Kitobni o'qish: «Kaybedilen »
Blake Pierce
Blake Pierce, tutkulu bir okur ve gizem – gerilim türlerinin yaşam boyu sürecek bir hayranıdır. KAYBEDİLEN, Blake Pierce’ın ilk romanıdır. Blake sizinle iletişimde olmaktan mutluluk duyacaktır. Bu nedenle www.blakepierceauthor.com sitesini ziyaret edebilir, email listesine katılabilir, bedava kitaplar ve hediyeler alabilirsiniz. Facebook ve Twitter sayfalarına bağlanarak iletişimde kalabilirsiniz!
Tüm hakları saklıdır. 1976 ABD Telif Hakları Yasası kapsamında izin verilenin haricinde, yazarın önceden izni olmadığı sürece, bu eserin hiçbir bölümü hiçbir biçim veya şekilde çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayınlanamaz, herhangi bir veri tabanında veya geri alma sisteminde aklanamaz.
Bu e-kitap yalnızca kişisel kullanımınız içindir. Bu e-kitap bir başkasına satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı başkalarıyla paylaşmak istiyorsanız lütfen her bir kişi için yeni bir kopya satın alın. Bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya yalnızca sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz. Bu eser tamamen kurmacadır. İsimler, karakterler, işletmeler, kurumlar, mekânlar, olaylar ve tesadüfler yazarın hayal gücünün ürünleridir veya kurmaca olarak kullanılmıştır. Yaşayan veya ölmüş gerçek kişilerle olabilecek benzerlikler tamamen tesadüfidir.
Prolog
Reba’nın başına yeni bir ağrı dalgası yayılıyordu. Küçükcük odanın ortasına, tavandan yere dikey olarak tutturulmuş borulara bağlanmış, karnını ve vücudunu saran ipleri çekiştiriyordu. Elleri önden bağlıydı. Ayrıca ayak bilekleri de bağlanmıştı.
Uyuklayacağını farkettiği an korkuyla sarsıldı. Artık o adamın kendisini öldüreceğini biliyordu. Azar azar, yaralaya yaralaya… Onun istediği kendisini hemen öldürmek değildi, seks de değildi. O yalnızca acı çektirmek istiyordu.
Uyananık kalmak zorundayım, diye düşündü. Buradan kaçmalıyım. Eğer yine uyuyakalırsam, öleceğim.
Odanın ısısına rağmen çıplak vücudu terden buz gibi olmuştu. Eğilip yere baktı ve ayaklarının çıplak olduğunu gördü. Ayaklarının etrafındaki zeminde biriken, kuruyup katılaşmış kan lekeleri, onun buraya ilk bağlanan kişi olmadığını gösteriyorlardı. Giderek daha da panikliyordu.
Adam bir yere gitmişti. Odanın kapısı sıkıca kapanmıştı ama yine de geri gelebilirdi. Çünkü her seferinde böyle yapmıştı. Ve sonra kendisine çığlık attıracak, aklından geçen herhangi bir şeyi yapabilirdi. Pencereler levha ile kaplı olduğu için gece mi gündüz mü olduğunu anlayamıyordu. Görebildiği tek ışık tavandan sarkan çıplak ampülün parıltısıydı. Burası her neresiyse kimse onun çığlıklarını duyacağa benzemiyordu.
Buranın daha önce küçük bir kızın odası olup olmadığını merak etti. Her yerde tuhaf bir biçimde pembe, kıvrımlı işaretler ve peri masallarının motifleri vardı. Birisi -tahminen onun başka bir esiri – uzun bir süre boyunca etrafı dağıtmış, tabureleri, sandalyeleri ve sehpaları devirip kırmıştı. Yerler oyuncak bebeklerin gövdeleri ve uzuvları ile kaplanmıştı. Çoğu düzgünce örülmüş, oyuncak rengi gibi doğal olmayan renklerde küçük peruklar —Reba, bebek perukları olduğunu tahmin ediyordu— duvarlara kafa derisi gibi çivilenmişti. Kalp biçimindeki aynası paramparça olmuş pembe bir makyaj masası duvarın kenarında duruyordu. Diğer mobilya parçası, pembe gölgeliği yırtılmış, geniş tek kişilik yataktı. Esiri bazen burada dinleniyor olmalıydı.
