Kitobni o'qish: «SAKLI DÜNYAYA YOLCULUK»
Teşekkür
“Saklı Dünya”ya yolculuk etmeme vesile olan sevgili Banu Uğurlu Üstündağ’a, sevgili Fatih Üstündağ’a ve sevgili editörüm Hülya Şat’a çok teşekkür ederim. Zihnimi açan fikirleriyle bu kitabın her sayfasında izi olan, çevre dostu, sevgili kızım Alara’ya çok teşekkür ederim.
Ayrıca içinde yaşadığım ormana, bahçemizdeki kiraz ağacına ve her sabah beni de sohbetlerine ortak eden kuşlara da minnet dolu teşekkürler…
Giriş
Dünya değişime uğramış, doğanın görüntüsü farklılaşmıştı. Nedeni ise doğanın hor kullanılmasıydı. İnsanlar doğanın güçlü olduğunu, ne zarar verirlerse versinler kendini koruyabileceğini sanmışlardı. Oysa doğa güçlü olduğu kadar kırılgandı da…
Her şey modern hayatın sunduklarıyla başlamıştı. Aşırı tüketim, gelişen sanayiyle teknoloji; otomobiller, uçaklar, yaşam alanlarını kışın ısıtan, yazın soğutan araçlar, insanların yerine iş gören makineler… Tüm bunları çalıştırmak için kullanılan yakıtlar… Fosil yakıtlar! Onlar yandıkça havaya sera gazları karışmış, gökyüzünde birikmişti. Böylelikle dünya atmosferinin doğal olarak yarattığı sera etkisi bozulmuştu. Oysa yaşamın var olması için gereken güneş ısısının bir kısmını tuttuğu için çok önemliydi. Canlıların bildikleri, alışık oldukları iklimde yaşamaları için gerekliydi.
Sera etkisinin bozulmasıyla dünyanın ısısı yükselmiş, ısı yükseldikçe iklim değişmiş, iklim değiştikçe doğa değişmişti. Önce belli belirsizdi değişim, sonra hızını artırarak etkisini göstermişti. Su kaynaklarının atıklarla kirlenmesi de cabasıydı. İnsanların hoyratlığı kalıcı hasar bırakmıştı.
Bu endişe verici duruma engel olmaya çalışan bilim insanlarına karşılık, vurdumduymaz davrananlar vardı. Alışkanlıklarından vazgeçmemişlerdi. Ta ki dünyaya zarar verdikçe aslında kendilerine de zarar verdiklerini anlayana dek…
Zamanla fosil yakıtlarla çalışan taşıtlar ve makineler tarihe karıştı. Ancak ardı ardına doğal afetler yaşanmış, kimi canlı türlerinin nesli tükenmişti bile! Artık doğanın renklerinin kara, gri ve bulanık olduğu, mevsimlerin yaşanmadığı, boğucu havanın hüküm sürdüğü, lezzetli suya ulaşmanın zorlaştığı bir dünya vardı.
1. Bölüm
Işık Limanı
Tren, uzun köprülerle kaplı yolları geride bırakıp Işık Limanı adlı sahil kasabasına vardı. Gerçi kasabada ışıktan eser yoktu. Limanı ise kullanılmaz durumdaydı. Aslına bakılırsa bir süredir adıyla uyumsuz bir kasabaydı. Tıpkı yeryüzünün, “mavi gezegen” benzetmesiyle artık uyumsuz olması gibi…
Neredeyse öğle vaktiydi. Yol boyu vagonları çevreleyen koyu sis, kasabanın üzerine de çöreklenmişti. Bir zamanlar tren garının bulunduğu yerden görünen deniz de sise karışmıştı. Aslında böylelikle çirkinliği göze batmıyordu. Çünkü deniz, sarıyla kahverengi arası bir tortudan ibaretti. Kayalara vuracak gücü olmayan dalgalar ise ağır bir sıvıdan farksızdı. Eskiden kendini hissettiren iyotla karışık yosun kokusu artık duyulmuyordu. Zaten o iç rahatlatan kokuyu hatırlayan da yoktu. Yıllar önce yerini paslı metali andıran bir kokuya bırakmıştı.
