Kitobni o'qish: «Bir Pişmanlık Bir Ümit»
Takdim
Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi
Kazak halkının asırların kültürel ve sanatsal birikimi sayılan Kazak edebiyatı, geçmiş ile günümüzün aydın dimağlarını yetiştirmiş, söz sanatına yeni bir boyut, yeni bir ufuk kazandırmış ve milletin kaderi açısından geleceği daha net görebilmek için kendine has rengiyle ve şivesiyle derin bir düşünce dünyasını oluşturmuştur. Kazak söz sanatı, her ne kadar zamanın devamlı değişen konjoktörüne bağlı kalarak şekillenmiş olsa da, insanı temel olarak ilgilendiren ortak değerlerini anlatmadan ve aktarmadan hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Bu da, şüphesiz sanat dünyasına sadık kalarak, millî ruhumuzun abidesini inşaa etmeye, kendi hayatlarını adayan sanat fedailerine, değerli yazarlarımızın sayesindedir. İşte yaşayan Kazak yazarından Beksultan Nurjekeulı da, millî edebiyatımızın sunturlu söz sanatçılarından biri olarak, asırlardan beri devam ede gelen bu önemli kültürel misyonunu en iyi şekilde yerine getirmektedir.
Beksultan Nurjekeulı, kendine has üslubuyla kimseyi tekrarlamayan önemli bir kuşak temsilcisidir. Edebiyat adlı sihirli dünyaya ter ü taze duygularla gelen yazar, yüksek sanatını sergileyerek yoğun bir okur kitlesine kendisini kabul ettirmiştir. Onun eserlerindeki hayatın ölümsüz kareleri gerçek pano ve resim şeklinde göz önünde canlanır. Kahramanlarının devamlı değişen hissiyatları ister istemez okurunu da etkiler ve onlarla birlikte yaşıyormuşcasına yeni duygular yaşatır. Yazarın kaleminden doğan her cümle doğal bir şekilde gönlünde yer edinir. Okur için yabancı olan kelimelerle boğmaz, resim üzerindeki boyaların üzerine fazla boya çalmaz. Dolayısıyla eserlerinde herşey yeri yerinde işler, söz edilir ve Kazak halkının doğal ifadeleriyle okurun hayal gücüne güç katar.
Beksultan Nurjekeulı’nın tüm eserlerinde, roman olsun, uzunöykü olsun, hatta hikayelerinde bile “aşk” adlı bir tek konu işlenir. Mesela, “Beklentiyle Geçen Hayat” romanında Etike ile Kaynıkeş gibi, “Bir Pişmanlık, Bir Ümit” romanında Şegen ile Bübiş, Şegen ile Şaziye gibi, “Suçlu Sevgi” uzunöyküsünde Zeren ile Nurcan gibi kahramanları bu aşk ölümsüz sembolleridirler. Evet, aşk ve sevgi. İnsan sevgisi. Beyaz güvercinlerinin sevdası. Karasevda. Bu konulardır yazarı yazar yapan. Bundan dolayı bu ünlü yazarı zaman zaman “Aşk Aşığı”, “Duyguların Ressamı”, “Kadın Doğasının Cevahircisi”, “Kadın Sırrının Bilgesi” diye adlandırırlar. Şüphesiz aşkı duyan yaşıyor demektir. Aşk ile sevgiyi ebediyete armağan ederek yaşatan da gerçek hayat sahibi olsa gerek…
Elinizdeki “Bir Pişmanlık, Bir Ümit” adlı romanın ana teması da bu kutsal sevgi ve aşktır. Yazar Beksultan Nurjekeulı aşk macerasını anlatan romanı hakkında: “Bu eser, hayatımın bir karesidir. Şahitlik ettiğim bir olaydır. Aslında hayatımın ta kendisidir de. Delikanlıyı büyüten, adam akıllı düşünmeye sevk eden aşk hissidir. Bu güçlü his insanı tamamen farklı bir boyutta yaşatır. O boyutta, hatta o ufukta yaşarken insan ister istemez farklı düşüncelerin peşine düşer, kendince fikirler üretmeye başlar. Aşk ile nefret, insanın iç dünyasındaki en güçlü duygulardır. Bu güçlü duyguların etkisiyle insanın kişiliği veya ahlaksızlığı, sadakati veya hainliği, utanma duygusu veya hayasızlığı oluşur. İşte bu konuya değinerek kendi zaviyemden değerlendirmek amacıyla bu romanı yazdım.”
Evet, aşk, edebiyat ve sanat dünyasında ebedi bir konudur. Herkesin ilgisini çeken ve yaratılıştan bu yana gönüllerde tazeliğini koruyan sihirli bir duygudur. Umarım, bu kitap okurlarımızın ilgisini çeker ve kardeş ülke Kazakistan’a, Kazak halkına, aşkın Kazakçasına karşı yeni bir sevgi hissini uyandırır. Değerli Kazak yazarı Beksultan Nurjekeulı’nın romanını Türk diline aktaran Elmira KALJANOVA’ya ve yayına hazırlanmasında emeği geçen Avrasya Yazarlar Birliği’nin “Bengü Yayınevine teşekkürlerimi sunar, bu kitabın okurlarımıza ve roman severlere yararlı olmasını dilerim.
