Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Erewhon’a İkinci Ziyaret»

Shrift:

Gerçek Kâşifi ve Oğlu Tarafından Yirmi Yıl Sonra, Erewhon’a İkinci Ziyaret

Ne zaman olduğunu hatırlamıyorum ama 1872 yılında Erewhon’u yayımlatmamın üzerinden çok geçmemişti. Bay Higgs -ki sanırım ondan artık böyle bahsedebilirim- Arowhena ile balonla kaçtıktan sonra Erewhon’da neler olmuş olabileceğini kendime sormaya başladım.

İnsanlara, Erewhon’da olduğu düşünülen olanakları ve tamamen yabancı birinin, bir gelinle göklere doğru mucizevi yükselişini anlattığımda bunun onlar üzerinde etkisi ne olurdu?

Yaklaşık yirmi yıl Erewhon’daki değişikliklerin oturmasını beklemeden bu sorunu çözmeye çalışmak boşunaydı ve 1892’de Erewhon’a hizmet etmek için bastığım kitaplarla meşguldüm. 1900 kışının başlangıcına kadar, yani Bay Higgs’in kaçışından otuz yıl sonrasına kadar, biraz önce bahsettiğim soruyla meşgul olacak ve şu sıralar halka sunduğum kitaptaki bilgilerime dayanarak bu soruyu cevaplayacak vakti bulamadım.

Erewhon’un yirmi dördüncü bölümünde anlatılan olaylar, Erewhon’un eski düşüncelerinde ani bir değişikliğe yol açabilirdi, yeni bir dinin gelişmesine yol açabilecek birtakım sonuçlar doğurabilirdi; buna inanıyorum. Bütün dinlerin gelişimi şimdi hemen hemen aynı yolu izliyor.

Her hâlükârda, zamanlar az ya da çok bozulmaya uğruyor, eski inançlar kitleler üzerindeki önemini kaybediyor. Böyle zamanlarda, kendi içinde güçlü bir kişiliğin ortaya çıkıp olağanüstü kabul edilen kimi mucizelerle çok güçlü görünmesi ve birçok insanı etkileyecek bir dinin ortaya çıkmasına sebep olması istenir.

Eğer açıkça kanıtlanmış müthiş bir mucize olursa diğerleri onun etrafında çoğalacaktır; sonra, bu şekilde oluşan bütün dinlerde tapınaklar, rahipler, ayinler, o dinlere yürekten inananlar ve halkın saflığından faydalanan ahlaksızlar ortaya çıkacaktır. Başka yerlerde de benzer koşullar altında her zaman bu şekilde olacağını göstermeden Higgs’in balonla kaçışından sonraki olayların sıralamasını yapmak, doğa kadar geniş bir şeye ayna tutmak olurdu.

Ne var ki olayların meydana gelişleri arasındaki benzerlik bir şeydir -bolca tarihî paralellik görmek mümkün- olaylardaki başaktörler arasındaki benzerlik ise başka bir şeydir ve dahası, bunlara dair birkaç örnek de bulunabilir.

Erewhon’da yeni fikirlerin gelişmesi tuhaf değil, ancak Higgs ve başka bir dinin kurucusu arasında, Hz. İsa ve Hz. Muhammed arasındaki benzerlikten daha ötesi yok. O, sıradan, orta sınıftan bir İngiliz’di, genç yaşlarında hırsızlıkla suçlanmıştı ancak daha sonra bütün bu zorlukları kendi lehine çevirmeyi başarmıştı.

Eğer kendimden bahsetmem gerekseydi, kendimi İngiliz Kilisesi’nin gelişmiş bir kanadının üyesi gibi görmekten hiç vazgeçmediğimi söylerdim. Bu kanada ait olanlar neye inanıyorlarsa ben de ona inanıyordum ve reddettiklerini de reddiyordum.

