Kitobni o'qish: «David Copperfield»
I
Suffolk Kontluğu’nda Blunderstone’da babamın ölümünden birkaç ay sonra doğdum. Onun beni tanımadığını düşündükçe bugün bile garip bir teessür duyuyorum.
Ilık evimizin kapısını kilitlediğimiz zaman sanki gece karanlığı içinde terk edilmiş gibi görünen mezarlığı hatırladıkça bu teessürlerim bir kat daha artıyor.
Bir cuma günü sabahı gayet erken doğduğum için benim hayatta pek az talihim olacağını komşu kadınlar söylemişler. Anlatmaya başladığım bu hikâye tahminlerinin doğru çıktığını ispat edecektir.
Anneme derin bir dehşet veren babamın halası, yani büyük halam Miss Trotwood yahut annemin dediği gibi Miss Betsey kendinden daha genç, gayet güzel bir adamla evlenmişti. Bu izdivaç saadet getirmedi. Çünkü zevcin karısını dövdüğünden şüphe edildi. Bir gün kadın ona para vermediği için kocasının onu muhakkak surette pencereden atmaya kalkıştığı söylendi. Bu mizaç uygunsuzluğu yüzünden Miss Betsey bu sevimli ve latif kocadan ayrılmaya karar verdi. Miss Betsey az zaman sonra zevcin öldüğünü haber aldı lakin onun bu haberden ne derece müteessir olduğunu anlayamadı. Çünkü boşanır boşanmaz sahilden oldukça uzakta küçük bir köşke çekildi, orada tek bir hizmetçi ile âlemden uzak bir ömür geçirmeye başladı.
Miss Betsey pederimi çok sevdiği hâlde, hiç görmeden “bal mumu bebek” ismini verdiği ancak yirmi yaşındaki annemle onun evlenmesini affetmedi.
Yeğenle hala, artık birbirlerini hiç görmediler. Pederim evlendikten bir sene sonra yani benim dünyaya geldiğim o zikre şayan cuma gününden altı ay evvel öldü.
Bir gün annem ruhen, cismen büyük bir keder içinde, yetim doğacak olan çocuğunun talihsizliğini düşünürken bir kadının süratli ve gayrimuntazam adımlarla bahçeyi geçtiğini ve evin kapısını çalacak yerde, yüzünü cama dayayarak içeriye bakmak için kapalı pencereye doğru geldiğini gördü. O suretle yüzünü cama dayadığı zaman burnu o kadar yassı, o kadar beyaz olmuştu ki annem bundan fena hâlde korktu. Benim kanaatimce bu garip hadisenin sebebi cuma günü doğmuş olmamdır.
Annem yerinden fırladı; bir köşeye sığındı. Bu sırada garip ziyaretçi, bazı Felemenk saatlerinde saat çalarken meydana çıkan bir zenci başının etrafa bakması gibi gözlerini ağır ağır çevirerek odanın içine bakıyordu. Annemi gördü. Kaşlarını çattı ve haşin bir hareket yaptı. Annem anladı ve hemen kapıyı açtı.
Ziyaretçi “Aldanmıyorsam Mrs. David Copperfield?” dedi.
Annem korkak bir sesle “Evet!” diye cevap verdi.
Ziyaretçi ilave etti:
“Zannedersem Miss Trotwood’dan bahsolunduğunu işittiniz!”
Validem bu hazza nail olduğunu söyledi, lakin sesinin ahengi bu hazzın pek fazla olmadığını anlatıyordu. Miss Betsey “Karşınızda kendisini görüyorsunuz!” dedi.
İçeri girdi. Başka hiçbir söz söylemedi, ağlamaya başlayan anneme bakarak oturdu. Miss Betsey şiddetle dedi ki:
“Oh! Hayır, ağlama yok! Takyenizi çıkarınız ki yüzünüzü daha iyi göreyim. Lakin Allah’ım! Siz bir çocukmuşsunuz!”
Vakıa annem pek genç görünüyordu. Ağlayarak cevap verdi ve daha bu yaşta dul kalmak ve anne olmak için çocukluk etmiş olmaktan korktuğunu söyledi; başını önüne eğmişti; bir el saçlarını okşuyor zannetti. Lakin cesaretsizlikle başını kaldırdığı zaman halanın kaşlarını çatarak ateş karşısında oturmakta olduğunu gördü. Birdenbire Miss Betsey dedi ki:
“Çocuğunuzu ne vakit göreceğinizi ümit ediyorsunuz?”