Ada’yla Doruk sırt çantalarını alıp trenden indiler. Sıcak havanın üstlerine yapıştığını hissedince yüzlerini buruşturdular. Dışarısı vagonun içinden de sıcaktı.
İki kardeş, haritada yerini güçlükle buldukları bu kasabaya, amcalarının yanında birkaç hafta geçirmek üzere gelmişlerdi. Adını defalarca duydukları Ediz amcayla ilk kez karşılaşacaklardı. Bu yüzden heyecanlıydılar.
Doruk, amcasının aralarında olup olmadığını anlamak için çevredekilere göz gezdirdi. Ardından cebinden çıkarttığı fotoğrafa baktı. Fotoğraftaki uzun boylu, geniş omuzlu ve siyah saçlı adam muzipçe gülümsüyordu. Yüz hatlarına ve gülümsemesine bakılırsa sanki Doruk’un yirmi yıl sonraki hâliydi. Zaten babası sık sık bu benzerliğe dem vurmaz mıydı? “Aynı amcan gibisin.” derdi.
Doruk, benzerlik bununla sınırlı olmalı, diye aklından geçirdi. Çünkü amcasının oldukça ilginç biri olduğunu düşünürdü hep. Giyim tarzı da bunun göstergesiydi. Fotoğraftaki adamın üzerinde kabarık, uzun kollu beyaz bir gömlek ve kahverengi bir yelek vardı. Doruk’un asıl ilgisini çeken ise yelekten sarkan köstekli saatle amcasının sağ gözündeki mercekti. Daha önce tek camlı gözlük takan biriyle karşılaşmamıştı. Amcası sanki başka bir dünyaya aitti.
Ada, ağabeyine, “O fotoğrafla etraftaki insanları boşuna karşılaştırma.” dedi. “Belli ki bizi karşılamaya gelmemiş.”
Ada hayal kırıklığına uğramakla birlikte bu durumu pek tuhaf bulmamıştı. Annesiyle babasının, amcaları hakkındaki konuşmalarına kaç kez kulak misafiri olmuştu. Her ne kadar fısıldayarak konuştuklarını zannetseler de… Babası, telefonunu açmayan kardeşine günlerce ulaşamayınca endişelenirdi. Annesi ise meraklanmamasını, nasılsa yakında ortaya çıkacağını söylerdi. Amcası, onu haklı çıkarmak istercesine gece yarısı gibi hiç de uygun olmayan bir saatte arardı. Telefon görüşmesi birkaç cümleden ibaret olurdu. Ardından Ada, babasının, annesine, “İyiymiş!” dediğini duyardı.
Ada, amcasının onları karşılamaya gelmemesini işte bu yüzden tuhaf bulmamıştı. Belki de yine ortadan kaybolmuştu. Ancak bu durumun kısa süreli olmasını umdu. Kahverengi gözlerini kocaman açtı. Ondan yalnızca bir yaş büyük olan ağabeyine baktı. Ada’nın gözleri uzunlu kısalı saman sarısı kâküllerin arasından zor seçiliyordu. Saç kesimi tamamen kendisine aitti. Yalnızca kâkülleri değil, omuzlarına inen saç uçları da başına buyruk uzamış gibiydi. Heyecanlı ve neşeli karakteriyle uyum içindeydi. “Geleceğimizi unutmamıştır, değil mi?” diye sordu.
Ağabeyi, “Umarım.” dedi.
Ada, babasının bir kâğıda yazıp verdiği adresi Doruk’a uzattı. “Anlaşılan iş başa düştü!”
“Öyle görünüyor. Bir an önce amcamın evini bulsak iyi olur.”
Vakit kaybetmeden, gardaki yolcuları yönlendiren görevliye adresi sordular.
Görevli, “Hımm, demek Kayalık Çıkmazı No. 9’u arıyorsunuz.” dedi. Eliyle bir yönü işaret etti. “Buradan düz gidin. Vardığınızda anlarsınız.”
Aslında hiç anlaşılır olmayan bu cevap karşısında iki kardeş bakıştılar. O sırada diğer yolculardan birine yardımcı olan görevliye başka bir şey soramadılar.