İki kişi herhangi bir konu üzerinde asla aynı şeyi düşünemez, ama bir kilise görevlisiyle konuşunca kendimi onlarla büyük bir uyum içinde buluyorum. İnanıyorum ki (İnanmasaydım bundan büyük üzüntü duyardım.) üzerinde gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra, bu insanlar belirli koşullar altında kendilerinin de verecekleri tavsiyeleri bu kitabın 148-150 ve 152-154. sayfalarında bulacaklar.

Son olarak arkadaşım Bay H. Festing Jones’un eksikliğinde, yayın esnasında kitabımdaki düzelmeleri yapan İngiltere Müzesi çalışanı Bay R. A.’ya teşekkürü borç bilirim.

SAMUEL BUTLER
1 Mayıs 1901

1. Bölüm
Kaderin İniş Çıkışları Babam Erewhon’a Doğru Yola Koyulur

Babamın otuz yıl önce keşfettiği bu garip ülkeye ikinci ziyaretini anlatmadan önce, belki de bu kitabın, basım yılı olan 1872 ile babamın öldüğü 1891 yazının başı arasındaki başarısı hakkında birkaç kelime söylemeliyim. Bu yüzden, halk üzerinde önceleri sağladığı etkiyi sürdürmeyi başaramamasının nedenlerine kısaca değineceğim.

Okuyucunun da bildiği gibi, babamın kitabı isimsiz olarak basıldı ve zavallı babam kitabın aldığı övgüyü, kimin tarafından yazılmış olabileceğini kimsenin bilememesine bağlıyordu. “Omne ignotum pro magnifico.” (“Bilinmeyen her şey mükemmel gözükür.”) sözünü doğrularcasına yazarının bilinmediği süre boyunca kitap, hatırı sayılır eleştirmen çevrelerinden sık sık övgüler alıyordu.

Tesadüfi bir şekilde yazarın sıradan biri olduğu keşfedildiğinde insanlar hayranlık duymakta acele etmiş olduklarını hissettiler ve bu nedenle çok geçmeden eleştriler ciddi şekilde ona karşı olmaya başladı.

Anladığım kadarıyla, Erewhon’un tam olarak nerede olduğunu gizlediğinden ya da sık sık alkol zehirlenmesine maruz kaldığına dair ısrarla ortaya atılan iddialardan dolayı değil de kendi idarecilik isteği ve keşiflerine çok fazla, başkalarının işlerine ise daha az önem vermesinden kaynaklanan gergin hâli yüzünden babamı ilk yüzüstü bırakan, kendisine birkaç günlüğüne kucaklarını açmış olan Coğrafya Topluluğu oldu. En azından bu, babamın durumu anlatış şekliydi; bunları daha sonradan onun kendi ağzından duydum.

“Hâlâ çok gençtim.” demişti. “Ve o zamana kadar yaşadığım maceraların tuhaflığı ve tehlikesi sinirlerimi bozmuştu.” Öyle olsa bile, korkarım onun mantıksız biri olduğundan şüphe yok ve bir zerre yargı, yarım kilo keşfe bedeldir.

Bu yüzden, şaşırtıcı derecede kısa bir zamanda, kendine en sıcak şekilde kucak açanlar tarafından terk edildiğini gördü ve o zamandan sonra, sonraki dönemlerde geçim kaynağı hâline gelecek olan “dinî sistemler” yazarlığıyla ilgili bir iş bulmak için elinden geleni yaptı.

Ancak, babamın yaşadığı bu itibar kaybı, pek çok insanı Erewhon’u tekrar keşfetmekten alıkoydu ve bu nedenle ülke, coğrafyacılar için sanki hiç keşfedilmemiş gibi kaldı. Ülkenin yukarı bölgesindeki birkaç çoban ve askerî öğrenci ise kitabın hâlâ ciddiye alındığı zamanlarda babamın izinden gitmek istediler ama çoğu, karşılaştıkları güçlüklere karşı koyamayıp geri döndü.

Bazıları ise geri dönmedi ve onlar için arama yapıldığı hâlde, ne ölüleri ne dirileri bulunamadı. Babam büyük ihtimalle, Erewhon’a ikinci ziyaretinde başkalarının da yakın zamanda ülkeye ulaşmaya çalıştıklarını anladı ve oradaki saatleri boyunca, bu zavallı yoldaşların kaderlerinin ne olduğunu öğrendi.