Annem titreyerek inledi:
“Nem var bilmiyorum! Bana öyle geliyor ki öleceğim!”
“Bütün bunlar çocukluk! Çayınızı içiniz. İçiniz açılır! Kızınızın adı nedir?”
Annem safiyane kekeledi:
“Bilmem ki kız mı olacak?”
“Ne kadar gençsiniz! Ben ondan bahsetmiyorum. Hizmetçinizin adı nedir diye soruyorum!”
“Peggotty.”
“Peggotty mi? Böyle bir isim nasıl oluyor da bir Hristiyan’a yakıştırılabiliyor?”
Annem mırıldandı:
“Bu, onun aile ismi. Zevcim onu bu isimle çağırmayı tercih ederdi. Çünkü onun asıl ismi benim ismimin aynıdır.”
Miss Betsey mutfak kapısını açarak bağırdı:
“Peggotty buraya gel! Hanımına çay getir! Çabuk ol!..”
Peggotty bu yabancı sese koştu. Hala onu mütaazzım1 ve hâkim bakışı altında ezdi. Kapıyı kapadı. Tekrar ateşin karşısındaki yerine geçti.
“Çocuğun kız olması ihtimalinden bahsediyordunuz. Ben kız olacağına eminim. Kız doğduğu andan itibaren…”
Annem sözünü kesmeye cesaret ederek “Yahut oğlan.” dedi.
“Tekrar ederim ki bu, bir kız olacaktır. Ben onun dostu ve vaftiz annesi olacağım. Siz onu Betsey Trotwood diye çağıracaksınız. İyi bir terbiye görecek ve ilk önüne gelene itimat etmeyecek. Bunu ben kendime iş edineceğim.”
Bu son karar kuvvetli bir baş hareketiyle ikmal edildi.
“Yeğenim servetini kaydıhayat şartıyla irat getirmek üzere bankaya koymuştu, size ne bıraktı?”
Annem yavaşça cevap verdi:
“Zevcim bana karşı alicenaplık gösterdi. İradın bir kısmını, yani yüz lirasını bana bıraktı.”
“Daha fena bir şey yapabilirdi.”
Bu esnada Peggotty tepsi ile içeri girdi. Annemin baygınlıklar geçirdiğini görünce hemen onu odasına götürdü; bir doktor çağırdı. Doktor; eve gelir gelmez şapkasını koluna asmış, kulaklarına gül rengi pamuklar tıkamış, azametle ocağın başına kurulmuş yabancı bir kadın görünce pek ziyade hayret etti.
Annemi muayene ettikten sonra aşağı indi ve kulakları pamuk tıkalı kadınla uzun zaman uğraşacağını tahmin ederek onun teveccühünü kazanacak surette nezaket göstermeye başladı. Halama şefkatle baktı ve selamladıktan sonra çekingen bir surette elini kulağına götürerek “Şüphesiz mevzii bir taharrüş değil mi?” dedi.
Miss Betsey kulağına pamuğunu tekrar tıkayarak “Ne budalaca söz!” cevabını fırlattı.
İyi kalpli adam ısrar etmedi. Lakin annemin odasından çağırılıp da biraz sonra oradan tekrar çıktığı zaman, yeniden çağırılmayı beklerken hava cereyanı içinde, merdiven basamağında oturmayı tercih etti.
En küçük bir kin beslemeye muktedir olmayan bu uyuşuk adam iki saat sonra tekrar halamın yanına geldi ve gayet tatlı bir sesle “Sizi tebrik etmekle bahtiyarım madam! Her şey iyi bitti. Genç anne mümkün olduğu derecede iyidir. Kendisini ziyaret ederseniz memnun olur.” dedi.
“O kadın mı?”
Doktorun ismi Chilip idi. Halamın yüzüne hem nazikane hem şaşkın şaşkın baktı. Halam bağırdı:
“Küçük kızın sıhhati nasıl?”
“Madam çocuk oğlandır. Siz biliyorsunuz zannetmiştim.”
Miss Betsey bir saniye donmuş gibi kalakaldı. Sonra şapkasını bağından tuttu, bir el darbesiyle başına geçirdi. Bir daha gelmemek üzere ortadan kayboldu.
