Kitobni o'qish: «Grimm Masalları»
Grimm Kardeşler, Jacob Grimm (1785-1863) ve Wilhelm Grimm (1786-1859) tanınmış iki Alman masal yazarıdır. Bir yıl arayla Kassel’de bulunan Friedrich Lisesinden mezun olan kardeşler, yine bir yıl arayla Marburg Üniversitesinde hukuk üzerine eğitim aldılar. Küçük kardeş olan Wilhelm Grimm, çalışmalarını folklor ve kütüphanecilik alanları üzerine yoğunlaştırırken ağabeyi Jacob Grimm, diğer incelemelerinin yanı sıra hukuk alanında ilerlemeye devam etti.
Memur bir ailede dünyaya gelen kardeşler çeşitli lehçeleri incelediler; sonrasında köy köy, kasaba kasaba dolaşarak akşam sohbetlerinde yüzyıllardan beri nesilden nesile aktarılan, unutulmaya yüz tutmuş eski Alman şiirlerini, efsanelerini ve masallarını derleyip edebî bir bakışla yeniden kaleme alarak 1812 yılında Çocuk ve Yuva Masalları (Kinder und Hausmärchen) adı altında yayımladılar. Fakat kitap orijinal adıyla değil, Grimm Masalları olarak ünlendi. 1816-1818 tarihleri arasında iki cilt olarak yayımladıkları Alman Efsaneleri (Deutsche Sagen) ise ilk kitaplarından çok daha kapsamlıydı. İçinde kronolojik olarak düzenlenmiş toplam 585 halk efsanesini içeriyordu. Bugün herkes tarafından bilinen ve dinlenen bu masallar, Alman dilinin bütün inceliklerini bünyesinde barındırmaktadır. Çünkü Grimm Kardeşler, derleme esnasında Almancayı ayrıntılı bir şekilde incelemişler ve dilin bugünkü hâlini almasına büyük katkıda bulunmuşlardır. Bu masallar pek çok kez tiyatro, sinema ve televizyon yapımlarına uyarlanmış, yüzün üstünde dile çevrilirken dünyanın en çok satan eserleri arasında yer almıştır.
Grimm Kardeşler’in birlikte kaleme aldıkları eserler yalnızca masal ve halk efsaneleri ile sınırlı değildir. Deutsches Wörterbuch adını taşıyan 33 ciltlik Alman sözlüğü, günümüzde dahi Alman dili ve edebiyatının en önemli kaynaklarından biridir.
Kurbağa Prens
Evvel zaman içinde, birbirinden güzel kızları olan bir kral varmış. Kralın en küçük kızı öylesine güzelmiş ki güneş bile prensesin yüzünde her parlayışında onun eşsiz güzelliğinden büyülenirmiş. Kraliyet şatosunun yakınında büyük, karanlık bir orman; ormanın içinde, yaşlı bir ıhlamur ağacının altında da derin bir kuyu varmış.
Sıcak havalarda küçük prenses serinlemek için ormana gider, ormandaki serin kuyunun kenarına oturur, altın topunu havaya atıp tekrar tutmaya çalışırmış. Bu, prensesin en sevdiği eğlencesiymiş.
Yine günlerden bir gün prenses altın topuyla oynarken havaya attığı top, prensesin küçük ellerine düşeceğine; önce kenarına çarparak kuyunun içine yuvarlanıvermiş. Prenses, topunun kuyunun içinde kayboluşunu izlemiş; üstelik kuyu öylesine derinmiş ki dibini görmek mümkün değilmiş. Prenses; topunun kuyuya kaçmasına öylesine üzülmüş, o kadar çok ağlamış ki onu tekrar neşelendirmek neredeyse imkânsızmış.
Prenses ağlarken aniden, beklenmedik bir ses duymuş:
“Sizi üzen nedir sevgili prensesim? Gözyaşlarınız en taş kalpli kimseyi bile yumuşatır.”
Prenses sesin kimden geldiğini görmek için etrafa baktığında çirkin yüzünü kuyudan çıkartmış, ona bakmakta olan küçük bir kurbağadan başka kimsecikleri görememiş.