Takdim
Yrd. Doç. Dr. Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı
Türk kültür ve sanat dünyası aşk eserleriyle doludur. Köroğlu ile Nigar’ın, Bircan ile Sara’nın, Ferhat ile Şirin’in, Leyla ile Mecnun’un destanlaşan aşkları nice aşk hikâyelerinin, aşk maceralarının ilham kaynağına dönüşmüştür. Dilden dile dolaşan bu hikâyeler günümüzde de büyük bir ilgiyle takip edilip sadece kitapların değil, minyatürden opera ve bale sanatlarının da eşsiz eserleri olarak kabul edilmektedir.
Gerçek ve saf aşkı zamanla sınırlamak mümkün olmadığını herkes bilir. Bu bağlamda Kazak edebiyatının usta yazarlarından biri olan ve aşk konusuna hayatını adayan değerli kalem sahibi Beksultan Nurjekeulı’nın “Bir Pişmanlık, Bir Ümit” adlı romanı, zamandan aşkın, mekândan üstün olan aşk ve sevgiyi temele alarak ter ü taze duygularla ustaca yazılan bir eserdir.
Beksultan Nurjekeulı, toplumdaki kadının rolünü, erkeklerde bulunmayan hasletleri ince noktalarına kadar inceleyen, kadının dünyaya bakış açısı ve düşünce dünyasını, gerçek manada araştıran bir yazardır. Onun eserinde kendine has bir karakter saklıdır. Tabiatında ne kadar doğru ve doğal ise, eserlerinde de bu doğruluğu ve doğallığı görmek mümkündür. Mesela, “Bir Pişmanlık, Bir Ümit” romanında kadının soluğu, ananın sesi, kız kardeşinin ve ablanın nefesi olmadan toplumdaki sorunları çözmek mümkün olmadığını okuruna ayan beyan gösterir ve bunu sanat yoluyla ispat eder. Türk okuru için her şeyden önce ilgi çekici olan, bu roman aracılığı ile Kazak kadınının tabiatı ile tanışmak olacaktır. İşte bu açıdan yazar, Kazak kadınının tabiatını, hürriyetini, toplumdaki yerini, hatta hissiyatını ustaca resmederek günümüzün okuruna yeni duygular yaşatır.
Kadın ve kadına bağlı olan güzellik dünyası, edebiyatın ezeli ve ebedî konusudur. Kazak edebiyatında tarihe yön veren birçok kadının söz boyasıyla çizilen eşsiz portreleri mevcuttur. Gabit Müsirepov’un “Ulpan” romanındaki Ulpan’ın resmi, Şerhan Murtaza’nın “Ay ile Ayşe” romanındaki Ayşe’nin portresi gibi kadın kahramanlarının çok net ve belirgin karakterleri sergilenmiştir. Beksultan Nurjekeulı’nın eserlerindeki kadın karakter ve figüranları unutmak mümkün değildir. Çünkü yazar gerçekten kadın resimlerini çizerek muhteşem galeri oluşturmuştur. Zeren’in resmi, Kaynıkeş’in portresi ustaca çizilen karakterlerdir. Yazar, alışa geldiğimiz aşk romanlarındaki klasik motiflerden ziyade gerçek hayatla yüzleşen aşıkların ortak kaderlerini belirler. Kadına işkence vermenin sadece bir tek insan tarafından değil, toplum tarafından yapılan bir zulüm ve suç olduğunu Zeren gibi, Kaynıkeş gibi karakterlerin gönül dünyası açısından anlatır. Zira kadına yapılan zulümler asırlar öncesinden günümüze kadar halen devam etmektedir. İşte bu zulme ve işkenceye kadının gözüyle bakabilmek önemlidir. Bundan dolayı Beksultan Nurjekeulı’nın kadın karakterleri, yaşadıkları dönem itibarıyla kaderin zorluklarına katlanarak yaşayan ve her şeye rağmen gerçek aşka aşık olan saf gönüllerdir.
Türk okurunun ilgisini çekecek bu güzel eseri Türkiye Türkçesine aktaran Elmira KALJANOVA’ya, baskıya hazırlayan Malik OTARBAYEV’e ve Kazak edebiyatının bayrağını Anadolu’da dalgalandıran Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Prof. Dr. Canseyit TÜYMEBAYEV’e teşekkürlerimi arz ederim.
VESİLE
“Kendi eşimi sevdiğim hâlde, bir başkasını unutamamam, hatta özlemem, çocukluğumdan beri birlikte büyüdüğüm dostumu en içten duygularla sevip saymama rağmen, onu sevmeyen insanlarla iyi geçinmem, bunların hepsi nasıl bir davranış türüdür: İnsanlık mıdır yoksa ikiyüzlülük müdür?”
