Kitobni o'qish: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM»
Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları
ATEŞ ETME İSTANBUL
BEYAZ ELDİVEN SARI ZARF
BİN LOTLUK CESET
BİR ŞAPKA BİR TABANCA
ÇIPLAK CESET
KRAMPONLU CESET
SON CESET
YENİK VE YALNIZ
ROL ÇALAN CESET
GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU
Başta Bahar,
bütün Altın Kitaplar insanlarına…
1. BÖLÜM
Daha elimi zile atmadan kapının hafif aralık olduğunu gördüm.
İyi haber değildi bu. Defalarca doğrulanmıştı iyiye işaret olmadığı. Birini görmeye gittiğimde çalacağım kapının aralık olması bela getirirdi. Temiz bela. Ardına bakmadan çekip gitmeni gerektirecek türden bela. Gelgelelim seni o kapıya kadar getiren her neyse, çoktan seni belanın içine çekmiş, kaderini çizmiş olurdu. Çekip gitmek kurtarmazdı.
Hemen arkama baktım. Koridor boştu. Sonra binanın ana girişinde, asansörde, asansöre girip çıkarken beni gören biri olup olmadığını hatırlamaya çalıştım. Kimse görmemişti sanki. İçim hiç rahatlamadı ama. Şimdilerde evlerin çevrelerinde, koridorlarında kameralar oluyordu. Üstelik: “Tamam, Remzi Bey. Akşam evde görüşürüz. On birde. Telefonuma kaydediyorum.”
Lanet akıllı telefon!
Mendilimi çıkardım yine de. Parmaklarımla demir kapının arasına tampon yapıp kapıyı biraz ittirdim. Bir karış kadar açıldı. Arkama baktım yeniden. Kafamı uzatıp içeriyi dinledim. Ses gelmiyordu. Koridorun otomatiği söndü. Asansör çağrıldı aşağıdan. İçeri girdim.
Kilit dışarıdan kurcalanmış görünmüyordu. Daireye girdiğime göre kapının aralık kalması iyi olmazdı. Yine mendili kullanarak kapadım. Hafif bir çıtırtıdan başka ses çıkmadı.
Karanlıktı. Karanlık ve sessiz. Gökyüzüne küstah bir görgüsüzlük anıtı gibi yükselen apartmanın on altıncı katında, aydınlık pencerelerin kimselerin dikkatini çekmeyeceğine güvenip elimin sırtını duvarda gezdirerek bir elektrik düğmesi aradım. Buldum.
Ortalık aydınlandı. Gözlerimi kıstım. Tam karşımda boydan boya gecenin New York’u duruyordu. Dünya Ticaret Merkezi’nin camları ışıl ışıldı. Küçük girişte etrafa göz gezdirdim. Kapının yanındaki duvarda yalnızca boş bir askılık vardı. Tam altında aynı malzemeden, üstünde bir çift yumuşak erkek ayakkabısı ve parlak kadın terliği taşıyan bir ayakkabılık duruyordu.
Kapısız, orta boy bir kemerin altından geçip salona adım attım. İlk gördüğüm, tam karşıda, içeri girenleri görkemle buyur eden abartılı boyutta bir televizyondu. Kahredici giysileri içinde mankenler bir aşağı bir yukarı yürüyüp duruyorlardı ekranda. Ses kapalıydı. Televizyonun önündeki yüksek arkalıklı koltukların sırtı bana dönüktü. Sağımdaki duvar yerini neredeyse boydan boya pencerelere bırakmıştı. Perde yoktu. Camın ardında, girişteki New York’la yarışmaya niyetli ama yüz yıl geriden gelen bir İstanbul uzanıyordu. Soldaki duvar yeni kurulacak bir bara sermaye olabilecek çeşitlilikte içki şişesi taşıyan uzun camlı dolaba uygun görülmüştü.
Ölümün kokusunu mu aldım, bilmiyorum. Tuhaf, tatsız bir koku vardı ortalıkta, belli belirsiz bir sesle çalışan klimanın varlığına karşın. Ağzımdan nefes alarak koltuklara doğru ilerledim. İçimde alarm zilleri çalmıyordu, olan olmuştu çoktan. Televizyonda kızlar hâlâ yürüyordu. Koltukta başı hafif yana eğilmiş adam kızları izlemiyordu. İzleyemezdi.
