Kitobni o'qish: «Yusufçuklar Oldu Mu»
İSMAİL BOZKURT
(Kısa Özgeçmiş)
24 Şubat 1940 yılında Güney Kıbrıs’taki Lârnaka ilçesine bağlı Boğaziçi/Aytotoro köyünde doğdu. 1958’de Mağusa Namık Kemal Lisesi’ni, 1962’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi.
Lisede öğrenci iken, gizli direniş örgütü Türk Mukavemet Teşkilâtı’na (TMT) katıldı. Üniversitede Siyasal Bilgiler Fakültesi Kıbrıslı Öğrenciler Derneği’nin başkanlığını yaptı.
1962’de üniversiteden mezun olunca Türk Cemaat Meclisi’nin “Belediyeler Müfettişliği” görevine getirildi. 1963 yılında EOKA’nın Türkler’i topluca imha etmeye yönelik “Akritas” planını uygulamaya koyması üzerine, Türk Mukavemet Teşkilâtı (TMT) saflarında silahlı direnişe katıldı. 1964 – 1967 arasında Geçitkale – Boğaziçi bölgesini oluşturan köylerin “Mücahit Komutanı” olarak görev yaptı. Bu sırada “Mücahit” adlı haftalık bir gazete yayımladı.
Boğaziçi Aytotro/Yeniboğaziçi Spor Kulübü, Kıbrıs Mülkiyeliler Birliği, Kıbrıs Türk Sanatçı Ve Yazarlar Birliği başkanlıkları; Beşparmak Düşünce Grubu Genel koordinatörlüğü yaptı.
Siyasal yaşamında aşağıdaki görevlerde bulundu:
• 1970 – 1990 arasında 4 dönem milletvekilliği,
• 1973-75 arasında Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı,
• 1975-76 ve 1983-85’te iki Kurucu Meclis üyeliği,
• 1983 – 1987 arasında Toplumcu Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı ve bu sıfatla Ana Muhalefet Liderliği,
• 1985-86 arasında KKTC Turizm ve Kültür Bakanlığı. Siyasal yaşamında Kıbrıs Türk Halkı’nın çok partili demokratik hayata geçmesinde, Anayasa ile birçok yasanın yapılmasında etkin oldu. Kültür Bakanlığı döneminde birçok ilklere imza attı.
1990’da muhalefet partilerinin ortak adayı olarak Cumhurbaşkanlığına aday oldu, seçimi kaybedince aktif politikadan ayrıldı.
1995-2002 yılları arasında Doğu Akdeniz Üniversitesi bünyesi içinde, Kıbrıs Araştırmaları Merkezi’nin başkanlığını, Kıbrıs Araştırmaları Dergisi (Journal for Cyprus Studies)’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı.
1998’de Türk dili, edebiyat ve çeviri dergisi Turnalar’ı çıkarmaya başladı. 2013’e kadar bu derginin genel yayın yönetmenliğini yaptı.
Çeşitli yayın organlarında çok sayıda denemesi, makalesi, gezi notları ve köşe yazıları yayınlandı. Çok sayıda uluslararası bilimsel toplantı organize etti ve pek çoğuna katılarak bildiriler sundu. Bu bildirilerin sayısı yüze yaklaşır. Bazıları değişik dillerde yayınlandı.
KKTC’de yayımlanan günlük gazetelerde, değişik dergiler ve bazı İnternet gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.
1998’da kuruluşundan beridir KIBATEK (Kıbrıs, Balkanlar, Avrasya Türk Edebiyatları Vakfı)’in başkanlığını yürütmekte olup dünyanın değişik yerlerinde, yaklaşık 30 edebiyat sempozyumunun organizasyonunu yapılmasında etkin oldu.
Merkezi Berlin’de bulunan PIAC(Permanent International Altaistic Conference/Daimi Altay Bilimleri Konferansı), KKTC Kültür Sanat Danışma Kurulu ve Beşparmak Düşünce üyesidir.
Evli olup birisi kız üç çocuk babasıdır. İkisi kız, ikisi erkek dört torunu vardır.
Ödülleri:
Çok sayıda ulusal ve uluslararası ödüller kazandı.
Bu ödüller arasında üç kez aldığı Necati Özkan Ödülü, Türk Dünyasına Hizmet Ödülü, Balkanlar Türk Kültürüne Hizmet Ödülü, DAÜ Vefa Ödülü gibi ödüller var.
Makedonya’nı Struga Belediyesi ile Romanya’nın Doğu-Batı Akademisi ona onur beratı verdi.
Ali Diplomasi Üniversitesi (Bakû), Vektor Uluslararası İlim Merkezi (Bakû), Asya Üniversitesi (Bakû) tarafından üç kez fahrî doktora ünvanı ile onurlandırıldı.
16 ülkeden 30’u aşkın edebiyat dergisinin genel yayın yönetmeninin oluşturduğu “Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi” tarafından “2014 Yılı Türk Dünyası Edebiyat Adamı” olarak seçildi.