Adam siyah kar maskesinin ardından, kara, yuvarlak gözleriyle ona bakıyordu. Önceleri adamın hep maske takmasından cesaret almıştı. Eğer yüzünü görmesini istemiyorsa bu, onu öldürmek istemediği ve serbest bırakabileceği anlamına gelmiyor muydu?
Ama daha sonra maskenin başka bir amaca hizmet ettiğini anladı. Maskenin ardındaki yüzün çekik bir çeneye ve eğimli bir alına sahip olduğunu söyleyebilirdi. Adamın özelliklerinin zayıf ve çirkin olduğundan emindi. Ayrıca, güçlüydü, kendisinden kısa boyluydu ve muhtemelen bu yüzden kendisini güvensiz hissediyordu. Daha korkunç görünmek için maske taktığını düşündü.
Kendisini incitmemesi için onunla konuşmaya çalışmaktan vazgeçmişti. Önce yapabileceğini sanmıştı. Sonuçta çok güzel olduğunu biliyorddu. Ya da en azından eskiden öyleydim diye düşündü kendi kendine.
Morarmış yüzünde ter ve gözyaşı birbirine karışmıştı ve kanın uzun sarı saçlarının içinde keçeleştiğini hissedebiliyordu. Gözleri acıyordu. Adam ona kontakt lens taktırmıştı ve bu yüzden iyi göremiyordu.
Allah bilir şu an nasıl görünüyorum.
Başını dik tutmaktan vazgeçti ve düşmesine izin verdi.
Öl artık, diye yalvardı kendi kendine.
Bunu yapmak yeterince kolaydı. Daha önce diğerlerinin burada öldüğünden emindi.
Ama yapamadı. Bunu düşünmek bile kalbinin deli gibi atmasına, nefesinin kesilmesine ve midesinin kasılmasına sebep oluyordu. Kısa bir süre sonra yavaş yavaş öleceğini biliyordu ve o anda içinde yeni bir duygu belirmeye başladı. Bu kez korku ya da panik değildi. Umutsuzluk da değildi. Bu, başka bir şeydi.
Bu hissettiğim ne?
Sonra farkına vardı. Bu öfkeydi. Kendisini esir alana karşı değil. O adama karşı uzun süredir öfke dolu olmak onu bitirmişti çünkü.
Bu benim, diye düşündü. Onun istediği şeyi yapıyorum. Çığlık attığımda, ağladığımda, hıçkırdığımda ve yalvardığımda onun istediği şeyi yapıyorum.
Adamın kendisini kamışla beslediği berbat çorbayı yudumlarken onun istediği şeyi yapıyordu. Kendisine ihtiyacı olan iki çocuk annesi olarak ne zaman hıçkırarak ağlasa onu sonuna kadar mutlu ediyordu.
Zihni yeni bir kararlılıkla temizlendi ve nihayet kıvranmayı bıraktı. Belki de farklı bir yol denemeliydi. Tüm bu süre boyunca iplere karşı çok ağır bir mücadele vermişti. Belki de bu şekilde davranması yanlıştı. Bu ipler, parmaklarını her bir tüpün uçlarına koyduğun ve ne kadar güçlü çekersen parmakları o kadar çok sıkıştıran, Çinlilerin küçük bambu parmak tuzağı oyuncaklarına benziyordu. Belki de maharet, planlayarak ve tamamen gevşemekti. Belki de kaçış yolu buydu.
Her acıyı, iplerin bedenine dokunduğu yerlerdeki her çürüğü hissederek, tüm kaslarını ve bedenini gevşetti. Ve yavaşça iplerin gerginlik yarattığı kısımların farkına vardı.
Sonunda ihtiyacı olan şeyi bulmuştu. Sağ ayak bileğinin etrafında hafif bir gevşeklik vardı. Ama açılmıyordu, yani şimdilik. Kaslarını gevşek tutmak zorundaydı. Bileğini usul usul oynattı ve ipler çözülene kadar sertçe devam etti.
Sonunda sevinçle, birden topuğu serbest kaldı ve sağ ayağını çıkardı.
