Kitobni o'qish: «Yalvaran», sahifa 3
Bölüm Altı
Riley, Mike Nevins’e söylemeye çalıştığı şeyi düşünürken sandalyesinde kıpırdanıp duruyordu. Huzursuz ve sinirliydi.
“Acele etme,” dedi adli psikiyatrist sandalyesinde öne doğru eğilip endişeyle Riley’e bakarken.
Riley acı acı gülümsedi. “Sorun da bu,” dedi. “Zamanım yok. Çok oyalandım. Bir karar vermem gerek. Hiç bu kadar kararsız olduğumu gördün mü?”
Mike yanıt vermedi. Yalnızca gülümsedi ve parmak uçlarını birbirine bastırdı.
Riley, Mike’ın bu suskunluklarına alışkındı. Kibar, ilgili bir adamdı ve bir arkadaş, bir terapist ve zaman zaman da akıl hocası olarak yıllar boyunca Riley için çok şey yapmıştı. Bu günlerde daha çok bir suçlunun karanlık zihniyle ilgili fikirlerini almak için arıyordu onu. Ama bu ziyaret farklıydı. Dün akşam tatbikattan eve dönünce onu aramış ve bu sabah DC’deki ofisine gelmişti.
Mike sonunda, “Peki gerçekten ne yapmak istiyorsun?” diye sordu.
“Aslında sanırım hayatımın geri kalanına ajan olarak mı yoksa eğitmen olarak mı devam etmem gerektiğine karar vermem gerekiyor. Ya da tamamen farklı bir şey bulmalıyım.”
Mike güldü. “Dur bir dakika. Bütün geleceğini bugün planlama istersen. Şu ana odaklan. Meredith ve Jeffreys senin bir dava almanı istiyorlar. Sadece bir dava. Öyle ya da böyle. Kimse senden eğitim vermekten vazgeçmeni istemiyor. Ve şimdi kez tek yapman gereken evet ya da hayır demek. Peki öyleyse sorun ne?”
Bu kez susma sırası Riley’deydi. Problemin ne olduğunu o da bilmiyordu. Bu nedenle buradaydı.
“Bir şeyden korktuğunu düşünüyorum,” dedi Mike.
Riley zorlukla yutkundu. İşte buydu. Korkmuştu. Bunu kendisine bile itiraf etmeyi reddetmişti. Ama şimdi Mike onu bu konu hakkında konuşturacaktı.
“Peki neden korkuyorsun?” diye sordu Mike. “Bazı kabuslar gördüğünü söylemiştin.”
Riley hala susuyordu.
“Bu senin travma sonrası yaşadığın stress bozukluğundan olmalı,” dedi Mike. “Hala geçmişi düşünüyor musun?”
Riley bu sorunun sorulacağını tahmin etmişti. Sonuçta Mark onu özellikle bu korkunç deneyimin travmasından çıkarmak için herkesten fazla uğraşmıştı.
Riley başını sandalyenin arkasına dayayıp gözlerini kapadı. Bir an için yeniden Peterson’un karanlık kafesinin içindeydi ve o adam propan aleviyle kendisini tehdit ediyordu. Peterson onu esir ettikten sonra bu hatıra aylarca onun aklına gelmişti.
Ama Peterson’u yenmiş ve kendi elleriyle öldürmüştü. Aslında hareketsiz bir hamur haline gelene kadar dövmüştü.
Eğer bu da sona erdirmediyse ne olduğunu bilmiyorum, diye düşündü kendi kendine.
Sanki bir başkasının bilinmeyen öyküsünü seyrediyormuş gibi şimdi anıları şahsi olmaktan çıkmıştı.
“Daha iyiyim,” dedi Riley. “Daha kısa sürüyor ve daha seyrek oluyor.”
“Peki kızın nasıl?”
Bu soru Riley’i bıçak gibi kesmişti. Peterson’un April’ı esir aldığında yaşadığı dehşetin yankısını hissetti. Hala April’ın sesinin yardım için beyninde çınladığını duyabiliyordu.