II
Geçmişi, yani ilk senelerimi düşündüğüm zaman gözümün önüne dumanlar içinde iki kişinin hayali geliyor; biri zarif endamı, güzel saçlarıyla annem, diğeri iri vücuduyla Peggotty… Onun kolları o kadar kırmızı idi ki şüphesiz elma zannıyla kuşlar o kolları gagalamışlardır.
Ben yalpa vurarak birinden ötekine gittiğimi görür gibi oluyorum; onlar benim boyumla beraber olmak için tahtaların üzerine diz çöküyor ve beni yürütmeye çalışıyorlar; aynı zamanda evimiz de gözümün önüne geliyor. İşte zemin katında güvercinsiz bir güvercinliği, köpeksiz bir köpek kulübesini havi2 avluya bakan Peggotty’nin mutfağı… Bu avluda tavuklar ve bana tehditkârane bakan kazlar dolaşıyorlar. Pencereden bakarken beni bırakmayan bir horoz tiz sesiyle beni titretiyor. Gece rüyamda etrafımı yırtıcı hayvanlarla sarılmış görüyorum.
Sokak kapısından mutfağa giden uzun koridorda karanlık bir kiler var. Gece olunca yakılan isli bir lamba orasını aydınlatamıyor. Oradan mum, biber, kornişon, kahve ve sabun kokularını andıran bir koku geliyor.
Zemin katında iki de salon var. Biri küçük; bir ziyaret olmadığı zaman, Peggotty işini bitirince orada otururuz. Öteki büyük; daha resmî, lakin küçük kadar rahat değil… Burada pazar günleri ibadetten sonra birleşiriz.
Kilisede sıramız var. Burası bir pencere kenarı, Peggotty evimizin tutuşmadığından, hırsızlarla sarılmadığından emin olmak için daima pencereden eve bakar, buna mukabil bizim hizmetçi kadın kendisini taklit ettiğimi istemez. Kürsüde vaaz veren papaza bakmadığım zaman bana gözlerini açar. Ben de bu kürsü gibi bir kale tahayyül ederim. Böyle bir kaleye hücum etmenin eğlenceli olacağını düşünürüm. Ben kaleye merdivenden çıkarım. Bir arkadaşım da orada muhafızdır. Başıma kadife yastıkları atarak onu müdafaa eder.
Papazın sesi tatlı tatlı mırıldanır, gözlerim kapanır. Derken büyük bir gürültü ile bir sadme3 beni kendime getirir: Yere düşerim. Peggotty fena hâlde kızar, beni kiliseden dışarı kovar.
Bir akşam, dadımla ben ateşin karşısında oturuyorduk. Ben yüksek sesle timsah hikâyeleri okumuştum. Ben mi fena okudum, Peggotty mi dalgındı? Netice şu oldu ki o, bu hikâyelerde bilmem hangi sebzeden bahsedildiği kanaatinde idi. Benim uykum gelmişti. Lakin uyku ile mücadele ediyordum. Çünkü komşuya gitmiş olan annemi beklemek müsaadesini almıştım. Ne olursa olsun uyumaya gitmek istemiyor, dikiş diken hizmetçime bakmaya çalışıyordum. Gözüm onun ipliğe sürdüğü buruşuk bal mumu parçasına dikilmişti. Küçük bir ev şeklindeki iskemlenin üstünde santimetre duruyor; dikiş kutusunun kapağında St. Paul Kilisesi’nin pembe kubbesi görülüyordu. Hizmetçimi de pek güzel buluyordum. Ansızın sordum:
“Peggotty hiç evlenmediniz mi?”
O, dikişini bırakarak cevap verdi:
“Kuzum, Mösyö David, niçin evlenmeden bahsediyorsunuz?”
“Siz pek güzel bir kadınsınız. Öyle değil mi?”
“Hayır canım, ben güzel değilim. Lakin evlenmek neden aklınıza geldi?”
“Bilmem. Aynı zamanda iki kişi ile evlenilebilir mi?”
“Oh, hayır çocuğum.”
“Siz bir kişi ile evlendikten sonra o ölünce başka biriyle evlenilebilir mi?”
“Evet, lakin sizi kimse cebretmez.4 Bu, arzuya bakar.”