Derhal yerleri gözden geçirdi. Sadece bir adım ötede, dağınık oyuncak parçalarının arasında, adamın av bıçağı yatıyordu. Adam daima bıçağı orada, kışkırtıcı derecede yakın bıraktığı için kahkahalarla gülerdi. Kana bulanmış bıçak, ışığın altında alay eder gibi parlıyordu.
Serbest kalan ayağını bıçağa doğru savurdu. Ayağını yükseğe savurduğu için ıskalamıştı.
Tekrar bedeninin gevşemesine izin verdi. Direkten sadece bir kaç santim aşağıya doğru kaydı ve bıçağa ulaşana kadar ayaklarını gerdi. Pis bıçağı ayak parmaklarının arasına sıkıştırdı, yerde sürükledi ve ayakları ile avucunun içine alana kadar dikkatlice kaldırdı. Bıçağın sapını uyuşmuş parmakları ile sıkıca kavradı ve bileklerini saran ipin etrafında döndürerek yavaşça sürttü. Adam içeri gelmeden önce bıçağı düşürmemek için nefesini tutarak ve umutla dua ederken, zaman durmuş gibiydi.
Sonunda bir kopma sesi duydu ve bir anda elleri serbest kaldı. Kalbi deli gibi atarken hemen belinin etrafındaki ipi kesti.
Özgürdü. Buna inanmıyordu.
Bir an yere çöktü ve öylece kaldı. Kan dolaşımının geri gelmesiyle birlikte elleri ve ayakları karıncalanıyordu. Gözlerindeki lensleri ittirerek çıkarmaya çalıştı. Dikkatlice bir yana kaydırdı, köşeye sıkıştırdı ve çekip çıkardı. Gözleri çok acımıştı ve lenslerin çıkmasıyla oldukça rahatlamıştı. Ellerinin içinde duran iki plastik diske baktığında, renkleri midesini bulandırdı. Lensler doğal olmayan parlak bir mavi renkteydiler. Onları fırlatıp bir kenara attı.
Reba, kalbi hızla çarparak, kendini yukarı doğru çekip topallayarak kapıya doğru gitti. Kapı kolunu tuttu ama açmaya cesaret edemiyordu.
Ya adam dışarıdaysa ne olacak?
Başka şansı yoktu.
Reba kapının topuzunu çevirdi ve sessizce kapıyı çekip açtı. Sağ tarafta yalnızca kemerli loş bir bölüme açılan uzun, boş koridora baktı. Çıplak ayaklarıyla sessizce koridor boyunca süzüldü ve kemerin tamamen loş bir odaya açıldığını gördü. Durdu ve etrafa baktı. Burası sanki biraz sonra bir aile yemeğe gelecekmiş gibi, masa ve sandalyelerin olduğu, sade ve tamamen sıradan bir yemek odasıydı. Pencerelerde eski dantel perdeler asılıydı.
Boğazına yeni bir korku düğümlendi. Bu yerin bir zindan olamayacak kadar sıradanlığı rahatız ediciydi. Perdelerin arkasından dışarıda havanın karanlık olduğunu görebiliyordu. Karanlıkta kaçmanın daha kolay olacağı düşüncesi onu heveslendirdi.
Koridora geri döndü. Koridor, basitçe dışarıya açılması gereken bir kapı ile son buluyordu. Topallayarak soğuk, pirinç tokmağı çevirdi. Kapı, onu gecenin karanlığına çıkarmak için ağır ağır ona doğru açıldı.
Küçük bir sundurma ve onun ilerisinde bir bahçe gördü. Aysız geceyi yıldızlar aydınlatıyordu. Başka bir ışık ya da yakınlarda ev olduğuna dair bir iz yoktu. Yavaşça sundurmaya girdi ve bahçeye çıktı. Acıyan ciğerlerine soğuk, temiz hava doldu.
Panikle karışık bir mutluluk hissediyordu. Özgürlük sevinci.
Koşmak için ilk adımını atacağı sırada aniden bileğinin sertçe kavrandığı hissetti.
Ardından o tanıdık, çirkin gülüşü duydu.
Hissettiği son şey başına vurulan sert bir nesne, belki de metaldi. Daha sonra karanlığın derinliklerine doğru yuvarlandı.
Bölüm 1
Özel Ajan Bill Jeffreys, En azından henüz pis koku etkisini göstermemiş, diye düşündü.
