Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Marguva»

Shrift:

Kızıl Kırgın kurbanları anısına…



Takdim
Abzal SAPARBEKULI

Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi

Cumhurbaşkanı Sayın Nursultan Nazarbayev’in her alanda belirlediği kalkınma stratejileri doğrultusunda Türk Dünyası’nın incisi olarak Kazakistan Cumhuriyeti her geçen gün biraz daha gelişiyor. Kazakistan, bir yandan çağdaş dünyaya ayak uydururken, öte yandan millî ve manevî değerlerine sahip çıkarak “Ebedî El” mefkûresini gerçekleştirme yolunda adım adım ilerliyor. Bu yolda ilerlerken, kültür ve sanat, özellikle de bu alanın temel taşı olan edebiyat önem verilen alanlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu doğrultuda edebiyatın imkânlarından faydalanarak millî duygu ve düşünce ufkunu genişletmek millî amaçlarımız arasında geliyor.

1991’den bu yana Türkiye ve Kazakistan arasındaki siyasî gelişmeye bağlı olarak kültürel ilişkiler de hızla gelişmekte. Kültürel ilişkiler kapsamında edebî ilişkiler çok özel bir yere sahip. İki halkın önemli edebiyatçılarıyla ilgili karşılıklı olarak yapılan toplantılar ve karşılıklı eser basımı edebî ilişkilerin gelişmesine büyük katkı sağlamakta. Özellikle son birkaç yıl içinde gerek Kazak edebiyatının abidevî şahsiyetlerinin eserlerinin Türkiye Türkçesine kazandırılması gerekse Türk edebiyatından, az sayıda da olsa, eserlerin Kazakçaya çevrilmesi Kazakistan ve Türkiye arasındaki edebî ilişkilerin gelişmesini hızlandırdı.

Edebiyat aracılığıyla iki ülke halkının birbirini daha yakından tanıyarak edebiyatın dostluk ve kardeşlik zemini üzerinde kurduğu ilişkiler, hiç şüphe yok ki, en güçlü ve kopmaz bağlardır. Bu anlayışla Kazakistan Ankara Büyükelçiliği olarak edebî alandaki faaliyetleri de desteklemeyi halkımıza ve devletimize karşı millî bir sorumluluk olarak görüyoruz.

İki ülkenin edebî ilişkilerine katkı sağlayan bir çalışma da Kazak yazar Şerbanu Beysenova’nın eserlerinin Türkiye Türkçesine kazandırılmasıdır. Şerbanu Beysenova özellikle kadın temalı eserleri ile öne çıkan bir yazardır. Onun tarihte yaşamış kahraman Türk kadınlarını işleyen Bozok Güzeli ve Süzge Hanım gibi eserleri sevilerek okunmaktadır.

Şerbanu Beysenova’nın Marguva romanı ise Kazak tarihinin çok önemli bir kesitini ele alan sürükleyici bir romandır. Stalin devrinin kızıl kırgınında pek çok Kazak aydını ya sürgün edilmiş ya da suçsuz yere öldürülmüştür. Öldürülen ya da sürgün edilenlerin arkasında ise acılı eşler, baba hasreti çeken çocuklar kalmıştır. Şerbanu Beysenova bu romanda bize Stalin’in Kızıl Kırgın’ından nasibini alan Kazak bir akademisyenin geride kalan eşi ve çocuklarının dramını gözler önüne sermiştir. Kazak tarihinin bu çetin dönemi, Şerbanu Beysenova elinde duygu yüklü bir romana dönüşmüştür. Roman gerçek hayatta yaşanmış bir olaydan esinlenerek kurgulanmıştır.

Türkiye’de Kazak edebiyatı ile ilgili önemli bilimsel çalışmalara imza atan, Kazak edebiyatından yaptığı çevirilerle Kazak edebiyatının Türkiye’de tanıtılmasına büyük emeği geçen Doç. Dr. Cemile Kınacı tarafından Türkiye Türkçesine kazandırılan Marguva romanı sayesinde Türk okuyucu, Kızıl Kırgın yıllarına yakından şahitlik edecek. Türk kardeşlerimiz, Marguva çevirisi aracılığıyla Kazak kardeşlerinin tarihte yaşadıkları dramı daha yakından gözlemleyebilecek, Kazak kardeşlerinin dertlerine ortak olacak diye düşünüyorum.

