Kitobni o'qish: «Ocaktaki Ağustos Böceği»
Charles Dickens, 7 Şubat 1812 tarihinde İngiltere’nin Portsmouth şehrinde doğdu. Asıl adı Charles John Huffam Dickens’dır. İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni olan yazar Victoria devrinin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda içlerinde Tolstoy’dan George Orwell’e kadar pek çok yazarın bulunduğu edebî dehalar ve eleştirmenler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri ile dünya çapında tanındı.
Babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı ve düzgün bir eğitim alamadı. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi. Aynı yıl içinde Boz takma adıyla Boz’un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı.
1837’de tanınmasını sağlayan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary’e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı. Kurguladığı karakterlerde çoğunlukla çevresindeki kişilerden ilham aldı. 1843 ile 1846 arasında yaptığı seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı.
Oliver Twist (1839), Bir Noel Şarkısı (1843), David Copperfield (1850), İki Şehrin Hikâyesi (1859), Perili Ev (1859), Büyük Umutlar (1861), Edwin Drood’un Gizemi (1870) gibi önemli eserleri başta olmak üzere dünyaca tanınmış pek çok esere imza attı.
Yazarlık kariyeri boyunca 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayımladı. Bunların yanında çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda mücadele verdi.
1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı ve konferanslar verdi. 1870’te de şöhretinin zirvesindeyken Gadshill’deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı ve 9 Haziran 1870 tarihinde öldü.
BİRİNCİ BÖLÜM
İLK CIVILTI
Hepsini çaydanlık başlattı! Bana Mrs. Peerybingle şunu dedi, bunu dedi demeyin. Ben en doğrusunu bilirim. Mrs. Peerybingle istediği kadar ilk kim başlattı ben bilmem desin ben çaydanlık başlattı diyorum. Ben bilmeyeceğim de kim bilecek! Köşedeki parlak sıfatlı düdüklü saate göre Ağustos Böceği daha gıkını çıkarmadan tam beş dakika önce çaydanlık ötmüştü.
Saat daha ötmeyi bitirmemiş de Arap Kalesi’nin önünde elindeki tırpanı bir sağa bir sola savurmakta olan gayretli çiftçi, Ağustos Böceği daha olaya dâhil olmadan önce yarım dönüm hayali otu tırpanlamamış da!
Ben tabiatım gereği kendimden çok emin biri değilimdir. Bunu herkes bilir. Konu ne olursa olsun kesin emin olmasam Mrs. Peerybingle’ın fikrine karşılık kendi fikrimi savunmam. Beni hiçbir şey bunu yapmaya zorlayamaz. Ama burada söz konusu bir hakikat var. Bu hakikat ise: Her şeyi Ağustos Böceği varlığını belli eden herhangi bir harekette bile bulunmadan en az beş dakika önce çaydanlığın başlatmış olması. İsterseniz bana karşı çıkın. Sözümden dönmem.
Size tam olarak nasıl olduğunu anlatayım. Daha ilk kelimemle birlikte bunu yapmaya başlamam gerekirdi ama yalnızca tek bir sebepten dolayı bunu yapmadım: Eğer bir hikâye anlatacaksam başından başlamalıyım ve çaydanlıktan başlamadan baştan başlamak mümkün olur muydu?
Öncelikle çaydanlık ve Ağustos Böceği arasında bir tür yarış ya da yetenek gösterisi olduğunu ve her şeyin sebebinin de tam olarak bu olduğunu anlamanız gerek.
Mrs. Peerybingle kör alaca karanlıkta ayağındaki bir çift takunyayla ıslak taşların üstünde Öklit’in ilk savlarına benzeyen şekiller bırakarak bahçeyi aştıktan sonra çeşmede çaydanlığı doldurdu. Hemen ardından takunyaları olmadan (ve de takunyalar yüksek, Mrs. Peerybingle ise kısa olduğundan epey eksilmiş olarak) dönerek çaydanlığı ateşe koydu. Bunu yaptığı gibi sinirleri tepesine çıktı ya da bir anlığına kendini kaybetti çünkü su rahatsız edici derecede soğuk ve o takunya bandı da dâhil olmak üzere her şeyi delip geçebilecek türden kaygan, vıcık vıcık ve sulu sepken hâliyle Mrs. Peerybingle’ın ayaklarını ele geçirmiş hatta ve hatta bacaklarına kadar sıçramıştı. Biz de bacaklarımıza özen gösterdiğimizden (mantık çerçevesinde) ve özellikle de üstümüze şöyle güzel bir külotlu çorap çektiğimizde bunun dayanılması zor bir durum olduğunu anlayabiliyoruz.
