mürekkebe daldırıyor, eli bir müddet havada asılı kalıyor, bir şeyler çiziktiriyor, üstünü çiziyor, yazıyor, kalemi mürekkebe daldırıyor. Hızlı hızlı çalışıyor, çünkü çok az boş vakti var; iyice yoğunlaşıyor, çünkü kendisine ait sessiz bir çalışma odası yok. Kuştüyü kalemini sık sık elinden bırakıp bir hayali gözünde canlandırıyor. Bu hayalde Fanny Price, çapkın Henry Crawford’ın karşısında tir tir titriyor ya da tiyatronun acımasızlığından endişe duyuyor. Sonra kalemi eline alıyor ve tekrar yazmaya koyuluyor. Sonunda, içeride yemek pişirilir ve temizlik yapılırken çıkarılan sesler ve konuşmalar fazla gelmeye başlıyor. Romanındaki ana ve yan temalar bundan zarar görüyor. Tencere tava sesleri, hizmetçilerin gevezelikleri kulak tırmalıyor ve gözleri yanıyor. Bu kadar yeter. Austen kalemini mürekkep hokkasına bırakıp Chawton Çiftliği’nin bahçesinde dolaşmaya çıkıyor.
Sıkış tıkış yemek salonundan bir an için uzaklaşmış oluyor. Hava daha taze, ışık daha parlak. Kıpırdayacak yer var. Mektuplarında yazdığına göre Austen, filbahri çalısının beyaz taçyapraklarına ve baygın kokusuna dikkat kesiliyor. Asya’dan getirtilen şakayık yine çiçek açmış. Görmediklerini ise hayal ediyor: karanfiller, hüsnüyusuf, düğünçiçeği ile erik ağacının çiçekleri. Usul usul yürüyor, çevresine dikkatle bakıyor, derin derin nefesler alıyor. Fakat bu uzun sürmüyor; Austen’ın öğleden sonra yapması gereken günlük işler var. Henüz bitiremediği romanı ise yemek salonundan onu çağırıyor. O kendine özgü kararlı yürüyüşüyle içeri girerken, bu kadarcık bir sürede bile bahçenin ona iyi geldiğini fark ediyor. Küçücük çalışma masasına tazelenmiş olarak geri dönüyor; ona iyi gelen şey, bol miktarda bulunan kitaplar ile dedikodudan ziyade Chawton’ın meyve ağaçları arasında yaptığı kısa gezinti, kesilmiş çimenler ve egzotik çiçekler.
Böyle bir çalışma rutiniyle Jane Austen, son üç romanını yaklaşık dört yılda yazdı. Bunlar İngiliz edebiyatının en sevilen eserleriydi: Mansfield Parkı, Emma ve İkna. Hastalığına, evdeki işlerine ve ailesiyle tatlı acı ilişkilerine rağmen Austen, küçücük masasında çiziktirmeye ve benzersiz karakterlerini yaratmaya devam etti.
Beyaz Işık Parlaması
Jane Austen her zaman bu kadar üretken değildi. Bahçenin olmadığı zamanlarda yazarlığı sekteye uğramıştı. Aralık 1800’de, tam da yirmi beşinci yaşına girdiği ay, yazmayı bıraktı ve on yıl boyunca yazmadı. Kaleme aldığı mektuplar oldu elbette, günümüze çok azı ulaşmış olsa da, belki de binlerce mektup yazdı. Ne var ki romanlarına neredeyse hiç dokunmadı. Susan’ı hiç de ileri görüşlü olmayan bir yayınevine sattı, bu yayıncı (10£ karşılığında) kitabı raflarına koydu. Yeni bir roman yazmaya çalıştı: The Watsons (Watson’lar). Fakat romanın kasvetli ve küskün hikâyesi hiç yol almadı. 1800-1809 yılları arasında, Austen’ın kitapları kamusal ve özel hafızalardan silindi. Edebiyat eleştirmeni FR Leavis’in “ilk modern romancı” dediği kadın, artık neredeyse hiçbir şey yazmıyordu.
Jane’in sessizliğinin ardında dört harfli bir yer vardı: Bath. 1800 yılının Aralık ayında, yaşlanan anne-babası emekli oldu. Babası Papaz George Austen ile annesi, hiç evlenmemiş kızları Cassandra ve Jane’le birlikte, batı kıyısındaki Bath kentine taşınmaya karar verdiler. Roma döneminden kalan bu kent, yepyeni bir favori tatil mekânı ve kaplıca merkeziydi. Aristokratlar ve zenginler burada tatil yapar, denize ve kaplıcaya gider, kaplıca salonlarında5 dedikodu yapardı. Kent, mimari ve arkeolojik yönden heyecan vericiydi. Bath taşından yapılmış muazzam otel ve dükkânların hemen yanı başında Roma dönemi kalıntıları duruyordu. Bath’in kentli hoşlukları, civarda yapılabilecek kır gezintilerinin cazibesiyle dengeleniyordu. Civardaki Prior Park ve mağarası, Palladian köprüsü ve vahşi doğası, yürüyüş yapılabilecek yerler arasındaydı. Samuel Johnson’ın biyografisini yazan James Boswell, Bath’in dünyadaki en güzel yer olduğunu, çünkü hiç yorulmadan hem cemiyet hayatının hem de kır gezintilerinin tadını çıkarabileceğinizi yazmıştır. Pek çokları için Bath, capcanlı, güzel bir kentti. Londra’nın pisliği ve dağınıklığından uzakta, modern dünyanın tüm konfor ve eğlencelerini sunuyordu.