Bu düşünceler aklına geldiğinden beri kendi hırsızlığını rastgele kendisi açığa çıkarmış bir insan gibi, Şegen’in içini bir şüphe kapladı.Tüm hayatı boyunca edindiği asıl amaçta aniden bir hata tespit etmiş gibi korktu. Ayıldıktan sonra bir önceki gün yaptığı, ancak hatırlayamadığı suçlardan dolayı cezasını bekleyen insan gibi ne yapacağını bilemeyip iyice rahatsız oldu. “Gerçekten insanlık mıdır, yoksa ikiyüzlülük müdür? Acaba hangisidir?” düşüncesinden sıkılınca alnından damla damla soğuk ter akmaya başladı. Bunca yılı rahat rahat geçirdikten sonra bu sorunun tam bugün aklına gelmesine ne dersin? “Yıkılana yumruk!” der gibi dünkü olaydan sonra sanki düşman biri özellikle yapmış gibiydi.
Yazarlar Birliği’nin dünkü yıllık toplantısından Şegen, “İnşallah şunu yazarım, bunu yazarım!” düşüncelerinin tamamı suya düşmüş olarak canı sıkkın çıktı. “Bu sene takdir kazanırım!” ümidiyle gitmişti oysa. Tanımadığı biri olsa neyse, kendisiyle beş yıl aynı okula giden dostu, arkadaşı Nurtay’ın o kadar eleştirmesi çok ağırına gitti. Keşke, eksiklikleri daha nazik bir şekilde, dolaylı olarak dile getirseydi. Dostluğun bir nişanı, hiç olmazsa destek denebilirdi. Oysa, elini bir daha kalem tutmasını istemezcesine “Dilinin güzel ve olayın ilginç olmasına rağmen, yazarın söyledikleri insanı inandırmaya yetmemektedir. Genel olarak Şegen’in yazdıklarında zamanın ruhu hissedilmemekte” diye özetlemişti. Eleştiri değil, acımasızca yargılamaydı. Neyse ki, topluma karşı demediğine şükretmeli.
Şegen, neyin ağırına daha çok gittiğini tam anlayamadı: Yapılan eleştirinin adaletsizce oluşu mu, yoksa kendisine yakın saydığı insandan duyması mı? Söylenenleri duyduğu an beyninde şimşekler çakmış, düşünme yeteneğini yitirerek tir tir titremeye başlamıştı. Sanki biri karnına bir şey sokup, karnını deşiyor ve bağırsaklarını kıtır kıtır kesiyor gibi karnına sancılar girmişti. Tam olarak anlaşılmayan bir ağrıydı. Bir taraftan eleştirilmesinden dolayı utanç duygusuna kapılarak, diğer taraftan Nurtay’ı haksız çıkaracak hazır cevabı olmadığına sinirlenerek neredeyse boğuluyordu. Dünyaya geldiğinden beri Nurtay’dan daha kötü düşmanının olmadığına, bu kadar kötü bir düşmanının olmadığına kesinlikle şu anda inanmış gibiydi.
Hem sinirliyken biriyle kavga edeceğim endişesiyle, hem insanlara bakmaya utandığından toplantıdan yavaşça ayrılmayı uygun buldu. Kimseye bakmadan, hiçbir yere dönmeden konferans salonu kapısından tam çıkmak üzereyken yan taraftan gelen biri bileğinden tuttu. Hem de kuvvetli bir şekilde tuttu. Çaresiz baktı. Bileğinden tutan Raybek’miş. İkisi kapıdan alelacele yanyana çıktı. Raybek söyleyeceğini daha kapıdan çıkmadan söyledi:
“Acelen intihar etmek için değil, değil mi?
Şegen donakaldı. Ne diyeceğini bilemeyip Raybek’in yüzüne hayretle baktı. Raybek şaka mı yapıyordu yoksa dalga mı geçiyordu anlayamamıştı. Raybek, sadece diliyle dişlerini temizler gibi bir defa çene kısmını şişirdi. Şegen’e, onun bu hareketi gülüşünü gizlemek için yapmış gibi geldi.
“İnsana hiç acımazsınız değil mi, Raybekciğim? Şakanız atılmış yumruktan daha beterdir. Tıpkı kedinin fareyle oynaması gibi, öyle değil mi?”
“Hayır, Sen işten korkma, iş senden korksun demek istiyorum.”
‘Yüreğine işleyecek
Sözlerle de sövseler,
Kaşını çatmaz er lazım
Bizim böyle işlere.’ derler. Hiç duymadın mı?”
“Bugün kaşımı çatmazsam, bende hiç kaş olmasın daha iyi.”
“En iyisi işi uzatmamaktır. Kazaklar ‘Lafı uzatan bela alır başına.’ derler. En iyisi bara gidip biraz sakinleşelim.”
İkisi bunları konuşurken, merdivenlerden aşağı inerek bara yaklaşmışlardı bile.
“Sen git şu köşedeki masaya otur. Zaten eleştirilerden canın sıkılmışken bir de para harcayarak moralini bozmanı istemem.” dedi Raybek.