Hala önündeki bedenin üzerine eğilmiş ilk izleri tespit etmek için sabırsızlanıyordu. Bu bedenden yayılan, taze çam kokusuna ve derelerden gelen temiz buğuya çoktan alışmış olması gerekirdi ama olmadı.
Kadının çıplak bedeni, dere kenarındaki bir kayanın üzerine dikkatle yerleştirilmişti. Diğer bir kayaya yaslanarak oturuyordu. Bacakları dümdüz ve açık, elleri iki yanındaydı. Sağ kolunda gördüğü tuhaf eğrilik, kırık bir kemiği akla getiriyordu. Pis, sarı rengin uyumsuz tonlarındaki dalgalı saçlar kesinlikle bir peruktu. Dudaklarının etrafına rujla pembe bir gülümseme çizilmişti. Ölüm silahı hala boynunda sıkı sıkıya duruyordu. Pembe bir kurdele ile boğulup atılmıştı. Yapay kırmızı bir gül, onun önündeki kayanın üzerinde, ayaklarının dibinde duruyordu.
Bill hafifçe sol eli kaldırmaya çalıştı. Yerinden oynamıyordu.
Bill cesedin diğer tarafına diz çökerken, “Hala ölüm katılığında.’’ dedi Ajan Spelbren’e. “Ölümün üzerinden henüz yirmi dört saat geçmemiş.”
“Gözlerindeki nedir?” diye sordu Spelbren.
Bill, yakından bakmaktan hiç rahatsız olmadan, “Siyah iple genişçe dikilmiş.’’ diye yanıtladı. Spelbren ona şaşkınlıkla baktı.
“Dilersen sen de kontrol et.” dedi Bill.
Spelbren kadının gözlerine baktı.
“Aman Tanrım.” diye mırıldandı sessizce. Bill, onun tiksintiyle geri çekilmediğine dikkat etmişti. Bill bunu takdirle karşıladı. Daha önce Spelbren gibi bu işin kurdu olmuş diğer ajanlarla da çalışmıştı ama onlar şimdi bağırsaklarına kadar kusuyor olurlardı.
Bill, Spelbren ile daha önce hiç çalışmamıştı. Spelbren onu Virginia Bürosu’ndan arayıp, bu dava için çağırmıştı. Quentico’daki davranış analiz biriminden birini getirmek Spelbren’in fikriydi. Bu yüzden Bill buradaydı.
İyi hareket, diye düşündü Bill.
Bill, Spelbren’in kendisinden birkaç yıl daha genç olduğunu görebiliyordu ama yine de onda Bill’in hoşuna giden bir yıpranmışlık ve yaşamışlık görüntüsü vardı.
“Kontakt lens takıyor.” diye not aldı Spelbren.
Bill yakından baktı. Spelbren haklıydı. Bu ürkütücü, yapay mavi renkten başını çevirdi. Sabahın bu geç saatlerinde dere soğuktu ama yine de gözler yuvalarının içinde düzleşmişti. Bu durum tam ölüm saatinin tespitini zorlaştıracaktı. Bill’in tek emin olduğu şey, cesedin buraya gecenin herhangi bir anında getirilip dikkatlice yerleştirildiğiydi.
Yakınında bir ses duydu.
“Lanet olası Federaller.”
Bill, birkaç metre ileride duran üç yerel polise baktı. Artık sessizce konuşuyorlardı. Dolayısıyla Bill yalnızca o iki kelimeyi duyması gerektiğini anlamıştı. Yakında bulunan Yarnell’den geliyorlardı ve açıkça bunu FBI’ın görmesinden memnun değildiler. Bunun altından kendi başlarına kalkacaklarını düşünüyorlardı.
Mosby Eyalet Parkı’nın korucusu aynı fikirde değildi. Vandalizm, çöp, yasadışı balıkçılık ve avcılıktan daha kötüsüne alışkın değildi ve Yarnell yerlilerinin bu durumla başedemeyeceklerini biliyordu.
Bill, helikopterle yüz milden fazla yolculuk yapmıştı ve ceset kaldırılmadan önce orada olabilmişti. Pilot, korucu ve Spelbren ile buluşacakları yerin koordinatlarını yakındaki tepenin üzerinde, ovanın parçalarında takip etmişti. Korucu onları birkaç mil çamurlu bir yolda götürdükten sonra kenara çektiğinde Bill cinayet alanının izlerini yoldan görebiliyordu. Bu yol dereden aşağıya yalnızca kısa bir kestirmeydi.