Yine de, “Hassiktir!” dedim içimden. Kocaman bir hassiktir! Elin oğlu, kaşının üstünde küçük bir delikle yüksek arkalıklı koltuğunda kıpırdamadan oturuyordu. Deliğin çevresindeki kanlar koyulaşmaya başlamıştı. Sağ eli vücuduyla kolçağın arasına düşmüştü, sol eli dizinin üzerindeydi. Altında incecik çizgili kumaştan bir eşofman vardı. Üstü çıplaktı. Bedeninde ciddi bir spor salonu mesaisinin izleri görülüyordu. Ayaklarının yakınında terlik yoktu. Belirgin bir alkol kokusu aldım. Galiba viski.
Şahdamarının atıp atmadığını kontrol etmeye gerek görmedim.
Bir sigara yaktım mecburen. İlk nefesimi cesede bakmamaya çalışarak çektim içime.
Sonra cama yürüdüm. İki kanadını da açtım duvara yakın pencerenin. İçeriye temiz havadan önce, göğe yükselen binanın arkasından geçen otoyolun boğuk gürültüsü girdi. Koltuktaki cesetle yalnız olmadığımı hissettirdi bu bana, iyi geldi. İkinci nefesi geceye karşı bütün ışıklarını fayrap etmiş İstanbul manzarasına karşı çektim. Yarısı görülmeyen alışveriş merkezinin çatısında sarı, kırmızı, mavi marka adları vardı. Sokak lambaları peş peşe park etmiş otomobillerden başka hiçbir şeyi aydınlatmıyordu.
Üçüncü nefesi içime çekerken düşündüm.
Demek ki başka biriyle daha randevusu vardı Taylan Sezer’in. Küçük bir tabancanın, iyi gitmeyen bir sohbete karıştığı.
Kıyafeti beklediği kişiyle enikonu samimi olduğunu gösteriyordu. Ya da benimle buluşacağını unuttuğunu. Telefonda kendimi havaalanının yakınlarında inşa edeceğini açıkladığı süper, hiper ve aklınıza ne gelirse vaat eden rezidanslardan biriyle ilgilenen bir pilot olarak tanıtmıştım. Söylediklerimin yarısı doğruydu, yalanım onunkilerden daha küçüktü yine de. Neden illa o gece görüşmemiz gerektiğini okyanus aşırı bir uçuşa çıkacağım gerekçesiyle açıklamıştım. Biraz şaşırtmıştı beni, hemen kabul etmişti. Etrafında dans edeceğimiz para, üstü giyilmemiş eşofmandan fazlasını hak ediyordu açıkçası.
Sigaramdan bir nefes daha çektim. Kahve ihtimalini aklımdan uzaklaştırmaya çalıştım.
Sırtımı açık pencereye vererek salonu bir kez daha gözden geçirdim.
Tam karşımdaki içki dolabının yanındaki kapı, yatak odasına açılıyor olmalıydı. İki parmak aralıktı. Göz atmayı erteledim. Solumda açık mutfakla salon arasında, her iki tarafında da ikişer yüksek sandalye olan bir tezgâh duruyordu. Tezgâhın arkasında neredeyse hiç kullanılmadığı belli bir mutfağın minimum gereksinimi beyaz eşyalar ve bir çalışma alanı sıralanıyordu. Deterjan reklamlarının son planlarına yakışacak lekesizlikteki lavabo dışarı açılan pencerenin dibindeydi.
Dikildiğim yerden gözlerimi koltuğunda milim kıpırdamadan oturan adama çevirdim. Koltuğun arkalığından kafasının kenarı, profilden görünüyordu. Gözlerini kırpmayan, yakışıklı bir surat. Yüz yüze hiç gelmediğim. On dakika sürmeyen bir telefon konuşmasında tanıdığım. Bir nefes daha çektim içime. Derin bir nefes.
Her zaman böyle olmazdı. Bazen olurdu, her zaman değil.