Değerli yazar Şerbanu Beysenova’yı bu güzel eserinin Türkiye’de yayımlanmasından dolayı kutluyorum. Kendisine sağlık ve esenlik içinde geçecek başarılı nice yıllar diliyorum. Kazak tarihinin çetin yıllarına ışık tutan Marguva romanını Türkiye Türkçesine çevirerek kökleri bir olan Kazak-Türk halkının edebî ilişkilerinin gelişmesine yine önemli bir katkı sağlayan Doç. Dr. Cemile Kınacı’yı da gönülden tebrik ediyorum. Kitabın yayınlanmasına destek veren Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı ve Bengü Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yakup Ömeroğlu’na milletimiz ve devletimiz adına şükran duygularımı arz ediyorum. Romanın Türk okuyucu tarafından beğeniyle okunmasını temenni ediyorum.

Takdim
Dr. Yakup ÖMEROĞLU

Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı

Avrasya Yazarlar Birliği, kurulduğu ilk günden bu yana kardeş Kazakistan ile sıkı edebî ilişkiler geliştirdi. Kazakistan ile birlikte yürüttüğümüz faaliyetlerde hem biz Kazak kardeşlerimize gönülden destek verirken hem de Kazak kardeşlerimizin yürekten desteğini her zaman gördük ve görmeye devam ediyoruz.

Avrasya Yazarlar Birliği olarak Türk ve Kazak edebiyatçılarıyla ilgili karşılıklı olarak yapılan toplantılara memnuniyetle destek veriyoruz. Bunun yanı sıra Bengü Yayınları aracılığıyla Kazak edebiyatının birbirinden güzel edebî eserlerini Türk okuyucuya sunmaktan da büyük memnuniyet duyuyoruz. Ayrıca, Kazak edebiyatı hakkında yapılan bilimsel çalışmaların Türk okuruna sunulmasında da Bengü Yayınları her zaman destek vermektedir. Özellikle son birkaç yıl içinde gerek Avrasya Yazarlar Birliği olarak gerekse Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği ortaklığı ile Kazak edebiyatından pek çok hikâye seçkisi, roman ve şiir kitapları yayımladık. Şu anda Bengü Yayınları kataloğuna bakıldığında, Kazak Edebiyatı serisinden çıkan kitap sayımızın kırka yaklaştığı görülecektir. Bu, hem Türk edebiyatı hem de Kazak Edebiyatı açısından büyük bir zenginliktir. Kazak edebiyatından yapılan çeviri ve bilimsel çalışmalar ne kadar artarsa Türk halkı Kazak edebiyatından o kadar çok haberdar olacak ve iki ülke arasındaki edebî ilişkiler bu yolla giderek gelişecektir.

Kazak edebiyatı serimizde daha önce Ulpan ve Kazak Edebiyatında Kadın Meselesi gibi özellikle kadın konusuna odaklanan eserler yayımladık. Bu seriye Şerbanu Beysenova’nın üç değerli kitabı ile devam etmekten büyük mutluluk duyuyoruz. Şerbanu Beysenova’nın eserlerine bakıldığında, onun özellikle kadın konusuna odaklandığı görülüyor. Tarihte yaşamış kahraman Türk kadın tipini Bozok Güzeli ve Süzge Hanım eserlerinde görmek mümkün. Marguva romanı ise yakın geçmişe ışık tutuyor. Marguva, Stalin döneminde yaşanan Kızıl Kırgın yıllarını gözler önüne seriyor. Kızıl Kırgın döneminin sadece sürgüne gönderilen ya da suçsuz yere öldürülen Kazak aydınlarının hayatlarını mahvetmediğini, aynı zamanda geride kalan gözü yaşlı eşlerin, babasız kalan çocukların da dünyalarını kararttığını Marguva romanı aracılığıyla görüyoruz. Dönemin can acıtan tarihî gerçekleri değerli yazar Şerbanu Beysenova kaleminden trajik bir romana dönüşmüş. Bengü Yayınları olarak Kazak Edebiyatı serimiz içerisinde değerli yazar Şerbanu Beysenova’nın eserlerini yayımlamaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz. Üç güzel eserinin Türkiye Türkçesine kazandırılmasından dolayı değerli Kazak yazar Şerbanu Beysenova’yı içtenlikle kutluyoruz.