“Sen miydin o konuşan? Ağlıyorum çünkü altın topum kuyuya kaçtı.” diye cevap vermiş.
Kurbağa ona:
“Boş ver, ağlama; sana topunu geri getirebilirim. Peki, sen bana karşılığında ne vereceksin?” demiş.
Prenses de: “Ne istersen veririm. Bütün güzel kıyafetlerimi, incilerimi, mücevherlerimi hatta başımdaki altın tacı bile veririm. Yeter ki sen topumu bana geri getir.” diye cevap vermiş.
Bunun üzerine kurbağa:
“Senin kıyafetlerin, incilerin, mücevherlerin ve altın tacın benim işime yaramaz. Ama eğer beni seversen, benimle oyun oynarsan; masanda senin yanında oturmama, senin altın tabağından yemek yememe, senin bardağından su içip senin yatağında uyumama müsaade eder ve bütün bunları yapacağına dair söz verirsen, kuyuya dalıp senin altın topunu geri getirebilirim.” demiş.
Prenses: “Neler saçmalıyor bu kurbağa böyle? Sanki suda yüzüp diğer kurbağalarla vıraklayarak oynamaktan başka bir şey yapabilecekmiş gibi!” diye düşünerek kurbağaya dönüp: “Evet, evet; ne istersen yapacağıma söz veririm. Sen yeter ki topumu bana geri getir.” diye cevap vermiş.
Kurbağa, prensesin cevabını duyar duymaz kuyuya dalıp gözden kaybolmuş ve çok geçmeden ağzında prensesin altın topuyla çıkagelmiş. Topu çimlerin üzerine fırlatmış.
Prenses, oyuncağına tekrar kavuştuğuna öylesine sevinmiş ki topunu aldığı gibi koşa koşa saraya gitmiş.
Kurbağa: “Dur, dur bekle, beni de götür; ben senin kadar hızlı koşamam!” diye prensesin arkasından seslendiyse de hiç faydası olmamış.
Prenses, kurbağanın seslenmelerine hiç kulak asmadan hızla evine gidip çaresizce kuyusuna geri dönen zavallı kurbağayı ve onunla konuştuklarını da hemencecik unutuvermiş.
Ertesi gün genç prenses, kral ve diğer prenseslerle beraber yemeğe oturup altın tabağından yemek yerken sarayın mermer merdivenlerinden pıtır pıtır çıkmakta olan birinin sesi duyulmuş, derken sarayın kapısını çalınmış ve garip bir ses: “Kralımızın küçük prensesi, kapıyı aç da gireyim.” diye seslenmiş.
Küçük prenses, kimin geldiğine bakmak için kapıya koşmuş ve kapıyı açar açmaz da karşısında kurbağayı görmüş ancak onu içeri almak yerine, hızla kapıyı kapatıp endişeli bir hâlde yerine geri oturmuş.
Genç prensesin heyecanını fark eden kral: “Güzel kızım, seni korkutan nedir? Yoksa kapıda seni almaya gelmiş, korkunç bir dev mi var?” diye sormuş.
“Hayır, hayır; dev değil, sadece çirkin bir kurbağa.” diye cevap vermiş prenses.
Kral: “O hâlde ne istiyor bu kurbağa senden?” diye sorunca prenses: “Ah sevgili babacığım, dün ormandaki kuyunun kenarında oturup altın topumla oynarken topumu kuyuya düşürdüm. Ben topumun arkasından ağlarken bu kurbağa geldi ve onunla arkadaş olmam şartıyla bana topumu geri getirdi. Onun sudan çıkıp da peşimden buralara kadar gelebileceğini hiç düşünemedim. Ama nasıl olduysa gelmiş ve şimdi de onu içeri almamı istiyor.” diye açıklamış.
Derken kapı ikinci kez çalmış ve kurbağa şöyle seslenmiş:
Sevgili prensesim, çık kapıya!
Aç kapıyı, gerçek aşkına
Serin suların yanında ve orman gölgesinin altında
İkimizin konuştuklarını hatırla!