Birisiyle telefonda konuşurdum. Konuşma iyi giderdi, kötü giderdi. Yüz yüze konuşmak gerekirdi. Yüz yüze konuşurken telefonda akıl edilemeyen şeylerin hatırlanması ihtimali yüksekti. Buluşmak için yer, saat belirlerdin. Saat gelip kapıya dayandığında, kapalı olması gereken kapı açık olurdu. Nefes alması gereken kimse heykel gibi kalmış olurdu. Konuşamazdın.
Belayı üstüme çekmek gibi bir lanetim olduğunu ben biliyordum ama benimle konuşmak için sözleşen kimseler her zaman biliyor olmazlardı. Kapıdan Remzi Ünal diye biri girecek, biraz da can sıkabilir, diye düşünürlerdi en çok. Oysa sıkılacak can kalmazdı ortalıkta birden.
Başıma geldiğinde, açık bir kapıdan girip artık hiç konuşamayacak birisiyle karşılaştığımda çekip giderdim. Hızlı tarafından. Aynı kapıdan ekip halinde girme ihtimali olan yakışıklı, pilot gözlüklü genç adamlarla, yeleğinde Polis yazanlarla, yazmayanlarla, Olay Yeri İnceleme tulumu giymiş bıyıklılarla karşılaşmamak için. Çünkü soru sorarlardı, sert sorular sorarlardı. İnsanın koluna girerlerdi, otomobillerine bindirmeden önce başını aşağıya bastırırlardı.
Bu kez neden yüze, bilemedin yüz elliye kadar sayıp defolup gitmediğimi bilmiyorum. Saatime bile bakmamıştım. Belki de her ay yeni bir tanesinin temeli atılan gök tırmalayanların birinin on altıncı katında, toplam şu kadar dairenin birinde ölü bir adamla beraberken kendimi o kadar da önemli hissetmeyişim yüzündendi. Düzinelerce başka daire vardı altımda üstümde, sağımda solumda. İçinde binlerce insan vardı. Asansör koridorları, kapılar, ziller. Kaç tane bilmiyorum. Onların arasında küçücük bir noktaydım şu anda. Kimse çalmazdı zilimi sanki. Bana öyle geliyordu. Polis bile önemsemezdi beni. Ne olacak ki? Arkalığı yüksek bir koltukta cansız oturan birisi mi varmış? Otursun varsın. Nasıl olsa uğrarız bir ara. Bak tertip, ne kadar çok gökdelen var. Bakıyorum tertip. Ben de görüyorum. Pencerelerinde ne kadar çok ışık var. Ne kadar çok televizyonda dizi film oynuyor. Ne kadar çok yalan, ne kadar çok nefret, ne kadar çok şiddet. Evine git tertip. Tamam tertip, evimize gidelim. Uğrarız bir ara.
Sigaram benden çok daha önemsizdi. Pencerenin pervazında söndürüp aşağı attım. Sonra kafasında küçük bir delikle oturan adama doğru yürümeye niyetlendim. İlk adımımda taş kesildim.
Dış kapının kilit yuvasında bir anahtar dönüyordu.
Aramızda tıp oynasak Taylan Sezer kazanırdı kuşkusuz. Gövdemi sabit tuttum ama kafamla saklanacak bir yer aradım küçücük salonun içinde. Yıldırım hızıyla düşündüm. Arkası yüksek koltuklar gizleyemezdi koca gövdemi. Geleni ayakta karşılamak istemedim. Geri döndüm. Daha kilit açılmamıştı. Demirin demire sürtünme sesleri geliyordu. Bir iki saniye kazandım. Pencerenin yanına, yüksek sandalyelerin arkasına attım kendimi. Çömelmedim ama. Duvara yapıştım. Göbeğimi içime çektim. Kafamı sola çevirdim.
Taze bir kapı kilidinin dönme sesini duydum sonra. Çıt. İki saniye sessizlik. Yeniden çıt. Kapı kapandı.
Salonun ışıklarının açık olması geleni şaşırtmamıştı galiba. İnce topuklu ayakkabıların tıkırtısını duydum zeminde. Üç adım. Tam salonun girişindeki kemerin altında kesildi ayak sesi. İyi dedim içimden. Tek bir kişi ve kadın.
