Kitobni o'qish: «İran Masalları»
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili, Amerikan, Çin, Norveç, Kore, Çingene, Eskimo, Kelt, Afrika, Slav ve İskoç Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada İran Masalları var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hale gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Kedi ile Fare
Tanrı’nın hükmüne göre bir zamanlar İran’ın Kerman şehrinde ejderhayı andıran bir kedi yaşardı. Tıpkı bir aslan gibi avlanan ve uzağı çok iyi gören bir kediydi. Harika gözleri, upuzun bıyıkları ve keskin dişleri vardı. Vücudu bir davulu andırıyordu, güzel tüyleriyse ermin kürkü gibiydi.
Bu kediden mutlusu yoktu. Ne yeni evlenmiş bir gelin ne de misafirlerinin gülümseyen yüzlerini gören misafirperver bir ev sahibi bu kadar mutlu olabilirdi.
Kedi, dostlar arasında dolanıyordu. Kulplu yemek tenceresi, fincan ve avludaki süt sürahisi, ayrıca örtüsü serildiğinde yemek masası onun ahbaplarıydı.
Günlerden bir gün şarap mahzeninin açık olduğunu anlayan kedi neşeyle içeri girdi. Bir fare yakalayabilecek miyim acaba diye düşünüyordu. Sonra bir şarap küpünün arkasına saklandı. O anda bir fare, duvardaki delikten dışarı fırlayıverdi. Hızlıca şarap küpüne tırmanıp başını küpün içine daldırdı. O kadar uzun zaman boyunca ve o kadar çok içti ki sarhoş olup aptalca konuşmaya başladı. Şimdi kendini bir aslan gibi cesur görüyordu.
“Şu kedi de nerede?” diye bağırdı. “Ortaya çıksın da başını kopartayım şunun. Karşıma çıksa cenk meydanındaymışız gibi koparıp atardım kafasını. Benim önüme çıkacak bir kedi, şans eseri yolumdan geçen bir köpekten bile daha perişan olacaktır.”
Bu sözleri dinlerken kedi öfkeyle dişlerini gıcırdatıyordu. Göz açıp kapayana kadar yerinden fırlayıp fareyi pençeleriyle kavrayıverdi ve şöyle dedi: “Ah farecik! Şimdi kafamı koparacak mısın?”
“Ben senin uşağın olurum ancak,” diye cevap verdi fare. “Günahımı bağışla, sarhoştum. Ben senin kulun kölenim. Hem de kulağı delinmiş ve sırtına boyunduruk geçirilmiş bir köle.”
“Daha az yalan söyle!” diye cevap verdi kedi. “Senin gibi bir yalancı hiç görülmüş mü acaba? Bütün söylediklerini duydum. Günahının bedelini canınla ödeyeceksin. Ölü bir köpeğinkinden bile daha değersiz senin canın!”
Böyle dedikten sonra kedi, fareyi öldürüp mideye indirdi ama sonra bu yaptığından pişmanlık duyarak camiye koşturdu. Ellerini yüzüne götürdü, ardından ellerine su dökerek müminlerin namaz saatlerinde yaptığı gibi abdest aldı.
Sonra İranlıların inandığı kutsal kitapta Allah’ı anan o güzel sureyi okudu ve günahları için af diledi:
“Tövbe ediyorum. Bir daha dişlerimle bir fareyi parçalamayacağım. Hak eden yoksullara ekmek vereceğim. Günahımı bağışla, ey bağışlayıcı yüce Tanrım! Zira yüzümü sana çevirip önünde pişmanlıkla eğilmedim mi?”
Bu sözleri öyle çok ve öyle hisli bir şekilde tekrar etti ki samimiyetine kendisi de inandı. Sonunda acı acı ağlamaya başladı.
O sırada minberin ardında bir farecik bulunuyordu. Kedinin ettiği yeminleri işitince bu mutlu ama şaşırtıcı haberleri öteki farelere vermek için koşturdu. Şahit olduğu şeyleri nefes nefese anlattı. Kedi samimi bir Müslüman olmuştu. Onu camide ağlayıp dövünürken görmüş, şunları söylediğini işitmişti:
“Ey yüce Yaradan, günahımı bağışla çünkü koca bir aptal gibi davranıp büyük suç işledim.”