Erewhon’un gizli kalmasını daha da kolaylaştıran bir başka sebep de -her ne kadar sürekli altın aransa da- altın olmadığı söylenen yüksek dağlarla çevrili olmasıydı ve bölgede koyun ya da sığır yetiştiren bir köy de yoktu. Sadece nehirlerin yukarı ağızlarında birkaç nehir yatağı düzlüğü vardı. Sporcuları buraya çekecek bir özelliği olmadığından bu karlı araziye girmek insanlara pek cazip gelmiyordu.

Böylece, Erewhon kendisinden pek söz edilmediği için, babamın kitabı kurgu olarak kaldı ve kısa bir süre önce onun, ikinci el kitap satan bir kitapçıda “6 dolar. Tavsiye edilir.” diye etiketlendiğini duydum.

Babamın alkol zehirlenmesi geçirdiğine dair çıkan hikâyelerde doğruluk payı olmasa da İngiltere’ye döndükten sonraki ilk yıllarındaki kontrol edilemeyen heyecan nöbetleri, gördüğünü ve yaptığını söylediği şeylerin çoğunun hayalî olma olasılığını arttırıyordu.

Özellikle, Chowbok’la odunlukta yaptığı konuşmayı ve Erewhon’a giderken geçtiği geçidin tepesindeki heykellerin ayrıntılı tasvirini kastediyorum. Bunlar delilik işareti olarak görüldü. Kendisi, kitabında yanına “iki üç şişe kanyak” aldığını söylemesine rağmen, muhtemelen yanında bir düzine kadar içki olduğu ve hesaba göre eğer heykellere ulaşmadan önceki gece “dört ons kanyağı” kalmışsa ondan önceki iki üç hafta boyunca epey içmiş olması gerektiği gibi kötü niyetli bir iddia ortaya atıldı. Sanırım, bu sayfaları okuyacak olanlar, babamın delirdiğini düşünmekten vazgeçecek.

Bu iftiraları atan değilse bile bunları yaymak ve güven kazanmak uğraşan kişi ise Chowbok’un ta kendisiydi. Bu kişi, İngiltere’de kaldığı birkaç yıl içinde babamı kötülemek için elinden gelen her şeyi denedi. Kurnaz yaratık, din topluluklarımızın, özellikle de diğerlerine göre daha katı olanlarının gözüne girdi.

Samimiyeti hakkında aynı şey söylenemese de rengi hakkında hiçbir şüphe yoktu ve o zamanlarda din değiştirmiş siyah biri Exeter Hall’un karşı koyamayacağı bir şeydi. Chowbok zavallı babamın bütün hikâyesini yalanlamıştı. Babamla beraber, babamın kitabında bahsettiği nehirlerin yukarısındaki suların kaynaklarını araştırdıklarının doğru olduğunu söyledi ama babamın yola onsuz devam ettiğini inkâr etti ve nehri gerçekte olduğundan binlerce mil uzaktaymış gibi gösterdi.

Yaklaşık iki hafta sonra daha fazla ilerlemek için gücü kalmayan babamla beraber geri döndüğünü söylüyordu. Bu esnada omuz silkip gizemli görünür ve kelimeler ağzından zorla çıkarkenki hâlinden daha etkili bir şekilde “alkol zehirlenmesi” derdi bu hareketiyle. Çünkü bir adam omuzlarıyla çok şey anlatabilir.

Babamın kitabını okuyanlar, Chowbok’un, ustasının yanına döndükten sonra olayı farklı bir şekilde anlattığını hatırlayacaktır; ama zaman ve mesafe, yalanı güvenilir bir doğru hâline getirebilecek bir örtü olabiliyor.