Topuk tıkırtıları yeniden başladı. Hâlâ birbiri peşi sıra yürüyüp duran mankenlerin sessizliğinde yankılanıyordu her adımın ardından sanki.
Kendimi sıkıştırdığım yerde stratejik düşünmeye çalıştım. Kadın ileri geri dolaşıyordu odanın içinde. Bu tarafa iki adım fazla atsa beni de görecekti, cesedi de, bağıracaktı. Ortaya çıksam da bağırırdı belki ama daha az.
Çok düşünmedim. Omzumla yaslandığım duvardan destek alarak öne çıktım.
“Hanımefendi…” dedim en yumuşak sesimle.
“Ay!” diye bağırdı kadın. “Ay!” Gözleri yerdeydi. Sesime döndü. Ona doğru ağır adımlarla ilerledim. Ürkütmemeliydim daha fazla.
Buradan uzakta, şehrin göbeğindeki bilmem ne plazanın döner kapısının yanında sigara içerken görseniz yadırgamayacağınız bir kılıktaydı kadın. İlk gördüğüm, bacaklarını gizleyen hakama’ya benzer bol pantolon oldu. İncecik bir kumaştandı, ışığın önünde dursa içindekileri gösterirdi, eminim. Hakama’nın üstünde efendi dekolteli beyaz bir bluz vardı. Pantolonuyla aynı doku ve renkteki ceket, elinde tuttuğu siyah çantanın üzerine atılmıştı.
Eliyle ağzını kapadığı için dudaklarını görmedim. Kahverengi gözleri kocamandı ama. Saçları iki yandan ayrılmış, ayrıntısını göremediğim parlak küpeleri taşıyan kulaklarının biraz üzerindeydi. Yanaklarına her ne sürdüyse etkisini gün sonunda kaybetmiş olacak, yüzü soluktu. Burnu üzerinde çalışılmıştı, bahse girerim.
İki elim yana açıktı kadına doğru ilerlerken. İkinci kez bağırmadı. Gözlerindeki şok, merakına karışmıştı. Elini ağzından çekmedi.
“Sakin,” dedim. “Adım Remzi Ünal. Bağırmanız ikimizin de işine yaramaz. Sakin.”
Merak ağır bastı bu kez. Gözlerini benden ayırmasına izin vermemek için ilerlemeye devam ettim. Tam karşısına gelince iki elimle omuzlarından tuttum. İtiraz etmedi. Gözlerimde niyetimin ne olduğuna dair bir işaret arıyordu şimdi.
“Kimsiniz?” dedi.
Tekrarladım.
“Adım Remzi Ünal,” dedim. “Sizden önce randevum vardı, iki dakika önce geldim.”
“Randevu mu?” dedi sözcükleri birbiri ardından koşturarak. “Ne randevusu?”
Kendinde değilmişçesine sol kolunu elime rağmen kaldırarak saatine baktı. Pahalı bir saatti galiba, markasını görmedim.
“Evet,” dedim. “Bir daire meselesini görüşecektik.”
“Ne dairesi?” dedi gözlerindeki soru işaretlerine yenisini katarak.
Ellerimi omuzlarından çekmedim. Yapacağım tatsız açıklama için orada kalmaları gerekiyordu.
“Burada biri var ama kim olduğunu tam olarak bilmiyorum,” dedim. “Ben Taylan diye biri için geldim buraya, bulduğumun Taylan olup olmadığını bilmiyorum. Yardımınıza ihtiyacım var ama…”
“Shit! Oh shit!” dedi kadın. Omuzlarını ellerimin arasından kurtulmak ister gibi kımıldattı. İzin vermedim.
“Birazdan bırakacağım sizi,” dedim. “Bir-iki dakika daha dinleyin beni.”
Omuzlarındaki gerilim düştü. Gözlerime bakıyordu.
“Önce bazı noktaları açığa kavuşturalım,” dedim. “Kimsiniz siz?”
“Sorularınıza neden cevap vereyim ki? Esas siz kimsiniz?”
Doğru tepki, dedim içimden. Kimdim ben?