Bunun yanında, çaydanlık sıkıcı ve inatçıydı. Üst demire yerleştirilmeye müsaade etmiyor, kendini nazikçe kömür tanelerine bırakmayı kabul etmiyor, sarhoşmuşçasına öne eğilip damlatıyordu. Doğrusu bu ocaktaki pek aptal bir çaydanlıktı. Geçimsizdi, suratsızca ateşe tıslıyor ve tükürüyordu. Hatta ve hatta Mrs. Peerybingle’ın parmaklarına direnmekte olan kapak önce tepetaklak oldu ve sonra da işe yarayacak bir şey için olsa göstermeyeceği ustalık ürünü bir azimle yan dönüp ta çaydanlığın dibini boyladı. Diyeceğim o ki; Royal George’un teknesi bile sudan çıkmaya karşı o çaydanlığın kapağının Mrs. Peerybingle onu tekrar çıkarmayı başarana kadar gösterdiği gibi bir direnç göstermemiştir.
O anda bile inatçı ve suratsız görünüyor, sapını bir tür meydan okuma havasıyla taşıyor, burnunu küstahça ve alay edercesine Mrs. Perrybingle’a uzatarak âdeta: “Kaynamayacağım işte! Beni hiçbir şey zorlayamaz!” diyordu.
Ancak Mrs. Peerybingle, yerine gelen hoş mizacının da etkisiyle ufak ve tombul ellerini silkeleyip gülerek çaydanlığın karşısına oturdu. Bu arada alev neşeyle yükseldi ve guguklu saatin tepesindeki ufak çiftçiyi insanda alevden başka hiçbir şeyin hareketli olmadığı ve çiftçinin de kıpırtısız Arap Kalesi’nin önünde öylece durduğunu düşündürecek kadar süreyle aydınlattı.
Ancak çiftçi hareket ediyor, saniye başı sağa doğru iki kere olacak şekilde düzenli ve nizamlı spazmlarını yaşıyordu. Ancak saatin ötme zamanı geldiğindeki acılarını görmeye yürek dayanmazdı. Guguk kuşu Kale’nin açılır kapısından başını çıkarıp altı kere ses verdiğinde bu onu sanki iyi saatte olsunlar gelmişçesine ya da bir şeyler o sıska bacaklarını çekiştiriyormuşçasına sarsıyordu.
Bu dehşete düşmüş çiftçi ancak altındaki ipler ve ağırlıkların şamatası ve vızıltı sesi durulduktan sonra kendine geliyordu. Ürkmesi de boşuna değildi çünkü saatlerin bu tıngırdak, kemikli iskeletleri iş üstündeyken çok telaşlı olurlar ve ben birilerinin özellikle de Hollandalıların neden bunları icat etmek gibi bir işe giriştiklerini hiç anlamamışımdır. Hollandalıların büyük sandıkları sevdiklerini ve kendi alçak raflarına sığamayacak kadar çok kıyafetleri olduğunu herkes bilir. Bana kalırsa saatlerini bu kadar sırık gibi ve korumasız yapmamaları gerektiğini bilmeleri gerekirdi.
Artık görülebileceği üzere su ısıtıcı yelkenleri suya indirip cana yakın ve ahenkli bir hâle bürünmüş, boğazında sorumsuz gurultular çıkarmaya başlamış, sanki henüz cana yakın olmak konusunda kesin kararına varamamış gibi kendini burundan çıkarken aniden kesilen kısa ve anlamlı horultulara kaptırmıştı. Böylesine muhabbetli hisleri bastırmaya yönelik birkaç nafile çabanın ardından bütün huysuzluğunu, ihtiyatını üstünden atıp o kadar cana yakın ve neşeli bir şarkı patlattı ki içli bir bülbül bile daha iyisini yapamazdı.
Üstelik öylesine de doğaldı ki! Laf olsun diye söylemiyorum ama orada olsanız sahneyi açık bir kitap gibi -hatta aklımıza gelebilecek herhangi bir kitaptan da daha iyisi- okurdunuz. Keyifle ve incelikle aydınlık bir bulutun içinde ileriye atılan ve birkaç metre yükselerek kendi evcil cenneti olarak seçtiği bacanın köşesine biriken ılık nefesiyle birlikte şarkısını o güçlü neşe ve enerjisiyle sürdürdü, demirden bedeni ateşin üstünde mırıldandı ve kıpraştı ve daha az önce isyankâr olan o kapak -bu aydınlık bir etkinin örneğidir- bir tür horona girişti ve ikiz kardeşinin ne işe yaradığını hiç bilememiş sağır ve dilsiz genç âdeta bir zil gibi kıpraşmaya başladı.
Ancak çaydanlığın bu şarkısı dışarıdaki birini içeri davet etme ve karşılama şarkısıydı: O anda samimi ufak eve ve gevrek ateşe doğru gelmekte olan birini. Buna hiç şüphe yoktu. Mrs. Peerybingle ocağın başında düşüncelere dalmış hâlde dururken bunu pekâlâ biliyordu. Karanlık bir gece, diye çığırdı çaydanlık ve çürümüş yapraklar yolu kaplıyor. Tepemizde sis ve karanlık, altımızdaysa çamur ve toprak var. Bu üzgün ve kasvetli havanın tek bir rahatlatıcı yanı var o da güneş ve rüzgârın böylesine bir havadan sorumlu olduğu için bulutlara karşı bir ittifak oluşturduğu derin ve öfkeli kızıla bir göz atmak dışında ne olabilir bilmem. Uçsuz bucaksız arazi donuk ve siyah bir çizgi gibidir, yol işaretleri buz tutmuş ve bu buz yavaşça yola doğru çözülmektedir. Üstelik buz su değildir, su da bedava değildir ve olması gerekeni söyleyemezsin ama o geliyordur, geliyordur, geliyordur!