Jane Austen, Bath’i ziyaret etmekten memnun kalmış olabilir. Ama orada yaşamaktan nefret etti. Güneş ışığında bile çirkin göründüğünü düşünüyordu. Kentteki ilk yılında kız kardeşine, “Bath’in güzel havalardaki görünüşü benim beklentilerimi karşılamıyor,” diye yazmıştı. “Galiba yağmurda her şeyi daha net görüyorum.” Hiç bitmeyen balo ve davetlerinden, flörtçü havasından ve taşından hoşlanmıyordu. İkna romanında bundan “beyaz ışık parlaması” diye söz etmişti.
Bath erdemli ve sessiz bir yer dahi olsa, yine de bir eksiği olacaktı: Burası onun Hampshire kırsalındaki memleketi değildi, burada, kendine ait bir bahçesi yoktu. Burası onun doğup büyüdüğü ve ilk üç romanını yazdığı Steventon değildi. Okul için gittiği ve ona sürgün gibi gelen iki kısa zaman dilimi dışında, çeyrek yüzyılı, yani tüm hayatını Steventon’da geçirmişti. Tarım arazileriyle çevrili küçük bir köy olan Steventon olsa olsa otuz aile ile birlikte tavuk, inek, at, koyun ve domuzların yaşadığı bir yerdi. Jane’in babası George, hem papaz hem de köyün erkek çocuklarının öğretmeniydi. (Bunların arasında Jane’in beş erkek kardeşi de vardı.) Batı’ya yapılan bir seyahatin “telaşı” ve bir sahil kentinde yaşamak Jane Austen’ı heyecanlandırmış olsa dahi, Austen yine de bir kayıp hissi yaşıyordu.
Hampshire kırsalı Arcadia6 değildi: Buz gibi, ıssız ve sıkıcıydı. Hiç şüphesiz, köyün küçüklüğü ve yalıtılmışlığı Austen’ın geniş hayal gücünü boğmuştur. Buradan ayrılmadan önce, Cassandra’ya köyünün artık kendisine sıkıcı geldiğini yazmıştı. Fakat bu gerçek bir şikâyetten çok bir ironi ya da nazlanmaydı. Steventon onun yuvasıydı, Jane Austen’ın medeni ve soylu bir hayattan anladığı şeyi ona sunmuştu. Köyünün sıcaklığı, havadarlığı ve günlük rutinleri ona iyi geliyordu. Biyografisini yazan Claire Tomalin’e göre, “Günlük ev işleri, bahçedeki günlük yürüyüşler… Hep aynı ses ve sessizlikler; bu aynılık onun hayal gücünün çalışmasına izin veren güvenli bir ortam sunuyordu.”
Dolayısıyla, Jane Austen’ın sessizliğinin bir kısmı yaşadığı şoktandı: Çevresindeki güven çemberi bir anda ve kaçınılmaz biçimde ortadan kalkmıştı. Değişikliğe alışkındı: Seyahat ediyor, hayatın beklenmedik kederine ve ailesinin zaman zaman yaşadığı maddi sıkıntılara, kendisine özgü çilekeşliğiyle göğüs geriyordu. Ne var ki Steven-ton elle tutulur ve tanıdık olan tek değişmezdi; uzağa yapılan pek çok seyahatten sonra dönülecek yuvaydı. Modern ve kibar Bath kentindeki hiçbir şey, Steventon’ı Steventon yapan o karmaşık düğümle boy ölçüşemezdi. Manzarası, komşuları, havası; o bildik yürüyüşler, ziyaretler ve sohbetler bu karmaşık düğümü oluşturuyordu. Austen’ların yeni evi büyük, konforlu ve şehrin atan nabzından uzaktaydı. Fakat burası Hampshire’daki evleri değildi ve kaçılacak bir bahçesi de yoktu.
Austen, Bath kentinde gezintilerle, sosyalleşmeyle, kaplıcalara gitmekle ya da “Jane Teyze”nin gündelik işleriyle meşgul olurken “yazar sesi”ni kaybetti. Onun yazar sesi Steventon’da kalmıştı. En büyük ağabeyi James ve (Jane’in sevmediği) ikinci karısı Mary çok geçmeden buraya yerleşmişti bile. Bir zamanlar hayat dolu olan mektupları, Austen’ın depresif olmasa bile sönük olan bir portresini çizmekteydi artık.