“Adımı söyledim,” dedim. “Remzi Ünal. Buraya Taylan Sezer adında bir müteahhitle buluşmaya geldim. Çevrede yaptığı bir konut projesiyle ilgili olarak konuşacaktık.”
Gözlerini gözlerimden ayırmadan sordu.
“Bu saatte mi?”
Ellerimi omzundan çektim. Canım bir sigara istemişti belki de. Belki de kadının az çok kontrolüme girdiğine inandığımdan. Mesleğimi öğrenince daha da güveneceğini biliyordum az çok.
“Pilotum ben,” dedim. “Bu gece uzun bir seferim var. Gitmeden konuşayım istedim. Taylan Bey tamam dedi.”
Kafasını aşağı yukarı salladı.
“Pekâlâ…” dedi.
Biraz derinleştireyim meseleyi, dedim içimden.
“Geldiğimde kapı tam kapalı değildi. Girdim içeri.”
Gözlerindeki sorular büyüdü.
“Sizden bir-iki dakika önce,” dedim. “Kimse yoktu. Daha doğrusu…”
Tatsız bir şeyin geleceğini sezmiş gibi kısıldı gözleri.
“Biri var ama kim olduğunu bilmiyorum,” dedim. Soramadım. Sorsam da cevap veremezdi.”
İlk kez çevresine bakmak ister gibi hareketlendi. Yeniden tuttum omuzlarını. Direnmedi.
“İşte o yüzden hanımefendi,” dedim. “Biraz garip davranıyorsam…”
Anladı galiba. Gözlerinde korku gördüm bu kez. Hemen silindi sonra. Aklından geçen milyonlarca ihtimal arasından birini seçmek isterken yoruluyormuş gibi bir ifade vardı.
“Yardım etmek istiyor musunuz?”
Başıyla evetledi. Omuzlarına hafifçe baskı uygulayarak geriye doğru çevirmeye başladım. Direnmedi. Benim hızıma uydu.
“Tatsız bir manzara,” dedim. “Buradayım, unutmayın.”
Yutkunduğunu gördüm. Yüksek arkalıklı koltuklara doğru ilerledik birlikte. Ağır ağır. Dans ediyor gibiydik ama dans etmiyorduk. Aramızda ölümün boşluğu vardı.
Gördü sonunda.
Kafasındaki küçük deliği gördü. Çevresindeki kurumuş kanları. Açık kalmış gözleri. Çıplak ayakları.
Tabancayı gördü mü bilmiyorum. Ağzından beklediğim çığlık çıkmadı ama.
“Thank God, thank you my dear God, Vehbi değil!” dedi belli belirsiz duyabildiğim bir fısıltıyla. Vehbi, not al Remzi Ünal.
Omuzlarından tutuyordum hâlâ, hafifçe titredi elimin altında. Yeter bu kadar, dedim kendi kendime, pencereye doğru yönlendirdim onu.
Açık pencerenin önüne gelince bıraktım nefes alsın. Arkasında bir sigara yaktım.
“İster misiniz?” dedim saldığım ilk duman onu aşıp gökyüzüne karışırken.
“Lütfen,” dedi arkasını dönmeden.
Parmaklarının ucuna tutuşturdum bir sigara. Ağzına götürdü, hafif yan dönüp yakmama izin verdi.
Bir süre konuşmamalıydık. Konuşmadık.
Binalara baktık. Işıklara baktık. Telaşlı otomobillerin stop lambalarına, farlarına… Konuşmadık.
Ölü adam aramızdaydı. Sırtımızı dönmek yetmiyordu. Aramızdaydı.
“Vehbi olmadığına sevindim,” dedim arkasından, saymadım kaç nefes sonra.
“Teşekkür ederim. Zaten motorunu görmeyince anlamalıydım…” dedi. Sesi biraz toparlanmış gibiydi. “Şimdi ne olacak?”
Motoru sormayı sonraya erteledim.
“Buradan çekip gideceğiz,” dedim.
Bu fikir hiç aklına gelmemiş gibi sustu değerlendirmek için.
“Polise haber vermek gerekmez mi?” dedi sonra.
“Polise haber vermek istiyor musunuz?” dedim.
Geri döndü. Yüksek arkalıklı koltuklardan tarafa bakmamaya çalışarak, daha çok gözleri yerde, konuştu.