Ve tam bu anda, ister inan ister inanma ama Ağustos Böceği olaya giriş yaptı! Âdeta bir, çoklu sesler korosu gibi şöyle bir Şırrap, Şırrap Şırrap dedi, sesi çaydanlıkla karşılaştırılınca cüssesine göre öyle orantısızdı ki! Kendisini görmek bile mümkün değildi! Eğer oracıkta aşırı yüklenilmiş bir silah gibi patlamış olsa ve oracıkta kader kurbanı olsa ve ufak bedeni elli parçaya bölünse etkileyici çabasının doğal bir sonucu sayılırdı bu.
Çaydanlığın solo performansının sonu gelmişti. Etkisinde herhangi bir azalma olmayan bir şevkle devam edecekti ama Ağustos Böceği nağmeyi ele geçirdi ve bir daha da geri vermedi. Tanrı aşkına nasıl da şakıyordu! O tiz, delici sesi evde yankılanıyor ve dışarıdaki karanlıkta da âdeta bir yıldız gibi ışıldıyor gibi geliyordu insana. Ses en gür hâline geldiğinde kelimelerle açıklanamaz bir titreklik ve sarsıntıya büründü ve bunun anlamı ayaklarının hareketlendiği ve üstesinden gelemediği keyfinden dolayı da bir kez daha zıpladığı anlamına geliyordu. Yine de birbirlerine çok uyumluydu şu çaydanlık ve Ağustos Böceği. Şarkının ağırlığı hâlâ aynıydı. Birbirleriyle yarış hâlinde gittikçe daha gür sesle söylüyorlardı.
Güzel ufak dinleyici -çünkü gerçekten de güzeldi ve gençti de: Etli hamur denilen bir fiziğe sahipti ama benim buna herhangi bir itirazım yok- bir kandil yaktı, her zamanki gibi dakikaları hasat etmekte olan çiftçiye bir bakış attı ve camdan baksa da karanlık sebebiyle cama yansıyan kendi görüntüsü dışında hiçbir şey göremedi. Benim fikrimse (sizin de fikriniz bu olurdu) uzun süre baksa da kayda değer bir şey göremezdi. Geri dönüp önceki yerine oturduğunda çaydanlık ve Ağustos Böceği rekabetin müthiş hiddetiyle hâlâ atışmaya devam ediyordu. Çaydanlığın zayıf yönü de apaçık biçimde ne zaman yenildiğini bilmemesiydi.
İşin içinde yarışın heyecanı vardı. Şırrıp, şırrıp, şırrıp! Ağustos Böceği bir mil ötede. Cır, cır, cır – r – r! Çaydanlık uzaktan assolist gibi oynaşıyor. Şırrıp, şırrıp, şırrıp! Ağustos Böceği hemen köşede. Cır, cır, cır – r – r ! Çaydanlık kendince ona yetişiyor, aklında pes etmek yok. Şırrup, şirrup, şirrup! Ağustos Böceği âdeta tazelendi. Cır, cır, cır – r – r! Çaydanlık yavaş ve istikrarlı. Şirrup, şirrup, şirrup! Ağustos Böceği onun işini bitirmeye çalışıyor. Cır, cır, cır – r – r! Çaydanlığın işinin bitirilmesine izin vermeye niyeti yok. En sonunda öyle bir karman çorman, palas pandıras hâle büründüler ki çaydanlık ötmüş de Ağustos Böceği homurdanmış mı, yoksa Ağustos Böceği ötmüş de çaydanlık mı homurdanmış yoksa ikisi de ötmüş, ikisi de homurdanmış mı bunu kesin olarak anlamak için sizin kafanızdan da benim kafamdan da daha sağlam bir kafaya ihtiyaç vardır. Ancak şuna şüphe yoktur ki hem Ağustos Böceği hem çaydanlık yalnızca kendilerine tanınan bir güç sayesinde aynı ve tek bir anda camdan taşıp yola yayılan ışıkla birlikte dağılan avutucu yuva şarkısını patlattılar. Tam o anda kasvetin içinden oraya yaklaşmakta olan belli bir kimseye sanki kelimenin tam manasıyla titreyerek ve bağırarak “Eve hoş geldin eski dost! Eve hoş geldin oğlum!” diyorlardı.
Bitkin düşen çaydanlığın kaynayıp ateşten alınmasıyla sonuna geldi. Mrs. Peerybingle hemen kapıya koştu çünkü arabanın tekerlekleri, atın nallarının sesi, bir adamın sesi, heyecanlı bir köpeğin bir o yana koşuşturması ve bir bebeğin şaşırtıcı ve gizemli biçimde ortaya çıkması ve bilmem kimin ziyareti gerçekleşmekteydi.