Babamın, hikâyesini doğrulaması için annemi neden çağırmadığını hiç anlamadım. Ben hiçbir şey bilemeyecek kadar küçükken yapabilirdi bunu. Ama işte insanlar kararlarını verdiklerinde daha fazla kanıta ihtiyaç duymuyorlar; üstelik annemin de çok çekingen bir yaradılışı vardı. İtalyanlar şöyle der: “Chilontanovaammogliare Sarà ingannato, o vorrà ingannare.” (“Eğer bir adam, bir kadın üzerinden iş çevirmeye kalkışıyorsa ya kandırmak amacındadır ya da kandırılır.”) Bu söz kadınlar için olduğu kadar erkekler için de geçerlidir ve annem çevresinden hiçbir zaman çok memnun değildi. Bilerek kandırıldığı söylenemezdi ama İngiliz düşünce tarzına alışamadı; aslında dilimizi bile tam olarak öğrenemedi; babam da ben de onunla Erewhon dilinde konuşurduk. Çünkü küçükken bana da öğretmişti; babamın dilinde olduğu kadar onun dilinde de akıcı bir şekilde konuşabiliyordum. Bu nedenle annem kendimi her yerde bir Erewhon’lu gibi gösterebileceğimi söylerdi. Ayrıca fiziki görünüş olarak da ona benziyordum; tamamen babamın zıttı olmasam da anneme daha çok çekmiştim. Ama düşünce olarak daha çok babama benzediğimi söyleyebilirim.

Ayrıca okuyucuya 1871 yılının Eylül ayında doğduğum bilgisini de vereyim. Bana büyükbabamın ismi olan John adı verildi. Yukarıda yazdıklarımdan, önceki deneyimlerimin biraz kötü olduğu düşünülebilir. Londra’nın dar bir sokağından geçerken çocukluk hatıralarım gözümün önüne geliyor ve bu hatıraları saran hastalıklı kokuyu alabiliyorum; yarı parafin, yarı kuş üzümü kokusu ama tamamıyla farklı bir koku.

Drury Lane’in uzağında Blackmoor Sokağı’nda yaşadığımızı hayal meyal hatırlıyorum. Babam hatırladığıma göre beni ve annemi kaldırıma renkli tebeşirlerle resimler çizerek geçindirirdi; bazen onu izler ve sisi, ateşi, seli ne kadar iyi çizdiğine şaşırırdım.

Yapması ve sahip olması kolay olduğu için bu üç şeyin onun en iyi arakadaşı olduğunu söylerdi. Güvercinin gemiye dönüşü en sevdiği temaydı. Hiçbir şeyin, o kadar sisli bir sabahta o kadar küçük bir gemi ve o kadar küçük bir güvercin resmine (Resmin geri kalanı basit bir gökyüzü ve daha da basit bir deniz vardı.) kıyasla müşterileri arasında bundan daha popüler olmadığını söylediğini duyardım. Bunu kendisinin şaheseri olarak görürdü ama onları bu kadar ölmeye yüz tutmuş bir modadan yarattığı için kenidini halka mal olmuş biri olarak gördüğünü saflıkla eklerdi. “Hiç kimse ulusa böyle eserler miras bırakamaz.” derdi.

Babamın mesleğinden ne kadar kazandığını hiç öğrenemedim ama büyük miktarda bir şey olmalıydı, çünkü her zaman yeterince yiyecek ve içeceğimiz olurdu; kendisinden daha azimli birçok ressamdan daha iyi olduğunu düşünüyorum.

Onun hakkında hiçbir şey bilmediğim bütün o zaman boyunca çok ılımlıydı; gençliğinde kendisini enkaza çeviren o sinir nöbetlerine de hiç şahit olmadım.

Akşamları ve kaldırımların durumu çalışmasına müsait olmadığı günlerde, benim eğitimimle çok ilgilenirdi ve kendisi daha öğrenciyken ülkenin önde gelen devlet okullarından birinde kayda değer bir başarı elde etmiş olduğundan bunu çok da iyi yapardı. Bana göre sabırlı ve nazik bir öğretmen; annem içinse örnek bir kocaydı. Başkaları hakkında ne derse desin onu sevgisiz bir insan olarak düşünemiyorum.