“Siz ne düşünürsünüz?”
Oldukça sert cevap verdi:
“Şunu düşünürüm ki, ben evlenmedim ve ihtimal ki evlenmeyeceğim!”
“Bana darılmadınız ya Peggotty?”
Suallerim onu hayrete düşürmüş olmakla beraber cevap olarak beni kolları arasında kuvvetle sıktı. Şişman olduğu için biraz sert bir hareket elbisesinin düğmelerini koparırdı. Beni kucakladığı sırada birçok kopçaların çatırdadığını işittim. Bunlar odanın ortasına fırladılar.
O zaman Peggotty “Gene bana timsahlara dair bir şeyler okuyunuz.” dedi.
Okumaya devam ettim. Amerika timsahlarına gelmiştim ki annem yanında bir erkekle beraber mütebessim ve güzel avdet etti.5 Bu erkek bir pazar evvel kiliseden çıkarken bize refakat etmişti. Annem beni kucakladı, öptü, erkek de saçlarımı okşadı. Lakin ben bir sevkitabii6 ile onu itiyordum; bu hareketim annemin bana tatlı tatlı sitem etmesine sebep oldu. Sonra erkeğe elini uzattı ve kendisini eve getirdiğinden dolayı teşekkür etti. Erkek, annemin elini öptükten sonra elini bana da uzatarak dedi ki:
“Haydi bakalım dostum!”
Sol elimi uzattım. Bu, onu güldürdü. Ve eğlendi:
“Bu fena el David!” dedi ve elimi nezaketle sıkarak gitti. Giderken bana bir bakışı vardı ki hoşuma gitmedi:
“David, siz iyi bir çocuksunuz, biz dost olacağız.”
Peggotty dedi ki:
“Madam! Ümit ederim ki iyi eğlendiniz?”
Annem neşe ile cevap verdi:
“Evet, çok hoş bir gece geçirdim.” dedi ve şarkı söylemeye başladı.
Konuşma biraz gevşedi, ben de nihayet uyudum.
Biraz sonra uyandım: Annemle Peggotty’yi ağlar gördüm. Peggotty diyordu ki:
“Evet, tekrar söylerim ve yemin ederim ki bu adam Mösyö Copperfield’ın hiç hoşuna gitmedi.”
Annem bağırıyordu:
“Beni çıldırtacaksınız! Siz bu kadar kalpsiz misiniz ki bana böyle şeyler söylüyorsunuz! Biliyorsunuz ki evin haricinde yüzüne bakacak kimsem yok. Çok haksızsınız! Daha hiçbir şeye karar vermedik. Aramızda adi bir nezaketten başka bir şey yok. Bana hayran olduğunu söylüyorsunuz. Buna karşı ne yapabilirim. Onu benden uzaklaştırmak için yüzümü mü değiştireyim, başımı tıraş mı edeyim, kendimi mi yakayım, simamı harap mı edeyim? Bunu yaparsam eminim ki hoşunuza gidecek!”
Peggotty bir protesto hareketi yaptı. Annem devam etti:
“Sevgili çocuğum, küçük David’imi sevmediğini de mi iddia edeceksiniz!”
Peggotty cevap verdi:
“Aklımdan böyle bir şey geçirmedim. Fakat ne pahasına olursa olsun bu olamaz.”
“Siz tahammül edilmez bir hâle geldiniz! Sevgili oğlum, ben senin için fena bir anne miyim? Evet de çocuğum! Peggotty memnun olur! Seni yalnız o sever, ben hiç sevmem değil mi?”
Hepimiz birden ağlıyorduk. Fakat benim ağlayışım hepsinden gürültülü idi.
Hepimiz pek samimi idik. Lakin anneme edilen muamele benim kalbime o kadar dokunmuştu ki Peggotty’ye “Anneme karşı çok kabalık ettin!” diyecek kadar ileri gittim. Bu sözüm bizim iyi kalpli hizmetçimize o derece tesir etti ki az kaldı bütün düğmeleri kopacaktı. Çünkü annemle ve benimle barışmaya geldiği zaman boğazından her istikamette ufak patlayışlarla birçok gazlar çıkıyordu!
Ben pek güçlükle uyuyabildim ve uzun müddet, yatağımın başında oturup üzerime eğilmiş olan annemin yüzünü gördüm.