Yayınlanmış Eserleri:
• Kızıl Meydanda Bir Uçak (Gezi Notları – 1987)
• Yusufçuklar Oldu Mu? (Roman – 1991, 2. Baskı: 1999, 3. Baskı 2007)
– Makedonya Birlik Gazetesi’nde tefrika edildi.
Aşağıdaki dillere çevrilip ülkelerinde yayımlandı:
– Makedonca (2000 – Çeviri: Drita Karahasan);
– Bulgarca’ya (2000 – Çeviri: İsmail Çavuşev);
– Azerbaycan Türkçesi’n (2005 – Aktarma: Prof. Dr. Elçin İskenderzade – Oktay Hacımusalı) çevrilip yayınlandı.
• Mangal (Roman – 1995; 2. Baskı: 1997)
Aşağıdaki dillere çevrilip ülkelerinde yayımlandı:
– Makedonca (2002 – Çeviri: Esad Bayram)
– Özbekçe (2009 – Çeviri: Babahan Şerif)
• Puşkin’in Ağacı (Deneme – 2001)
• Bir Gün Belki (Roman – 2003; 2. Baskı: 2005)
Aşağıdaki dillere çevrilip ülkelerinde yayımlandı:
– Azerbaycan Türkçesi (2005 – Aktarma: Prof.Dr. Elçin İskenderzade – Oktay Hacımusalı) Rusça (2005 – Çeviri: Doç.Dr. Fedora Arnaut)’da yayınlandı.
“ Bir Gün Belki ” Azerbaycan’da 2004 yılının en iyi kitabı seçildi.
• Bir Gecede (Roman – 2005)
– Destanlaştırılarak Gagauz Türkçesi (2005) ve Ukranca (2005)’da yayınlandı.
• Bücür İle Gölge (Öykü – 2006)
– ”Hikayeler” adı ile Azerbaycan Türkçesi’ne aktarıldı.
• Evliya Çelebinin İzinde Kuzey Kıbrıs Seyahatnamesi (Gezi –2011)
• Kıbrıs Türk Halkı’nın Siyaset Kurumu Üzerine Deneme (Deneme – 2015)
• Kaza (Roman – Ekim 2016)
Değişik öyküleri çok sayıda dile çevrilerek ilgili ülkelerde yayımlandı.
Yayıma Hazırladığı (Editörlüğünü Yaptığı) Eserler:
• Birinci Uluslararası Kıbrıs ve Balkanlar Türk Edebiyatları Sempozyumu (1998 ), Ayşen Dağlı ve M.Kansu ile birlikte)
• Birinci Uluslararası Kıbrıs ve Balkanlar Türk Edebiyatları Sempozyumu Şiir Gecesi (1998 – Ayşen Dağlı ve M.Kansu ile birlikte)
• Second International Congress for Cyprus Studies Volume 1a Papers Presented in English, Cyprus Issue – History (1999 – Edited with Hüseyin Ateşin & M.Kansu)
• Second International Congress for Cyprus Studies Volume 1b Papers Presented in English, Economics & Miscellaneous (1999 – Edited with Hüseyin Ateşin & M.Kansu)
• İkinci Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi Cilt 2, Türkçe Bildiriler, Tarih – Kıbrıs Sorunu (1999 – Hüseyin Ateşin ve M.Kansu ile birlikte)
• İkinci Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi Cilt 3, Türkçe Bildiriler, Edebiyat – Sanat (1999 – Hüseyin Ateşin ve M.Kansu ile birlikte)
• İkinci Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi Cilt 4, Türkçe Bildiriler, Halkbilim – Çeşitli Konular (1999 – Hüseyin Ateşin ve M.Kansu ile birlikte)
• İz Bırakan Kıbrıslı Türkler 1. Sempozyumu: Niyasi Berkes (1999)
• Üçüncü Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi / Proceedings of the Third International Congress for Cyprus Studies, Cilt/Volume: 1, Tarih / History (2000)
• Üçüncü Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi / Proceedings of the Third International Congress for Cyprus Studies, Cilt/ Volume: 2, Dil ve Edebiyat / Linguistics & Literature (2000)
• Üçüncü Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi / Proceedings of the Third International Congress for Cyprus Studies, Cilt / Volume: 3, Kıbrıs Sorunu ve Turizm / Cyprus Issue & Tourism (2000)
• Üçüncü Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi / Proceedings of the Third International Congress for Cyprus Studies, Cilt/Volume: 4, Halkbilim ve Çeşitli Konular / Folklore & Miscellaneous (2000)
• IV. Uluslararası Gagauz Halk Kültürü Sempozyumu (2001 – Fedora Arnaut ile birlikte)
• KIBATEK Süreci (2002 – Bülent Fevzioğlu ile birlikte)
• KIBATEK Edebiyat Sempozyum (? – Kafiye Yınanç ve Metin Turan ile birlikte)
• KIBATEK-YDÜ XI. Uluslararası Edebiyat Şöleni – Bildiriler (2005 – Ali Nesim ve Şevket Öznur ile birlikte)
• Yeniboğaziçi Halk Kültürü (2006 – Fedora Arnaut ile birlikte)
• Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri, Cilt I Bildiriler (Ali NESİM ile birlikte), Lefkoşa, 2008.
• Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri, Cilt II Sunumlar (Ali NESİM ile birlikte), Lefkoşa, 2008.