İşler, ben on dört yaşına geldiğimde babam beklenmedik bir şansla birden zengin olana kadar yeterince sakindi. Babamın amcalarından biri 1851’de Avusturalya’ya göç etmiş ve büyük bir servet yapmıştı.

Bu amcanın varlığından haberimiz vardı ama babamla aralarında hiçbir iletişim olmadığından onun bekâr ve zengin olduğunu bile bilmiyorduk. 1885’in sonuna doğru vasiyet bırakmadan öldü. Kız kardeşleri erken yaşta öldüğünden ve çocuğu olmadığından babam onun hayatta kalan tek akrabasıydı.

Bize haberi ulaştıran avukat, bereket versin ki oldukça dürüst, aynı zamanda mantıklı ve nazik bir adamdı. 15 Clifford Adalet Konağından Bay Alfred Emery Cathie diye biriydi ve babam çekinmeden kendisini ona emanet etti. Bir anda birinci sınıf okullardan birine başladım ve babamın da eğitimim için gösterdiği emek ve gayretlerle normalde olmam gerekenden daha üst sınıflara yükseldim.

Onun öğretimim için benimsediği tarz, ders çalışmaya karşı herhangi bir hoşnutsuzluk beslememi engelliyordu; bu yüzden sağlıklı gelişimimin bir parçası olan oyunlardan geri kalmadan kitaplarımla da oldukça ilgili oldum.

Benim için, öğretmenlerim ve okul arkadaşlarım bakımından her şey yolundaydı; ancak çok endişeli ve hayalperest olduğum düşünülüyordu. Okul doktoru, beni çok fazla zorlamamaları için müdürleri birden fazla kez uyardı; ki bunun için kendimi ona borçlu hissediyorum.

1890’un başlarında -önceki yıl girdiğim- Oxford’dan eve geldiğimde annem öldü; ama tamamıyla hastalığından dolayı değil; bir çeşit memleket özleminden. Kendini her zaman sürgünde hissederdi. Babamın sıkıntılı zamanlarında iyi dayanmış olsa da zenginlik onun üzerindeki bazı yükleri kaldırınca hastalanmaya başladı.

Babam, kendisini, hiçbir zaman annemin hayatını kendisiyle çok şey paylaşmasını isteyerek mahvettiği hissinden kurtaramadı; yani babamın sadece annemi kaybettiği için üzgün olduğunu söylemek yetersiz olur. Ta evliliklerinin ilk yılından beri bu sıkıntıyı taşıyordu; onun ölümünden sonra kendisini anneme yaptıklarından dolayı haksız yere suçlamaya başladı; ki bu bana çok adaletsiz geliyordu çünkü bu ne annemin ne de kendisinin suçu değildi; bu kaderdi…

Bu rahatsızlık, babamın, annemle bir daha hiç olmadıkları kadar mutlu oldukları o ülkeyi tekrar ziyaret etmek için yanıp tutuşmasına neden oldu.

Ölüm onları ayırdığında babamın mekân değişikliğine ihtiyaç duyduğu o kadar açıktı ki başta onun bu girişimini delilik olarak görerek onu bundan vazgeçirmeye çalışan arkadaşları bile sonradan bu isteğini gerçekleştirmesine izin vermenin en iyisi olacağını düşünmeye başladılar.

Onu ne kadar vazgeçirmeye çalıştılarsa da bu pek bir işe yaramadı, çünkü çok geçmeden bu gezi için duyduğu tutku o kadar arttı ki hapse ya da tımarhaneye atılmak bile onu gitmekten alıkoyamayacak gibiydi. Paskalya tatili için eve döndüğümde Bay Cathie bana “Gitmesi ve bunun üstesinden gelmesi daha iyi olur. İyi değil ama hâlâ hayatının en verimli döneminde; şüphesiz ki yenilenmiş bir şekilde geri dönecek ve sakin hayatına devam edecek.” dedi.