Kahveyle konyağı tutan Raybek masaya yaklaştı. Şegen de artık dayanamayıp sırrını açtı:
“Fark ettim ki, normal zamanlarda övenlerin, karşılaştığında hep iltifat edenlerin hiçbiri Nurtay’ın sözlerinden sonra ses çıkarmadı. Acaba onun fikrine katıldıklarından mı ses çıkarmadılar yoksa ondan çekindiklerinden mi, anlamadım?
“Bunu bilmiyorsan, senin gerçekten biraz daha olgunlaşmaya ihtiyacın var demektir. Kimi insanlar kitabının yayınlandığını duymuş ama okumamış olabilirler. Kimileri de şimdi sunulan bildiriden öğrenmiş olabilir. Düşünsene, o insanlar seni nasıl savunabilirler? Savunmak için de deliller sunulmalıdır, değil mi?”
Şegen, birçok soru işaretli bakışlarla ve şaşkınlıkla Raybek’in yüzüne baktı. Raybek ise hiçbir şey fark etmemiş gibi rahat rahat konuşmasına devam etti.
“Sayın Satimov, affınıza sığınarak bir sır söylemek isterim: Tenkitlere karşı direnebilmek de yazarlıktır. En haksız eleştiride bile doğruluk payı olur. Eleştiri yazarı kızdırır, olgunlaştırır; sonuç olarak insanı normal hâlinin dışına çıkarır. Eserini hangi türde yazacağını seçmede yazar nasıl serbestse, eleştirmen de edebiyatı geliştirme adına yazarı eleştirmede serbesttir. Bu nedenle Nurtay tenkit etti diye değil, kamçıladı diye anla. Nurtay’ın acıtarak veye acıtmadan, sağ veya sol taraftan kamçıladığı sonuçta pek önemsenecek bir şey değildir.”
Şegen, gülümseyerek kafasını salladı ve:
“Beni mi azarlıyor, Nurtay’ı mı?” diye düşündü.
– Beni tesselli etmek için edebiyatta olmayan teorileri de ortaya atıverdiniz, maşallah!”
Raybek, burnunu kıvırarak gülümsedi ve sevinçli gözlerle Şegen’e baktı.
– Ne yani, Nurtay’ın kafadan eleştiriler uydurma hakkı var da, benim teori uydurma hakkım yok mu? Doğrusunu söylememi istersen, senin neden bu kadar kızıp da toplantıyı terk ettiğini anlamış değilim. “Benden yazar olur mu, olmaz mı?” diye düşünecek dönemden geçtin Allah’a çok şükür. Kendini ispat ettin. Böyle önemsiz tenkit duyduğuna bu kadar sinirleneceğine sevinmen gerektiğini düşünüyorum. Hadi bakalım bu sevincin şerefine!
Şegen, Raybek’in söylediklerinden memnuniyet duydu. Açık tenli, iri yarı, yiğit konuşmasına devam etmek istedi. Elini güzelce hareket ettirerek özenle kül tabağındaki sigarasına uzandı ve külünü silkti. Fırsattan istifade eden Şegen ondan önce konuşmaya başladı:
“Farkında mısınız, tenkitçilerin de kalitesi düşüyor gibi. Tahlil yapmadan, tam anlatmadan özet yapıyorlar. Ben bunlara bakarak onların kimi öveceklerini ve kimi yereceklerini önceden tespit ettiklerinden endişeleniyorum.”
“Sen şüphelendiğinden dolayı endişe duyuyorsan, ben bundan emin olduğumdan dolayı endişe duyuyorum. Ancak buna rağmen eleştirmenlerin haksız olduklarını öne sürmek yanlış olur düşüncesindeyim. Dünyada yılanın iki binden fazla türü olduğunu ve bunlardan 1500 kadarının tehlikesiz olduğunu bir yerden okumuştum. Ancak, biz insanlar yine de yılanların tamamını kendimize düşman biliriz. Tenkitçilerin durumu da aynıdır. ‘Bir uyuz keçi bir sürüyü boklar!’ misalidir. Yılanların tamamı nasıl zehirli olmadığından ve sokmadığından düşmanımız sayılmayacaksa, eleştirenlerin hepsi de iyi eleştirmen sayılmaz.”
Şegen, Raybek’in yüzüne tekrar şaşkınlıkla baktı. Bazen üstü kapalı olarak dolaylı yollardan, bazen de direk ancak mutlaka tasvir ederek, kimi zaman da şaka karışık anlatma tarzına sahip Nurtay’ın çok önemli bir tenkitçi olmadığını vurgulamak istiyordu.
“Ben kitabını okudum.” dedi Raybek, kaşlarını ve göz kapaklarını gerip gözlerini açarak. “Eksikliklerin var tabii. Ancak kitabın güzel. Fakat, kitabının daha iyi olması gerekirdi. Kitap için, daha doğrusu yazar için, daha da doğrusu para için hacim önemlidir tabi. Ancak edebiyat için hacmin değeri beş kuruştur.”