Bunun üzerine kral: “Eğer birine bir söz verdiysen tutmalısın kızım. O yüzden şimdi git ve kapıyı aç.” demiş.
Prenses gidip kapıyı açmış ve kurbağa içeri zıplamış. Yerine oturuncaya dek prensesin arkasından gelmiş ve oracıkta durup: “Beni eline al ve yanına oturt.” demiş.
Prenses, kurbağanın isteğini yerine getirmekte tereddüt edince kral, prensese kurbağanın dediklerini yapmasını söylemiş. Kurbağa önce sandalyeye sonra da masaya çıkmak istemiş. Bu sefer de: “Altın tabağını biraz yanaştır, bana yer aç ki beraber yemek yiyebilelim.” demiş.
Prenses, kurbağanın dediğini yapmış ama her hâlinden ne kadar isteksiz olduğu da anlaşılıyormuş. Kurbağa iştahla yemeğini yerken prensesin her lokması neredeyse boğazına diziliyormuş.
Sonunda kurbağa: “Yeterince yedim, uykum da geldiğine göre artık beni odana götürebilirsin; ipekli yatağını da hazırla ki yatıp uyuyalım.” demiş.
Genç prenses; kendi güzel, temiz yatağında yatmak isteyen kurbağadan korktuğu için ağlamaya başlamış.
Kral bu duruma kızarak: “Mademki topunu geri almak için bir söz verdin, şimdi sözünü tutmalısın.” diye tekrar uyarmış kızını.
Prenses, kurbağayı tutup kaldırarak odasına çıkarmış ve bir köşeye bırakıvermiş. Prenses uyumak için yatağına uzandığında kurbağa usulca yatağa yaklaşarak: “Benim de en az senin kadar uykum var. Beni alıp yatağa koy da uyuyalım yoksa babana söylerim.” demiş.
O an prenses hışımla kurbağayı eline aldığı gibi duvara fırlatarak: “Yeter artık, sus, seni çirkin kurbağa!” diye haykırmış.
Kurbağanın yere düşmesi üzerine öldüğünü sanarak korkuya kapılan prenses, kurbağanın yüzüne bir öpücük kondurmuş. Prenses öper öpmez kurbağa; birdenbire muhteşem gözleri olan, yakışıklı bir prense dönüşüvermiş. Gerçekler ortaya çıkınca kralın da izniyle prens ve prenses evlenmişler. Prens, kendisinin kötü bir cadı tarafından lanetlenip kurbağaya dönüştürüldüğünü ve bir prensesten başka hiç kimsenin onu eski hâline getiremeyeceğini anlatmış. Prens ve prenses, prensin sarayına gidip orada yaşayacaklarmış.
O sırada sarayın önüne başlarında beyaz tüyler bulunan, altın eyerli sekiz tane beyaz atın çektiği, güzel bir at arabası gelmiş. Hemen arkasında da genç prensin sadık hizmetkârı Henry durmaktaymış.
Meğer sadık Henry, çok sevdiği efendisinin bir kurbağaya dönüşmesine öylesine üzülmüş ki kalbi acı ve endişeden parçalanmasın diye ona üç demir şerit takmak zorunda kalmış. At arabası, prens ve prensesi, prensin sarayına götürmek için yola çıkmaya hazırlanırken sadık Henry de tekrar efendisinin hizmetinde olmaktan son derece mutluymuş.
Tam yolu yarıladıklarında prens, at arabasının arkasından sanki bir şeyler kırılmış gibi bir ses geldiğini duymuş. Arkasını dönüp Henry’ye: “Henry, tekerlekler kırılıyor olmalı!” diye seslenmiş.
Henry de ona:
Tekerlek değil kırılan,
Şeritler kalbime sarılan.
Kalbim dağılmasın diye,
Senin ardından yas tutarken diye cevap vermiş.
Birazdan, aynı ses tekrar duyulmuş ve prens yine tekerleklerin kırıldığını sanmış ancak bu ses artık çok mutlu ve rahatlamış olan sadık Henry’nin kalbinden çözülen demir şeritlerden geliyormuş.