Ancak bu konu, babamın yola çıkmasına birkaç gün kalana kadar konuşulmadı. Babam yeni bir vasiyet hazırladı ve bana ihtiyaç duyacağım kadar para sağlayacak olan Bay Cathie’ye -ya da ona her zaman seslendiğimiz ismiyle Alfred’e- kapsamlı bir vekâletname bıraktı; geri dönememe durumu olursa diye her ihtimale karşı her şeyi düzene soktu ve 1 Ocak 1890’da, onu o zamana kadar gördüğümden çok daha mutlu ve sakin bir hâlde yola koyuldu.

Babam Erewhon’da tanınırsa ortaya çıkacak tehlikenin büyüklüğünü idrak edemiyordum. Çünkü utanarak söylüyorum ki kitabını henüz okumamıştım. Annemle balonda havalanışlarını defalarca dinlemiştim ve uzun zaman önce yazdıklarının ilk bölümlerini okumuştum, ama doğal olarak küçük bir çocuktan bekleneceği gibi sonraki sayfaları biraz sıkıcı bulup okumayı bırakmıştım.

Aslında, babam yazdığı için sonradan pişmanlık duyduğu bazı kısımlar -ki bunlar özellikle ilginç bulduğum yerler olan ilk bölümlerdi- olduğunu söyleyerek beni tekrar tekrar okumamam için uyardı. “Ama işte!” dedi gülerek. “Ne önemi var ki?”

Ben kitabını baştan sona okumadan yanımdan ayrılmadı. Okuduktan sonra sadece göze aldığı riskleri takdir etmedim, aynı zamanda kendini ifade ettiği karakterle benim tanıdığım hâli arasında büyük bir fark olduğunu görerek çok şaşırdım.

Dönüşünden sonra, maceralarını bana detaylı bir şekilde anlattığında yaptığı şeyler hakkında söyledikleri onun hakkındaki düşüncelerimle uyuşuyordu; ama okuyucunun, ilk ve ikinci ziyareti arasındaki yirmi yılın babamı normalde beklenenden daha çok değiştirmiş olduğunu fark edeceğinden şüphem yok.

Yokluğunun ilk iki ayı boyunca ondan hep haber aldım ve bu ziyaretinde birden fazla yerde bir hafta veya on gün kadar kaldığını öğrenince şaşırdım. 26 Kasımda Erewhon’a gitmek üzere yola çıkacağı limandan mektup yazdı. Görünüşe göre sağlığı ve ruh hâli iyiydi. Daha sonra 27 Kasım 1891’de bu limana yüz pound yollanmasını istediği bir telgraf çekti.

Bu beni de Bay Cathie’yi de şaşırttı, çünkü 26 Kasım ve 27 Kasım arası Erewhon’a gidip gelmesi için çok kısa bir süreydi. Dahası eklediği “Eve geliyorum.” cümlesi oraya gitmekten vazgeçtiğini düşünmemize neden oldu.

Ayrıca bu kadar çok para istemesi de bizi şaşırttı, çünkü yanına ölmeden kısa bir süre önce anneme verdiği küçük gümüş mücevher kutusuna koyduğu yüz pound değerindeki altını almıştı. Aynı zamanda Erewhon’a varınca kendine para sağlamak amacıyla yine yüz bin pound değerinde altın külçeler almıştı.

Bu külçelerin Erewhon’da ülkedeki altın azlığından dolayı Avrupa’da edeceğinin on katı edeceğini de belirtmeliyim. Erewhon’luların madenî paraları tamamen gümüş -ki bunlardan bolca vardı ve İngiltere’deki pahasından daha fazla ediyordu- ya da bolca bulunan bakırdı; ama beş pound’luk gümüş değerinde dediğimiz Erewhon parasıyla bizim yarım altınımız alınamazdı.

Külçeleri on ayrı kahverengi çantaya koymuştu. Bunların kaçarken giymiş olduğu eski Erewhon kıyafetlerini saklayabileceği gizli bölmeleri vardı; böylece altın külçelerle dolu çantadan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymuyordu.