“Sanırım bundan hala kurtulamadım,” dedi. “Onun yine kaçırılmış olmasından korkarak uyanıyorum. Onun iyi olduğunu ve uyuduğunu kontrol etmek için odasına gitmek zorunda kalıyorum.”
“Bu nedenle mi başka dava almak istemiyorsun?”
Riley derinden ürperdi. “Onu tekrar böyle bir tehlikenin içine atmak istemiyorum.”
“Bu benim sorumun yanıtı değil.”
“Hayır, hiç sanmıyorum,” dedi Riley.
Tekrar sessizlik oldu.
“Daha başka şeyler olduğunu hissediyorum,” dedi Mike. “Sana kabuslar gördüren ne? Geceleri seni uyandıran ne?”
Riley’in zihninde gizlenen bir dehşet onu sarsarak aklına geldi.
Evet, başka şeyler de vardı.
Gözleri açık bile olsa adamın yüzünü görebiliyordu. Eugene Fisk’in bebeksi, küçük, boncuk gibi gözleriyle tuhaf bir biçimde masum görünen yüzünü… Riley onunla yaptığı ölümcül dövüşte bu gözlere derinden bakmıştı.
Katil, boğazına bir ustura dayayarak Lucy Vargas’ı rehin almıştı. O anda Riley onu en büyük korkuların içinde görmüştü. Zincirler hakkında konuşmuştu (Katilin kendisiyle konuştuklarına ve onu arka arkaya cinayetler işlemeye, kadınları zincirlemeye ve boğazlarını kesmeye zorlayan zincirler).
“Zincirler bu kadını öldürmeni istemiyor,” demişti Riley ona. “Bu kadına ihtiyaçları yok. Onların bunun yerine neye ihtiyacı olduğunu sen biliyorsun.”
Katilin gözleri yaşarmış ve başıyla onaylamıştı. Sonra kurbanlarını öldürme şeklinin aynısını kendi üzerinde yapmıştı.
Riley’in gözlerinin önünde kendi boğazını kesmişti.
Ve şimdi burada Mike Nevin’in ofisinde otururken, Riley neredeyse kendi korkularının içinde boğulmak üzereydi.
“Eugene’i ben öldürdüm,” dedi hıçkırarak.
“Zincir katilini demek istiyorsun. Tamam, öldürdüğün ilk adam değildi ki o.”
Bu doğruydu. Birçok kez ölümcül güç kullanmıştı. Ama Eugene ile bu çok farklı olmuştu. Onun ölümü hakkında çok sık düşünmüş ama şu ana kadar bundan kimseye söz etmemişti.
“Silah kullanmadım ya da kaya ya da yumruklarımı,” dedi. “Onu anlayışla, empatiyle öldürdüm. Benim kendi zihnim öldürücü bir silah. Bunu daha önce bilmiyordum. Bu beni korkutuyor Mike.”
Mike anlayışla başını salladı. “Nietzsche’nin uzun süre uçuruma bakmakla ilgili ne dediğini biliyorsun,” dedi.
“Uçurum da sana bakar,” dedi Riley tanıdığı bu sözü bitirirken. “Ama ben uçuruma bakmaktan fazlasını yaptım. Ben neredeyse orada yaşadım. Neredeyse orada rahat ettim. İkinci evim gibiydi sanki. Bu beni ölüm kadar korkutuyor Mike. Böyle günlerden birinde o uçuruma gidip bir daha hiç geri dönmeyebilirim. Kimbilir kime zarar veririm ya da öldürürüm.”
“Pekala,” dedi Mike sandalyesinde geriye doğru yaslanırken. “Belki herhangi bir yere gidiyoruzdur.”
Riley bundan pek emin değildi. Ve henüz karar verebilecek durumda olduğunu sanmıyordu.
*
Bir süre sonra Riley evin ön kapısına doğru yürürken April onu karşılamak için merdivenlerden koşarak indi.
“Ah, Anne! Bana yardım etmen gerek! Hadi!”
Riley, April’ın peşinden yukarıya, yatak odasına gitti. Yatağının üzerinde bir bavul açıktı ve etrafına giysiler yayılmıştı.