Annemle gelen erkeği kilisede tekrar gördüm. Bizimle beraber eve geldi, hatta bahçeye girdi. Bir gül koparıp vermesini annemden rica etti. Annem tebessüm ederek bir gül kopardı, ona verdi.
Anneme bakarak “Ben bundan hiç ayrılmayacağım!” dedi.
Ben bir gülün yirmi dört saat geçmeden solacağını düşünmekten kendimi alamadım.
Yavaş yavaş bu adamı görmeye alıştım. Lakin onun yanında, tarif edemediğim bir rahatsızlık hissederdim her zaman.
Çiçek hadisesinden takriben iki ay sonra Peggotty bana hiç beklenilmeyen bir teklifte bulundu. Bu teklif benim fikirlerimi başkalaştırdı.
Bir akşam davet edici bir tavırla bana dedi ki:
“Mister David! Benimle beraber on beş gün kadar Yarmouth’a, biraderimin yanına gitmek hoşunuza gider mi?”
İhtiyatkâr sordum:
“Biraderiniz hoş bir adam mıdır?”
Kollarını kaldırarak haykırdı:
“Öyle hoş bir adamdır ki! Bundan başka denizi, vapurları, balıkçıları göreceksiniz, yeğenim Ham’i de tanırsınız, o sizinle oyun oynar.”
Bu kadar eğlence gözümü kamaştırdı. Yalnız annemin beni göndermeyeceğini söyledim.
Peggotty garip bir bakışla bana bakarak cevap verdi:
“Eminim ki o da ister. Zaten annen gelir gelmez ben müsaade isterim.”
Cevap verdim:
“Biz yokken o ne yapacak. Yalnız yaşayamaz ki…”
Peggotty’nin çorabında aradığı deliği bulmak galiba çok güçtü ki başını hiç kaldırmadı.
“Hey Peggotty! Annem yapayalnız kalamaz.”
Nihayet gözlerini kaldırarak dedi ki:
“Bu doğru! Lakin Madam Grayper birçok kimseleri davet etmiş, annen de on beş gün orada kalacak.”
“Oh, o hâlde gitmeye hazırım.”
Peggotty beni de beraber götürmek için annemden müsaade istediği zaman o, zannettiğim kadar hayret etmedi. Hatta Peggotty’nin istediğine memnuniyetle müsaade etti. Seyahatimiz için her şey hazırlandı.
Hareketimizden evvelki gece uyumadım. Çünkü bir yanardağ indifası7 veyahut bir zelzele olur da hareketimizi geciktirir diye korkuyordum.
Bizi götürecek araba evimizin parmaklığı önünde durduğu zaman annem şefkatle beni öptü. Anneme ve o zamana kadar hiç terk etmediğim evime o kadar merbuttum,8 onları o kadar seviyordum ki heyecanımdan ağlamaya başladım.
Araba hareket ettiği zaman annem de ağladı ve beni bir kere daha öpmek için arabacıya “Dur!” diye haykırdı.
Araba biraz yürüdükten sonra evimize gelen erkeği gördüm. Anneme yaklaştı. Hâlinden annemin müteessir olmasına darıldığını hissettim. Onun neden bu kadar alakadar olduğunu kendi kendime sordum. Peggotty’nin benim baktığım tarafa baktığını ve canının pek sıkıldığını gördüğüm zaman büyük bir hayret içinde kaldım.
Kendi kendime Eğer Peggotty beni kaybedecek olursa acaba onun yola ektiği düğmeler sayesinde evi bulabilir miyim? diyordum.
III
Arabanın atı, başını önüne eğmiş ağır ağır gidiyordu. Kim bilir belki de arabada yığılı olan hediyelere muntazır9 olanları bekletmekten müstehziyane bir zevk duyuyordu. Atın sahibi tedavisi kabil olmayan bir öksürüğe tutulmuş olduğunu söylediği hâlde onun, bunu düşünerek eğlendiğine insanın yemin edeceği geliyordu. Zaten arabacı da beygiri gibi uyukluyordu. Beygir kendiliğinden yürüyordu. Yarmouth’a da yalnız başına varacaktı.