Terzi ve Dev
Kendini beğenmiş, kibirli terzinin biri; bir gün başını alıp dünyayı gezip görmek için başka diyarlara gitmiş. Gönlünce bir o yana bir bu yana, dere tepe, dağ bayır, durmaksızın başıboş hâlde dolaşmış. Yine bir gün gezerken uzaklarda dik bir tepe ve hemen arkasında da vahşi kara ormandan çıkıp bulutlara yükselen büyük bir kule görmüş.
Terzinin kafasında şimşekler çakmış, meraktan delirmiş ve ne olduğunu görmek için gözü pek bir hâlde kuleye doğru yürümüş. Kuleye yaklaştığında aslında onun bir adımını dik tepenin diğer yanına atmış hâlde ayakta dikilen, koskocaman bir dev olduğunu görünce gözleri ve ağzı şaşkınlıktan açık kalmış.
Terziyi gören dev, gökleri gürleten şiddetli sesiyle: “Sen burada ne arıyorsun, seni küçük insan yavrusu!” diye haykırmış.
Terzi: “Ben sadece bu ormanda kendime göre yiyecek bir şeyler bulabilir miyim diye bakmaya gelmiştim.” demiş, inleyen bir sesle.
Dev de ona: “Eğer bütün istediğin buysa yanımda kalıp bana hizmet edebilirsin.” demiş.
Terzi: “Eğer istersen neden olmasın. Peki, karşılığında ne alacağım?”
“Sana karşılığında ne alacağını söyleyeceğim. Ayrıca her yıl tekrar anlaşma yaparız. Bu, sana uyar mı?” diye sormuş dev.
Terzi de: “Tamam, anlaştık.” diye cevap vermiş. Ama kendi kendine: “İnsan ayağını yorganına göre uzatmalı. İlk fırsatta buradan kaçmalıyım.” diye düşünmüş.
Bunun üzerine dev, terziye: “Git bana bir testi su getir bakalım baldırı çıplak.” demiş
“İstersen kuyuyu olduğu gibi getireyim. Hatta bütün pınarı alıp geleyim.” demiş, palavracı terzi ve ibriği alıp suyun kıyısına gitmiş.
“Neee! Koskoca kuyuyu, hatta bütün pınarı mı?” diye hırıldanmış şapşal dev kendi kendine ve biraz korkmaya başlamış. “Bu düzenbaz, aptal değil ya büyücü olmalı. Kendini koru yaşlı Hans, bu pek de senin dişine göre biri değil.” diye düşünmüş.
Terzi suyu getirdiğinde dev, ona ormana gidip bir deste odun kesip getirmesini söylemiş.
“Neden bir çırpıda bütün ormanı getirmeyeyim ki? Yaşı, kurusu, çalı çırpısı; ne var ne yoksa her şeyi!” diyerek ormana odun kesmeye gitmiş.
“Neee! Tüm ormanı mı? Yaşı, kurusu, çalı çırpısı; ne varsa hepsini mi? Hatta koskoca kuyuyu ve bütün pınarı da mı?” diye şaşırmaya ve korkmaya devam ederken yine kendi kendine şöyle düşünmüş budala dev: “Bu bacaksızda daha çok numara vardır, kesinlikle bir büyücü olmalı. Kendini koru yaşlı Hans, bu pek de senin dişine göre biri değil.”
Terzi odunları getirdiğinde dev, ondan akşam yemeği için iki-üç vahşi domuz vurup getirmesini istemiş.
“Neden onun yerine tek seferde bin tanesini vurup hepsini birden getirmiyorum ki?” demiş bu sefer, gösteriş budalası terzi.
“Neee! Neyse tamam, bu gecelik bu kadar yeter. Şimdi git yat.” diye haykırmış korkak dev.
Dev öylesine korkmuş ki bütün gece bu uğursuz büyücüden nasıl kurtulacağını düşünmekten gözünü bir kere bile kırpmamış.