Gardaki görevli haksız değildi. Birkaç katlı evlerin arasından geçip düz gitmeleri yeterli oldu. Kayalık Çıkmazı’na vardıklarında doğru yerde olduklarını anladılar. “Çıkmaz” adı üstünde, tam da yüksek kayalara bakıyordu. Yol ise kayaların başında sonlanıyordu. Çocukları asıl şaşırtan, çıkmazın sonundaki 9 numaralı yapı oldu. Önüne geldiklerinde sessizce bakıştılar. İşte bunu hiç tahmin etmemişlerdi; adres eve değil, bir dükkâna aitti.
*
Tren gara yaklaşırken Pamir vagonun penceresinden dışarı baktı. Kasabaya varmıştı varmasına ama dışarısının görüntüsü değişmemişti. Hâlâ trene yol boyu eşlik eden sisten ibaretti.
Birkaç gün öncesine dek varlığını önemsemediği, Işık Limanı adlı kasabaya gelişinin tek bir nedeni vardı: Bir emaneti teslim etmek. Büyükbabasının emanetini!
Pamir’in çocukluğuna dair en güzel anılarında hep büyükbabası yer alırdı. Senede birkaç defa Pamirleri ziyaret ederdi. Kapıdan girer girmez ise evin atmosferi değişirdi. Pamir onun gelişlerini iple çekerdi.
Büyükbabası, kendi çocukluğunda kalan başka bir dünyaya aitti sanki! O dünyayı Pamir’e anlatmayı çok severdi. Pamir ise merakla dinlerdi. Büyükbabasından duyduğu her şeyi gizemli bulurdu. Mevsimleri, mevsimler değiştikçe ısısıyla, rengiyle, kokusuyla değişen doğayı…
Bir defasında, doğanın kokusunun nasıl olup da değiştiğini sormuştu. Büyükbabası, “Otların, çiçeklerin, ağaçların çeşitleri değiştikçe doğanın kokusu da değişirdi.” diye açıklamıştı. “Çoğu yok olup gitti.” İç çekmişti. “Hatta baharın tatlı esintisiyle kuşların cıvıltıları bile değişirdi. Coşarlardı, susmak bilmezlerdi.”
Pamir, kuşların cıvıldayıp cıvıldamadıklarını düşündü. Duymuş muydu? Sıcak esen rüzgâra esinti denemezdi. Üstüne yapışan boğucu hava tatlı değildi. Ne gürül gürül akan serin nehir ne berrak deniz görmüştü. Bir zamanlar şehirlere bile yağan kar, dağlara dahi yağmadığından Pamir için kar da gizemliydi. Gezegenin ısısı amansızca yükselince doğal olan çok şey doğadan kopup gitmişti. Pamir de güzel olan ne varsa kaçırmıştı işte!
Pamir’in annesi ise onların heyecanını paylaşmazdı. Babasını gördüğüne sevinir, ama sohbetlerine katılmazdı. Bir defasında konuşmalarına kulak misafiri olunca gözünü devirmişti.
Bunu fark eden adam, “O günlere yeniden kavuşacağız!” demişti. Büyük bir sır veriyor gibiydi. “Kolay olmasa da kavuşacağız.”
Annesi dayanamayıp, “Çok uğraştınız, ama yok, olmuyor!” diye karşılık vermişti. “Bu gerçeği kabul etmenin zamanı gelmedi mi?” Öfkeyle değil, üzüntüyle söylemişti bunu.
Büyükbabasının yüzüne buruk bir gülümseme yerleşmişti. O gün Pamir büyükbabasını son kez görmüştü. Ziyaretler yerini birkaç cümleden ibaret mesajlara bırakmıştı. Sonra mesajlar da kesilmişti. Ta ki birkaç gün öncesine dek!..
Pamir’e, büyükbabası tarafından bir zarf gönderilmişti. Zarftan Pamir’e hitaben yazılmış bir mektup, bir harita ve başka bir zarf daha çıkmıştı.
Büyükbabası torununa yazdığı mektuba, “Sevgili Pamir.” diye başlamıştı.
Bir süredir bağlantımız kopsa da bu, seni düşünmediğim anlamına gelmiyor. Hayatım araştırmalar ve seyahatler arasında geçti. Annenin dediği gibi, belki de artık olmayan bir dünyaya kavuşma çabasıyla… Ama aslında öyle bir yer, biri tarafından keşfedildi. Gönderdiğim harita bunun kanıtı.