Yakında sakin sakin bekleyen polisler olay yerine gitmişlerdi bile. Bill onların gerçekte ne düşündüklerini biliyordu. Bu olayı kendi başlarına çözmek istiyorlardı. Bir çift FBI ajanı, görmek istedikleri son şeydi.
Kusura bakmayın köylüler, diye düşündü Bill. Sizin işiniz burada bitti.
“Şerif bunun kaçakçılık işi olduğunu düşünüyor.” dedi Spelbren. “Yanlış düşünüyor.”
“Neden böyle söyledin?” diye sordu Bill. Aslında kendisi yanıtı biliyordu ama Spelbren’in düşünce tarzını öğrenmek istiyordu.
“Bu kadın otuzlu yaşlarında, pek genç sayılmaz.” dedi Spelbren. “Vücudunda çatlaklar var. Demek ki en azından bir çocuk sahibi olmalı. Pek kaçakçılık türü işlerden değil.”
“Haklısın.” dedi Bill.
“Peki ya peruk?”
Bill başını salladı.
“Başındaki saçlar kazınmış.” diye yanıtladı. “Yani peruk her ne için kullanıldıysa, saç rengini değiştirmek için kullanılmamış.”
“Peki gül?” diye sordu Spelbren. “Mesaj?”
Bill incelemeye başladı.
“Ucuz kumaştan yapılmış bir çiçek.” diye yanıtladı. “Şu ucuz dükkanlarda bulabileceğin türden. Araştıracağız ama bir ipucu bulmayacağız.”
Spelbren ona, tamamen etkilenmiş bir biçimde baktı.
Bill bulabilecekleri her şeyin iyi olacağından emindi. Katil çok kasıtlı ve sistemli çalışmıştı. Bu sahne tüm hastalıklı tarzıyla onu sinirlendirerek tam önünde duruyordu.
Yerel polislerin sinir bozucu bir biçimde yaklaştıklarını gördü. Fotoğraflar çekilmişti ve artık ceset her an kaldırılabilirdi.
Bill ayağa kalktı ve bacaklarındaki uyuşmayla içini çekti. Kırklı yaşları onu az da olsa yavaşlatmaya başlamıştı.
“İşkence görmüş.” dedi üzüntüyle içini çekerek. “Tüm şu kesiklere bak. Bazıları yakınlaşıyor.” Başını sertçe salladı. “Birisi onu boğmadan önce günlerce ona işkence yapmış.”
Spelbren içini çekti.
“Katil bir şeye öfkelenmiş.” dedi Spelbren.
“Hey, buradaki işimiz ne zaman bitecek?” diye bağırdı polislerden biri.
Bill onlara baktı ve ayaklarını sürttüklerini gördü. İki tanesi sessizce homurdanıyordu. Bill burada işlerinin kalmadığını biliyordu ama söylemiyordu. Bu salakların bekleyip meraklanmalarını istiyordu.
Yavaşça döndü ve olay yerine girdi. Burası kendi sessizliğiyle çağıldayan ve pastoral bir yol ile en yakın nehire akan bir derenin olduğu, tamamen çam, sedir ve çalılarla kaplı, sık ormanlık bir alandı. Şimdi bile, yaz ortasında, hava çok sıcak değildi ve ceset kötü bir biçimde çürümemişti. Yine de en iyisi onu buradan hemen alıp Quantico’ya götürmekti. İnceleme ekibi onu henüz hala tazeyken detaylı incelemek isteyebilirlerdi. Adli tıp vagonu, polis arabasının arkasındaki toprak yolda durup bekledi.
Yol, ormanın içinden geçen paralel kamyon tekerleği izlerinden başka bir şey değildi. Katil hemen buraya kadar kesinlikle birlikte gelmişti. Cesedi dar bir patika boyunca kısa bir mesafe taşımış, yerleştirip bırakmıştı. Uzun süre kalamazdı. Olay yeri gözlerden uzak olsa bile korucular burada düzenli olarak devriye geziyordu ve özel araçların geçmeyeceği de garanti edilemezdi. Cesedin bulunmasını istiyordu. Yaptığı işten gurur duyuyordu.