• Kıbrıs Türk Varoluş Savaşımının Edebiyata Yansıması (Cemal Bayak ile birlikte), Lefkoşa, 2010.
• Sağlık Ve Edebiyat, Lefkoşa 2012.
• Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri, Cilt I Bildiriler/Sunumlar, Lefkoşa, 2014.
• Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri, Cilt II Bildiriler/Sunumlar Lefkoşa, 2014.
• Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi Ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri, Cilt II Bildiriler/Sunumlar Lefkoşa, 2014.
YUSUFÇUKLAR OLDU MU?
I
Lefkoşa-Gazimağusa karayolunun geçtiği Mesarya Ovası, bu yaz gününün öğle saatlerinde, gölgede 40 derecenin üzerindeki ısı ile kavruluyordu. Büyük bir hızla Gazimağusa’ya doğru giden arabanın açık camından içeriye esen yel, bir fırından çıkıyormuşçasına sıcaktı. Kemal, çocukluğunda annesinin yaktığı ekmek fırınını anımsadı. Fırının içine atılan çalı çırpı, azgan ve odunlar çatır çutur yanarken ateşin karşısında durmayı çok severdi. Şimdi arabanın açık camından içeri giren sıcak yel gibi, fırının önünde de yüzünü sıcak bir yel yalayıp geçerdi.
Sıcak yel, böylesine uygunsuz bir saatte yola çıkışına neden olan olayları unutturdu bir an. Gözleri hız göstergesine kaydı. “Amma da hızlı gidiyorum ha” diye söylendi kendi kendine. “Bu yolun, birkaç kişiyi yemediği gün yok gibi. Oysaki çok az kıvrımlı, engebesiz bir yol.” Ayağını gazdan hafifçe kaldırdı. Araba şimdi daha az hızla gidiyordu.
Düşünmemeye, o günkü olayları anımsamamaya çalıştı. Elini radyonun düğmesine uzattı. Nasıl olup da bunu daha önce yapmadığına şaştı. Araba ile bir yolculuğa çıktığı zaman ilk yaptığı işti radyonun düğmesini çevirmek. Beğendiği bir müzik programı varsa dinleye dinleye yol alır; dinlediği parça şarkı ise çoğu kez yüksek sesle o da söylerdi. Bugün ise yolculuğa çıkarken kafası o kadar karmakarışıktı ki elini düğmeye uzatmayı akıl bile edememişti.
Radyodan sevdiği bir şarkının sözleri yayıldı. Gözleri yanındaki koltuğa kaydı. Eşi yanında yoktu. Her zaman iki koltuk arasında, bir ayağı bir koltukta, bir ayağı diğer koltukta ayakta duran, elini sürekli olarak omuzuna atan oğlu da arabada yoktu. Oğlunu anımsayınca içi cız etti. Bir burukluk duydu. O günkü olayları yeniden yaşamaya bağladı.
Kemal, çalıştığı Bakanlık’ta başarılı bir üst düzey yöneticisi idi. Parlak bir çalışma hayatı vardı. Eski T.M.T. mensuplarındandı. Gerek yeraltı döneminde, gerekse 21 Aralık 1963’ten sonra başlayan Direniş Savaşı’nda kendini kanıtlamıştı. Bakanı’nın, göstermemekle birlikte kendisini sevmediğini biliyordu. Yine de görevinden alınacağını aklının ucuna bile getirmiyordu. Oysaki bugün öğle saatlerinde onu makamına çağırmış ve görevden alındığını bildirmişti. Kemal’in ilk andaki tepkisi “nasıl olur” biçiminde olmuştu. Başından kaynar su dökülmüştü sanki. Ancak çok kısa sürede kendine gelmiş, “Bakan çağırıyor” dediklerinde, gerekir diye alıp gittiği dosyayı sert bir biçimde yere fırlattıktan sonra hiçbir şey söylemeden çıkmıştı Bakan’ın odasından. O kızgınlıkla odasına bile uğramamış, arabasına atladığı gibi evin yolunu tutmuştu.
Eve gelişini kornayı çalarak duyurmuş ancak eşi her zamanki gibi kapıyı açarak onu karşılamamıştı. “Erken geldim, herhalde komşulardan birine uğramıştır” diye düşünerek kapıyı açtı. Sofaya girdi. Daha ilk anda gözleri, ortadaki alçak masaya, görülecek, dikkat çekecek bir biçimde yerleştirilmiş olan zarfa takıldı. Zarfı eline aldı. Kendisine aitti. Yazı eşinin yazısı idi. Sabırsızca zarfı yırttı. Küçük bir kâğıt üzerinde şöyle yazmıştı eşi:
“Sayın Beyefendi,
“Bu iş yürümeyecek. Oğlumu da alıp gidiyorum. Lütfen beni arama ve peşimden gelme.
“Dönmem söz konusu olamaz.
”Ayşe”
Şaşırdı, elleri titredi, sersemledi, on on beş dakika içinde ikinci kez başına balyoz yemiş gibi oldu. Beynine bir sancı girdi. Koltuğa çöktü. Mektubu birkaç kez daha okudu. Her şey apaçıktı. Eşi kendisini terk etmişti. Çok sevdiği oğlunu da alarak çekip gitmişti.