Senden, haritayla içinde bir not olan diğer zarfı, belirttiğim adresteki kişiye vermeni istiyorum. Seni bu işe karıştırmamayı tercih ederdim. Ancak dünyanın uzak bir köşesindeyim. İletiyi şahsen ulaştırmak için uzun bir tren yolculuğunu kaldıracak güçte değilim. Üstelik güvenebileceğim tek kişi sensin. Haritayla notu doğru kişiye teslim et. Yanlış ellere geçmesi her şeyin sonu olur! Aklını kurcalayan sorular olacaktır mutlaka. Şanslıysan hepsine cevap bulacaksın. Çok dikkatli olman gerektiğini unutma. Her an gözünü dört açmalısın.
Seni seven büyükbaban…
Pamir, mektubu yüzünde gittikçe artan bir hayret ifadesiyle okumuştu. Büyükbabasının ona güvenmesi gurur vericiydi. Diğer yandan Pamir’in neye ya da kime karşı dikkatli olması gerektiğine dair hiçbir fikri yoktu. Hatta nasıl dikkatli olacağına dair de…
Pamir trenden inince saati kontrol etti. Öğlen olmak üzereydi. Hava her zamankinden daha sıcak ve yapış yapış gibi geldi. Büyükbabasının yazdığı adrese baktı: Hindiba Yolu No. 14 Işık Limanı Kasabası. Işık Limanı’ndaydı, geriye Hindiba Yolu’nu bulmak kalmıştı. Kasabanın küçük olduğunu tahmin ediyordu. Adresi ve aradığı kişiyi bulması ne kadar zor olabilirdi ki? Her şey umduğu gibi giderse fena olmazdı. Böylece emaneti teslim edip ilk trenle eve dönerdi.
Gözüne kestirdiği gar görevlisine yaklaşıp adresi sordu. Görevli kısa bir süre düşündükten sonra, “Kasabanın diğer ucunda.” dedi. “Denizden uzak olan tarafta.”
Pamir hızlı adımlarla görevlinin tarif ettiği yöne doğru yürümeye koyuldu. Hemen arkasından trenden inen ve peşine takılan adamdan habersizdi.
*
Vücudu, sanki artık ince ve uzun oluşuna dayanamayıp bükülmüştü. Kemikleri kambur sırtından ve omuzlarından fırlayacakmış gibi belirgindi. Seyrelmiş beyaz saçlarını geriye doğru taramıştı. Böylece geniş alnı ortaya çıkıyordu. Kanca burnu yaşlandıkça iyice sivrilmiş, kare şeklindeki çenesi iyice uzamıştı. Gözleri siyahtı, çukura kaçmış gibiydi. Yüzündeki derin kırışıklıklar iç içe geçmişti. O hâliyle, antika eşyalarla dolu, ahşap kaplamalı odaya hükmediyordu.
Bir süredir yanında çalışan iri cüsseli adama döndü. “Hımm, demek torununa bir zarf göndermiş!” dedi. “Sonunda Profesör’ün dayanamayıp harekete geçeceğini biliyordum. Gerçi zarfı, çocuğa ulaşmadan önce ele geçirseydin işimiz kolaylaşacaktı.” Yüzüne kibir dolu ve haince bir ifade yerleşti. “Çocuğu takip et, ilk fırsatta zarfı ondan al. İçinde Kâşif’in haritası olduğuna eminim. Bana yıllar önce sözünü ettiği harita… Bulduğu şey herkesten önce benim olmalı!”
Koral adındaki iri cüsseli adam karşısındakini başıyla onaylamıştı. Odadaki antikalardan daha da eski olan yapıdan dışarı çıkıp tren garına yönelmişti. Bir yandan da telefonuna büyük harflerle kaydettiği kişiye kısa bir mesaj göndermişti.
2. Bölüm
Alet, Edevat, İcat Dükkânı
Ada’yla Doruk, iki katlı, taş ve ahşap karışımı yapıya baktılar. Dik kayaların dibi dükkân açmak için oldukça tuhaf bir yerdi. İnsanların yolunun üstünde olmadığı kesindi.