Ertesi sabah terzi ve dev birkaç söğüt ağacıyla çevrili bir bataklığa gitmişler. Dev demiş ki: “Dinle terzi; şu söğüt dallarından birine otur bakalım, dalı eğebilecek kadar ağır olup olmadığını görmek için can atıyorum.”
Terzi, nefesini tutarak dalın üzerine oturur oturmaz dal bükülsün diye bütün ağırlığını vermiş. Nefes vermek zorunda kaldığında öyle hızlı bir şekilde havaya fırlamış ki bir daha onu hiç gören olmamış. Ahmak dev de rahata ermiş. Eğer terzi tekrar yere düşmediyse hâlâ gökyüzünde bir yerlerde süzülüyor olmalı.
Fakir Çiftçi
Pek çok varlıklı çiftçinin yaşadığı bir köy varmış. Herkesin “Fakir Çiftçi” diye tanıdığı, yoksul bir çiftçi de bu köyde yaşarmış. Fakir Çiftçi ve eşinin ne tek bir inekleri ne de bir inek alabilecek paraları varmış. Fakir Çiftçi ve karısı, bir inekleri olmasını çok istiyorlarmış.
Fakir Çiftçi, bir gün karısına: “Dinle karıcığım, iyi bir fikrim var; senin marangoz deden bize ahşaptan bir buzağı yapacak ve diğer buzağılara benzemesi için onu kahverengiye boyayacak. Belki o buzağı zamanla büyüyüp gerçek bir inek olur.”
Bu fikir kadının hoşuna gitmiş. Bunun üzerine marangoz büyükbaba; rendeyi, testereyi alıp işe koyulmuş ve sonunda yere eğilmiş başı, uzanmış boynu ile sanki otluyormuş gibi görünen ahşaptan bir buzağı yapmış.
Ertesi sabah inekler çayıra otlatılmaya götürülürken Fakir Çiftçi, çobana seslenmiş: “Buraya bak, benim de otlamaya gidecek küçük bir buzağım var ama çok küçük olduğu için onu kucağına alman gerek.” demiş.
Çoban: “Tamam.” demiş ve buzağıyı kolunun altına alarak çayırlara götürmüş, çimenlerin üzerine koymuş. Tabii ki buzağı konulduğu yerde kalmış ve sürekli otluyormuş gibi görünüyormuş. Çoban kendi kendine: “Eğer bu hızla otlamaya devam ederse çok yakında palazlanıp kendiliğinden yürüyebilir.” diye düşünmüş.
Akşam olup da sürü eve döneceği zaman çoban, buzağıya: “Eğer bu şekilde yemeye devam edersen kendi başına yürüyebileceksin; ben de seni taşımak zorunda kalmayacağım.” diyerek onu çayırda bırakmış.
Akşam olduğunda Fakir Çiftçi kapısının önüne çıkmış, buzağısının yolunu gözlüyormuş. Sürüyü köye girerken gördüğünde buzağısının aralarında olmadığını fark edince çobana bunun ne anlama geldiğini sormuş.
Çoban: “Senin buzağı hâlâ çayırda otluyor, çağrıma kulak asmadı ve diğerleriyle gelmedi.” diye açıklamış.
Fakir Çiftçi de: “Ben buzağımı geri istiyorum!” diye tutturmuş.
Bunun üzerine birlikte çayıra, buzağıyı aramaya gitmişler ancak buzağı yokmuş; birileri onu çalmış. Çoban, Fakir Çiftçi’ye: “Sanırım senin buzağın kaçmış.” demiş.
Bunun üzerine Fakir Çiftçi, çobandan şikâyetçi olmuş ve onu mahkemeye, hâkimin önüne çıkartmış. Hâkim de çobanı, dikkatsizliği yüzünden kaybettiği buzağının yerine Fakir Çiftçi’ye yeni bir inek vermekle cezalandırmış.