“İstemiyorum,” dedi. “Adam kalacak mı öyle orada?”
“Onu hallederiz,” dedim.
“O zaman… Çekip gidelim. Tamam. Haklısınız.”
Sigarasını ne yapacağını bilemez gibi tuttu elinde. Aldım. Benimkiyle birlikte pervazda söndürdüm. Kalıntıları parmaklarımla süpürdüm aşağıya. Pencereyi kapadım. Klimaya daha çok güveniyordum.
Adını bilmediğim genç kadınla birlikte, adından hâlâ emin olamadığım ölü adamı TOKİ’nin marifeti olup olmadığını bilemediğim gökdelen apartmanın serin dairesinde yapayalnız bırakıp çıktık. Çıkmadan önce kalıcı iz bırakmadığımızdan emin olmak için elimden geleni yapmıştım. Biliyordum, TV polisiyeleri öğretmişti, her temas iz bırakırdı ama Remzi Ünal da az buçuk öğrenmişti Türk polisleriyle yüz yüze gelmemenin yollarını.
Asansörün çağırma düğmesine basmış bekleyen kadının yanına gittiğimde biraz toparlanmış gibiydi. Topukları üstünde yaylanıp duruyordu plazasından kurtulup metroya koşmak için bekleyen pazarlama şirketi profesyonelleri gibi. Asansör kapısını açınca benden önce girdi. Duraksamadan bastı ineceğimiz kata.
Aşağı ininceye kadar hiç konuşmadık. Gecenin bu saatinde misafirlikten dönen kimseler yoktu, doğrudan indik.
Açık havaya çıktığımızda omzuna hafifçe dokunup otomobilimin yattığı otopark alanına yönlendirdim onu. Krediyle alınmış aile arabalarının arasından yürüdük. Benimki bir Fiat’la bir Renault’nun arasında uyukluyordu.
İçeri girince bir sigara çıkardım. Paketi ona tuttum.
“Hayır, teşekkür ederim,” dedi.
Sigaramı yaktım, penceremi açtım. Evet, konuşmalıydık biraz ama burada değil. Motoru çalıştırdım.
“Hayatımda ilk defa öldürülmüş birini görüyorum,” dedi eli ağzında. Cevap vermedim. İçimden saydım benimkileri.
Sitenin nizamiyesinden arkamızda belli belirsiz dumanlar savurarak çıktık. Yeni yapıldığı belli bağlantı yollarından karanlığın içinde geçtik. TEM’e kavuştuğumuzda Ankara yönünü seçtim.
Sigaram bitince dışarı attım. Pencereyi kapadım. Dışarıdan gelen rüzgâr ve lastik sesi kesilince kadına döndüm.
“Bu saatte nerede oturup konuşabiliriz?” dedim.
“Konuşacak ne var ki?” dedi gözünü yoldan ayırmadan. “Adam ölmüş gitmiş.”
“Farkındaysanız suç ortağı gibi bir şeyiz,” dedim ona bakmadan.
Bana döndü. Ona bakmadım.
“Ciddi misiniz?” dedi.
“Yani…” dedim. “Biraz.”
“Doğru,” dedi.
Gidecek bir yer düşünmesi için rahat bıraktım onu. Belki başka şeyler düşünmesi için de. Anadolu’ya öteberi götüren kamyonları sollayarak ilerledik. Arada birileri de bizi solluyordu. Kimseyle yarışmadım. Bir zamanlar bir başbakanın yuhalandığı stadyumun park ışıkları göründüğünde konuştu.
“Levent’e gidelim,” dedi. “Buluruz bir yer.”
Hızımı azaltıp sağ şeride yöneldim.
Büyükdere Caddesi’nde kamyonlar yerlerini gecenin taksilerine bıraktı. Terbiyesiz büyüklükteki binaların arasından ilerledik. Kimi ofislerin ışıkları hâlâ yanıyordu.
“Buralarda mı çalışıyorsunuz?” dedim biraz sonra gelecek sorularıma kapı açmak için.
Başıyla arkamızı işaret etti.
“Maslak’ta,” dedi.