Ve ceset bir çift at binicisi tarafından sabah erken saatlerde bulunmuştu. Korucu, bunların at kiralamış turistler olduğunu söylemişti Bill’e. Arlingtonlu, Yarnell’in hemen dışında yapay bir kovboy çitliğinde kalan tatilcilerdi. Korucu onların şimdi biraz kötü olduklarını söylemişti. Tatilciler kasabadan ayrılmayacaklarını söylediklerinden, Bill onlarla daha sonra konuşmaya karar verdi.
Cesedin bulunduğu yerde, vücudun etrafında kesinlikle hiçbir şey görünmüyordu. Katil çok dikkatli hareket etmişti. Dereden dönerken, ayak izlerinin silinmesi için arkasından bir şey sürüklemişti -bir kürek belki de-. Kasten ya da yanlışlıkla da olsa arkasında bir iz bırakmamıştı. Yoldaki lastik izleri muhtemelen polis arabasına ya da savcının vagonuna aitti.
Bill derin bir nefes aldı.
Kahretsin, diye düşündü. İhtiyacım olduğunda bu Riley nereye kaybolur?
Uzun süreli partneri ve en iyi arkadaşı, son davanın travmasını üzerinden atamadığı için izine ayrılmıştı. Evet, bu çok zor bir tanesiydi. Zamana ihtiyacı vardı ve doğruyu söylemek gerekirse hiç geri dönmeyebilirdi.
Ama Bill’in şimdi ona gerçekten ihtiyacı vardı. O kendisinden akıllıydı ve Bill buna pek aldırmıyordu. Çalışırken onun düşüncesini izlemeyi severdi. Onun bu sahneden uzaklaştırılışını en küçük detayına kadar tasvir etmişti. Şimdiye kadar tüm acı veren ipuçlarıyla onun yüzüne bakıp alay etmişti.
Riley, Bill’in burada göremediği neyi görmüş olabilirdi?
Kendisini çok şaşkın hissetti ve bu hiç hoşuna gitmedi. Ama bu konuda yapabileceği daha fazla bir şey yoktu.
“Tamam arkadaşlar!” diye seslendi Bill polislere. “Cesedi kaldırabilirsiniz.”
Polisler gülümseyerek birbirlerini kutladılar.
“Sence bunu tekrar yapar mı?” diye sordu Spelbren.
“Eminim yapacak.” dedi Bill.
“Nereden biliyorsun?”
Bill uzun ve derin bir nefes aldı.
“Çünkü onun işini daha önce gördüm.”
Bölüm 2
“Onun için her geçen gün daha da kötüye gitmiş.” dedi Sam Flores, konferans masasının üzerindeki multimedya ekranına başka bir resim yerleştirirken. “İşte onun işini bitirdikten hemen sonra.”
Bill bu kadarını tahmin etmişti ve haklı olmaktan nefret ediyordu.
Büro, cesedi Quantico’daki BAU’ya göndermiş, adli teknisyenler fotoğraflarını çekmiş ve tüm tesler yapılmıştı. Siyah çerçeveli gözlüklü laboratuvar teknisyeni Flores tüyler ürpertici bir slayt gösterisi yaptığında ve BAU konferans salonundaki ekranlar korkunç görünüyorlrdı.
“Ceset bulunmadan ne kadar zaman önce öldürülmüş?” diye sordu Bill.
“Çok uzun değil.” diye yanıtladı Spelbren. “Belki de akşam erken saatlerde.”
Yarnell’den ayrıldıktan sonra Quantico’ya birlikte uçtukları Bill’in yanına oturdu Spelbren. Masanın başında Özel Ajan, takım şefi Brent Meredith oturuyordu. Meredith, kalın çerçeveli gözlükleri, huysuz özellikleri ve ifadesiz yüzüyle korkutucu bir hal sergiliyordu. Ama bu durum Bill için gözdağı olmamıştı. Ortak yönlerinin olduğunu bilmek hoşuna gidiyordu. İkisi de işin kurduydu ve bunun farkındaydılar.
Flores, kurbanın yaralarının yakından çekildiği bir dizi fotoğraf gösterdi.