Neden aramaya çalıştı. Bulamadı. Bu sabah, evden çıkmadan önce eşi ile bir tartışmaları olmuştu ama bu, sık sık olan tartışmalara benziyordu. Evi terk ettirecek boyutta bir olay değildi ona göre!
Sonrası Kemal için karabasana benziyordu. Bir süre evin içinde delicesine gidip geldikten, söylendikten sonra yatağa uzanmış; uyuyakalmıştı. Uyanınca bilinçsizce arabasına atlamış, Gazimağusa’ya doğru yola çıkmıştı. Annesi orada, tek başına yaşıyordu. Kemal, ne zaman sıkışsa annesine giderdi. Annesi onun için her zaman sığınılacak bir kale idi. Onun yanında huzur bulurdu.
Birden aklına geldi: Annesine ne diyecekti?
“Aman Allah’ım, ne yapacağım şimdi” diye sordu kendi kendine. Şimdiye kadar annesine yalan söylememişti. Bir an geri dönmeyi düşündü. Öyle ya! Gidip de ne yapacaktı? Gece kalmak için çamaşır, pijama gibi gereksinmeleri almamıştı. Düşünerek yola çıkmamıştı ki zaten! Yine de içinden geri dönmek gelmedi.
”Boş ver, iş oluruna varır” diye söylendi. “Geri dönüp de ne yapacağım?”
Başka bir zaman olsa, bu saatte ve bu yolda uyku basardı. Böyle durumlarda arabayı yol kenarına çeker, direksiyona eşi geçerdi. Ne tuhaftır, direksiyonda bastıran uyku, direksiyondan ayrılınca yitip giderdi.
Eşi, arabada yol alırlarken hemen hemen hiç konuşmazdı. Kaskatı kesilir, bütün dikkatiyle yolu gözlerdi. Direksiyona geçtiğinde de ağzını bıçak açmaz, tüm dikkatiyle arabayı yönetirdi. İyi bir sürücüydü.
* * *
Ayşe ile bir aşk evliliği yapmamışlardı. Hatta görücü yöntemi ile evlendikleri bile söylenebilirdi.
Kemal, üniversiteli olduğu yıllarda çılgıncasına denebilecek bir aşk yaşamıştı. Sonra yitirmişti sevdiği kızı. Erenköy’de iken onunla iletişim kuramamış, Erenköy’den dönünce onu bir daha bulamamıştı. Bu olayı anımsamak istemezdi. Anımsayınca her tarafını ateş basar, kaskatı kesilirdi.
Ayşe’yle, anne ve babasının, özellikle babasının isteği üzerine evlenmişti. Erenköy dönüşü üniversiteyi bitirip Kıbrıs’a döndükten sonra Lefkoşa’da Yönetim’de çalışmaya başlamıştı. Kıbrıs’ta yeniden barış havası yaşanıyordu. Yollar açılmış, engeller kalkmış; Kıbrıs Türkleri, yıllardır kapalı oldukları bölgelerdeki sürekli tutukluluk durumundan kurtulmuşlardı.
Ailesi Geçitkale’de yaşıyordu. Babası 1964’ün yılbaşı gecesi göç ettikleri bu köyde, ailesine bir düzen kurmuş, köyde saygın bir yer edinmişti.
Kemal, o dönemde iki üç haftada bir, hafta sonları Geçit-kale’ye gider, ailesi ile görüşürdü.
Rahmetli babası çok beklemedi. Çalışmaya başlamasının üzerinden iki yıl geçip de oğlundan evlenme isteği gelmeyince, mırıldanmaya başladı. Ona göre yirmi altı yaşına gelmiş biri, hele bir de işi varsa evlenmeli idi. Babası, bu konudaki üzüntüsünü oğluna birkaç kez dolaylı olarak aktardı. Üzüntüsünü karısına söylüyor, o da bunu Kemal’e aktarıyordu. Annesi, arada kendi üzüntüsünü eklemeyi de unutmuyordu.
Kemal, annesini dinliyor, “günü gelir be ana” deyip işin içinden çıkıyordu.
Kemal’in babası tam bir Osmanlı idi. Çevresinde çok sevilip, sayılan; doğru, mert, yürekli, yiğit bir kişiliği vardı. Evde yüzü çok az gülerdi. Karısına yüz göstermez, özellikle çocukları ya da başkaları önünde konuşmazdı bile; ancak gece yatağa girdikten sonra onunla uzun uzun konuşurdu. Kemal, doğup büyüdüğü köy evinin o uzun hanayında, uykusu kaçtığı kaç geceler onların konuşmalarını dinlemişti. Pek anlamazdı konuştuklarını. Çok yavaş sesle fısıltı halinde konuşurlardı.
Babası çocukları ile de pek konuşmazdı. Kemal’e ya da kardeşlerine bir şey söylemek istediği zaman annelerine söyler, o da onlara aktarırdı.