Daha önce Kazak edebiyatı ile ilgili yaptığı bilimsel çalışmaları ve roman çevirilerini yayımladığımız Doç. Dr. Cemile Kınacı’nın elinizdeki Marguva çevirisi ile bu defa Stalin devrinin Kızıl Kırgın yıllarına yolculuk yapacaksınız. Türk okuyucunun Marguva’yı beğenerek okuyacağını ümit ediyorum.

Yaptığı çalışmalarla Türk-Kazak edebî ilişkilerinin perçinlenmesine katkı sağlayan Doç. Dr. Cemile Kınacı’yı gönülden kutluyorum. Kitabın yayımlanmasına destek veren Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Sayın Abzal Saparbekulı’na teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca kitabı yayına hazırlayan yazar Sayın Malik Otarbayev’e de teşekkür ediyorum. Türk-Kazak edebî ilişkilerinin artarak devam etmesini içtenlikle diliyorum.

Çevirenin Ön Sözü

Sovyet devrinde Stalin dönemine dair çok şey duymuş ya da okumuşuzdur. Özellikle Stalin’in 1920’li ve 1930’lu yılların sonunda yaptığı aydın kırgınları hafızalara kazınmıştır. Hatta o çetin günlerde suçsuz yere hayatlarından olan pek çok Türk aydını ancak günümüzde aklanmış ve vicdanlarda hak ettikleri gerçek yerleri bulmaya başlamıştır. O boranlı dönemde “halk düşmanı” suçlamasıyla kurşuna dizilip öldürülenler, Sibirya’ya sürgüne gönderilip suçlu kamplarının zor şartlarına dayanamayıp sürgünde yaşamını yitirenler, sürgünden dönmeyi başarsa bile geçirdikleri çetin yılların sonunda çaresiz hastalıklara tutulup hayatını kaybedenler…

Sovyet ülkesinde Stalinli yıllarda ve daha sonrasında “halk düşmanı” damgasının dışında tarihe silinmez bir damga daha vurulmuştu. Bu damga “halk düşmanının ailesi” damgasıydı. Nasıl ki “halk düşmanı” damgasını silmek mümkün değilse “halk düşmanının ailesi” damgası da silinmesi imkânsız bir damgaydı. Bizler genelde Stalin devrinde “halk düşmanı” olanların hayat hikâyelerini duyduk, okuduk. Onların dramlarına şahitlik ettik. Oysa bir de “halk düşmanı”ndan geriye kalan bir eş ve çocuklar vardı. İşte onların dramı bize pek yansımadı. Değerli yazar Şerbanu Beysenova’nın Marguva romanını okuduğumda bu sebeple çok etkilendim. Roman bir “halk düşmanı”nın geride kalan ailesine ve onların bu damga ile hayatta kalma mücadelesine adanmıştı.

Eserlerinde özellikle kadın konusuna odaklanan değerli yazar Şerbanu Beysenova romanın konusunu gerçek hayattan almıştı. Yazar, Stalin devrinde tutuklanan akademisyen Muhamedcan Karatayev’in ve onun geride bıraktığı eşi Marhuma’nın hayat hikâyesinden esinlenmiş ve bu güzel romanı yazmıştı. Romanda başarılı bir akademisyen olma yolunda ilerlemekteyken Stalin devrinde “halk düşmanı” olarak tutuklanan Mukan Kaptagayev’in Sibirya’da sürgüne gönderilmesi ve “halk düşmanının ailesi” damgasıyla geride kalan eşi Marguva’nın çocuklarıyla birlikte hayatta kalma mücadelesi anlatılıyordu. Marguva’nın ve çocuklarının hayatta kalma mücadelesini okuduğumda, o dönemde Sovyet sisteminin Sovyet iktidarını korumak bahanesiyle yalnızca “halk düşmanları”na savaş açmadığını, kendi halkına, kadınlarına, çocuklarına, bizzat insanlık değerlerine savaş açtığını gördüm.