Şehre vardık. Bahriyelilerle dolu sokakları; katran, balık ve çam tahtası kokuyordu. Ben bu kalabalığı görünce daha şimdiden büyük bir zevk duyuyordum. Benim düşüncelerimi güler yüzle dinleyen Peggotty bana “Yarmouth dünyanın en güzel şehridir.” dedi.
Hizmetçimin yeğeni Ham bizi bir kahvehanede bekliyordu. Eski bir dost gibi karşıladı. Elimi sıktı. Evine götürmek için beni omzunun üstüne oturttu.
Bu, iri ve kuvvetli bir yiğitti. Yelken bezinden bir ceket giymişti. Pantolonu o kadar katı idi ki yalnız başına dimdik durabilirdi. Başında eski kalelerin üzerini örten katran renginde bir çatı vardı.
Şehirden çıkıp da sahilin kumluğu önümüzde yayıldığı zaman bana dedi ki:
“Mister David, işte evimiz!”
Etrafıma göz gezdirdim, bir gemi karinesi gördüm. Tersine çevrilmiş, üstüne bir baca takılmıştı. Bacadan deniz kokan havaya sakin sakin duman çıkıyordu. Tereddütle dedim ki:
“Bu değil ya?”
“Evet burası… Mister David.”
Biraz daha bakınca geminin hurdasında bir kapı ile minimini iki pencere gördüm. Lakin bu geminin içine girdiğim zaman hayretimin hududu yoktu. Şüphesiz gemi karaya çekilip ev hâline konulmadan önce uzun seneler denizde dolaşmıştı.
Uzaktan, bir kadının reverans yaptığını gördüm. Bizi, yerlere kadar eğilerek karşıladı. Yanında gayet güzel, küçük bir kız duruyordu. Ondan yanaklarını öpmek müsaadesini istediğim zaman koşup saklandı.
Peggotty beni bize tahsis edilen odaya götürdü. Oda vapurun arka tarafında idi. Vaktiyle dümen mihverinin geçtiği delikten hasıl olan küçücük penceresiyle bu oda benim çok hoşuma gitti. İstiridye kabuklarından bir çerçeve ile çevrilmiş aynası, minimini yatağı vardı. Duvarları beyazlıktan parlıyordu.
Bu garip meskende nefis bir balık kokusu hüküm sürüyordu. Bu, o kadar sinici bir koku idi ki burnuma götürdüğüm mendilime bir ıstakoz sarılmış zannediyordum. Peggotty’ye bundan bahsettim, bana kardeşinin ıstakoz ve yengeç avladığını haber verdi. Biraz sonra bizim meskene dayanmış bir küçük bina keşfettim, burada birçok kabuklu hayvan vardı. Bu ıstakozlar yanlarına gelenleri kıskaçlamak için fırsat bekliyorlardı.
Büyük bir iştaha ile pisi balığı ve tereyağıyla pişmiş patatesten ibaret olan yemeğimizi yedik, buna benim için bir de kotlet ilave edilmişti. Yemeğimizi bitirdiğimiz sırada sağlam yapılı, beşuş10 simalı bir adamın içeri girdiğini gördük; bu, Peggotty’nin erkek kardeşi ve evin efendisi idi.
Kız kardeşini kucakladıktan sonra bana dedi ki:
“Sizi gördüğümden dolayı çok memnunum mösyö! Siz burada kaba saba adamların evindesiniz. Lakin onların kalpleri iyidir.”
Sonra kız kardeşinin yüzüne bakarak ilave etti:
“Bizim mütevazı misafirperverliğimizle kanaat ederseniz Ham, küçük Emily ve ben çok müftehir oluruz.”
Teşekkür etmek için bana vakit bırakmadı. Sıcak su dolu büyük bir kapla dışarı çıktı, yıkandı, geldi.
Yüzü o kadar kızarmıştı ki o dakikada aklıma ıstakozlar, yengeçler geldi. Bunlar da kaynar suya atılmadan evvel simsiyah, sonra kıpkırmızı olurlar.
Her taraf kapalı, sisten, soğuktan mahfuz olan bu oda gece bana çok tatlı geldi. İki kardeş konuşurken Ham iskambil falına bakıyor ve elinin dokunduğu yerde parmaklarının izi kalıyor, Emily dikiş dikiyordu.