“Bunları ne amaçla söylüyor, acaba?” diye şüphelenmeye başladı Şegen. “Yumuşakça söyleyerek beni yermek mi istiyor, yoksa sakinleşmem için mi böyle bir ondan bir bundan bahsediyor?” diye düşündü.
“Yazmak güven ister. Bugün yapılan eleştiriden sonra bedende sinirden başka ne kalır?”
Çok düzgün olmasına rağmen parmaklarıyla saçlarını düzeltmeye çalışan Raybek düşünceye daldı. Tereddüt eder gibi kafasını salladı. Sönen sigara izmaritini yavaşça bir daha yaktı. İki-üç defa çektikten sonra kültabağına bıraktı.
“Bedende değil, kafada kalır. Kafanın kafa olduğu doğru ise o boş olmaz. Hiç konu bulamıyorsan çocukluğu yaz. Çocukluk, yazar için bitmez tükenmez kaynaktır. Toprak altında kalan ağaç nasıl ki çürüye çürüye madene dönüşüyorsa, çocuklukta ki etkiler akılda kalırken çok değerli düşüncelere dönüşür. Genel olarak, kendi bebekliğini araştırmayan insan, bebeklikten uzaklaşamaz. Ussuz çocukluğunu iyice anlamayan insanın ise uslu olarak büyümesi zordur.”
“Bu kuramınızı mantıklı buldum.”
“Öyleyse bugünlük bu kadar. Konuşma sıram gelmek üzeredir, acele etmeliyim. Gerisini inşallah, daha sonra duyarsın.”
* * *
Hava kararmıştı. Sokakta ki insanların yüzünü seçmek mümkün değildi, gölge gibi gözüküyorlardı. Şegen, evine acele etmeden yaya döndü. Uzun zamandır kar yağmadığından, yolun iki kenarında ki kürelenmiş karlar tozla karışıp alacalı bir hâl almıştı. Almatı’nın havası da çok ilginç; kış soğuğunun ne bittiğini, ne de başladığını söyleyebilirsin. Her an değişebilir. Şu anki hâli, Ocak ayından ziyade Ekim veya Kasım ayını daha çok andırıyor. Soğukluğu soba yakılmamış evin soğukluğu kadar.
Bedenine hakim olan sinir biraz yatışmış gibiydi. Raybek’in beklenmedik yerde sergilediği davranış Şegen’i epey rahatlatmıştı. Hani, gözünden ne kadar uyku akarsa aksın geceyarısı da olsa gözler sevinçten fal taşı gibi açılır ya, işte onun gibi uğradığı eleştiriden dolayı çok üzülmesine rağmen, Raybek’in söyledikleri moralini bayağı yükseltmişti. Hatta, birisiyle konuşmak, şakalaşmak isteyerek tanıdık arar gibi yanından geçenlere dikkatle baktı. Cam duvarlı bir binanın önünden geçerken karşılaştığı beyaz şallı kadın gülümser gibi oldu. Şegen birden durdu ve kadına baktı. Yüzü çok tanıdık gelmişti. Yoksa tanıyor muydu? Kadın da tanıdığı olduğunu düşünmüş olmalı ki dönüp baktı. O an yüzünü daha iyi görmüştü, açık tenli güzel bir kadın. Hem yüzü, hem bakışı tanıdık geldi. Allahım dili değil, gözleri konuşan bu kadın kimdi? Eyvah, tanımaması ne üzücü!
Kadın bir daha dönüp bakmadı. Şegen, arkasından uzun uzun baktı. O an azı dişleri zonklayarak bedenini kafa derisine kadar titreme almıştı ve kadını kime benzettiği aklına gelivermişti. Rastladığı kadın, Bübiş’e benzeyen yabancı bir kadındı. Bübiş bu şehre nasıl gelsin? Gelse bile böyle tek başına dolaşabilir mi? Tabi ki o değildi. Ama çok benziyormuş. Özellikle de gözleri. Demin ki kadının baktığı gibi ani bakışı insanın içini yakardı resmen. Öylesine güzel, öylesine tatlı huylu kadına aşık olmak da fani dünyanın mutluluklarından olmalıdır. Gençlik döneminin oldu ve bitti denecek geçici duygularından değildi onlar. Şegen’in bedenini dilim dilim kesseler bile o günlerin hatıralarını aklından zor atardı herhâlde.
Raybek doğru söyledi, insanın çocukluğu zengin bir kaynaktır. Çocukluğumuzu ister ağlarken, ister gülerken sık sık hatırlamalıyız. Şegen’in bedenini ani korku sardı.
“Arada bir çocukluğun hesabını yapmazsan şu anki yükselişin yükseliş de olmayabilir. Bübiş’le aramızda olanlar neredeyse bir tarihtir. Bu tarihi unutmak sadece kızı unutmak değil, aynı zamanda kendi soyunu, kökenini unutmaktır. Gençliğimizdeki sevincimiz, üzüntümüz, iyi niyetliliğimizle suçlarımız, hatalarımız, kısacası başımızdan geçen her şey şuanki varlık ve mizacımızın temelini oluşturmuştur. Hakikaten, neden ben o değerli günlerimi kitap olarak yazmıyorum ki?”