Marguva’nın hayatta kalma mücadelesi, bütün zorluklara göğüs gerişi, her türlü çileye rağmen dimdik ayakta duruşu ona karşı bende hayranlık uyandırdı. Her türlü olumsuzluğa rağmen hem kocasını yaşatmak hem çocuklarını iyi birer evlat olarak yetiştirmek için mücadele veriyordu. O, “halk düşmanının hanımı” damgasıyla bütün hayatı alt üst olmasına rağmen ailesinin dağılmasına asla izin vermedi. Kocasının yokluğunda aile reisliğini üstlenip dimdik ayakta durarak yuvasını anaç bir kuş misali korudu.

Bundan önce çevirdiğim Ulpan ve Benim Adım Koca romanlarında olduğu gibi yine romanın kahramanı Marguva’ya olan duygusal bağlılığım nedeniyle eseri çevirme işine giriştim. Stalin döneminin zulmünü, Sovyet yönetiminin zorbalığını gerçek hayattan esinlenerek kaleme alınan Marguva romanı aracılığıyla Türk okuyucu da okusun, bilsin istedim. Daha önce Ulpan’ı ve Benim Adım Koca’yı severek okuyan Türk okuyucunun Marguva’yı da beğeneceğini umuyorum.

Değerli yazar Şerbanu Beysenova’yı bu güzel eserinin Türkiye Türkçesinde yayımlanmasından dolayı kutluyorum. Kendisine esenlikler içinde ve yepyeni güzel eserler kaleme alacağı uzun bir ömür diliyorum.

Her zaman olduğu gibi Marguva’da yine pek çok kişinin desteği ve yardımıyla yayımlandı. Bu vesileyle Marguva çevirimi yayımlayarak beni onurlandıran Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Sayın Abzal Saparbekulı’na, Bengü Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Yakup Ömeroğlu’na sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Bu eserle tanışmama vesile olan, çevirmem konusunda beni destekleyen, çeviriyi yayına hazırlayan, Kazak edebiyatı ile ilgili çalışmalarımda desteğini hiçbir zaman eksik etmeyen yazar Sayın Malik Otarbayev’e ayrıca teşekkür ederim. Marguva çevirimin kapak resmini ve iç kapak resmini çizen değerli ressam dostlarım Janibek Nurbekulı’na ve Bey-bit Asemkul’a sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Hiç şüphe yok ki eserleri çevirime anlam kattı.

Son olarak daima sırtımı yasladığım dağ olan kıymetli aileme, sevgi ve ilgileriyle beni destekleyerek yeni eserler üretmeme vesile olan anneme, babama ve kardeşlerime sonsuz sevgi ve şükranlarımı sunuyorum.

Türk-Kazak dostluğu ebedî olsun!

16 Aralık 2018-Ankara

MARGUVA

Marhuma 1

 
“… Marhuma diyerek bu gün övünüyorum,
Bu övünç ömür boyu sürecek.
‘Canım kurban’ dememenin imkânı yok,
Kazak’ın haysiyetli iyi insanlarına!
 
 
Taşımış ateş kaygısını sarı bozkırın,
Saklamış kötülüklerden dilek şarkısını.
Aşkın ak tuğunu yere düşürmeyen,
Kazak’ımın kızına kurban olayım!”
 
Abdilda Tajibayev

“Uyan, Marguva, uyan!”

Yumuşacık okşayan bir ses uzaklardan gelerek ona ulaşıyormuş gibi…

“Uyan, uyan!”