Giriş kapısının yanında, yere bir tabela çakılıydı. Tabeladaki yazının kimi harfleri silinmeye yüz tutmuştu, ama yine de okunuyordu. İki kardeş bir ağızdan, “Alet, Edevat, İcat Dükkânı mı?” dediler hayretle. Nasıl bir dükkândı bu böyle?
Ada, “Böylece amcamızın ne iş yaptığını öğrendik.” diye ekledi. “Mucitmiş!”
“Nasıl biri olduğunu artık daha çok merak ediyorum.” Doruk, iki elini yüzünün iki yanına siper edip dükkânın camına burnunu dayadı.
“İçeriyi de merak ediyorsun anlaşılan!” Ada da Doruk gibi yaptı. O da en az ağabeyi kadar meraklıydı.
Bir şey göremediler. Cam kirliydi, dışarı ışık süzülmüyordu. Doruk bu defa kapının üstündeki tokmağa uzandı. Tokmak da oldukça tuhaftı, hatta biraz ürkütücüydü. El şeklindeydi ve metalden parmaklarını kibarca aşağıya doğru uzatmıştı.
Doruk tokmağı çevirince kapı gıcırdayarak açıldı. Gıcırtıya, kapının üst kısmındaki küçük çanın sesi eşlik etti. Belli ki müşterilerin geldiğini duyurmak için takılmıştı.
İçeride hiç hareket yoktu. Onlar da bir an kımıldamadan durdular. Sanki geri dönmekle içeri girmek arasında kararsız kalmışlardı. Ama nereye gidebilirlerdi ki? Evlerine dönecek değillerdi. Neredeyse parmaklarının ucunda içeri adım attılar. Kapı yine gıcırtıyla ve çanın çınlamasıyla arkalarından kapandı. Böylece sis ve boğucu hava dışarıda kaldı.
İlk kez böyle bir yer görüyorlardı. Gözlerini tıklım tıklım dolu dükkânda gezdirdiler. Her şey hem eski hem de epeyce döküntüydü! Alet, edevat, icat dükkânı yerine hırdavatçı ya da hurdacı demek daha uygundu.
Demir ve ahşap masalar bir kenara yığılmıştı. Kırıklarla ve çatlaklarla süslüydüler sanki. Birkaç tane metal ve tahta yerküre yan yana diziliydi. Duvarlarda, zamanı birbirinden farklı gösteren saatler asılıydı; birine göre saat neredeyse yediydi, bir diğerine göre öğlen ya da gece yarısıydı. Yelkovanlar hiç aceleleri yokmuşçasına hafif tıkırtılarla ilerliyordu. Saatlerden birkaçı ise durmuş, böylece sonsuz bir sessizliğe bürünmüştü. Gündüz olmasına rağmen, içerisi loştu. O yüzden ışığa ihtiyaç vardı. Kenardaki, insan boyutlarında gece lambası cılız bir ışık yayıyordu; lambayı taşıyan paslı demir çubuk daha uzun olsaydı pekâlâ sokak lambası olarak iş görürdü. O cılız ışığa, demir ayaklı şamdanlarda yanan mumlar eşlik ediyordu. Mumlardan içerideki karmaşaya hiç uymayan bir koku yayılıyordu; tarçın, portakal ve limon kabuğu karışımı…
Ada kokuyu içine çekti. “Ne tatlı!” diye mırıldandı. Ağzında mayhoş bir tat bırakıyordu. Mumların aydınlatmak için değil de koku yaymak için yakıldığını tahmin etti.
Doruk, “Ediz amca.” diye seslendi. Cevap yerine yelkovanların tıkırtıları duyuldu. Ardından eşya yığınının arasında ağır adımlarla yürüdü. Birden gözleri heyecanla büyüdü. “Bu da ne böyle?”
Ağabeyinin peşi sıra gelen Ada kaşlarını hayretle kaldırdı. Hiçbir fikri yoktu.