“Ne koyacağımı bilmiyorum!” dedi April. “Daha önce bunu hiç yapmadım!”
Riley kızının panikle karışık heyecanına gülümseyerek eşyalarını toplamasına yardım etmek için hemen işe koyuldu. April Washington DC yakınlarına yapılacak bir haftalık okul gezisi için ertesi sabah yola çıkacaktı. Bir grup üst düzey Amerika Tarihi öğrencileri ve öğretmenleriyle birlikte olacaktı.
Riley formları imzalayıp gezi için fazladan ücreden ödediği sırada bu konuda bazı şüpheleri vardı. Peterson, April’ı Washington’da tutsak etmişti ve olay şehrin dışında yaşanmıştı. Bu gezinin travmayı tazeleyeceğinden endişeleniyordu. Ama April akademik olarak da duygusal olarak da gayet iyi görünüyordu. Ayrıca bu gezi harika bir fırsattı.
Bavula koyacaklarını aralarında şakalaşarak keyifle hazırlarlarken Riley çok eğlendiğini farketmişti. Az önce Mike ile konuştuğu uçurum yok olmuş gibi görünüyordu. O uçurumun dışında hala bir hayatı vardı. Bu güzel bir hayattı ve neye karar vermiş olursa olsun bunu devam ettirecekti.
Onlar eşyaları toparlarken odaya Gabriela girdi.
“Señora Riley, taksim şimdi geliyor, her an burada olur,” dedi gülümseyerek. “Ben toparlandım, hazırım. Eşyalarım kapıda.”
Riley, Gabriela’nın gideceğini neredeyse unutmuştu. Gabriela, April’ın uzakta olacağı süre içinde Tenesse’deki akrabalarını ziyaret edip edemeyeceğini sormuştu. Riley bunu memnuniyetle onaylamıştı.
Riley, Gabriela’ya sarıldı ve “Buen viaje.” dedi.
Gabriela’nın gülümsemesi birazcık solarken, “Me preocupo.” diye yanıtladı.
“Üzüldün mü?” diye sordu Riley şaşkınlıkla. “Neden üzüldün Gabriela?”
“Siz,” dedi Gabriela. “Bu yeni evde tamamen yalnız kalacaksınız.”
Riley gülümsedi. “Üzülme, kendime bakabilirim.”
“Ama başınıza kötü şeyler geldiğinden beri yalnız kalmamıştınız,” dedi Gabriela. “Üzülüyorum.”
Gabriela’nın sözleri Riley’i düşündürmüştü. Söylediklerinde haklıydı. Peterson’la yaşadıkları dehşetten beri April daima yakınlarında olmuştu. Yeni evinde korkutucu ve karanlık bir boşluk açılabilir miydi? Şimdi yine bir uçurum olabilir miydi?
“Ben iyiyim,” dedi Riley. “Git ve ailenle iyi zaman geçir.”
Gabriela gülümsedi ve Riley’e bir zarf uzattı. “Bu mektup posta kutusundaydı,” dedi.
Gabriela Aprila’a, ardından da tekrar Riley’e sarıldı ve taksiyi beklemek üzere alt kata indi.
“O nedir anne?” diye sordu April.
“Bilmiyorum,” dedi Riley. “Postalanmamış.”
Riley zarfı yırtarak açtı ve içinden plastik bir kart çıktı. Kartın üzerinde dekoratif harflerle “Blaine’s Grill.” yazıyordu. Altında yazanı sesli okudu: “İki kişilik yemek.”
“Sanırım komşunun gönderdiği bir hediye kartı,” dedi Riley. “Kibar bir adam. Sen döndükten sonra bu yemeğe birlikte gidebiliriz.”
“Anne!” diye homurdandı April. “Adam ikimizden söz etmiyor.”
“Neden?”
“O seni yemeğe davet ediyor.”
“Oh! Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Burada öyle demiyor ama.”
April başını salladı. “Saçmalama. Adam seninle flört etmek istiyor. Crystal bana babasının senden hoşlandığını söyledi. Ve babası gerçekten çok tatlı birisi.”