Evlenme işi de uzunca bir süre böyle konuşuldu. Köye gittiği bir Cumartesi gecesi, yemekten sonra babası, doğrudan doğruya kendisine açtı konuyu. Yaşı geçiyordu, evlenmeliydi diyordu babası. Kemal o gece, babasını dinlemiş ve sanki yıllardır annesi ile bu konuyu konuşmak istemeyen kendisi değilmiş gibi hiçbir direnç göstermeden “peki baba” deyivermişti.
Bunun üzerine babası, “oğlum; düşündüğün biri var mı” diye sormuştu.
Kemal “yok” derken derin bir acı duymuştu. Ne var ki yapacak hiçbir şeyi yoktu. Nerede olduğu, yaşadığı bile belirsiz birini seviyorum diyemezdi ya babasına!
Kemal’in “yok” yanıtı, babasını sevindirmişti. Apaçık belli etmişti bunu. Annesi ise her zamanki iyimserliğiyle aile içindeki bir sorunun çözüm yoluna girmesinden dolayı mutlu olmuştu.
Ondan sonrası kolay oldu. Ana-babanın, Kemal’e “uygun” bir kız bulması konusunda anlaştılar. Kemal hiçbir şeye karşı çıkmadı.
Çok geçmedi. Yine köye gittiği bir cumartesi akşamı yemekten sonra babası, “sana bir kız bulduk Kemal” dedi.
Kemal’in yanıtı yalnızca “iyi” oldu. Kızın kim olduğunu bile sormadı. O sormadan annesi ile babası anlattılar hangi kızı beğendiklerini. Ayşe idi bu kız. Komşuları sayılırdı. Bir sokak ötede otururlardı. Bir yıl önce liseyi bitirmişti. Kemal o güne kadar ona alıcı gözü ile bakmamıştı. Zaman zaman karşılaştıklarında selamlaşmadan öte bir ilişkileri de olmamıştı.
Kemal “peki baba, siz bildiğiniz gibi yapın” diyerek onayını bildirdi.
Sonrası uzun sürmedi. Ayşe ailesinden istendi. Ayşe’nin ailesi, geleneksel kız ailesi gibi davranarak süre istedi. Sonunda “evet” dediler. Önce aileler arasında nişan töreni yapıldı. Yenildi içildi. Arkasından nikâh kıyıldı. Altı ay geçmeden de evlendiler.
Kemal’in, Lefkoşa’da kaldığı bekâr odasından ayrılıp başka bir ev bulması kolay olmadı. O günlerde Lefkoşa’da ev bulmak sorundu. Evlerin arkasına garaj bölümü olarak yapılan kısımlar bile, ayrı ev olarak kiraya verilirdi. Nitekim Kemal, ancak böyle bir ev bulabildi. Buna bile memnun oldular. Her ne kadar bu garaj bölümlerinin, bazı zengin ailelerce, hizmetçi bölümü olarak kullanıldığını öğrenince bozuldularsa da yapacak başka şeyleri yoktu.
Evlilikleri böyle başladı. Sıradan bir evlilikti.
Ayşe, sessiz, az konuşan, saygılı, ağırbaşlı bir kızdı. Hanım hanımcık dedikleri cinstendi. Orta boylu, ince yapılı, düzgün vücutlu; bal rengi gözleri, kahverengi saçları ile güzeldi. Her zaman bakımlı idi. Güzel ve uyumlu giyinirdi. Kulağa hoş gelen yumuşacık, tatlı bir sesi vardı. Aslında, daha evlenmeden önce Kemal’i içten içe seviyordu. Evlenince Kemal’e büyük yakınlık gösterdi; onu sevdi, hem de tapacak kadar.
Kemal ise oralı bile olmadı. Bu evlilik, yüreğinin derinliklerdeki sızıyı dindiremedi. Ayşe’ye yakınlık duymadı. Anlayış bile göstermedi. Ona karşı davranışlarında sevgi değil, görev duygusu egemen oldu. Onu kırmamaya çalışıyor; ancak karısı olarak mutlu etmek için çaba göstermiyordu.
Evliliklerinin başında Ayşe çalışmak istedi. O yıllarda durmadan yeni daireler kuruluyor, bu dairelere personel alınıyordu. Kemal kabul etmedi. Ona göre kadın evde oturmalı idi. Bir yıl sonra kızları Yasemin doğunca, çalışma konusu bir daha konuşulmadı. Lefkoşa’da, çocuklarına bakacak kimseleri yoktu.
1974 Barış Harekâtı sırasında kızlarını yitirdiler. Rum tarafından atılan bir havan mermisi, parça parça etti küçücük yavrularını!
Kemal, savaş başlar başlamaz cepheye koşmuştu; kardeşleri Mehmet’le Mustafa da böyle! Gitmeden önce Mehmet’le Mustafa, karıları ile oğullarını Kemal’in evine getirmişlerdi. Kızkardeşi Sıdıka da, o sıralarda okul kapalı olduğu için bir süreden beri onlarla birlikte Lefkoşa’da kalıyordu. Böylece Kemal’in evi bayağı kalabalıklaşmıştı. Savaş sürerken böyle toplu olmak istemişlerdi. Hem erkekler cephede daha rahat olurdu; hem de hanımlar birlikte dayanışarak çocuklara daha iyi bakarlardı.