Bu yüzden soyulması olası değildi. Yukarıda bahsettiğim limandan geçiş ücreti, yola çıkmadan önce ödenmişti. Ayrıca onun gibi ucuz alışkanlıkları olan bir adamın bir ayda yüz pound harcaması imkânsız görünüyordu çünkü külçeler bir İngiliz kolonisinde hemen bozdurulabilirdi. Ancak babama parayı gönderip dönmesini beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.

Babamın eski Erewhon kıyafetine dönecek olursam, onu sadece bir anı olarak saklamıştı ve tekrar giymek isteyeceğini hiç düşünmemişti. Bunlar, krala ve kraliçeye yaptığı ziyaret sırasında ona verilen elbise değil; İngiliz montu, korse ve pantolonların yanında kalmasına izin verilmesine rağmen hapse atıldığında kendisine giymesi söylenen günlük kıyafetlerdi.

Kitabından öğrendiğime göre, bu kendi giysileri onun kraliçeye sunduğu şeylerdi (Yram’a hatıra olarak verdiği iki düğme hariç.) ve kraliçe tarafından tahta bir mankenin üzerinde sergilenerek korunuyordu.

Kaçtığında üzerinde olan elbise, annemle beraber denizdeyken kirlenmiş ve fakirlik yılları boyunca ilgilenilmemişti; babam gittiğinde kendisini sıradan bir köylü gibi göstermek istediğinden giysinin kopyalanmasındansa olabildiğince tamir edilmesinin daha iyi olacağını düşündü.

Kıyafet konusunda o kadar tedbirliydi ki İngiliz yapımı botlarının şüphe uyandırabileceği ihtimaliyle Erewhon’dan ayrılırken giydiği botları geçirdi ayaklarına.

Geri dönmek gerekirse şubat ayının başlarında bir gün, gece vakti eve ulaştı ve tek bir bakış, değiştiğini anlamama yetti. “Neler oldu?” dedim; görüntüsünden şoka girmiş bir hâlde. “Erewhon’a gittin mi? Orada sana kötü mü davrandılar?”

“Erewhon’a gittim.” dedi. “Kötü davranmadılar ama aklımı kaçıracağımdan korktum. Daha fazla soru sorma şimdi. Yarın her şeyi anlatacağım. Bırak da bir şeyler yiyeyim ve yatayım.”

Ertesi sabah kahvaltıda karşılaştığımızda beni her zamanki sıcak şefkatiyle selamladı ama hâlâ suskundu. “Kahvaltıdan sonra anlatmaya başlayacağım.” dedi. “Annen nerede? Ben ordayken o…” Sonra aniden hatırladı ve gözyaşlarına boğuldu.

İşte o zaman aklını kaybettiğini anladım ve dehşete kapıldım. Kendine geldiğinde şöyle dedi: “Hatıralar geri geldi ama şimdi bazen boşluk içinde gibiyim ve bu her geçen gün daha da artıyor. Şimdi birkaç saatliğine mantıklı olacağımı söyleyebilirim. Kahvaltıdan sonra çalışma odasına gideceğiz ve yapabilidiğim kadar uzun süre seninle konuşacağım.”

Beni ve ikimizin o an ne hissettiğimiz konusunu bırakalım.

Çalışma odasındayken şunları söyledi: “Benim canım oğlum, kalem, kâğıt al ve sana söylediklerimi not et. Bunların hepsi birbirinden kopuk gibi gelebilir; belki bir gün şunu hatırlayacağım bir gün başka bir şeyi ama her şeyi birden hatırlayacağım çok günüm olmayacak. Sana tutarlı bir sayfa yazdıramam.

Ben öldüğümde sana söylediklerimi birleştirip ve sağlıklı olsaydım benim yapacak olduğum gibi anlatabilirsin ama henüz başlama; bu, şu an değerli insanlara zarar verebilir. Şimdi not al ve hemen iyi bir şekilde düzenle anlattıklarımı, çünkü bana sorular sormak isteyebilirsin ve benim çok fazla vaktim olmayacak. Bunları yayımlamanın kimseye zarar vermeyeceğinden emin olana kadar beklet ve her şeyden önce, Erewhon’un yerine dair, güney yarım kürede olduğu dışında hiçbir şey söyleme; ki korkarım ben bunu çoktan yaptım.”