Bebek artık nereden gelmişti ya da Mrs. Peerybingle onu nasıl kaşla göz arasında kucağına almıştı bilmiyorum. Ama Mrs. Peerybingle’ın kollarında kanlı canlı bir bebek vardı ve kendinden çok daha uzun ve çok yaşlı olan onu öpmek için epey eğilmesi gereken güçlü kuvvetli bir adam tarafından nazikçe ateşin yanına doğru götürülürken bu bebeğe karşı gözden kaçmayacak bir gurur besliyor gibi görünüyordu. Ama adamın zahmetine değerdi. Bel ağrısı olan iki metrelik biri bile bunu yapardı.
“Tanrı aşkına John!” dedi Mrs. P. “Bu havada bu ne hâl!”
Adamın yakası paçası kaymıştı, buna şüphe yoktu. Kalın sis tabakası donmuş şeker gibi kirpiklerinde kümeler oluşturmuştu ve sisle ateşin karışımı bıyıklarında âdeta bir gökkuşağı oluşturmuştu.
“Ne olacak Dot.” diye yanıt vermeye koyuldu sakince, boynundaki şalı çıkarıp ellerini ısıtırken, “So- sonuçta yaz değil bu. Normal bu hava.”
“Bana Dot demesen ne iyi olur John. Hiç hoşuma gitmiyor.” dedi Mrs. Peerybingle: Bundan açıkça hoşlanmadığını belli eden bir edayla dudaklarını büzerek.
“Ne diyeceğim ki başka?” diye karşılık verdi John kadına gülümseyip kocaman eliyle kolunun izin verdiği kadar narin bir şekilde onu belinden kavrayarak. “Hanimiş de hanimiş benim…” -tam bu anda bebeğe bir bakış attı- “Hanimiş de hanimiş benim söylemeyeceğim, şimdi göz falan olur ama tam bir espri patlatacaktım. Daha önce böyle yerine cuk diye oturan espri bulmuş muydum bilmiyorum.”
Zaten ona kalsa hep aklına öyle ya da böyle zekice bir şey gelmiş olurdu: Bu hantal, yavaş, dürüst John’un. Bu ruhu hafif, bedeni ağır olan, dıştan sert, içten yumuşacık, dıştan çok donuk ama içten çok akıllı, vurdumduymaz ama öylesine iyi kalpli olan John’un! Ah Doğa Ana, çocuklarına zavallı Ulak’ın göğsünde saklanmış olan gerçek şiiri nasip et -bu arada o bir Ulak’tı da- biz de onların düzyazıdan bahsedip düzyazıya yaraşır bir hayat sürmelerine dayanabilelim ve onların dostluğu için seni kutsayalım!
Minyon Dot’u kucağında bebeğiyle görmek hoştu: Taş bebek gibi bir bebekti: Oyuncu bir düşünce hâliyle ateşi izliyor, başını tuhaf, yarı doğal yarı sahte, tümüyle sığınmış ve makbul bir edayla Ulak’ın sağlam bedenine yaslayacak kadar yana eğmiş hâlde duruyordu. Onu o hassas tuhaflığıyla, kaba desteğini onun narin ihtiyacına uydurma çabasıyla ve iri yarı orta yaşını onun çiçekler açan gençliğine bir destek bastonu olarak kullanmasının göze hiç de tuhaf görünmemesini izlemek hoştu. Bebek için arka planda beklemekte olan Tilly Slowboy’un bu birleşmeye karşı özel bir anlayışı (ilk gençlik yıllarından beri) olduğunu, ağzı ve gözleri kocaman açılmış başını öne atmış sanki gördüğü sahne havaymış gibi içine çekişini gözlemlemek hoştu. Ulak John’un Dot tarafından az önce sözü geçen bebeğe atıfta bulunulduğu zaman tam çocuğa dokunmak üzereyken sanki onu kırabileceğini düşünmüş gibi eğilerek sevgi dolu bir çoban köpeğinin olur da bir gün kendini ufak bir kanaryanın babası olarak bulmuş olursa göstermesi beklenen türden şaşkın bir gururla incelemesini izlemek de eşit derecede hoştu.
“Çok güzel değil mi John? Uykusunda çok tatlı görünmüyor mu?”
“Çok tatlı.” dedi John. “Hem de çok. Genelde uyuyor değil mi?”
“Aman John! Hiç olur mu öyle şey?”
“Ah.” dedi John düşüncelere dalarak. “Bana gözleri genelde kapalı gibi gelmiş. Vay canına!”
“Tanrı aşkına John, insanı ürkütüyorsun!”
“Gözlerini öyle belertmesi normal değil!” dedi şaşkın Ulak. “Değil mi? Baksana nasıl da ikisini de aynı anda kırpıyor! Ağzına bak hele! Japon balığı gibi açıp kapatıyor!”