Sonra fare, kedinin tespih çekip gerçekten pişman olmuş biri gibi dua ettiğini anlattı.
Bu hayret verici haberi duyan fareler büyük bir sevinçle eğlenceye başladılar. Her biri kendi köyünün muhtarı olan yedi seçilmiş fare ayağa kalkıp Tanrı’ya şükürler etti, zira kedi nihayet samimi müminler safına katılmıştı.
Sonra dans edip “Ah! Ah! Hu! Hu!” diye bağırıştılar. İyiden iyiye sarhoş olana kadar kırmızı ve beyaz şarap içtiler. İkisi zilleri çaldı, ikisi kastanyet çalıp oynadı ve ikisi de şarkı söyledi. Bir fareyse herkes rahatça yiyip içsin diye ikramlarla dolu bir tepsiyi sırtında taşıyordu. Bazısı nargile içiyor, bir diğeri soytarılık yapıyor, ötekilerse farklı müzik enstrümanlarıyla çeşitli ezgiler çalıyordu.
Şölenden birkaç gün sonra farelerin kralı şöyle dedi: “Ey dostlar! Hepinizden kediye layık armağanlar getirmenizi istiyorum!” Bunun üzerine fareler hediye aramak üzere etrafa dağıldı. Çok geçmeden geri döndüler. Her biri, asilzadelere layık bir armağan taşıyordu.
Farelerden biri bir şişe şarap, bir diğeri kuru üzüm dolu bir tabak getirmişti. Ötekilerse tuzlu fındık fıstık ve karpuz çekirdekleri, peynir topakları, kâseler dolusu şekerleme, çamfıstığı, şeker kaplı küçük kekler, şişeler dolusu limonata, Hint şalları, şapkalar, pelerinler ve daha bir sürü şeyle gelmişti.
Hediyelerini ihtiyatlı bir şekilde Kedilerin Kralı’nın önüne getirdiler. Kral’ın huzurunda hürmetle eğilip başlarını yere değdirdiler. Sonra onu selamlayarak şöyle dediler:
“Ey tüm farelerin canını kurtaran efendimiz, size layık hediyeler getirdik. Tenezzül edip bunları kabul etmenizi rica ediyoruz.”
Bunun üzerine kedi içinden şöyle geçirdi: “Samimi bir Müslüman olduğum için ödüllendiriliyorum. Günlerdir orucumu bozmadım, çok açım. Bugünse rızkım bol bol temin edildi. Allah’ın benden memnun olduğu çok açık.”
Sonra farelere dönüp yaklaşmalarını istedi. Onlara, “Dostlarım!” diye hitap etmişti. Fareler titreye titreye ilerliyordu. O kadar korkuyorlardı ki ne yaptıklarının farkında bile değillerdi. İyice yaklaştıkları zaman kedi aniden üzerlerine atladı. Her biri bir köyün muhtarı olan beş fareyi yakaladı. İkisini ön patileriyle, ikisini arka patileriyle ve birini de ağzıyla tutmuştu. Kalan fareler canlarını zor kurtardılar.
Katledilen kardeşlerinden birini kaldırıp tüm farelere kötü haberi vermek üzere hızlıca geri döndüler. Şöyle dediler: “Ne diye oturuyorsunuz ey fareler? Başlarınıza toprak atın delikanlılar! Zalim kedi, masum beş arkadaşımızı dişleri ve pençeleriyle yakalayıp öldürdü.”
Beş gün boyunca yas tutanların yaptığı gibi giysilerini yırtıp başlarına toprak attılar. Sonra şöyle dediler: “Kralımıza gidip farelerin başına gelenlerini anlatmalıyız. Ona bu felaketi anlatmayı ihmal etmemeliyiz.”
Bunun üzerine ayağa kalkıp derin bir üzüntü içinde yola çıktılar. Biri davulu çaldı, biri de zile vurdu. Hepsinin boynunda şalları vardı. Gözyaşları küçük hatlar halinde bıyıklarından akıyordu.