Hesapları tutmadı. Savaşın üçüncü günü, Yasemin bir ara kimse fark etmeden bahçeye çıktı ve ne olduysa o arada oldu. Rum tarafından atılan bir havan mermisi bahçede patlamış; Yasemin’i parça parça etmişti. Üç yaşını yeni doldurmuştu Yasemin.
Kemal hiç affetmedi Ayşe’yi. Kızının ölümünden onu sorumlu tuttu. Savaş sürerken onu tek başına bahçeye bırakmasını korkunç bir hata olarak niteledi. Zaten pek sıcak olmayan ilişkileri daha da soğudu. Yıllarca Ayşe’ye yaklaşmadı.
Bu olaydan sonra Kemal kendisini işine verdi. Boş vakitlerini üye olduğu spor kulübünde geçirmeye başladı. Çoğu kez akşam yemeğine bile eve gelmiyordu. Kulüp işlerine kendini o denli verdi ki onu önce yönetim kuruluna seçtiler, sonra da yönetim kuruluna başkan yaptılar. İşinde de sürekli yükseliyordu.
Yıllar geçti böyle. Beş yıl önce, kızlarının ölümünden sekiz yıl sonra, bir oğulları oldu. Adını Doğuş koydular. Bu olay bile Kemal’in Ayşe’ye karşı duyduğu kırgınlığı, kızgınlığı gidermedi. Oğlunu çok sevmesine karşın, onun anası olan Ayşe’ye karşı yumuşamadı.
Yaşamları, ülke düzeyine göre kötü sayılmazdı. Kemal toplumda saygın bir yer edinmişti. Evleri de olmuştu. Bunca yıl kiracı olarak üç değişik evde yaşadıktan sonra, geçenlerde bir sosyal konuta taşındılar. Büyük değil, küçük, derli toplu bir evdi, ama kendilerinindi. Daha önce kira olarak verdikleri parayı şimdi kendi evlerine taksit olarak veriyorlardı.
Kemal yine kendini işine veriyor, boş vakitlerini kulüp işleri ile dolduruyordu. Başarılı bir başkandı. Hafta sonları bile, karşılaşmalar dolayısıyla evde pek durmuyordu. Evde olabildiği zamanlarda ya oğlu ile ilgileniyor, ya okuyor, ya da televizyon seyrediyordu. Ayşe’yle, ev içinde yalnız olduklarında bile iki yabancı gibiydiler.
Ayşe, yumuşak kişiliği doğrultusunda alınyazısına boyun eğdi. Kendisini çocuğuna, evine verdi. Kemal karşılık vermese de Ayşe ona karşı saygı gösteriyor, her şeyi ile ilgileniyordu. Kemal oralı bile değildi. Günlerce birbirleri ile tek sözcük konuşmadıkları bile oluyordu. Daha doğrusu Kemal tek sözcük etmiyordu. Arada konuşulacak bir şey çıksa bile Kemal kısa, sert konuşuyor, Ayşe ne zaman ağzını açsa, onu susturuyor, lafı ağzına tıkıyordu.
O sabah evden çıkarken Doğuş uyuyordu. Ayşe her zamanki gibi kahvaltı masasını hazırladı. Kemal pek çok kez yaptığı gibi masaya oturmadı. Evden çıkıyordu ki Ayşe önüne geçti. “Kemal, bu hafta sonu Emeller Alevkayası’na pikniğe gidecekler. Biz de gidebilir miyiz” diye sordu.
Kemal, hiç düşünmeden “hayır” yanıtını verdi.
“Ne olur? Doğuş da çok sevinecek” diye ısrar etmek istedi Ayşe.
Kemal kestirip attı: “Hayır dedim ya! Başka işim var.”
Oysa başka işi yoktu. Kulüp etkinlikleri de azdı. Yazları işler azalıyordu. Karşılaşma falan da yoktu. Kemal’in aklına o anda öyle geldiği için böyle söylemişti.
O anda gözgöze geldiler. Ayşe’nin gözlerinde derin bir üzüntü vardı. Gözleri konuşuyordu sanki. Kemal bir an durakladı. “Onu bu kadar üzmeye hakkım var mı? Bir insanın üstüne bu kadar gidilir mi” diye bir an düşündü. Gözlerini kaçırarak kapıya doğru yöneldi.
Kapıdan çıkarken Ayşe’nin söyledikleri uzun süre kulaklarında çınladı:
“Yazıklar olsun Kemal! Sende insanlık kalmamış!”
Ayşe’nin ağzından ilk kez böyle söz çıkıyordu.
Kemal, Ayşe’nin bir gün kendisini terk edeceğini hiç düşünmemişti. Demek ki canına tak demişti.
Ama ya oğlu? O ne olacaktı? Ayşe nasıl olup da onu alıp gidebilirdi? Biraz düşününce Ayşe’nin Doğuş konusunda başka seçeneği olmadığını anladı. Öyle ya! Ayşe, beş yaşındaki çocuğu evde bırakıp gidemezdi.