Southampton’da Leylaklar
Özel bir bahçeye kavuştuğu zaman, Austen’ın o her zamanki enerjisi ve üretkenliği geri geldi. 1806’da dul kalan annesi ve kız kardeşiyle yeni bir eve taşındı. Ev, Hampshire kıyısında, Southampton, Castle Square’deydi. Jane’in sonraki mektuplarının bazıları, birtakım ufak tefek küçümseyici lafların yanı sıra manzaraya duyduğu hayranlıkla parlamaktadır. Tüm içliliği ve huysuzluğuna rağmen, kendi topraklarındaydı.
Ertesi yılın şubat ayında, Cassandra’ya, ilginç olduğunu umduğu uzun bir mektup kaleme aldı. Mektubun son satırlarında, “Sana güzel bir mektup yazdığımı düşünerek seviniyorum,” diye yazıyordu, “fakat sevgili Dr. Johnson7 gibi, gerçeklerden çok fikirleri dile getirdim sanırım.” Austen elbette bu mektubun çoğunda yakınıyordu. Cassandra’nın Southampton’a dönmekte geciktiğinden yakınıyordu. Başkaları bebek sahibi olup sevgili edinirken kendisinin bunları yapmadığını dile getiriyordu. Dilbalığı (ya da pazarda bulunmayışı hakkında) mızmızlanıyordu. İngiltere’de mahcubiyetin kaybı ve yerini özgüvenin almasından şikâyet ediyordu. Austen’ın mektuplarında Monty Python’vari8 bir hava vardı: “Siz balık mı yediniz? Bu bir lüks. Biz kömürü tuzlayıp tekir niyetine yedik,” tarzı bir bakış açısı ve espri anlayışı.
Mektuptaki tüm bu homurdanma ve cadalozluğun arasında harika bir paragraf da var. Bath mektuplarının çoğunda bulunmayan sessiz bir taşkınlık; kinizm ve alaycılığın bulaşmadığı oyuncu bir dil, onun ruh halindeki değişimle ilgili ipuçları veriyordu. Castle Square’deki bahçeyi tasvir eden bu paragrafta, Jane Austen’ın iç yaşantısına dair bir şeyler yakalamak mümkün. Kadın yazarın (kendisinden çoğunlukla bu şekilde söz ediyordu) kendi sözlerini alıntılayalım:
Bahçemize, dikkat çekecek derecede iyi bir karaktere ve güzel yüz hatlarına sahip bir adam bakıyor ve bir dediğimizi iki etmiyor. Çakıllı yürüme yolunun kenarındaki gül ve yabangüllerinin vasat bir tür olduğunu söylüyor; daha iyi cinslerden almalıymışız. Benim arzum üzerine, bize leylak alacak. Cowper’ın 9 dizeleri dururken ben leylaksız yapamam. Ayrıca akasya almaktan da söz ettik. Teras duvarının altındaki tarha frenküzümü ile bektaşiüzümü dikilecek, ahududu için de çok uygun bir köşe bulundu.
Bu satırlarda, Jane’in bahçeyle ilgili yalın ve içten hevesliliği göz dolduruyor. Leylak veya filbahriden söz ederken, William Cowper’ın şiiri (“Akasya, zengin/ Sarı bir nehir; leylak, fildişi saflığında”) ile kendi bahçesinin keyiflerini zahmetsizce birbirine bağlıyor. Neşeli ve sade. Castle Square’in, “şehrin en iyi bahçesi” olarak bilindiğinden söz ederken gururu elle tutulur bir hal alıyor.
Jane son evi olan Chawton Çiftliği’nde yaşar ve son romanları üzerinde çalışırken yazdığı mektuplara bu sade ve keyifli ton hâkimdi. Jane henüz görmediği eve taşınmadan önce, erkek kardeşine yazmıştı. “Mutfak bahçesi nasıl?” diye soruyordu, ev ekonomisiyle özel ilgi alanını birleştirmişti. Taşınmadan önce çimlerin biçilmesi gerektiğinden söz ediyordu. 1811 yılı baharının sonlarına doğru eve taşındığında Austen, Kent’te yaşayan Cassandra’ya yazıp ona Hampshire’daki yaşantısının bir portresini çizdi. Yeni doğanlar, hastalıklar, skandal evlilikler ve havanın yanı sıra bahçede gözlemlediği değişimleri anlattı. Çiçekler güzel açıyordu, fakat Cassandra’nın Kent’teki muhabbetçiçeği “berbat vaziyetteydi”. (Jane kız kardeşiyle kendi arasında sık sık böyle kıyaslamalara girişirdi; kısmen onu özlediği, kısmen de belki kendi bahçıvanlığıyla gurur duyduğu içindi bu.) Erikler yoldaydı, Cowper’ın leylakları ise (belli ki, leylaklar Southampton’a olduğu gibi Chawton’a da dikilmişti) açmak üzereydi. Austen, bahardaki bir İngiliz çiftlik bahçesinin cazip bir resmini çiziyordu. “Göknarın altındaki genç şakayığımız daha yeni açtı ve çok güzel görünüyor,” diye yazmıştı, “fundalık yakında karanfil ve hüsnüyusuflarla şenlenecek, çoktan açmış olan düğünçiçekleri ise cabası.” Mektubun geri kalan kısmında Austen aile ziyaretleri, sağlık konuları ve bahar fırtınalarından söz ediyordu.