Ve böylece Fakir Çiftçi ve karısı, çok uzun zamandır diledikleri ineğe kavuşmuşlar. İlk başta çok sevinmişlerse de bu ineğe verecek hiç yemleri yokmuş. Ona yiyecek hiçbir şey veremedikleri için çok geçmeden onu öldürmek zorunda kalmışlar. Etini tuzlamışlar; derisini de karşılığında yeni bir inek alabilmek için kasabaya, satmaya götürmüşler.
Fakir Çiftçi kasabaya giderken bir değirmenin önünde, kanatları kırık hâlde yerde yatan bir kargaya rastlamış. Acıyarak kargayı olduğu yerden almış ve elindeki deriye sarmış. Sonra da hava fırtınalı olduğu ve şiddetli yağmur yağdığı için değirmene girip sığınmak istemiş.
Değirmencinin karısı evde yalnızmış, Fakir Çiftçi’yi içeri alıp: “Yerdeki sazların üzerinde uyuyabilirsin.” demiş. Ona bir parça ekmek ve peynir vermiş. Fakir Çiftçi karnını doyurduktan sonra, içinde karga olan deriyi de yanına alıp yatmış. Değirmencinin karısı onun, yorgunluktan uyuduğunu sanmış. Bir süre sonra kapıya başka bir adam gelmiş. Değirmencinin karısı: “Kocam dışarıda, bu gece çok eğleneceğiz.” diyerek adamı coşkuyla karşılamış.
Fakir Çiftçi, onların konuşmalarını dinlemiş ve eğlenceden bahsedildiğini duyup da kadının yeni misafirine rosto, salata, pasta ve biraz da içecek ikram ettiğini görünce kendisinin sadece peynir ve ekmekle geçiştirildiğini düşünerek sinirlenmiş. Adamla kadın ziyafete otururlarken kapı çalmış.
Kadın: “Aman Allah’ım, bu kocam!” diye haykırmış. Derhâl eti fırına kaldırmış; içecekleri yastığın arkasına, salatayı yatağın içine, pastayı yatağın altına, adamı da dolaba saklayıvermiş.
Sonra da kapıyı açarak: “Şükürler olsun geldin! Bu ne biçim bir hava, dünyanın sonu mu geldi ne!” diyerek kocasını karşılamış.
Değirmenci, sazlıkların üzerinde yatan Fakir Çiftçi’yi gördüğünde: “Bu adam burada ne arıyor?” demiş. Kadın da: “Bu zavallı adam fırtınaya yakalanmış, gelip sığınmak istedi. Ben de ona biraz peynir ve ekmek verdim, üzerine yatsın diye de yere birkaç sazlık serdim.” diye cevap vermiş.
Kocası: “İyi tamam, buna itirazım yok da sen bir an önce gidip bana yiyecek bir şeyler getir.” demiş.
Kadın: “Ekmek ve peynir dışında yiyecek hiçbir şey yok.” diye karşılık vermiş.
Adam: “Peki, ne varsa onu yerim ben de!” dedikten sonra yerde yatan Fakir Çiftçi’ye bakmış. Sonra ona: “Gel şöyle de bana eşlik et!” demiş.
Fakir Çiftçi, adamın ikinci kez sormasına izin vermeden oturmuş masaya. Bir süre sonra değirmenci; yerde duran, içinde karga sarılı deriyi fark etmiş ve: “Bu da ne böyle?” diye sormuş.
Fakir çiftçi: “Bunun içinde bir kâhin var.” diye cevap vermiş.
Değirmenci: “Peki benim geleceğimi söyleyebilir mi?” diye sorduğunda Fakir Çiftçi bunun mümkün olduğunu söyleyerek şöyle demiş:
“Kâhin sana dört şey söyleyecek ama beşinciyi kendisine saklayacak.”
İyice meraklanan değirmenci: “Tamam, söylesin bakalım hadi.” demiş.
Fakir Çiftçi kargaya bir çimdik atmış, karga: “Gak!” demiş.
“Ne dedi peki?” diye sormuş hemen değirmenci. Çiftçi de: “Şu yastığın arkasında içeceklerin olduğunu söylüyor.” diye cevaplamış.