“Sen baba olmayı hak etmiyorsun, etmiyorsun.” dedi Dot yaşlı bir ev kadınının ağırbaşlı ifadesiyle. “Ama sen çocukların ufak dertlerini nereden bileceksin John! Sen onların adını bile bilmezsin aptal adam.” Sonra bebeği sol koluna alıp biraz canlansın diye sırtına vurduktan sonra gülerek kocasının kulağını çekti.
“Hayır.” dedi John paltosunu çıkararak. “Çok doğru dedin Dot. Ben bu konuları pek bilmem. Benim tek bildiğim bugün rüzgârla epey cebelleştiğim. Bütün yol boyunca kuzey doğudan tam arabaya doğru esti.”
“Zavallı adamcık öyle mi oldu?” diye bağırdı Mrs. Peerybingle hemen kendini toparlayarak. “Al! Canımın içi Tilly’yi sen tut da ben de bir işe yarayayım. Tanrı biliyor severken boğacağım diye korkuyorum resmen! Çekil bakalım Boxer oğlum, iyi köpek seni, çekil bakalım! Hemencecik çayı yapayım John sonra çalışkan bir arı gibi kutular konusunda da sana yardım ederim. ‘Uyusun da büyüsün’ biliyorsun işte John. Sen okulda ‘uyusun da büyüsün’ü öğrendin mi John?”
“Pek bilmiyorum.” dedi John karşılık olarak. “Bir ara öğrenir gibi oldum aslında. Ama bana kalırsa söylesem şarkıyı mahvederim.”
“Ha ha.” diye güldü Dot. Duyup duyulabilecek en tasasız kahkahaya sahipti. “Ne tatlı bir yaşlı ahmaksın sen John, ah sahiden de öylesin!”
Bu söyleme hiç karşı çıkmayan John dışarı çıkınca iyi saatte olsunlar gibi kapıyla pencere arasında dans etmekte olan fenerci çocuğun, ölçülerini söylesem bana inanmayacağınız kadar şişman olan ve yaşını hatırlayacak kimse olmayacak kadar yaşlı olan atla gereğince ilgilendiğini gördü. Aileye karşı kendini sorumlu hisseden ve biraz rahatsız olmuş olan Boxer sersemletici bir kararsızlıkla içeri girip çıkıyordu. Sonra etrafında daireler çizip kısa kısa havlamaya, ahır kapısına sürtünmeye başladı. Sonra dehşet dolu hâlde hanımefendisine koşmaya başladı. Arada şaka olsun diye aniden durmayı ihmal etmiyordu. Sonra ateşin yanındaki alçak sallanan sandalyede sallanmakta olan Tilly Slowboy’un yüzüne aniden yapıştırdığı ıslak burnu yüzünden onun çığlık atmasına neden oldu. Sonra bebeğe çıkıntılık yapmaya başladı, sonra ocağın yanında kendi çevresinde dönüp sanki artık benden bu gecelik bu kadar yeter der gibi yattıktan sonra yeniden kalktı ve kıpır kıpır kuyruğu eşliğinde, aklına unuttuğu bir randevusu gelmiş gibi ayaza doğru çıktı, zira sözünü tutmalıydı.
“Bak! Bak çaydanlık orada, ocağın üstünde hazır!” dedi Dot sanki evcilik oynayan heyecanlı bir çocuk gibi. “Orada ufak bir parça domuz salamı var, tereyağı da orada, çıtır ekmek de şurada, her şey orada! Küçük paketler için de şurada ufak sepet var John eğer öylesinden varsa -neredesin, John?”
“Tilly dikkat et de çocukcağız ızgaranın üstüne düşmesin, sakın ha!”
Şunu da söylemek lazım, uyarıyı tez canlılıkla savuşturmasına rağmen Miss Slowboy’un çocuğu zorluğa sokmaya yönelik şaşırtıcı bir yeteneği vardı ve birkaç kez de kısa yaşamını sessiz sedasız biçimde tehlikeye atmıştı. İnce uzun bir yapısı vardı bu genç hanımefendinin, öyle ki üzerindeki kıyafetler sanki her an eğreti durdukları omuz denilen o sivri askılardan kayıp düşüverecekmiş gibi görünüyordu. Bu az gelişmişliğine rağmen kılığı kıyafeti her koşula uyum sağlayabilecek takdire şayan, tek parçadan oluşan, ayrıca arka kısımlarda kuru yaprak yeşili bir korse ya da bel bağı olduğu belli olan bir pamuk cübbeden oluşuyordu. Sürekli hanımefendisinin ve bebeğin mükemmeliyetine ağzı açık biçimde hayranlık duyma ve kendinden geçme hâlindeydi. Yargı yetisindeki ufak yanlışlarla Miss Slowboy’un kalbine ve aklına eşit özeni gösteriyor olsa da ara sıra kapılar, masalar, tırabzanlar, yatak başlıkları ve diğer yabancı maddelerle yakın temasa geçirdiği bebeğin başınaysa aynı özeni göstermiyordu. Yine de bunların Tilly Slowboy’un bu kadar nazik bir muamele görmesine ve böylesine rahat bir eve yerleştirilmesine karşın gösterdiği şaşkınlığa verdiği içten tepkiler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Slowboy’un anne ve baba tarafındaki ebeveynlerini tanıyan yoktu ve hayır kurumunda yetiştirilmiş bir yetimdi o. Yetim kelimesi ketum kelimesine ses olarak çok benzese de anlam olarak çok farklıdır ve tümüyle farklı bir şeyi ifade eder.