Riley yüzünün kıpkırmızı olduğunu hissetti. Ona birisinin en son ne zaman çıkma teklif ettiğini anımsamıyordu. Ryan’la çok uzun yıllar evli kalmıştı. Ondan boşandığından beri yeni evine yerleşmek ve işi hakkında karar vermekle uğraşıyordu.
“Yüzün kızardı anne,” dedi April.
“Hadi eşyalarını toplayalım,” diye söylendi Riley. “Bunu daha sonra düşüneceğim.”
İkisi birlikte yeniden giysileri toplamaya başladılar. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra April, “Senin için endişeleniyorum anne. Gabriela’nın dediği gibi…” dedi.
“Ben iyiyim,” dedi Riley.
“Gerçekten mi?”
Elindeki bluzü katlarken Riley ne yanıt vereceğini bilmiyordu. Kesinlikle boş bir evden çok zincirlere, bebeklere, lehim makinesinin ateşlerine takıntılı ölümcül psikopatlarla ilgili kabuslarla karşı karşıya kalacaktı. Ama yalnızken içindeki şeytanlardan kurtulabilecek miydi? Aniden bir hafta çok uzun bir süre gibi görünmeye başladı. Ve yan komşusu ile yemeğe çıkma ya da çıkmama olasılığı korkutucu bir biçimde önünde duruyordu.
Baş edebilirim, diye düşündü Riley.
Ayrıca başka seçeneği de vardı. İlk kez ve son kez karar verme zamanı gelmişti.
“Yeni bir davada çalışıp çalışmayacağımı sordular,” dedi April’a. “Hemen Arizona’ya gitmem gerekiyor.”
April giysilerini katlamayı bırakıp Riley’e baktı.
“Yani gideceksin öyle mi?” diye sordu.
“Bilmiyorum April,” dedi Riley.
“Bilmeyecek ne var? Bu senin işin, öyle değil mi?”
Riley kızının gözlerinin içine baktı. İkisi arasındaki zor günler bitmişe benziyordu. Peterson’la yaşadıkları dehşetten beri yeni bir bağ oluşmuştu aralarında.
“Tekrar bölge görevine gitmeyi düşünmüyordum,” dedi Riley.
April’ın gözleri şaşkınlıkla büyüdü.
“Ne? Anne! Kötü adamları indirmek senin eniyi aptığın iştir.”
“Öğretmekte de iyiyim,” dedi Riley. “Çok iyiyim. Hem seviyorum da. Gerçekten.”
April anlayamıyormuş gibi omuz silkti. “İyi o zaman, git ve öğret. Seni kimse durdurmuyor. Ama pes etme. Bu da en az onun kadar önemli.”
Riley başını salladı. “Bilmiyorum April. Sonuçta sana yaşattığım…”
April ona inanmayan gözlerle baktı. “Sonuçta bana yaşattığın mı? Sen neden söz ediyorsun? Sen bana hiçbir şey yaşatmadın. Ben Peterson adında bir psikopat tarafından kaçırıldım. Beni kaçırmasaydı başka birini kaçıracaktı. Kendini suçlamaya başlama.”
Kısa bir sessizlikten sonra April, “Otur anne. Konuşmamız gerek.” dedi.
Riley gülümsedi ve yatağın üzerine oturdu. April ona sanki annesiymiş gibi davranıyordu.
İhtiyacım olan şey belki de bana biraz annelik yapılmasıdır, diye düşündü Riley.
April, Riley’in yanına oturdu.
“Sana hiç arkadaşım Angie Fletcher’dan söz ettim mi?” dedi April.
“Sanmıyorum.”
“Yani, biz onunla bir süre çok yakındık. Ama sonra o başka okula gitti. Çok akıllıydı. Benden yalnızca bir yaş küçüktü. On beş yaşındaydı. Herkesin Trip diye çağırdığı bir adamdan uyuşturucu almaya başladığını duydum. Eroin batağına saplandı. Ve eroin almak için parası bittiğinde Trip onu fahişe olarak çalıştırıyordu. Kendisiyle birlikte hareket etmesi için onu şahsen eğitmişti. Angie’nin annesi perişan oldu. Angie’nin kayıp gittiğinin farkındaydı. Hatta Trip onu kendi internet sitesinden bile pazarladı. Ona, sonsuza kadar kendisinin olduğunu gösteren bir dövme yaptırdı.