Bu talimatlara dinimmiş gibi itaat ettim. Dönüşünden birkaç gün sonra, babam birkaç kez hafıza kaybı yaşadı, oysa ben kendisini eski çevresinde bulunca hafızasının geri geleceğini umuyordum.

Bu günler boyunca maceralarını o kadar hızlı anlatıyordu ki eğer stenografi öğrenmeye bir ilgim olmasaydı onları not etmekte zorlanacaktım. Sürekli kendisini yormaması için onu uyardım ama eğer hemen anlatmazsa söylemesi gereken şeyleri bir daha söyleyemeyeceğinden korkuyordu. Bu yüzden, çok korktuğu o mutlak felci hızlandırıyor olduğunu açıkça görsem de durumu kabul etmek zorunda kaldım.

Bazen hikâyeleri sayfalar boyunca tutarsız oluyordu ve her soruyu tereddüt etmeden yanıtlıyordu; bazen ise bir oradaydı bir burada. Ona olayların sıralamasını düzgün yapmasını söyleseydim büyük ihtimalle aradaki olayları unuttuğunu söylerdi ama muhtemelen bu hatıralar sonradan aklına gelirdi ve ben de onları sıraya koyabilirdim.

Yaklaşık on gün sonra, bütün her şeyi öğrendiğime ve yanında getirdiği broşürlerin de yardımıyla birbirine bağlı tam bir hikâye çıkarabileceğime ikna oldu. “Unutma…” dedi. “Erewhon’da bulunduğum süre içinde gayet iyi olduğumu sanıyordum, beni başka bir durumdaymış gibi gösterme.”

Her şeyi söylediğinde zihnen daha rahat göründü ama bir ay geçmeden tamamen felç oldu ve temmuzun başına kadar hayatta kalmasına rağmen, etrafında olanların çok az farkındaydı.

Ölümü, bana babadan çok nazik ve dürüst bir ağabey gibi olan birini elimden aldı ve bugün hâlâ onun etkisini o kadar güçlü bir şekilde hissediyorum ki… Çünkü onun benim içimde olduğuna inanıyorum; öyle ki Fairmead’de Müzikal Bankada gördüğü mezar yazısını kopya etmekten ve mezarında olmasını istediği basit bir heykelin üstüne yazdırmaktan çekinmiyorum.

***

Bundan sonrası 1891 yazında yazıldı; ama şu anda eklediklerimin tarihi 3 Kasım 1900 olarak yazılmalı. Eğer, eserim esnasında, babamı yanlış temsil ettiysem, ki korkarım bazı yerlerde yaptım, okuyucudan hiç kimsenin başkasının hikâyesindeki olay ve karakterleri aktarırken istemeden bazı hatalar yapabileceğini göz önünde bulundurmasını rica ediyorum.

Tabii ki Erewhon’a İkinci Ziyaret’in, Erewhon’un yazarından daha az edebî yeteneği biri olan tarafından yazıldığını anlayacaklar; ama gençliğimi ve bunun ilk kitabım olmasını tekrar göz ardı etmemelerini rica ediyorum. Bu kitap yaklaşık on yıl önce, 1891’in Mart ile Ağustos ayları arasında yazıldı; ama daha önce bahsettiğim nedenlerden dolayı basılamadı. Artık iznim olduğuna göre, sonraki sayfaları tam olarak ya da çok yakın hâlleriyle, babamın günlüklerini düzenlemeyi bitirdiğim zaman bırakıldıkları şekilde yayımlıyorum; bir de kendi ağzından söyledikleri var. Elbette ben İngiltere’yi terk etmek üzereyken alelacele yazılmış bu son birkaç cümle hariç. Erewhon’da harcadığım üç saatten sonraki dönüşümde, 1892’de yaptığım eklemeleri de hariç tutuyorum.

26 258,74 s`om