* * *
Kemal, Gazimağusa’ya geldiğini fark etti ansızın. Birkaç dakika sonra annesinin evinde olacaktı. Annesinin tek başına oturduğu Dördüncü Bölge’deki eve doğru giderken yeniden, ona ne diyeceğini düşündü.
Kemal’in annesi Faize, genellikle bahçe içinde tek ve çift katlı evlerin bulunduğu Dördüncü Bölge’deki bu kocaman evde tek başına yaşıyordu. Kızının, ya da oğullarının kendisine uğrayacağı günleri beklerdi hep. O gün perşembe idi. Kimseyi beklemiyordu. Kızı, kocası ve çocukları, Türkiye’de gezide idi. Oğulları ise kendisine ancak hafta sonları, o da arada bir gelirlerdi.
Her zamanki gibi ev işlerini bitirdikten sonra Lefkara işini eline aldı, işlemeye başladı. Kendisi pek gitmezdi ama komşularından arada bir hatırını sormaya ve kahve içmeye gelen hanımlar olurdu. O gün onlardan da gelen giden yoktu.
Gözü seyirdi. “Hayırdır inşallah” diye mırıldandı. “Yoksa birine bir şey mi oldu? Şu telefonu da takamadılar gitti. Telefon olsa çocuklarla konuşurdum.”
Başı açıktı, apak saçları vardı. Sırtında çiçekli bir entari, ayaklarında pabuç vardı. Çorap giymiyordu.
Eskiden çarşaf giyerdi. Gençkızlığında başladı buna. Sonra bir ara köye Gençlik Teşkilâtı geldi. O zaman daha Lefkara’da idiler. O patırtı gürültüde Gençlik Teşkilatı’nın açtığı kampanyaya uyarak çarşafı attı. Rahmetli kocası ses çıkarmadı.
Uzun süre yalnız başını örttü. Zamanla onu da çıkardı. Eskiden çorapsız dolaşacağını düşünemiyordu; yazın sıcak günlerinde o da oldu. Şimdi başı açık olsa, ayağında çorap da olmasa rahatsızlık duymazdı.
Yaz günleri, herkesin yaptığı gibi kapı pencereler açık otururdu. Öğleden sonraya kadar, evin önündeki veranda güneş gördüğü için, bu saatlerde girişte otururdu. Giriş bölümü oldukça büyük, genişti. Oturma odası olarak kullanılabiliyordu. Bu giriş bölümü ile mutfaktan başka, alt katta geniş bir salon da vardı; ancak salona çok az, özel bir konuk geldiği zaman girilirdi.
Evin önünde bir araba durunca yüreği çarpmaya başladı Faize’nin. Arabayı tanımıştı, büyük oğlu Kemal’di gelen. O ne? Arabada Kemal’den başka kimse yoktu. İçinde bir tedirginlik duydu. Gözünün seğirmesi aklına geldi. Dışarıya doğru yürüdü. Kemal de arabadan çıkmış, ona doğru geliyordu. Sarıldılar:
“Hoş geldin oğlum!”
“Hoş bulduk anne!”
“Ayşe nerde, Doğuş nerde?”
“Yalnız geldim anne. Bir işim var da Mağusa’da.”
Kemal’in kalın, etkileyici bir ses tonu vardı. Faize’nin sesi de kalınca ama yumuşaktı. Tipik Kıbrıs ağzı ile konuşuyordu.
Annesi oğlunu uzun uzun süzdü. Annelik önsezisi ona bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu. Yine de oğlunun üstüne gitmek istemedi. Nasıl olsa öğrenirdi her şeyi.
“Aç mısın oğlum? Gel sana yenecek bir şeyler hazırlayayım!”
Kemal aç olduğunu anımsadı: “Açım anne!”
“Ne yapayım sana? Tuh! Tuh! Hazır bir şey de yok. Yumurta kavurayım sana. Hellimli?”
“İstemez anne! Hazır ne varsa yerim.”
Mutfağa geçtiler. Genişçe bir mutfaktı. Duvar dolapları, buzdolabı, gazocağı ile diğer gereksinmelere yanıt verecek her şey; ortada bir masa ile dört sandalye vardı.
Anne hellim çıkarıp yıkadı. Domates, salatalık çıkardı. Karazeytin, çakıstes, ekmek çıkardı. Bir taraftan da “Tuh tuh! Hazır bir şey yok” diye söyleniyordu.
“Bundan iyisi can sağlığı be anne! Daha ne olacak?”
Böyle deyip masaya oturdu Kemal. Annesi de oturdu.
Kemal hellimi, domatesi dilimlere böldü. Salatalığı soyup parçaladı. Birkaç dilim de ekmek kesti. Konuşmadan yemeye başladı. Anne, arada bir soran gözlerle Kemal’e bakıyor; Kemal ise gözlerini ondan kaçırıyordu.
Kemal son lokmasını yutmadan, anne kalktı.
“Dur, sana kahve yapayım. Sen, yemeğini bitirir bitirmez kahveni istersin!”
Gülümsedi Kemal. Gerçekten de yemeğini yer yemez, masa toplanmadan kahvesini içmek en büyük zevki idi. Kahve ile birlikte bir de sigara içerdi.