Riley çok şaşırmıştı. “Ona ne oldu?”
“Yani, Trip sonunda yakalandı ve Angie bir uyuşturucu rehabilitasyon merkezine yatırıldı. Bu olay biz henüz bu yaz Upstate New York’tayken oldu. Ondan sonra Angie’den haber alamadım. Tek bildiğim şu an on altı yaşında ve hayatı mahvoldu.”
“Bunları duyduğuma çok üzüldüm,” dedi Riley.
April sabırsılıkla homurdandı.
“Gerçekten anlamıyorsun değil mi anne? Senin özür dilemen için bir neden yok. Sen bütün hayatını bu tür şeyleri durdurmak için harcadın. Ve Trip gibi adamları uzak tuttun. Bazılarını sonsuza kadar… Ama eğer sen en iyi yaptığın işi bırakırsan, bunu senin için kim devralacak? Senin kadar iyi olan birisi mi? Sanmıyorum anne. Hiç sanmıyorum.”
Riley bir süre hiç konuşmadı. Sonra gülümseyerek April’ın elini sıkıca tuttu.
“Sanırım bir telefon görüşmesi yapsam iyi olacak,” dedi.
Bölüm Yedi
FBI jeti Quantico’dan havalanırken Riley başka bir canavarla karşılaşmaya gittiğinden emindi. Bu düşünceden çok rahatsız olmuştu. Bir süre de olsa katillerden uzak kalmayı umudediyordu ama bu işi kabul etmek sonunda yapılacak en iyi şey gibi görünüyordu. İşi kabul edeceğini söylediğinde Meredith çok sevinmişti.
O sabah April geziye gitmişti ve Riley ile Bill Phoenix’e gitmek için yoldalardı. Uçağın penceresinin dışında, öğlen zamanı kararmaya başlıyor ve yağmur damlaları cama çarparak çizgiler çiziyordu. Uçak karmakarışık gri bulutlardan daha temiz gökyüzüne çıkana kadar Riley koltuğunda kemeri takılı olduğu halde oturdu. Sonra altlarına, muhtemelen ıslanmamak için kaçışan insanların görünmesini engelleyen yastıksı bir zemin yayıldı. Ve Riley günlük keyifler ve korkular ya da her ikisinin arasını düşünmeye başladı.
Uçuş düzelir düzelmez Riley Bill’e dönerek, “Bana ne göstereceksin?” diye sordu.
Bill laptopunu çıkararak ikisinin önündeki masaya koydu. Açıkça suyun dibine battığı belli olan büyük, siyah bir çöp torbasına ait fotoğrafı açtı. Torbanın açık ağzından, içindeki ölünün beyaz eli görünüyordu.
Bill, “Nancy Holbrook’un bedeni Phoenix’in dışındaki rezervuar sistemindeki yapay bir gölün içinde bulunmuş. Çok pahalı bir hizmet veren 30 yaşında bir eskortmuş. Başka bir deyişle pahalı bir fahişeymiş.”
“Boğulmuş mu?” diye sordu Riley.
“Hayır. Ölüm nedeni oksijensiz kalma gibi görünüyor. Sonra kalın çöp torbasına tıkılıp göle atılmış. Çöp torbasına ağır taşlar konmuş.”
Riley fotoğrafı yakından inceledi. Kafasında bir sürü soru oluşmuştu.
“Katil fiziksel bir delil bırakmış mı?” diye sordu. “Parmak izi, doku örneği, DNA?”
“Hiç bir iz bırakmamış.”
Riley başını salladı. “Anlamıyorum. Yani cesedin ortadan kaldırılmasını. Katil neden biraz daha zahmete girmedi ki? Bir tatlı su gölü cesetten kurtulmak için idealdir. Tatlı suda ceset batar ve çabuk çürür. Tabii şişme ve gazlar yüzünden sonradan yüzeye çıkabilir. Ama torbadaki taşlar bu sorunu da çözer. Neden onu sığ suda bıraksın ki?”