İstanbul’un en yüksek binası olma iddiasındaki skate-board kılıklı kuleyi arkamızda bıraktıktan sonra sağa kıvrıldım. Altgeçitte çiçek satan Çingeneler yoktu elbette. Işıklardan sonra doğru ilerledim. Ağrı kliniğinin önünden aşağıya indim. Sapakta bu kez sağa niyetlendim.
“Düz gidin,” dedi yol arkadaşım. Aşağıdaki trafik ışığı aralıklarla yanıyordu. Dikkatle devam ettim. Petrol istasyonuna gelmeden bir komut daha geldi.
“Yukarı lütfen.”
Komuta uydum. İki yanı ağaçlarla kaplı Sümbül Sokak önümüzde, hafif eğimle uzanıyordu. Tam ortasına kırmızı dikmeler koymuşlardı.
“İstanbul’un en sevdiğim caddesi,” dedi yolcum.
Katılıyorum ama orası bir sokak, dedim içimden.
Sümbül Sokak’ın sağındaki, solundaki sokaklar da envaiçeşit çiçek adları taşıyordu. Bildiğim, bilmediğim çiçekler. Çiçeklere saygımdan ağır ağır ilerledim.
“Buradan tam geri dönelim lütfen,” dedi yanımdaki kadın caddenin sonuna geldiğimizde.
İkiletmedim.
“Sağa çekin, durun.”
Öyle yaptım. Yanımdaki kadın arkasına yaslanıp bacaklarını uzattı koltuk elverdiği kadar.
“Burada konuşalım,” dedi. “Bir sigara isterim şimdi. What a night!”
Otomobilimin motorunu kapattım. Sigarasını verdim. Yaktım. Ben yakmadım. Onun tarafındaki pencereyi açtım.
İlk nefesinden sonra konuştu.
“Hayatımda önemli bir şey olurken hep buraya gelirim. Kafamı toplarım.”
Cevap vermedim. Devam etti.
“İnsanın gecenin bir saatinde bir eve gidip tanımadığı bir adamın cesedini görmesinden daha önemli ne olabilir bilmiyorum,” dedi. “Hiç tanımadığı biriyle suç ortaklığı ihtimalinin yanı sıra…”
“Çok önemsemeyin suç ortaklığını,” dedim. “Öylesine söyledim.”
“Ama doğru.”
Cevap vermedim yine. Neye isterse ona inanabilirdi.
İki nefes daha saldıktan sonra konuştu.
“Hangimiz önce başlayacak?” dedi.
Kendi kendime gülümsedim. Görmedi. İstanbul’un en akıllı kadınları çatıyordu bana galiba hep.
“Ben adımı söyledim,” dedim. “Mesleğimi de.”
“Ben de inanmadım galiba,” dedi.
Bu kez ona dönüp gülümsedim açık açık.
“Hangisine?” dedim.
“Adınız doğrudur probably,” dedi. “İnsanlar meslek konusunda daha kolay yalan söylerler. Küçük bir doğruluk payı vardır onda. Çok sevdikleri meslek falan. Adını değiştirmek risklidir.”
Bir sigara yakmamak için zor tuttum kendimi.
“Touche!” dedim.
Devam etmemi bekler gibi yüzüme baktı. Başka çarem olmadığını biliyordum.
“Adım doğru,” dedim. “Mesleğim de doğru sayılır. Emekli pilotum. Şimdilerde özel dedektiflik yapıyorum.”
Kaşlarını kaldırdı.
“Filmlerin dışında hiç özel dedektif görmemiştim,” dedi. “Silahınız var mı?”
“Yasa izin vermiyor,” dedim.
Bu kez o güldü.
“Yasalara fazla kafayı takmayacak biri olduğunuzu gösterdiniz az önce ama.”
“Zaman zaman ikiyüzlü bir alçak olmakta sakınca görmem,” dedim.
“Tam çağımızın adamısınız o zaman,” dedi. “Güzel.”
“Sıra sizde,” dedim.
“Yok,” dedi. “Devam edin. O evde bulunmanız iş icabı mıydı?”
Sahneye çıkma sırasını tartışmaya gerek görmedim artık.