Şegen, çocukluk günlerini, özellikle Bübiş’le tanıştığı ilk günleri büyük bir özlemle hatırladı o an. Hey gidi güzel günler! Birilerinin cefasını çektiği, birşeylere üzüldüğü veya çok sevindiği kimi zamanlarda, Şegen çocukluk dönemini hatırlar. O dönem de Bübişsiz hatırlanmaz. Bübiş’in o günleri aklına getirip getirmediği ise belli değildir. Görüşmeyeli neredeyse yirmi yıl olmuş. Zaman nasıl da hızlı geçiyor? Herşey sanki daha dün olmuş gibi, saydığında ise inanıp inanmamakta güçlük çeker, şaşırırsın. Kim bilir, belki de Bübiş’i unutmamasının başka da nedenleri vardır. Çünkü Şegen’in bununla ilgili olarak hiç aklından çıkmayan ve çözemediği pek çok şey vardır. Böyle kuşkular ve bilmeceler belki de hiç giderilmeyecek ve çözülmeyecektir. Kim bilir, yaşama tat veren ve geçmiş ile bugünü birbirine bağlayan bunun gibi sırlardır.
Şegen, az önce durduğu yerde hâlâ hareketsiz durduğunun şimdi farkına varmıştı. Derin bir ah çekti ve yavaş yavaş evine doğru yürüdü. “İlginç, şu hâle bak!” dedi şaşkınlıkla kafasını sallayarak, “Evde ailemin beni beklediği aklımın ucundan bile geçmiyor, gençliğimdeki aşkımı hatırlayarak sokakta duruyorum. İçimdeki bu tür sırları Nurtay gibiler öğrense ne olur? Allah bilir, beni elâleme rezil ederler. Bir yandan düşünce dediğin şeyin insanın kendi kafasında oluşması ve sadece insanın kendisinin bilmesi ne iyi bir şey. Kötü kötü düşüncelere dalıyorsun, sonunda bastırıyorsun ve düşünceler kendi içinde kalıyor. Yoksa başkalarına zarar verebilirsin. İnsanın sır saklayabilmesi ne güzel nimettir.”
Şegen, birer, ikişer adımlar atarak yürümeye devam etti. Evine yaklaştıkça evine girmeye çekindi. Bugünkü eleştiriden dolayı kendini iyi hissetmiyordu ve az önceki düşüncelerini eşi okuyacakmış gibi geliyordu. Bu duyguların hepsini gizlemek için eve:
“Ayakkabılarınızı kapının önünden uzak tutun diye kaç defa söyleyeceğim ben,” diye, evdekileri suçlayarak girdi.
“Yabancı ayakkabı gördüğün için söylemedin, değil mi?” Yeldos’un her zamanki gibi gülümseyişiyle kendi evinde karşısına çıkıvermesi epey şaşırtmıştı Şegen’i.
“Hayırdır, hangi rüzgar attı seni buralara?”
“Rüzgâr atmadı, adresi kendim buldum. Ancak eve girene kadar Jagda’nın adresi doğru yazdığından şüphe ediyordum.”
Her zamanki imayla veya şakayla konuşma tarzı. Şu anda da anlaşılan Jagda ile barıştığını ima ediyordu.
“Jagda’yı bilirsin: Ya adresi hiç vermez, ya da tam adresi verir, kandırmaz. Yeldos.” Şegen’in bu söyledikleriyle ne demek istediğini anlamış gibiydi. İmalı konuşmasını uzatmadı.
“Aslında şehirlileri pek rahatsız etmek istemez insan. Ancak ne çare,” dedi konuyu değiştirerek. Oteller kış, yaz hiç boş olmaz. Üç dört otele gittim ve geri dönmek zorunda kaldım. Hâlini anlayan bazı kimseler eskiden:
“Hadi, verin pasaportunuzu!” derdi. Bugün kimse kılını kıpırdatmadı.
“Cebinde adres olmasına rağmen neden sıkıldın ki? Demek isteyerek değil, çaresiz kaldığın için geldin, öyle mi?”
“Yo, hayır. Gündüz gelirdim. Şehirde yatılı misafir ağırlamanın zor olduğunu biliyorum. O nedenle sizi rahatsız etmek istemedim. Zor da olacaksa önce kendime kalacak yer ayarlamak istemiştim”
“Kazaklar evinde yatıya kalmayan misafire misafir der mi hiç?”
“O eskidendi. Şimdi yavaş yavaş durum değişiyor. İnsan aç kalacağım diye endişelenmez tabi de ancak, beklenmedik zamanda gelip ev sahiplerinin planını bozarsın. Ondan sonra yüzüne gülümseyerek konuşan ev sahibinin içinden küfretmesi de bir ihtimaldir.”
Yeldos bunları söylerken, duyulur duyulmaz bir hırıltıyla karışık bir kahkaha attı. Şegen, Yeldos’un göbek bağlamaya başladığını ancak sandalyeye otururken fark etti.