Aklıma bir sual geldi, dayanamadım, sordum. Çekingen bir tavırla dedim ki:
“Mösyö Peggotty! Siz Nuh’un gemisine benzer bir yerde oturduğunuz için mi oğlunuza Ham ismini verdiniz?”
“Ona bu ismi koyan ben değilim mösyö! Bu ismi ona pederim ve denizde boğulan erkek kardeşim Joe verdiler.”
Biraz şaşkın bir hâlde tekrar dedim ki:
“O hâlde küçük Emily sizin kızınızdır.”
“Hayır, onun babası kayınbiraderim Tom’dur; denizde boğuldu.”
Daha ziyade sormanın güç olduğuna karar verdim. Fakat bazı şeyler daha öğrenmek istiyordum. Yine Mösyö Peggotty’ye çocuğu olup olmadığını sordum. Hafifçe gülümseyerek cevap verdi:
“Hayır, Mister David. Ben bekârım.”
“Bekâr mı?! O hâlde bu iş işleyen hanım kim?”
“O, Madam Gummidge’dir.”
Dadım bu anda benim susmamın daha iyi olacağına hükmetti ve bana o kadar manidar bir bakışla baktı ki odama gidinceye kadar ağzımı açmadım. Dadım odaya kadar bana refakat etti. Anlattı ki erkek kardeşi, Ham’la Emily’yi evlatlığa kabul etmiş. Madam Gum-midge de Mösyö Peggotty’nin sefaletten ölen bir arkadaşının zevcesi imiş. Ev sahibinin alicenaplığı beni pek mütehassis etti. Denizin, rüzgârın gürültüsü içinde uyudum. Gemiyi dalgaların alıp götürmesinden korktum, fakat gemide Mösyö Peggotty’nin bulunması bana emniyet verdi.
İstiridye kabuklarıyla çerçeveli aynayı güneş parlatır parlatmaz kalktım, küçük Emily ile beraber deniz kenarında çakıl taşı toplamak için dışarı çıktım. Küçük Emily’ye “Siz hakiki bir küçük denizcisiniz.” dedim.
Şiddetle cevap verdi:
“Hayır! Ben denizden korkarım.”
Bitmez tükenmez dalgalara cesurane bakarak tafrafuruşça11 cevap verdim:
“Ben korkmam!”
Emily mukabele etti:
“O çok fenadır. Bir gün onun ev kadar büyük bir gemiyi parçaladığını gördüm ki…”
“Belki içinde pederiniz bulunuyordu…”
“O pederimin bulunduğu gemi değildi. Zaten ben pek küçüktüm. Babamı hatırlayamıyorum.”
Bir taraftan hayvanat kabukları arıyor, bir taraftan onun benden talihsiz olduğunu düşünüyordum; çünkü o, hem annesini hem babasını kaybetmişti.
Biraz zaman sonra dedim ki:
“Amcanız Mösyö Peggotty bana iyi bir adam gibi görünüyor.”
O, haykırdı:
“Evet iyidir! Onun için isterim ki bir leydi olayım ve ona elmas düğmeli, havai mavi renkli bir elbise, nankin12 bir pantolon, kırmızı kadife bir yelek, üç köşeli bir şapka, bir altın saat, bir gümüş pipo ve altınla dolu bir kese vereyim.”
Her ne kadar nimetşinas yeğeninin kendisi için temenni ettiği elbise içinde Mösyö Peggotty’nin rahatsız olacağına kani idiysem de derhâl onun bütün bu hazinelere layık olduğunu söyledim.
Çakıl taşı ve hayvan kabuğu toplamakta devam ettik. Bir saat sonra eve geldiğimiz zaman Madam Gummidge’in ağladığını görerek şaşırdık. Mösyö Peggotty sükût içinde derin bir şefkatle ona bakıyordu. Kadın küçük odasına çekildiği sırada başını sallayarak “Eskisini düşünüyor!” dedi.
Kimi murat ettiğini anlamadım. Ta ki gece yatacağımız zaman Peggotty bana Madam Gummidge ne vakit kocasını düşünerek ağlarsa biraderinin müteessir olduğunu anlattı.
On beş gün, arzumun hilafına, pek çabuk geçti. Ham bize gemileri gezdirdi. Hatta bizi denizde dolaştırdı. Küçük Emily yanımdan ayrılmıyordu. Avdet zamanın geldiğini görünce hakikaten keder ettim.