“Bir arkadaşımın evine temizliğe gelen kadının oğlu, bu Taylan Sezer denen adamın inşaatlarından birinde çalışıyormuş. Kaza geçirmiş. Başından yaralanmış. Adam hiç ilgilenmemiş. Anası babası benden gidip bir konuşayım diye rica ettiler. Ben de aradım adamı. Esas derdimi söylemedim. Önce bir malı göreyim dedim. Gördüğümü siz de gördünüz.”
“Şimdi ne yapacaksınız?”
“Bilmem,” dedim. “Üstüme siz geldiniz. Şimdi de sizle konuşuyorum.”
“Sıra bende yani…”
“Evet.”
“Benim söyleyeceklerim ne işinize yarar bilmem,” dedi otomobilimin yolcu koltuğunda oturan adını bilmediğim kadın. “Vehbi, anlaşıldığı gibi sevgilim, sevgilim değil de, bir tür, ne bileyim…”
Cinsel hayatının beni zerrece ilgilendirmediğini belirten bir baş sallamasıyla cesaretlendirmeye çalıştım kadını. Gördü mü görmedi mi, bilmiyorum.
“O dairede buluşuruz sık sık,” diye devam etti. “Taylan dediğiniz adamı hiç görmedim. Adını da duymadım Vehbi’den.”
Benim tarafımdaki dikiz aynasından bir otomobilin kavşaktan belirişini gördüm. Bizi görünce uzaklarını yaktı. Sonra yeniden kısaları. Tam yanımızda yavaşladı. İçinde daha yeni ehliyet almış iki oğlan vardı. Bize baktılar. Sonra birbirlerine. Gülüştüler. Ağır ağır yolun aşağısına devam ettiler.
“Soyadı ne Vehbi Bey’in?” diye sordum gittikçe küçülen stop farlarına bakarken.
Çok komik bir şey söylemişim gibi güldü.
“Vehbi…” dedi. “Soyadı Kanat. Vehbi Kanat. Böyle söyleyince komik oluyor. Vehbi Bey!”
“Ne iş yapar Vehbi Kanat?”
Bir kez daha güldü.
“Bizim şirketin kuryesi. Motosikleti var. Hızlıdır yani…”
Anladım, dedim içimden.
“Sizin şirket ne yapar?” dedim. “Ve de siz ne yaparsınız?”
“Bir danışmanlık şirketinde çalışıyorum. O’Connor Consulting. Satın almalarda, birleşmelerde şirket yöneticileri kiminle dans ettiklerini öğrenmek için bize gelirler. Büyük kredi ilişkilerinde falan. Big deals. Uzmanım ben de. Şirketlerin zayıflıklarını, pisliklerini bulup parasını ödeyenlere rapor ederim.”
Bu kez ben güldüm konuşurken.
“Bir tür meslektaşız doğru anladıysam,” dedim.
“Herhalde,” dedi sigarasını pencereden attıktan sonra. “Bizim de tabancamız yoktur.”
“Sizin şu Vehbi Kanat’ı nasıl bulup konuşurum?” dedim.
“Niye?” dedi.
“Başka kimle konuşayım?” dedim.
“Doğru ya,” dedi.
“Evet,” dedim. “Söz verdim ihtiyarlara.”
Koltuğunda neredeyse bütünüyle bana döndü.
“Şirkete gelin yarın,” dedi aklında çok daha başka şeyler varmış gibi. “Ben sizi tanıştırırım. Bana yaptığınız gibi bir hikâye uyduracaksanız da bozmam işinizi. Bana da bir-iki açıklama borçlu Vehbi, tahmin edeceğiniz gibi.”
“Maslak?” dedim.
“Seten Plaza,” dedi. “Yedinci kat. O’Connor Consulting.”
“Aşağıdaki güvenlikçilere kimi göreceğimi söyleyeceğim?”
Yüzünde bir sürü genç kadında gördüğüm ifadeyi gördüm.
“Sezin Sabuncu, ben,” dedi.
Elimi uzattım. Tokalaştık. Teni yumuşaktı ama sıkı tutuyordu insanın elini.
Elimi kurtarınca kontak anahtarına götürdüm.
“Nereye bırakayım sizi?” dedim otomobilimi çalıştırırken.