Şegen, Yeldos ve Jagda hepsi aynı okuldan mezun olmuştu. Ona rağmen geçen sene, Yeldos önemsiz bir kırgınlık üzerine gitmiş, birilerine şikâyet dilekçesi yazdırarak Jagda’ya iftira attırmış. Jagda da bir ay uğraşmış, zor kurtulmuş beladan. Daha sonra şikayetçiler kendilerini Yeldos’un kandırdığını itiraf edince araları bozulmuş. Sonuç olarak, Yeldos’un yaptığı da Nurtay’ın bugünkü yaptığı gibidir.
“Nurtay derken…” diye düşündü kendi düşüncelerinden kendi korkan Şegen aniden, “Jagda’nın bir yerde Nurtay’ı ağırladığını öğrenirsem acaba ben ne yapardım? Allah bilir, neden ve nasıl olduğunu hiç sormadan hemen küserdim. Yeldos’un bizim evde kaldığını duyarsa Jagda da benim sırtımı sıvazlamaz herhâlde. Adresi de beni sınamak için özellikle vermiş olabilir miydi?”
“Sofraya geçelim, yemek hazır.” dedi Şaziya, Şegen’i ani sessizlikten tam zamanında kurtararak. Yeldos elini yıkamak üzere lavaboya gittiğinde eşi yanına gelip kaşlarını çattı:
“Söyle ona, yemeğini yesin ve defolsun. İsterse dışarıda yatsın, umurumda değil. Sen söylemezsen ben söyleyeceğim. Bana ne yapabilir ki? Rezil olacağına kendin söyle. Öyle yalandan gülümsemesiyle benim merhametimi kazanacağını düşünerek beni aptal zannetmesin. Jagda’nın düşmanı, bizim de düşmanımızdır. Ben başka bir şey demiyorum. Adresi de onun verdiğine inanmıyorum. Köyde ilk tanıştırdığında sevmemiştim zaten. Gülüşü ile şakasında bile içtenlik yok onun.” dedi.
“Yavaş, ayıp olur. Kazaklıktan çıkmak çok kolay. Evinden kovmakla ona bir şey yapmış olmazsın. Olan bize olur, millete rezil oluruz. ‘Evlerinden kovdu!’ diye gider, özellikle herkese söyler. Sus. ‘Kötülük her kişinin kârı, iyilik er kişinin kârı.’ derler.” dedi Şegen.
“Söylemedin deme. Sonunda sen ‘Sus, ayıp olur!’dediğin için pişmanlık duyacaksın. Utanma duygusu sahibi olanlara karşı ayıp olabilir ama utanma duygusu olmayanlarla ayıbı düşünmeden konuşmalıdır.”
“Peki, tamam!”
Yeldos, lavabodan çıktı ve karı koca da hiçbir şey olmamış gibi iki tarafa gitti.
Şaziya’nın deminki söylediklerinden sonra Şegen’in içine kurt düştü. “Sahiden!” diye düşündü kendi kendini suçlayarak, “Jagda’dan nefret edenden ben neden nefret etmiyorum?
Dostluk ile düşmanlık arasında bir sınır yok mudur? ‘Arkadaşım olmasına rağmen kötülük yaptı’ diye Nurtay’a kızıyorum. Aynı kötülüğün içine ben de batmıyor muyum? Daha dün Jagda’ya kötülük yapan Yeldos’u bugün evimde misafir etmeme ne demeli? Ben neler yapıyorum? Bübiş’i hatırlamam Şaziya’ya ihanet değil mi? İnsanları sövmesine sövüyorum, peki bana kim sövecek?”
İçine düşen kurt geçmek yerine onu daha çok kemirmeye başlamıştı. Sonuçta işte bugün, “İnsanlık mı, ikiyüzlülük mü, hangisi?” sorusunu sorup duruyordu. Başkasının sorduğu soruyu bir şekilde atlatırsın ama kendi kendine sorduğun sorudan nereye kaçabilirsin ki?
Yeldos gittikten sonra Şegen: “Bugün Cumartesi. Nurtay’ın dünkü eleştirisinin de, şüpheli sorusunun cevabının da acele etmeden etraflıca üzerinde dururum” diye düşünmüştü. Ancak Şaziya buna engel oldu. Bugün iyice patladı, dünkünden daha beter konuştu: “Arkadan söylenen sözler söylendiği yerde kalır. Yüzüne söylersen utanır. Utanmazsa da çekinir. Hiç olmazsa bir daha öyle kötülük yapmaz. Yaparsa da çekinerek yapar. Sen ilgilendin, ağırladın, hafif üstü kapalı konuştun. Oysa o daha çok imalı imalı konuştu. Sen kendince seviniyorsun ‘Düşüncelerimi üstü kapalı ilettim’ diye. O gitti ‘Dürüstlüğümü ispatladım’ diye. Bu mu sizin nezaket anlayışınız. Bunu da insanlık ve iyi niyet mi zannediyorsunuz? Yüzüne söylersen ödü mü kopar adamın? Onu kırmak istemezsin, ona acırsın da, Jagda’nın kırılabileceğini düşünmez misin?”