Marguva bu esnada gerçek ile düşün, belki de, bilinmeyen iki dünyanın sınırında yığın yığın bulutlar ile sis birbirine karışmışçasına dumanlı bir dünyada yatıyormuş gibiydi. Bedenine bir hafiflik, bir belirsizlik hükmediyormuşçasına kendini kuşlar gibi özgür ve huzurlu hissediyordu. Tıpkı kanatlı bir kuşmuşçasına birden havalanıp uçacak gibiydi. Kalça kemiğine taş batmış gibi gece boyunca bir o yana bir bu yana döndüğü için o, şu anda döşeğini hissetmiyordu. Göğüs kısmının ağrıyarak devamlı sızlaması da geçmiş gibiydi, kendisi tamamen iyileşmişe benziyordu. İyileşme sürecindeki bir hastanın ağır basan uyku hali içerisindeydi. Bütün gece gözleri kapanmayan o, böyle derin bir uykuya nasıl olmuştu da yatmıştı. Uyuyuverse ah! Uyuyuverse… Uykunun ağır bastığı bu puslu dünyadan aşağıya doğru kayıp gidiyor, kayıp gidiyor… Önü taştan karanlık bir mağara… Zuv-uv, zuv-uv-uv…

“Uyan, uyan deyince uyan, uyan!” diyerek deminki yumuşacık ses yine tekrarlandı. Marguva kendini kapkaranlık bir uçurumdan çıkıp yeniden uçup geliyormuş gibi hissetti. Aydınlık, aydınlık, işte, ışık göründü ah! Dipsiz bir uçurumdan güçlükle çıkıyormuş gibiydi.

Son zamanlarda onun hastalığı artmışa benziyordu. Bunu kendisi de fark ediyordu. Öyle olmasına rağmen tamamen yatağa düşmüş de değildi. Hiç kimseye yük olmadan, kendi ihtiyaçlarını kendisinin karşılayabilmesine şükrediyordu. Böyle olsa da dermanının günden güne azalıp delik bir kovadan dökülen kum gibi akıp gitmekte olduğu açık idi. “Evet, her şeye kadir olan Tanrım, bana da kulum diyorsan eğer, hiç kimseye rezil rüsva etmeden, elim ayağım tutarken ele eteğe düşürmeden canımı al. Dert azabını çektirme. Yatağa düşürüp etlerimi çürütmeden ak ölüme atlanmayı nasip et.” diyerek yatıp kalkıp yalvarıyordu.

Marguva’nın az yaşadım diye kahırlanacak bir durumu yoktu. Bahtlı zamanları çok az yaşadım derse o da şükürsüzlük olurdu. Alnına yazılanlara boyun eğerek “geçmişe salavat” diyordu. Tanrı’nın nasip ettiği iyi ve kötü her şey için kanaat ediyordu. O acıyı, tatlıyı, tuzluyu, lezzetliyi, velhasılkelam hayattaki her tadı da tatmıştı. Hepsi de Allah’ın işiydi. Sadece iyilikleri ver, kötülükleri bana gösterme diye nasıl diyebilir ki… O, daima sonucun hayırlı olmasını diledi. Dileği ak olduktan sonra, Tanrı’nın merhamet gösterdiğini nice defa kendi gözleriyle görmüştü.