Fareler, tahtında oturmakta olan krallarının yanına vardılar. Kral’ın huzurunda saygıyla eğilip şöyle dediler: “Efendimiz, bizler kulunuzuz, sizse kralımızsınız. Bilin ki bu kedi bize zulmetmekte. Eskiden yılda bir fare yakalardı. Şimdiyse iştahı öyle arttı ki doymak için bir defada beşimizi yiyor.”
Bu sözleri işiten Kral öyle öfkelendi ki âdeta kaynayan bir tencereyi andırıyordu. Fakat farelerin temsilciler heyetiyle çok nazik bir şekilde konuştu. Onlara, “Başımın tacı yeni misafirlerim,” diye hitap etti. Ayrıca onları teselli etmek için, “Kediyi öyle cezalandıracağım ki ona olanları bütün dünya duyacak!” diye yemin etti.
Sonra heyetin acısını fark ederek ölü farenin şatafatlı bir törenle gömülmesini emretti. Buna uygun olarak, sanki ölen fare kraliyet ailesindenmiş gibi bir hafta boyunca yas tuttular. Hazırladıkları enfes tatlıları sepetlere koyup gözyaşları içinde mezara götürdüler.
Kral, cenaze töreninin ardından ordusuna belli bir günde şehir çevresinde göz alabildiğine uzanan büyük kumlu ovada toplanmalarını emretti. Sonra onlara şu sözlerle seslendi:
“Ey adamlarım ve askerlerim! Mademki kedi, hemşerilerimize böyle zalimce davrandı, o halde bir sapkındır ve suçludur. Tabiat itibarıyla da vahşidir. Hemen Kerman şehrine gidip onunla savaşmamız gerek.”
Böylece üç yüz otuz bin fare kılıçlarını, silahlarını ve mızraklarını donanıp ilerlediler. Bayrakları ve sancakları rüzgârda cesaretle dalgalanıyordu. Çölden gelen ve o sırada hızla yol alan devesinin sırtında uzunca bir direk sayesinde düşmeden oturarak oradan geçen bir Arap, hareket halindeki bu büyük orduyu gördü. Şahit olduğu manzara karşısında öyle hayrete düştü ki dengesini kaybederek yere düştü.
Bu düşüş birkaç fare alayını durdursa da gözlerini korkutmadı. Askerler ilerlemeye devam edecekti.
Ordu savaşa hazır olunca Kral, bir kez daha askerlerine seslendi:
“Ey genç adamlar! Kediye bir elçi yollamak lazım gelir. Becerikli, ihtiyatlı ve belagat sahibi bir elçi.”
Bunun üzerine askerler bir ağızdan haykırdı: “Baş üstüne Kralımız, emirleriniz yerine getirilecek!”
Aralarında tahsilli ve belagat sahibi bir fare hazır bulunmaktaydı. Bu fare, bir vilayetin yöneticisiydi. İşte Kral, Kerman şehrindeki kediye elçi olarak bu farenin gönderilmesini emretti. Henüz adı Kral’ın ağzından çıkmamıştı ki fare saflardaki yerinden fırladı ve çöl rüzgârları kadar hızla yol alarak cesaretle kedinin karşısına çıkıp şunları söyledi:
“Farelerin Kralı’ndan elçi olarak geliyorum, acı ve yorgunluktan iki büklüm haldeyim. Şunu bil ki efendim seninle savaşmaya kararlı. Hatta şu anda ordusuyla birlikte başını koparmaya geliyor.”
Kedi cevap olarak şöyle kükredi: “Git kralına söyle, gebersin! Ben ancak canım isteyince çıkarım bu şehirden!” Sonra Horasan’dan, yani Güneş’in ülkesinden Kerman’a birkaç savaşçı ve avcı kedi yollamaları için haberciler gönderdi.
Kedi ordusu şimdi hazırdı. Kedilerin Kralı hemen ordusuna hareket emrini verdi. Kendisinin de ertesi gün savaş alanına geleceğine söz verdi. Her biri aç bir kaplanı andıran kediler, at sırtında çıkageldiler. Fareler de dişlerine kadar zırhlarını giymiş ve öfkeyle dolu halde küheylanlarına binmişlerdi. “Allah! Allah!” nidaları atan askerler kılıçlarını kınından çıkardılar. Böylece iki ordu çarpıştı.