“Soldaki darbeler erken yara darbeleri.” dedi. “Bunlar daha yeni olanlar. Bazıları kurdele ile boğulmadan bir kaç saat hatta dakika önce açılmış olanlar. Onu esir tuttuğu bir hafta boyunca giderek daha acımasız hale gelmiş. Kadın hala hayattayken yaptığı son şey kolunu kırmak olmuş.”
“Bıçak yaraları bana failin işiymiş gibi görünüyor.” dedi Meredith. “Saldırganlığın biçimine bakarak bir karar vermek gerekirse, muhtemelen erkek. Başka ne var?”
“Kafa derisindeki kısa saçlardan, öldürülmeden bir iki gün önce başının traş edildiğini anlıyoruz.” diye devam etti Flores. “Başındaki peruk diğer ucuz perukların bir araya dikilmesiyle yapılmış. Kontakt lensler muhtemelen posta ile getirtilmiş. Ve son bir şey daha,’’ dedi etrafındakilelrin yüzüne çekinceyle bakarak: ‘’Kadının vücudunu vazelinle kaplamış.’’
Bill, odadaki gerilimin arttığını hissedebiliyordu.
“Vazelin mi?” diye sordu.
Flores başını salladı.
“Neden?” diye sordu Spelbren.
Flores omuzlarını silkti.
“Bunu bulmak senin işin.” diye yanıtladı.
Bill, dün ifadelerini aldığı iki turisti düşündü. Gördükleri şey karşısında paniğin sınırları ile korunç bir merak arasında kalmışlar ve hiç yardımları dokunmamıştı. Arlington’da bulunan evlerine geri dönmek için sabırsızlanıyorlardı ve onları tutuklamak için bir sebep yoktu. Her memur tarafından sorguya çekilmişlerdi ve gördükleri hakkında kimseye bir şey söylememeleri konusunda usulüne uygun bir biçimde uyarılmışlardı.
Meredith avuç içlerini üfleyerek her iki elini de masaya koydu.
“İyi iş Flores,” dedi.
Flores bu övgü için minnettar ve biraz da şaşkın görünüyordu. Brent Meredith’ten övgü almaya alışkın değildi.
“Şimdi Ajan Jeffreys,” dedi Meredith ona dönerek: “Bunun sizin eski davanızla ne ilgisi olduğu konusunda bize bilgi verin.”
Bill derin bir nefes alıp sandalyesinde arkasına yaslandı.
“Altı ay kadar önceydi.” diye başladı. “Aslında tam olarak Aralık ayının on altısıydı. Eileen Rogers’in cesedi Daggett yakınlarında bir çiftlikte bulundu. Partnerim Riley Paige ile birlikte teftiş yapmak için çağrıldım. Hava çok soğuktu ve ceset kaskatı donmuştu. Onun orada ne kadar kaldığını söylemek zordu ve tam olarak ne zaman öldüğü hiç tespit edilemedi. Flores, göster onlara.”
Flores slayt gösterisine döndü. Ekran bölündü ve ekrandaki görüntülerin yanı sıra bir dizi yeni görüntü belirdi. İki kurban yan yana gösteriliyordu fotoğraflarda. Bill içini çekti. Bu inanılmazdı. Bedenlerden birinin donmuş olması dışında cesetlerin durumu hemen hemen aynıydı ve yaralar neredeyse aynı yerdelerdi. Her iki kadının gözleri de aynı iğrenç tarzda geniş bir biçimde dikilmişti.
Bill derin bir nefes aldı. Bu görüntülerle her şeyi yeniden hatırlamıştı. Kaç yıldır polis olduğu önemli değildi, gördüğü her kurban onun içini acıtıyordu.
Bill, “Rogers’ın cesedi bir ağaca dik olarak oturmuş biçimde bulundu.” diye devam etti. Sesi daha sert çıkıyordu. “Mosby Park’taki kadar dikkatlice yerleştirilmemiş. Kontakt lensler ya da vazelin kullanılmamış. Ama geri kalan tüm detaylar neredeyse aynı. Rogers’ın saçları kısa kesilmiş. Kazınmamış. Ama aynı yamalı peruk onda da var. Ayrıca o da pembe kurdele ile boğulmuş ve aynı yapay gül onun önünde de bulundu.”
Bill bir an durdu. Bundan sonra söyleyeceği şeyden nefret ediyordu.