Sadece son zamanlarda gönlünde bir yerlerde pişmanlığa, acıya benzer anlayamadığı değişik bir his peyda olmuştu. Bu his yüreğinin en derinini zaman zaman sızlatıp duruyordu. Bu sebeple huzursuz oluyordu. Böyle ne olduğu belirsiz bir ağrının düğüm düğüm olarak göğsüne gelip sıkıştırması onu zorluyordu. Bazen de sızlayıp sızlayıp sonra dağılıyordu. Şimdi de uzun süre devam ederek ona çok acı çektirmeye başlamıştı. Acı çekiyordu ah, acı çekiyordu yüreği. Onu bu kadar kederlendiren, göğsünü sızlatarak sancıtan ne olmuştu? Bunu düşünerek kendi kendine dertlendi. Sırlarını açacağı, dertlerini paylaşacağı bir yaşıtı da kalmamış gibiydi. Kime gidip derdini dökecekti? Bu yüzden dermanı kuruyup destek bulamadığı için yorgun düşmüş gibiydi. Bu yaşına kadarki geçmişte gördüğü az sayıdaki güzel günlerini gönül süzgecinden geçirerek her bir şeyi hatırlayıp huzurla gülümsüyordu. Torunlarının çıkardığı oyunlarla azıcık da olsa kendini oyalıyordu. Fakat bu göğsündeki düğümün çözüleceği yoktu. Hatta daha da artıyor muydu ne? İhtiyarlık çağında dert olup yüreğinde düğümlenen bu neyin kederi, neyin sıkıntısı idi acaba? Neye yormak lazımdı, bu neyin işaretiydi? Bunu tam olarak kestiremiyordu. Tek bildiği, Tanrı kötü şeyi nasip etmesin. Sadece sonu mutlaka iyilik olsun!

Marguva neleri görmemişti ki… Kaderi onu nerelere sürüklemedi. Artık hiçbir şey için pişmanlık duymaya gerek yok diye düşünüyordu. Yoksa hâlâ da gönlünün derinliklerinde herhangi bir pişmanlığı, yerine getirmediği bir görevi kaldı mı acaba? Bütün gece göğsünü sızlatan bu, ne olduğu bilinmeyen, şüpheli hastalık artarak onu halsizleştirip bitkin düşürüyordu.

Gece boyunca bir yandan öksürükten boğularak bir yandan derin düşüncelere dalarak uykusu kaçan Marguva, daha yeni tan atarken rahatlayıp gözleri kapanmıştı. Öyle ki derin bir boşluğa kayıp gidiyordu. Bir güç karanlık dipsiz bir uçuruma onu hızla çekiyor gibiydi. O, düşüncelerinde bu güce ne kadar çok direnip ondan kurtulmaya çalışsa da kımıldayacak bile dermanı yoktu. Parmağını dahi kımıldatamıyordu. Parmağı bir yana, kirpiklerinin her biri sanki kalıba dökülmüş demir gibi ağırlaşmıştı. Kaldırmak ne mümkündü. Nefesi kesiliyordu. Dipsiz derin karanlığa hızla kayıyordu, düşüyordu. Bu durum bitecek gibi görünmüyordu.

O, daha önceleri de sık sık böyle kâbuslar görürdü. Fakat çabucak uyanırdı. Bu defa uyanamıyordu, hızla düşüyordu.

“Uyan, kızım uyan!”

Ses daha sert çıkıyor gibiydi.

Gerçek ile düşün, belki de bilinmeyen iki dünya arasındaki arafta yatan Marguva deminki sesi açık, tam karşısında tekrar işitiyordu. Yumuşak bir avuç yüzünü bilinir bilinmez bir şekilde okşayıp geçmişti sanki. Deminki belli belirsiz dokunuştan kendisini çevreleyen kafesin sayısız ipi lime lime koparak bedeni kurtulup eli kolu hareket etmeye başlayıp gözünü zar zor açtı. Gözünü açtığında ışımaya başlayan puslu bir dünyanın içinde yüzüyor gibiydi. Gri duman gibi sisli perde arasından döşeğinin baş tarafında duran nur yüzünden merhameti dökülen ak sakallı ihtiyarın silueti gözüne ilişti. Bulanık bir şekilde belli belirsiz hayal ile gerçek arasında ışıyordu. “Uyan, kızım, uyan!” İnsan mıydı, yoksa hayal mi? Marguva bunu ayırt edecek halde değildi. Ancak yüzü tanıdık gibiydi. Bu hayali yok etmek istemeyerek gözünü hızlıca kapatıverdi. Yüzü bu kadar merhametli, bu kadar içten ve şefkatle bakan kimdi acaba? Bir hatırlayabilse… Onu ne zaman, nerede görmüştü? Galiba bir yerde görmüş gibiydi. Hey Allahım! Nerede görmüştü? Nerede?