Ayşe de bu zevkini öğrenmişti. Çoğu kez yemekten yarım yamalak kalkıp Kemal’in kahvesini yapardı. Tek bir gün bile yakınmamıştı bundan. Tersine zevkle, istekle yapardı bu işi. İkisi arasında, tek iletişim aracı gibi bir şeydi kahve!
“Sen de bu zehir gibi kahveyi nasıl içersin be oğlum?”
Annesi, kahveyi şekersiz içmesine hiç akıl erdiremiyordu. Ona göre kahve bol şekerli olmalı idi.
Anne Kemal’in kahvesini masaya koydu. Kendi kahvesini de fincana döktü. Fincanı masaya koydu, oturdu. Kahveleri aynı cezvede şekersiz olarak yapmış; Kemal’in fincanını doldurduktan sonra cezvede kalan kahveye iki kaşık şeker katarak kendi kahvesini de yapmıştı. Eskiden böyle şey bilmezdi. Bu usul yeni çıkmıştı. Kendisi de kahveleri böyle yapıyordu artık. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş gibi oluyordu.
Kemal iki sigara yaktı. Birini kendisi, diğerini annesi için. Annesi arada bir tellendiriyordu. Kahvelerini yudumlamaya başladılar.
Sessizliği Kemal bozdu: “Ne oldu telefon işi be anne? Gelip takmadılar mı?”
“Yok oğlum. Ne gelen oldu, ne giden. Komşular diyor ki bu telefonu bize zor bağlarlarmış.”
“Ne demek o? Niçin zor bağlarlarmış?”
“Ne bileyim ben be oğlum? İşin içinde particilik varmış. Hükümet partisinden olmayanlara telefon bağlamıyorlarmış. Üç ev ötede biri var. Komşular söylüyordu. Telefon alabilmek için gazetelere ilan vermiş. Hükümet partisinden olduğunu yazmış. Ben de yazmalıymışım!”
Kemal’in canı sıkıldı. Telefonun hükümet partisi tarafından, karşıtları için bir baskı aracı olarak kullanıldığını çok iyi biliyordu; ama annesi için de benzer işlemin yapılacağını hiç düşünmemişti. Onu üzmemek gerektiğini düşündü: “Üzülme anne! Ben yarın bakarım bu işe.”
“Yarın mı? Sen bu akşam dönmeyecek misin Şeher’e?”
“Hayır anne, dönmeyeceğim!”
“Peki, Ayşe ile Doğuş yalnız mı kalacaklar?”
“Evet anne!”
Kemal suçlu gibi söylemişti son sözcükleri.
Annesi gözlerini dikti ona: “Ne oldu Kemal? Yoksa kavga mı ettiniz Ayşe ile?”
Kemal artık olanı gizlemenin anlamsız olacağını düşündü: “Evet anne, kavga ettik. Ayşe Doğuş’u da alıp evden kaçtı.”
“Aman Allah’ım! Kaçtı mı? Yoksa…?”
“Hayır anne, sandığın gibi değil. Ailesine gitti.”
Kemal bunu söyledi söylemesine de içine kurt düştü. Başka türlüsünü düşünmemişti. Gerçekten Ayşe ailesine mi gitmişti? Başka türlü olabilir miydi?
Bunu daha önce düşünmediği için kendi kendine kızdı. Yine de “ne yapabilirdim ki” diye geçirdi içinden.
“Nasıl oldu oğlum bu iş?”
“Bilmem, oldu işte!” Konuşmayı uzatmak istemedi: “Anne ben yatacağım biraz.”
“Sen bilirsin oğlum. Ben yatağını hazırlayayım.”
Üst kata çıktılar. Üst katta üç yatak odası ile bir banyo tuvalet vardı. Odalardan birini çocuklarından biri gelir diye her zaman hazır tutardı Faize. Ona girdiler.
Kemal, annesinin hazırladığı yatağa yatmadan önce pencereleri açtı. Soyundu. Gri bir pantolon, kısa kollu mavi bir gömlek, siyah bağsız ayakkabı giyiyordu. İç çamaşırları ile o biçimde yatağa uzandı.
Boğucu bir sıcak vardı. Havadaki nem oranı yüksekti. Yapış yapış ediyordu.
Kemal sırtüstü uzandığı yatakta gözleri açık, uzun süre düşündü. Bir günde art arda yediği iki darbe sinir sistemini allak bullak etmişti.
Annesinin söyledikleri ise tuz biber ekmişti. Ayşe’nin başka bir kişi ile kaçma olasılığı ona çok ağır gelmişti.
Düşündü, taşındı. Ayşe’yi getirdi gözünün önüne. Olamazdı, Ayşe başka biri ile kaçamazdı. Gözü ile görse bile inanmazdı böyle bir şeye! “Annem de biliyor bunun böyle olduğunu. En kötü olasılığı düşünmesi, anneliğin abartılı kaygısından başka şey değil!”
Bu konuda içi rahat etti. Ancak boğucu sıcak, cansıkıntısı, tambura teline dönmüş gergin sinirler, onu uzun süre uyutmadı. Sağa döndü, sola döndü, sonunda uyuyakaldı.