Minyon tipli Mrs. Peerybingle’ı kocasıyla birlikte çamaşır sepetinin bir ucundan büyük bir gayretle tutarken ancak aslında hiçbir iş yapmıyorken (çünkü bütün yükü kocası taşıyordu) görmek sizi de en az kocası kadar güldürürdü. Ağustos Böceği’ni de güldürmüş olabilir çünkü bana kalırsa tam o anda hararetle ötmeye başlamıştı.
“Ne hoş!” dedi John kendine has o yavaş edayla. “Bu gece her zamankinden keyifli sanki.”
“Bize iyi şans getireceği de kesin John! Hep öyle yapmıştır. İnsanın ocağındaki Ağustos Böceği kadar uğurlu bir başka şey daha yoktur!”
John ona kadın sanki onun Cırcır Böceği başkanıymış ve onunla tümüyle aynı fikirdeymiş gibi baktı. Ama muhtemelen bu düşünce aklını teğet geçti çünkü hiçbir şey söylemedi.
“Onun bu neşeli şakırtısını ilk duyduğum zaman beni eve getirdiğin geceydi John -beni küçük sahibesi olarak yeni evime getirdiğin zaman. Yaklaşık bir yıl önce. Hatırlıyor musun John?”
Ah evet. John hatırlıyordu. Bana kalırsa hatırlıyordu!
“Bu cıvıltı o kadar hoşuma gitmişti ki! Âdeta gelecek vadediyor, cesaretlendiriyordu. Sanki bana nazik ve kibar davranacağını ve aptal küçük karının yaşlı bir kafası olsun (o zamanlar bundan korkuyordum John) istemezsin demeye çalışıyordu.”
John düşünceli biçimde önce kadının omuzlarından birini sonra da başını, sanki hayır, böyle bir beklentisinin hiç olmadığını anlatmaya çalışır gibi okşadı. O evine gelen omuzlar ve kafadan oldukça memnundu. Üstelik sebepsiz de değildi. Çok sevimlilerdi.
“Senin bana en iyi, en düşünceli, en sevgi dolu koca olacağını söylemeye çalışırken doğruyu söylüyordu John. Burası mutlu bir yuva oldu John ve Ağustos Böceği’ni bu yüzden çok seviyorum!”
“O zaman ben de.” dedi Ulak. “Ben de Dot.”
“Seviyorum çünkü her duyduğumda zararsız müziği bana pek çok düşünce veriyor. Bazen alacakaranlıkta biraz yalnız ve üzgün hissettiğimde John -daha bebek gelip de bana yâren olup eve neşe getirmeden önce- ölsem ne kadar yalnız kalacağını düşündüğüm; beni kaybettiğini bilsem ne kadar yalnız olacağımı düşündüğümden canım, onun ocak üstündeki o Cırıl, Cırıl, Cırıl sesi âdeta canımın içi olacak ufak bir sesin habercisiydi ve böylece dertlerim bir hayal gibi kayboldu gitti. Korktuğumdaysa -bir kez korktum John, biliyorsun çok gençtim- evliliğimizin lanetli olacağından korktuğumda, çünkü ben çocuktum, sen de kocamdan çok koruyucu meleğimdin ve ne kadar uğraşırsan uğraş, ne kadar umut etsen ve dua etsen de beni sevmeyi öğrenemeyebilirdin ama onun o Cırıl, Cırıl, Cırıl sesi beni yeniden neşelendirdi ve yeni bir güven ve inanç hissiyle doldurdu. Bu gece seni beklerken bunları düşünüyordum ve Ağustos Böceği’ni de bu düşünceler suyu hürmetine seviyorum!”
“Al benden de o kadar.” diye tekrar etti John. “Ama Dot? Seni sevmeyi umut ettim ve dua mı ettim? Bunlar nasıl sözler! Ben onu seni buraya Ağustos Böceği’nin ufak ev sahibi olman için getirmeden çok önceden beri seviyordum Dot!”
Kadın bir anlığına elini adamın koluna koydu ve sıkıntılı bir yüz ifadesiyle sanki ona bir şey söyleyecekmiş gibi baktı. Hemen ardından sepetin yanında diz çökmüş şen şakrak bir sesle kutularla ilgilenmeye başladı.
“Bu akşam çok yokmuş John ama arabanın arka tarafında iyi mallar gördüm. Derdi daha fazla olsa da sanki kazancı da daha fazla değil mi? O yüzden şikâyet etmeye sebebimiz yok, var mı? Hem ayrıca yolda da teslimat yapmışsındır bana kalırsa değil mi?”