O kadar çok kedi ve fare öldü ki atlara ayaklarını koyacak yer kalmamıştı. Kediler yiğitçe dövüştü. Şiddetle saldırarak farelerin ilk hattını delip geçtiler, sonra ikinci hatta vardılar. O zaman pek çok emir ve şef öldürüldü. Savaşı kaybettiklerini düşünen fareler şu sözleri haykırarak kaçmak üzere döndüler:
“Başlarınıza toprak atın yiğitler!”
Ama sonrasında tekrar toplanarak peşlerinden gelen düşmanlarıyla yüzleştiler ve “Allah! Allah!” nidasıyla kedi ordusunun sağ kanadına saldırdılar.
Atlı bir fare, arbedenin tam ortasında Kedilerin Kralı’na mızrakla vurdu. Kral bayılarak yere düştü. Fare, ayağa kalkmasına zaman bırakmadan üzerine çullanarak onu kendi krallarına tutsak olarak götürdü. Böylece kediler o gün yenilgiye uğrayarak asık suratlarla Kerman şehrine geri çekildiler.
Kediyi bağlayıp bayıltana kadar dövdüler. Sonra ovada tamtamların sesleri ve sevinç çığlıkları yankılandı. Ardından Farelerin Kralı tahtına oturup kedinin huzuruna getirilmesini emretti.
“Seni alçak herif!” dedi. “Niçin yiyip bitirdin ordumu? Şimdi Farelerin Kralı’nı dinle bakalım!”
Kedi başını korkuyla eğip sustu. Birkaç dakika sonra şöyle dedi: “Ben ölümüne sizin kulunuzum.”
Kral cevap verdi:
“Bu kara suratlı köpeği idam alanına götürün. Katledilen kullarımın kanının intikamını almak için hiç vakit kaybetmeden bizzat gelip onu öldüreceğim.”
Böylece filinin sırtına bindi. Muhafızları gururla önünden yürüyorlardı. Elleri bağlı kedi ise idam alanında ağlayarak beklemekteydi. İdam alanına vardıklarında kedinin henüz idam edilmemiş olduğunu gören Kral, cellada öfkeyle şöyle dedi: “Bu tutsak niçin hâlâ hayatta? Hemen asın onu!”
Tam o anda bir atlı, dörtnala koşturarak şehirden gelip Kral’a şu sözlerle yalvardı: “Sefil kediyi affedin. Bundan sonra bize zarar vermeyecek.”
Ne var ki Kral bu yakarışlara hiç kulak asmadan kedinin bir an evvel öldürülmesini emretti. Fareler çok korktukları için bu emri yerine getirmekte gönülsüz davranarak tereddüt ettiler.
Tabii ki bu durum kralı çok kızdırmıştı.
“Ah aptal fareler!” diye haykırdı. “Sizler kediye acıyorsunuz, oysa sizi tekrar kurban edecek.”
Kedi, atlıyı görür görmez cesaretini yeniden kazandı. Avına atlayan bir kaplan gibi tek sıçrayışla yerinden fırladı ve bağlarını koparıverdi. Sonra beş bahtsız fareyi yakaladı. Hayal kırıklığı ve korkuyla dolan öteki fareler dört bir yana koşturarak şöyle haykırdı:
“Allah! Allah! Vur onu! Tıpkı Rüstem’in savaş günü düşmanlarına yaptığı gibi kopar kafasını!”
Farelerin Kralı olanları görünce bayıldı. Bunu gören kediyse hemen Kral’ın üstüne atlayıp tacını çıkardı. Sonra ipi Kral’ın boynuna sarıp onu astı. Kral hemen öldü.
Ardından bütün fare ordusu hezimete uğrayana ve artık karşısına çıkacak tek bir fare dahi kalmayana dek bir sağa bir sola atlayarak fareleri yakaladı, yerlere çaptı ve öldürdü.
Bepul matn qismi tugad.