Dükkânın dip kısmındaydılar. Durdukları yer giriş kapısından görülmüyordu. En az demir masalar kadar eski, salyangoz bir merdiven önlerinde yükseliyordu. Ancak Doruk’un ilgisini çeken merdiven değil; merdivenin dibinde duran iki farklı büyüklükte küreden ve küreleri farklı yerlerinden birbirine bağlayan borulardan oluşan makineydi. Aslında çocukların durduğu yerden makinenin o kadarı görünüyordu. Diğer kısmı basamakların altındaydı. Karanlığa gömülmüş gibiydi. Ne Doruk ne de Ada basamakların altına geçmeye yeltendi.
Ada, “Amcamın icatlarından biridir belki de!” diye tahminde bulundu. O sırada makineden yükselen homurtuyla birkaç adım geriye sıçradı. Homurtuyu gurultuya benzeyen başka sesler izledi. Hatta makine dağılacakmış gibi sallandı. Hemen ardından durdu.
Doruk başını hafifçe bir yana eğip kürelere baktı. “Dünya gibi, yerküre gibi, bir tarafa doğru eğikler.” dedi.
“Evet, yerkürenin ekseninin eğikliği gibi!”
Bir süre orada öyle durup gözlerini metal yığınına diktiler. Ada, “Mum yapma makinesi olabilir mi?” diye sordu. “Daha önce hiç böylesine güzel kokan mumlara rastlamamıştım.”
“Sanmam.”
Ada’nın ilgisi birden makineden mumlara kaydı. “Tabii, mumlar!”
“Sanmam, dedim ya!”
“Demek istediğim, mumlar yandığına göre Ediz amca burada olmalı. Söndürmeden çıkıp gidecek değil!”
Bunun üzerine Doruk bakışlarını salyangoz merdivenin tepesine kaydırdı. “Dükkân iki katlı ya! Belki üst kattadır.”
“Bunu öğrenmenin tek bir yolu var.”
“O da üst kata çıkmak!”
İki kardeş, basamakları çıkmak için tırabzanı tuttular. Ancak ilk basamağa adım atmaya fırsat bile bulamadılar. Çünkü tam o sırada merdiven yerinden çıkacakmış gibi sallanmaya başladı. Sallantıya gıcırtılar eşlik etti. Biri paldır küldür aşağı indi.
Ada’yla Doruk, gelen adama yol vermek için geri çekilirken, “Ediz amca!” diye bağırdılar. Seslerinin ne kadar yüksek çıktığının farkına varmamışlardı.
Ediz amca üst kattan inmemişti de fotoğraftan fırlamıştı sanki. Üstünde, fotoğraftakiyle tıpatıp bir giysi vardı. Köstekli saat ve tek camlı gözlük de buna dâhildi. Çocukları karşısında görünce hafifçe irkildi. Hemen ardından, “Ah, buradasınız demek!” dedi. “Ben de zaten kasabaya vardığınızı babanıza haber verdim.”
Doruk gözlerini kocaman açtı. “Bizi şimdi gördün, ne zaman haber verdin ki?”
Amcasının gözü duvardaki saatlerden birine kaydı. “Tren gara vardığında tabii ki!” Doruk’un bunu nasıl düşünemediğine hayret etmişti. “Hep bu saatte varır.”
“Ama ya trenden inmeseydik?”
“Neden inmeyesiniz ki?”
Ada da kardeşine katıldı. “Ya evi, yani dükkânı bulamasaydık?”
“Niye bulamayasınız ki?.. Hem ben de aslında…” dedi. Cümlesini yarıda kesti. Tek camlı gözlüğünü, kaşıyla yanağının üst kısmı arasına iyice sıkıştırıp yeniden saate baktı. “Tam zamanında!” diye ekledi.
Ediz amca selamlaşma gereği duymamıştı. Yeğenlerini hayatında ilk defa değil de sadece birkaç saat önce görmüş gibiydi. Demek ki tanışma faslına ya da merhaba demeye gerek yoktu. Doruk da amcası gibi davranıp, “Ne için tam zamanında?” diye sordu.
“Bitpazarına gitmek için!” dedi Ediz amca. “Hızlı davranmalıyız, makineyi bir an önce tamir etmem lazım. Çıkardığı sesleri duydunuz mu? İyiye işaret değil!” Bir yandan metal yığınına göz attı. Ardından, “Su içmeyi sever misiniz?” diye sordu.