“Sanırım bunu bizim bulmamız gerekiyor,” dedi Bill.
Bill cinayet mahalline ait başka fotoğraflar da çıkardı ama Riley bunlarda pek bir şey bulamadı.
“Peki ne düşünüyorsun?” dedi. “Seri bir katille mi karşı karşıyayız?”
Bill kaşlarını düşünceli biçimde kaldırdı.
“Bilmiyorum,” dedi. “Açıkçası öldürülmüş tek bir fahişeyi araştırıyoruz. Tabii Phoenix’te başka fahişeler de kayboldu. Ama bu yeni bir şey değil. Ülkedeki tüm büyük şehirlerde rutindir bu.”
“Rutin” kelimesinin Riley’i rahatsız eden bir akoru vardı. Belli bir sınıfa ait kadınlar nasıl ‘’rutin’’ olarak adlandırılabilirlerdi? Yine de Bill’in söylediğinin gerçek gerçek olduğunu biliyordu.
“Meredith aradığında bunun acil olduğunu söyledi,” dedi. “Ve şu an da bize birinci sınıf hizmet veriyor, bizi Bau jeti ile doğruca oraya gönderiyor.” Riley bir an daha öncesini düşündü. “Tam olarak söylediği arkadaşının bizden buna bir seri katilin işiymiş gibi bakmamızdı. Ama sen bunun bir seri cinayet olduğundan kimsenin emin olmadığını ima ediyorsun.”
Bill omuz silkti. “Olmayabilir. Ama Meredith, Nancy Holbrook’un erkek kardeşi Garrett Holbrook’a çok yakın görünüyor.”
“Evet,” dedi Riley. “Bana akademiye birlikte gittiklerini söyledi. Ama tüm bu olanlar hiç sıradan değil.”
Bill tartışmadı. Riley koltuğunda geriye doğru yaslandı ve durumu değerlendirmeye başladı. Meredith’in bir arkadaşına iyilik yapmak için FBI kurallarını çiğnediği açıkça ortadaydı. Bu hiç de Meredith’e göre bir durum değildi.
Fakat bu durum Riley’in patronu hakkında kötü düşünmesine sebep olmuyordu. Aslında arkadaşına olan bağlılığını gerçekten takdir ediyordu. Merak ediyordu…
Onun için kuralları çiğneyebileceğim birisi var mı? Belki Bill?
Yıllar boyunca bir iş ortağından ve hatta bir arkadaştan fazlası olmuştu. Yine de Riley emin değildi. Bill de dahil olmak üzere bu günlerde birlikte çalıştığı insanlara ne kadar yakınlık hissettiğini düşünmeye etmeye başladı.
Ama şimdi bunu düşünmek için bir neden olmadığına karar verdi. Gözlerini kapadı ve uyudu.
*
Phoenix’e indiklerinde parlak, güneşli bir gündü.
Uçaktan inerlerken Bill, Riley’i dürttü ve “Ooo! Harika bir hava. Belki de en azından bu seyahatte küçük bir tatil yaparız.”
Nedense Riley bu seyahatin eğlenceli olacağından şüpheliydi. Gerçek bir tatil yapmayalı uzun zaman olmuştu. April’la birlikte son tatil girişimi, hayatının büyük bir bölümünde olduğu gibi sıradan bir cinayet ve kargaşa yüzünden kısa kesilmişti.
Bugünlerde gerçek bir tatile ihtiyacım var, diye düşündü.
Genç bir yerel ajan onları uçağın yanında karşıladı ve FBI’ın Phoenix’teki çarpıcı modern binasına götürdü. Arabayı Büro’nun park bölüne bırakırken, ‘’Güzel tasarım değil mi?’’ dedi. Hatta bazı ödüller bile aldı. Ne gibi göründüğünü tahmin edebilir misiniz?” dedi.