“Ah evet.” dedi John “Epey yaptım.”
“Aman şu yuvarlak kutuda ne var? İnanamazsın John düğün pastası var!”
“Bunu öğrenmek için bir kadın lazım.” dedi John hayranlıkla. “Bir erkek bunu asla düşünemezdi. Ayrıca şuna inanıyorum biri çay kutusuna düğün pastası ya da karyola ya da bir fıçı somon turşusu ya da bunun gibi imkânsız bir şey koysa bir kadın kesin anında anlardı. Evet, pastacının elinden bizzat teslim aldım.”
“Üstelik bayağı da ağır, ne kadar bilmiyorum ama -yüz kilo gibi bir şey!” diye bağırdı Dot, kutuyu kaldırmaya çalışmayı büyük bir şov hâline dönüştürerek.
“Kimin ki bu John? Nereye gidiyor?”
“Öte tarafındaki yazıyı oku.” dedi John.
“Aman John! Tanrı aşkına John!”
“Ah! Kimin akılına gelirdi!” diye yanıt verdi John.
“Hayatta inanmam.” diye devam etti Dot yere oturup başını sallayarak. “Gruff ve oyuncakçı Tackleton mı yani!”
John başını olumlu anlamda salladı.
Mrs. Peerybingle da en az elli kere başını salladı. Ancak olumlu anlamda değil -aptallaşmış ve acıyan bir şaşkınlıkla, bir yandan da dudaklarını azıcık canlarıyla büzmeye çalışırken (o dudaklar büzmek için yapılmamıştı, bundan eminim) ve o dalgınlık içinde gözlerini iyi Ulak’tan hiç ayırmadan. Bu arada o anda geçen konuşmaların parçalarını bebeğin keyfi için anlamlarından arındırıp bütün isimleri çoğul olarak değiştirerek yeniden düzenlemek gibi bir mekanik gücü olan Miss Slowboy, ufak varlığa: ‘O zaman onlar Grufflar ve oyuncakçı Tackletonlar mıymış? Düğün pastası için pastacılara mı gidiyorlarmış? Anneleri babaları tarafından eve getirilen kutuları tanıyor muymuş?’ gibi sorular sordu.
“Demek öyle olmuş ha!” dedi Dot. “O ve ben okul arkadaşıydık John.”
John belki de onu düşünüyordu çünkü okul dönemi biteli çok olmamıştı. Düşünceli bir keyifle karısına baktı ama cevap vermedi.
“Bir de o yaşlı! Kız da çok genç! Gruff ve Tackleton senden kaç yaş küçük John?”
“Bu gece Gruff ve Tackleton’ın dört gecede içtiği çayı tek seferde içmek için kaç fincan çay içmem gerek merak ediyorum!” diye yanıtladı John espriyle yuvarlak masanın yanına bir sandalye çekip soğuk ete girişirken. “Az yerim ama yediğimden keyif alırım Dot.”
Yemek zamanlarında hep dile getirdiği bu düşünce, masum düşlerinden biri (çünkü iştahı her zaman biraz inatçıydı ve bu onunla zıt bir durum oluşturuyordu.) bile kolilerin arasında durmuş ve pasta kutusunu ayağıyla hafifçe iten ufak karısının yüzünde bir gülümseme yaratmamıştı. Orada düşüncelere dalmış biçimde, yemeği ve John’u (ona seslenmiş ve irkilmesi için bıçağıyla masaya vurmuş olmasına rağmen) önemsemeden durdu. Sonunda ayağa kalkıp koluna dokununca kadın bir an için yüzünü kaldırıp ona baktı ve sonra dalgınlığına gülerek çaydanlığa koştu. Gülmüştü gülmesine ama gülümsemesinin tavrı ve müziği değişmişti.
Ağustos Böceği de durmuştu. Nedense o da az önceki kadar neşeli değildi. Alakası bile yoktu.
“Peki bütün kutular bunlar mı John?” dedi dürüst Ulak’ın en sevdiği söylemini (kesinlikle yediğinin keyfini çıkarıyordu ama az yediği herkesin malumuydu) hâle getirmeye adadığı sessizliği bölerek. “Yani bütün kutular bu kadar mı John?”
“Hepsi bu.” dedi John. “Ah, hayır, ben…” dedi John çatalını bıçağını masaya bırakıp derin bir nefes alarak. “Yaşlı beyefendiyi tamamen unuttuğumu belirtmeliyim!”
“Yaşlı beyefendi mi?”
“Arabada.” dedi John. “En son gördüğümde samanların arasında uyuyordu. İçeri girdiğimden beri iki kere net bir biçimde aklıma geldi ama sonra yine aklımdan çıktı. Vah! Hadi bakalım! Kalk artık! Aferin sana!”
John bu sonraki kelimeleri elinde mumla aceleyle koştuktan sonra kapının dışında söyledi.