Değirmenci: “Keşke olsa! Ne güzel olur.” demiş ve yastığın altına bakmaya gitmiş, içecekleri bulunca çok sevinmiş. Hevesle: “Eee, peki başka?” diye sormuş.
Fakir Çiftçi, kargayı tekrar çimdikleyip “Gak!” dedirtmiş. “Bu sefer de fırında bir rosto olduğunu söylüyor.”
Değirmenci yine: “Keşke olsa! Ne güzel olur.” demiş ve gidip fırındaki eti bulmuş.
Fakir Çiftçi, kargayı tekrar konuşturunca: “Şimdi de yatağın içinde salata olduğunu söylüyor.” demiş.
Değirmenci: “Keşke olsa! Ne güzel olur.” demiş ve gidip yatağa baktığında salatayı da bulmuş.
Fakir Çiftçi bir kere daha kargayı çimdikleyip öttürdükten sonra: “Dördüncü ve son olarak da yatağın altında pasta olduğunu söylüyor.” demiş.
Değirmenci yine: “Keşke olsa! Ne güzel olur.” diyerek gidip pastayı da bulmuş. Sonra ikisi birden masaya oturmuşlar.
Değirmencinin karısı öyle endişelenmiş ki dolabın anahtarını da yanına alıp, gidip yatmış.
Değirmenci beşinci kehanetin ne olduğu konusunda çok meraklanınca Fakir Çiftçi: “Önce afiyetle bulduklarımızı yiyelim de sonra beşinci kehanetle ilgili konuşuruz.” demiş.
Böylece oturup yemeklerini yemişler ve yerken de değirmencinin beşinci kehaneti öğrenmesi karşılığında ne kadar vereceği üzerine konuşmuşlar. Sonunda üç yüz lirada anlaşmışlar.
Çiftçi, kargayı bir kez daha çimdiklemiş. Karga yüksek sesle: “Gak!” diye ötmüş. Değirmenci ne dediğini sorunca da Fakir Çiftçi bu sefer: “Giysi dolabında şeytan varmış. Onu söylüyor.” demiş.
Değirmenci: “O şeytan, o dolaptan çıkmalı.” diyerek dolaba yöneldiği sırada Fakir Çiftçi de değirmencinin karısının elinden anahtarları alıp dolabı açmış. Dolapta saklanmakta olan adam, bir hışımla fırlayarak evden kaçmış.
Bunun üzerine değirmenci: “O düzenbazı kendi gözlerimle gördüm, hele şükür!” diye haykırmış.
Fakir Çiftçi ertesi sabah değirmenciden aldığı üç yüz lirasıyla beraber oradan ayrılmış. O günden sonra Fakir Çiftçi’nin hayatı gitgide düzelmeye başlamış. Kendisine güzel bir ev yapmış. Köydeki diğer çiftçiler de bu durum karşısında: “Fakir Çiftçi gökten altın liraların yağdığı bir yerlere gitmiş ve oradan çuvalla altın getirmiş olmalı.” diye arkasından konuşuyorlarmış.
Sonunda Fakir Çiftçi bu ani zenginliğinin nereden geldiğini açıklamak üzere mahkemeye çıkartılmış. Mahkemede sadece: “İneğimin derisini üç yüz liraya sattım.” demiş. Başka da bir şey anlatmamış.
Bunu duyan diğer çiftçiler bu fırsattan yararlanmak istemişler; hemen eve koşup, ineklerini kesip Fakir Çiftçi’nin sattığı fiyata satmak üzere derilerini yüzmüşler. Hâkim: “Ben onlardan önce davranmalıyım.” diyerek kendi hizmetçisini kasabaya, deri alıcısına yollamış ancak alıcı deriye sadece üç lira vermiş. Diğer çiftçiler derilerle geldiklerinde o kadar bile alamamışlar. Alıcı: “Ben bu kadar çok deriyi ne yapayım?” diye hepsini geri çevirmiş.
Çiftçiler, kendilerine yanlış bilgi veren Fakir Çiftçi’ye kızmışlar ve hep birlikte ondan intikam almaya karar vermişler. Gidip onu hâkime şikâyet etmişler. Zavallı Fakir Çiftçi, üzerinde delikler olan bir fıçıya konulup suya atılarak ölüme mahkûm edilmiş.