Riley binanın cephesine baktı. Yalnızca düz, uzun dikdörtgenler ve dar, dikey pencereler vardı. Her şey özenle yerleştirilmişti ve motif tanıdık geliyordu. Durup bir süre binaya baktı.
“DNA sıralaması mı?” diye sordu.
“Evet,” dedi ajan. “Ama bahse girerim oradaki taş labirentin yukarıdan nasıl göründüğünü tahmin edemezsiniz.”
Riley ya da Bill bir tahminde bulunmadan önce binadan içeriye yürüdüler. Riley içeride DNA motifinin yerdeki taşlarda belirgin biçimde tekrar kullanıldığını gördü. Ajan onları yanyana sıralı yatay duvarlar ve bölümlerden geçirerek Görevli Özel Ajan Elgin Morley’in ofisine kadar götürdü ve orada bıraktı.
Riley ve Bill kendilerini kısa boylu, kalın siyah bıyıklı ve gözlüklü, elli yaşlarındaki kitap kurdu Ofiste bir başka adam daha onları bekliyordu. Kırk yaşlarında, uzun boylu, zayıf ve biraz kambur bir adamdı. Riley onun yorgun ve gergin olduğunu düşündü.
Morley, “Ajan Paige ve Jeffreys, sizi Ajan Garrett Holbrook’la tanıştırmak istiyorum. Kız kardeşi Nimbo Gölü’nde ölü olarak bulundu.”
Hepsi tokalaştı ve dört ajan konuşmak için oturdular.
“Geldiğiniz için teşekkür ederim,” dedi Holbrook. “Tüm bu olanlar dayanılır gibi değil.”
“Bize kız kardeşinizden söz eder misiniz?” dedi Riley.
“Size fazla bir şey anlatamam,” dedi Holbrook. “Onu çok fazla tanıdığımı söyleyemem. O benim üvey kardeşimdi. Babam çapkın bir serseriydi. Annemi terketti ve başka bir kadından üç çocuk yaptı. Nancy benden on beş yaş küçüktü. Uzun zamandır çok az görüştük.”
Parmaklarıyla sandalyesinin koluna dalgınca vururken bir süre boş boş yere baktı. Sonra hiç bakmadan, “Ondan son haber aldığımda büro işi yapıyor ve bir kolejde dersler alıyordu. Bu birkaç yıl önceydi. Ona ne olduğunu öğrendiğimde şok oldum. Hiç bir fikrim yoktu.”
Sonra sessizliğe gömüldü. Riley onun bazı şeyleri eksik anlatmış gibi göründüğünü düşündü ama kendi kendine belki de adamın tüm bildiğinin bu olabileceğini söyledi. Sonuçta kendisine sorsalar, büyük kız kardeşi hakkında ne anlatabilirdi ki? O ve Wendy görüşmeyeli çok uzun zaman olmuştu ve belki de artık kardeş bile değildiler.
Yine de Holbrook’un tavrında kederden daha fazlasını hissetmişti. Bu ona tuhaf gelmişti.
Morley, Riley ve Bill’e cesede bakmaları için onunla birlikte Adli Patoloji’ye gitmelerini önerdi. Holbrook başıyla onaylayıp ofisinde olacağını söyledi.
Görevli Ajan’ı koridorda takip ederlerken Bill, “Ajan Morley, bir seri katille karşı karşıya olduğumuzu düşündüren sebep nedir?” diye sordu.
Morley başını salladı. “Çok sebebimiz olduğundan emin değilim,” dedi. “Ama Garrett Nancy’nin ölümünü öğrendiğinde yalnız bırakmak istemedi. Bizim en iyi ajanlarımızdan biri ve ona yardım etmeye çalıştım. Kendi soruşturmasını yürütmek için uğraştı ama bir sonuç elde edemedi. Gerçek şu ki, bu süre boyunca kendinde değildi.”
Riley, Garrett’in son derece tedirgin göründüğünü farketmişti. Bir yakınını kaybetmiş bile olsa deneyimli bir ajanın olabileceğinden biraz daha fazla tedirgin görünüyordu. Kız kardeşiyle çok yakın olmadıklarını açıkça belirtmişti.