Miss Slowboy, Yaşlı Beyefendi’ye yapılan atfın bilincinde ve bunu gizemli hayal gücüyle deyimin dinî tabiatına yorunca o kadar huzursuz oldu ki hanımefendisinin eteklerine sığınmak için ateşin başında oturduğu alçak tabureden aniden kalkıp koşmak için kapının yanından geçerken eşikte yaşlı Yabancı’yla karşılaşınca eline geçen ilk şeyle içgüdüsel olarak adama saldırmaya ya da vurmaya kalktı. Eline geçen ilk şey bebek olduğundan büyük bir panik ve kargaşa yaşandı. Bu olay efendisinden daha düşünceli olan ve olur da arabanın arkasında bağlı vaziyette duran kavak fidelerini alır kaçar endişesiyle uyurken yaşlı beyefendiyi gözetlemiş olan Boxer’ın bilgeliğini daha da göze batar hâle getiriyordu. Zira köpek hâlâ yaşlı adamın hemen yanında duruyor, hatta tozluklarıyla oynayıp düğmelerini ısırıyordu.
“Gerçekten de top patlasa uyanmazsınız beyefendi.” dedi John sakinlik sağlandığında. Tüm bu süre içinde yaşlı beyefendi odanın ortasında, başında şapkası olmadan, tümüyle hareketsiz biçimde durdu. “Size elbette aklınız neredeydi diye sormayacağım, bu espri olurdu ve yapmadan kendimi durdursam iyi olur. Ama neredeyse yapacaktım.” diye mırıldandı Ulak kıkırdayarak: “Çok yakındı!”
Uzun beyaz saçları, yaşlı birine göre şaşılacak şekilde cüretkâr ve belirgin güzel yüz hatları ve etrafa bir gülümseme eşliğinde bakan koyu, parlak ve delici bakışları olan Yabancı, Ulak’ın karısını başını ciddiyetle öne eğerek selamladı.
Kıyafeti çok antika ve tuhaftı, zamanın çok çok gerisindeydi. Rengi baştan aşağı kahverengiydi. Elinde kocaman, kahverengi bir şemsiye ya da baston vardı. Bunu yere vurunca birden açıldı ve tabure hâline geldi. Yaşlı adam da sakin biçimde bu taburenin üstüne oturdu.
“İşte!” dedi Ulak, karısına dönerek. “Ben de onu tam olarak böyle yolun kenarında oturmuş hâlde buldum. Kilometre taşı gibi dimdik. Ve neredeyse onun kadar sağır.”
“Ortalık yerde mi oturuyordu John!”
“Ortalık yerde.” diye yanıtladı Ulak. “Alaca karanlıkta. ‘Yol Parası’ dedi ve bana on sekiz peni verdi. Sonra da arabaya atladı. Şimdi de burada.”
“Gidecek galiba John!”
Hiç de bile. Yalnızca konuşacaktı.
“Sizin için de uygunsa ben benden bir şey istenilene kadar gıkımı bile çıkarmam.” dedi Yabancı sakinlikle. “Ben yokmuşum gibi davranın.”
Bununla birlikte bir cebinden gözlük bir cebinden de kocaman bir kitap çıkararak kendi hâlinde okumaya koyuldu. Boxer sanki evcil bir kuzuymuş gibi onu hiç ciddiye almadı!
Ulak ve eşi birbirlerine şaşkınlıkla bakıştılar. Yabancı başını kaldırdı, onlara baktı ve konuşanlardan ilkine sordu:
“Kızınız mı dostum?”
“Karım.” diye yanıt verdi John.
“Yeğeniniz mi?” dedi Yabancı.
“Karım.” diye kükredi John.
“Sahiden mi?” diye yorumda bulundu Yabancı. “Gerçekten çok gençmiş!”
Yavaşça işine döndü ve okumayı sürdürdü. Ancak daha iki satır okumamıştı ki işini yine böldü ve:
“Bebek sizin mi?”
John başını kocaman salladı eğer konuşuyor olsa bu harekete megafondan çıkan bir ses eş değer olarak örnek gösterilebilirdi.
“Kız mı?”
“Erkeeeek.” diye kükredi John.
“Çok da küçük değil mi?”
Mrs. Peerybingle hemen lafa daldı. “İki ay üç güüün! Daha altı gün önce aşısını oldu. Çok iyi idare etti. Doktora göre kayda değer derecede güzel bir çocukmuş! Beş aylık çocuk gibiymiş aynı! Algıları o kadar açık ki! Size imkânsız gibi görünebilir ama sanki ayaklandı ayaklanacak gibi!”
Bu noktada yüzü kıpkırmızı olana kadar bu kısa cümleleri yaşlı adamın kulağına çemkirmiş olan ufak anne bebeği inatçı ve muzaffer bir gerçek olarak havaya kaldırdı. Bu arada Tilly Slowboy kulağa bilinmeyen kelimeler gibi gelen ancak halk arasında hapşırma olarak bilinen eyleme uyarlanmış gibi gelen “Hapşuuuu, hapşuuu” bağırışlarıyla dünyadan habersiz masumun yanında zıplayıp duruyordu.
Bepul matn qismi tugad.