“Paige ve ben bu davayı çözemedik.”
Spelbren ona döndü.
“Sorun neydi?” diye sordu.
“Sorun ne değildi?” diye karşı çıktı Bill gereksiz yere. “Bir an bile ara veremezdik. Tanığımız yoktu. Kurbanın ailesi işimize yarayacak tek bir bilgi bile vermedi. Rogers’ın bir düşmanı yoktu, eski kocası yoktu, kızgın bir erkek arkadaşı yoktu. Onun hedef alınması ve öldürülmesi için tek bir iyi neden yoktu. Dolayısıyla dava hemen kapatıldı.”
Bill sessizliğe gömüldü. Kafasının içini karanlık düşünceler doldurmuştu.
“Değil.” dedi Meredith alışılmadık biçimde nazik bir ses tonuyla. “Bu senin hatan değil. Sen yeni bir cinayeti engelleyemezdin.”
Bill bu kibarlıktan memnun kalmıştı ama kendisini cehennem kadar suçlu hissediyordu. Bunu neden daha önce çözememişti? Neden Riley çözememişti? Meslek yaşamı boyunca çok az tökezlemişti.
O sırada Meredith’in telefonu çaldı ve şef telefonu yanıtladı.
Söylediği ilk kelime, “Kahretsin.” oldu.
Bunu birkaç kez tekrarladı. Sonra, “Onun olduğuna emin misin?” dedi. Durdu. “Fidye için arayan oldu mu?”
Sandalyesinden kalkıp, diğer üç adamı orada şaşkın bir sessizlikte bırakıp, konferans salonunun dışına yürüdü. Bir kaç dakika sonra geri döndü. Çökmüş görünüyordu.
“Beyler, artık kriz modundayız.” dedi. “Dünkü kurbanın kimliğini tespit ettik. Adı Reba Frye.”
Bill, sanki midesine yumruk yemiş gibi tıkandı kaldı. Spelbren’in de şok içinde olduğunu görebiliyordu. Ama Flores şaşkın görünüyordu.
“Kim olduğunu öğrenebilir miyim?” diye sordu Flores.
“Kızlık adı Newbrough,” diye yanıtladı Meredith. “Eyalet senatörü Mitch Newbrough’nun, muhtemelen Virginia’nın bir sonraki valisinin kızı.”
Flores derin bir nefes aldı.
“Onun kaybolduğunu duymamıştım.” dedi Spelbren.
“Resmi olarak bildirilmedi.” dedi Meredith. “Babasıyla henüz temasa geçildi. Ve tabii elbette o bunun politik, şahsi ya da her ikisi birden olduğunu düşünüyor. Altı ay önce başka bir kurbana aynısının olması onu pek ilgilendirmedi.”
Meredith başını salladı.
“Senatör buna çok zor dayanıyor.” diye ekledi. “Basın başımıza üşüşmek üzere. Bunu paçalarımızın tutuştuğundan emin olmak için yapacak. ”
Bill’in kalbi daraldı. Başının sıkışmış olması hissinden nefret ediyordu. Ama şu anda tam olarak hissettiği buydu.
Odayı kasvetli bir sessizlik sardı.
Sonunda Bill boğazını temizledi.
“Yardıma ihtiyacımız olacak.” dedi.
Meredith ona döndü ve Bill, Meredith’in sert bakışlarıyla karşılaştı. Birden Meredit’in yüzünü üzüntü ve itiraz ifadesi kapladı. Bill’in tam olarak ne düşündüğünü biliyordu.
Açıkça Riley’i geri çağırmayı ima ettiğini bilerek, “O henüz hazır değil.” diye yanıtladı Meredith.
Bill derin bir nefes aldı.
“Bayım,” dedi, “o bu davayı herkesten daha iyi biliyor. Ve ondan daha güçlüsü yok.”
Başka bir duraklamadan sonra Bill geldi ve ne düşündüğünü söyledi.
“Bunu onsuz yapabileceğimizi sanmıyorum. ”
Meredith tamamen hem her yerde hem de burada olmayı dileyerek elindeki kalemi bir deste kağıda birkaç kez vurdu.
“Bu bir hata.” dedi. “Ama eğer ayrı kalırsa bu sizin hatanız olur.” Tekrar içini çekti. “Arayın onu.”