Aslında, Şaziya’nın söylediklerinde doğruluk payı vardır. Ancak, ağzına gelen her şeyi söylemekle ne kazanırsın? Suçluyu yermek, suçsuzu övmek herkesin elinden gelir. İnsanlığı sadece bununla ölçeceksek onun hiçbir değeri kalmaz ki. Az bir dürüstlüğün arkasında büyük ihanet gizli ise bunun neresi adalet olur. Aynı şekilde birine gösterdiğin saygıyı başkasına yapılan ihanet sayarsan, insanlar arasında ki uyum nasıl sağlanır? Herkesin biriyle az çok anlaşmazlığı, kırgınlığı mutlaka vardır. O kırgınlığı bahane edip herkes birbirini azarlarsa o insanların oluşturduğu toplum ne hâle gelir? İnsanlar küskünlükten daha yüksek değerlere sahip değil mi yani? Uzun lafın kısası kırgınlığı büyütmek mi daha doğru bir davranıştır yoksa elinden geldiğince barışa katkı sağlamak mı daha doğrudur?
Şegen, çalışma masasının yanında otururken bunları düşündü.
“Bana göre Şaziya gibi insanları suçlular ve suçsuzlar olmak üzere iki gruba ayırmak da suçtur.”
Şegen, biraz sonra kendisini düşüncelerinden kurtulmuş ve beyaz kâğıdı alıp yazmak üzere donakalmış olarak buldu. Ancak ne yazmak istediğini hatırlayamadı. Hatırladığı, dünden beri sürekli düşündüğü ve kendisini rahatsız eden sorulara cevap aradığıydı sadece. Fark etti ki o soruları bir iki cümleyle cevaplandırmak kolay değil; anlatacağı, karşılaştıracağı, yorumlayacağı çok şey vardı. Muhtemelen tartışmalı ve zor bir cevaptı. Cevap, Şegen’in yaşam birikimiyle neticeye bağlanacağından, insanların yaşam birikimleri farklı olduğu ve insanların birbirine benzemediği veya benzeyebildiği gibi o cevabın kimileri tarafından beğenilme, kimileri tarafından da kuşkuyla karşılanma ihtimali de vardır. Kesin olan tek şey, ne olursa olsun cevabın sadece Şegen’in kendi cevabı olacağıdır. Bu cevap da kendi özgeçmişinden oluşmalıdır.
“Evet,” dedi Şegen bu kararı üzerinde durarak, “Bundan sonraki kitabı kendi hayatımdan yazmalıyım.
Nurtay’la kavga edeceğime, yazar olduğumu kitap yazarak ispat etmeliyim. Geçmiş olmadan bugün olmaz. İlk tanışmamızı, daha sonra nasıl arkadaş olduğumuzu yazmazsam, Bübiş’i hâlâ unutamadığımı nasıl anlatırım? Dahası Bübiş’i sevdiğim hâlde Şaziya’yla neden evlendiğimi, nelerin sebep olduğunu hiçbir şeyi gizlemeden, içtenlikle yazmazsam milletin beğenisini kazanabilir miyim? Aynı şekilde Jagda’yla ikimizin dostluğunu ayrıntısıyla anlatmazsam Şaziya’nın niçin sinirlendiğini kim anlar? Kısacası, yazacaksan hiçbir şeyi saklamadan samimiyetle yazmalısın.”
Şegen, hemen yazmaya başlamaya cesaret edemeyip biraz düşünmeye karar verdi. Yerinden kalkıp kanepeye uzandı. Aniden aklına gelen düşünceye hâlâ pek inanamıyor, kendisini biraz daha kontrol etmek istiyor gibiydi. Kendisine tam güvenemiyordu. “Yazacaksam nasıl yazmalıyım? Peki, tamam dersem hangi olaydan ve hangi dönemden başlamalıyım?” gibi sorulara cevap bulamayan Şegen’in kafası allak bullak olmuştu. Uzun uzadıya düşündü ve sonunda Pazartesi’ye kadar çocukluğunu zihninde yazmayı denemek istedi.
Böylece kafasında yazma kararı aldı.
Kanepeye rahat rahat sırtüstü yattı. Kendini bilmeye başladığından itibaren bildiğin her şeyi yazmak, zihinde de olsa, kolay değilmiş. Aklına gelen kopuk kopuk olayları düzene sokmakta uzun süre zorlandı.
Gözlerini kapatıp düşünceye daldı. Ortaya bir şeyin çıkıp çıkmayacağı belli değildi.
“Kendi eşini sevdiği hâlde bir başkasını unutamamasının, birlikte büyüdüğü dostunu sevip saydığı hâlde, onunla arası kötü olan insanlarla iyi geçinmesinin” sırrını açıp açamayacağı da belli değildi; bunları kendisi de bilmiyordu. Ama yine de denemek istiyordu. Güzelim gerçek insanlarla birlikte dönmeze gitmeyip, açığa çıkmalıydı.