Cezası gerçekleşmeden önce bir rahip onun için dua okumaya gelmiş, bu sırada diğer insanlar da uzaktan olanları izliyormuş. Fakir Çiftçi; rahiple göz göze geldiğinde onun değirmencinin evinde, giysi dolabında saklanan adam olduğunu fark etmiş ve ona demiş ki: “Ben senin dolaptan kaçmana nasıl yardım ettiysem sen de beni bu fıçıdan kurtarmalısın.”
O sırada yanlarından, sürü otlatan bir çoban geçmekteymiş. Çobanın en büyük dileğinin bir gün hâkimlik yapmak olduğunu bilen Fakir Çiftçi, bütün gücüyle: “Hayır yapmayacağım, oturmayacağım!” diye bağırmış.
Bunu duyan çoban, yanlarına gelip: “Neyi yapmayacaksın?” diye sormuş. Fakir Çiftçi de ona: “Bu fıçının içinde oturursam beni hâkim yapacaklarmış ama oturmayacağım!” demiş.
Çoban: “Hâkim olmak için tek yapılması gereken buysa ben fıçının içinde memnuniyetle otururum.” demiş.
Çiftçi ona: “Evet, tek yapılması gereken bu, fıçının içine girersen hâkim olacaksın.” diye karşılık vermiş. Çoban bunu kabul edip fıçıya girmiş. Çiftçi, fıçıyı kapattıktan sonra koyun sürüsünü toplayıp oradan uzaklaşmış.
Rahip, köy halkına duanın bittiğini söylemiş. Onlar da gelip fıçıyı suya doğru yuvarlamaya başlamışlar. Fıçı yuvarlandıkça içindeki çoban: “Durun! Ama ben hâkim oldum!” diye bağırıyormuş.
Onlar, bağıranın Fakir Çiftçi olduğunu sandıklarından: “Tamam o zaman, suyun dibini bir boyla da gör bakalım!” diyerek fıçıyı suya yuvarlamışlar.
Sonra da çiftçiler köylerine doğru yola koyulmuşlar. Köye vardıklarında bir koyun sürüsünü otlatmakta olan, hâlinden memnun ve sakin görünen Fakir Çiftçi’ye rastlayınca şaşırmışlar.
“Fakir Çiftçi! Sen o sudan nasıl çıktın, buraya nasıl geri döndün?” diye sormuşlar.
Çiftçi: “Çok kolay; dibe inene kadar battım, sonra da fıçıyı kırıp çıktım. Bir çıktım, baktım ki orada muhteşem çayırlar ve otlayan bir sürü koyun var. Ben de bu sürüyü alıp yanımda getirdim.” diye açıklamış.
Çiftçiler: “Peki geriye koyun kaldı mı daha?” diye sorunca da onlara: “Kalmaz mı? Hem de istemeyeceğiniz kadar çok.” demiş.
Bunu duyan köylüler, gidip suyun dibinden kendilerine de birkaç koyun almaya ve sürü oluşturmaya karar vermişler. Hâkim yine: “İlk ben gideceğim.” diye atılmış ve hep birlikte yola koyulmuşlar.
Masmavi gökyüzündeki küçük yumuşak görünüşlü bulutlar, öyle çok koyunları andırıyormuş ki bunların suya yansımasını gören çiftçiler: “Suyun dibindeki şu koyunlara bakın.” diye bağrışmışlar.
Hâkim yine hemen öne atılıp: “Önce ben gidip bakayım, siz bana bakadurun eğer her şey yolundaysa ben sizi çağırırım.” diyerek foşurt diye suya atlayıvermiş. Diğerleri çıkan sesin: “Aşağıya gelin.” anlamına geldiğini sanarak arka arkaya suya atlamışlar.
Böylece köyün bütün sahipleri yok olup gitmiş. Fakir Çiftçi de köyün tek sahibi olarak çok varlıklı bir şekilde yaşamaya devam etmiş.