Morley, Riley ve Bill’i grup şefi Dr. Rachel Fowler ile tanıştırdığı Adli Patoloji binasına götürdü. Patolojist, Nancy Holbrook’un cesedinin içinde tutulduğu soğutucu bölmeyi açtı.
Riley, tanıdık olmasına ve henüz çok keskin olmamasına karşın, cesedin ayrışmasından oluşan kokudan biraz irkildi. Kadının boyunun çok kısa ve bedeninin çok zayıf olduğunu gördü. “Suda uzun süre kalmamış,” dedi Fowler. “Bulunduğunda cildi daha yeni buruşmaya başlamıştı.”
Dr. Fowler kadının bileklerini gösterdi.
“İp yanıklarını görebilirsiniz. Öldürüldüğünde bağlanmış gibi görünüyor.”
Riley kadının bilek kıvrımındaki izleri farketti.
“Bunlar çizik izleri gibi görünüyor,” dedi Riley.
“Doğru. Kadın eroin kullanıyordu. Tahminimce ciddi bir eroin bağımlısıymış.”
Kadın Riley’e anoreksik gibi gelmişti ve bu da Fowler’in bağımlılık teorisi ile tutarlılık gösteriyordu.
“Bu tür bağımlılık yüksek sınıf eskortlarda görülür,” dedi Bill. “Kadının ne olduğunu nasıl anlayacağız?”
Fowler plastik bir delil torbasındaki lamine kartviziti gösterdi. Kartvizitin üzerinde kadının kışkırtıcı bir fotoğrafı vardı. Kartın üzerinde yalnızca ‘’Nanette’’ ismi yazıyordu ve iş yerinin adı “Ishtar Escorts.” du.
“Kadın bulunduğunda bu kart yanındaydı,” dedi Fowler. “Polis Ishtar Escorts ile iletişime geçti ve kadının gerçek adına ulaştığında onun Ajan Holbrooks’un üvey kardeşi olduğu anlaşıldı.”
“Nasıl oksijensiz kaldığı hakkında bir fikriniz var mı?” diye sordu Riley.
“Boğazında bazı morluk izleri var,” dedi Fowler. “Katil başına plastik bir torba geçirmiş olabilir.”
Riley izlere yakından baktı. Bu, yanlış giden bir seks oyunu mu yoksa kasten işlenmiş bir cinayet miydi? Henüz buna karar verememişti.
“Bulunduğunda üzerinde ne varmış?” diye sordu Riley.
Fowler, kurbanın giysilerinin bulunduğu kutuyu açtı. Riley kadının düşük yakalı pembe bir elbise giydiğini ama fahişelerin elbiselerinden bir gömlek üstün, zorlukla iyi denebilecek tipik kalitesiz giysiler olduğunu gördü. Bu giysiler hem çok seksi görünmek hem de bir gece kulübüne uygun giyinmek isteyen kadınların giydiği türdendi.
Elbisenin üzerinde şeffaf plastik bir takı torbası tutturulmuştu.
“Bakabilir miyim?” diye sordu Riley Fowler’e.
“Elbette.”
Riley torbayı çıkarıp içindekilere baktı. Pek çoğu zevkli takılardı; boncuklu kolye, bilezik ve sade küpeler vardı. Ama içlerinden bir tanesi göze çarpıyordu. Riley onu alıp Bill’e gösterdi.
“Gerçek mi?” diye sordu Bill.
“Evet,” diye yanıtladı Fowler. “Gerçek altın ve gerçek pırlanta.”
“Katil bunları çalmayı düşünmemiş,” dedi Bill. “Yani cinayetin parayla ilgisi yok.”
Riley, Morley’e döndü. “Cesedin bulunduğu yeri görmek istiyorum,” dedi. “Hemen şimdi. Hava hala aydınlıkken.”
Morley şaşırmış görünüyordu.
“Sizi oraya helikopterle götürebiliriz,” dedi. “Ama ne bulmayı umduğunuzu bilmiyorum. Polisler ve ajanlar alanı taradılar.”
“Ona güven,” dedi Bill bilerek. “Bir şey bulacak o.”