Nerede… Söylemek mümkün mü? Doksan yaşındaki ihtiyar kadını kim “Kızım” diyerek sever ki? İşte hatırlamaya başladı. Düşünde, evet, düşünde görmüştü… Marguva tekrar uykuya daldı.

“Uyan, Marguva, uyan! Gönlündeki şüpheden kurtulmak istiyorsan uyan!”

Marguva’nın yaşlı düşüncesine şimşek gibi çakıp bir şey parlayarak geçip gitmiş gibiydi. Bu parlamayla birlikte vücudu elektrik çarpmışçasına etkilenip tir tir titremeye başlamıştı. Onun bedenine şimdi anlaşılamayan bir korku hâkim olmuştu. Döşeğinin etrafında birileri hareket ediyor gibiydi.

Uykusundan uyandığı aşikârdı. O, korku içinde bir süre hareketsiz yattı. Gözünü tekrar açtığında deminki puslu dünya dağılmış, odanın duvarları aydınlanmış, duvara asılan suretlerin silueti netleşip tan yeri süslenmeye başlamıştı. Ak sakalı beline kadar uzanan ihtiyarın hayali yok olmuştu. Marguva onu hafızasında saklamıştı, şimdi gerçekten tanıdı…

Gerçek ile düş arasındaki azaptan hali kalmamış, yüreği ağzına gelmişçesine hızlı hızlı çarpıp, nefes almak isteyip alamayarak sadece iskeleti kalmış başını kaldırıp döşeğinde diz çöküp uzun süre oturdu. Gövdesinden çıkıp gidecekmişçesine atan kalbinin sesi kesilinceye kadar kendine gelemedi. Duasını okuyup gönlünü sakinleştirdikten sonra yavaş yavaş kendine gelmeye başladı.

Demin yaydan fırlamış ok gibi beynini delip geçen neydi acaba? Ne olursa olsun, şimşeğin ateşi gibi gece karanlığını nasıl bir anda apaydınlık etmişti. Bu da onun ihtiyar düşüncelerini birdenbire silkindirip, harekete geçirmiş gibiydi. Nasırlaşmış düşüncelerinin en ince noktasına kadar parlak ışıkla aydınlanmış gibiydi. Geçmişte kalan her şeyi olması gerektiği yerlere yerleştirmişe benziyordu. İnsanın düşüncesi bu kadar geniş olur mu? O, kırk katının içine her şey sığabiliyormuş meğer diye düşündü. O güne kadar iyi kötü başından geçirdiklerini, görüp bildiklerini en ince ayrıntısına kadar hatırlamaya başlamıştı. Zihninde geçmiş ve bu gün birbirine karışıp karmakarışık olmuştu. Eski zamanlarda geçmiş günlerin unutulan izleri geri dönüp onu yeniden bulmuş gibiydi.

Boz bulanık tan sırasında gerçek ile düşün arasında hayal gibi görünen ak sakallı ihtiyar bundan önce de düşüne girmişti ya işte. Bu düş ne zaman gördüğü bir düştü? Şimdi bunu düşünüyordu. Tanrım, o zamandan beri ömür nasıl geçmiş, deryaya ne sular akmış desenize… Hesapsız nice günleri geriye atmıştı bu zavallı. Gömleğinin önünden kopan bir düğme misali hafızasından nice zaman önce çıkıp giden düşündeki bu ihtiyarın apaçık dönüşü de ne demek oluyordu?

Bu düşü neden görmüştü? Neyin işaretiydi? İnşallah hayra alamettir.

1.Marhuma, akademisyen âlim, tenkitçi Muhamedcan Karatayev’in yetmiş yaşına kadar evlilik sürdürdüğü sevgili eşidir. Kovuşturma ve sürgünlerin yaşandığı en çetin dönemde Sibirya’nın uzak köşelerine sürgüne gönderilen kocasının ardından giden, onun çilesine ortak olarak kader yoldaşlığı yapan sadık yâridir. Bu eserde kahramanların adları edebî esere uygun olması açısından Marguva ve Mukan olarak değiştirilmiştir (yazarın notu).
7 801,98 s`om