İkisi de başlarını hararetle salladılar. Su içmeyi kim sevmezdi ki!
“O hâlde öylece dikilmeyin, acele edin. Değiştirecek cıvatalar ve somunlar var. Yoksa su arıtma makinesi dağılacak!”
Doruk, “Su arıtma makinesi mi?” dedi. Aslında soru cümlesi değil, hayretle söylenmiş kelimelerdi. Amcaları gerçek bir mucitti!
Ediz arkasını dönüp, yeniden basamakları uçarcasına çıkarken yeğenine cevap verdi. “Tabii ki! Başka ne olacaktı ki! Üstelik kasabanın en lezzetli suyu! Lezzetli suya ulaşmak çok zor, biliyorsunuz!” Belli ki icadıyla gurur duyuyor ve bunu saklamıyordu. Çocukların tahmin ettiğinden de tuhaf biriydi.
Ada’yla Doruk’un nasıl acele edeceklerine dair fikirleri yoktu. Sessizce amcalarını izlediler. Her adımda artan gıcırtılar eşliğinde üst kata çıktılar.
Burası yüksek tavanlı bir çatı katıydı. Dükkânın giriş katına pek benzemiyordu. En azından daha düzenliydi. Duvarları kaplayan koyu renk tahtalar, odanın iki kenarından yükselip tepede birleşiyordu.
Duvarın birinde haritalar asılıydı. Bir başka duvarın önünde genişçe bir masa uzanıyordu. Masa makine parçaları ve metallerle doluydu. Onların yanında yerküreler ve dünya maketleri diziliydi. Kenardaki derme çatma bir sehpanın üstünde ise minerallerle taşlar vardı. Tuhaf şekillerde ve çeşitli renklerde bir yığındı. Odanın bir diğer ilginç yanı da tavandan sarkan pervanelerdi.
Pervaneler Doruk’un ilgisini çekmişti. Farklı boyutlardaydı. Çoğu metaldendi. Kim bilir, belki bir zamanlar bir uçağa, helikoptere ya da denizaltıya aitti. Doruk pervanelerin orada ne işi olduğunu düşündü. Sonra gözü ahşap pervanede takılı kaldı. Diğerlerine benzemiyordu, hem daha küçük hem de temizdi.
Ediz odanın bir köşesindeki çekmeceyi açmış, altüst etmekle meşguldü. Eline geçen metal parçalarını inceliyordu. Çocuklara sırtı dönüktü. Buna rağmen Doruk’un neye baktığını hissetmişti sanki. “Sıcak hava balonu pervanesi.” dedi. “Hiç bindiniz mi?”
Amcaları gözünü çekmeceden ayırmadan konuşunca irkildiler. Doruk pervaneden uzaklaştı. Değil binmek, gerçek bir sıcak hava balonu görmemişlerdi bile. Duyan da sık kullanılan bir araç sanırdı.
Doruk tam amcasının sorusunu cevaplayacaktı ki adam, “Listeye bağlantı kablosu da eklemeyelim!” dedi. Ardından, “Eğlencelidir, ama tehlikelidir.” diye devam etti.
Çocuklar bir an için onun neden söz ettiğini anlamadılar. “Ben bindim, çok kez.” deyince sıcak hava balonunu kastettiğini anladılar. “O tahta pervane ise balonumun en güzel parçası!”
Demek ki Ediz amcanın kendine ait bir sıcak hava balonu vardı. Belli ki balondan geriye sadece o pervane kalmıştı. Yoksa çalışma odasının bir köşesinde sergilemezdi, pervane balona takılı olurdu. Acaba daha neler duyacaklardı? Aslında su arıtma makinesi olan birinin, sıcak hava balonunun da olmasına şaşmamalıydı.
Bu sırada Ada’nın bakışları haritaların üzerinde kaydı. Doruk’un ilgisini nasıl pervaneler çektiyse Ada’nın da haritalar çekmişti. Dünyanın ya da tek başına kimi ülkelerin haritalarıydı bunlar. Kimisi dağları, denizleri, nehirleri, gölleri gösteriyordu. Birkaçı yan yana asılı olduğu hâlde birbirini tamamlamıyordu. Sanki dünya parçalara bölünmüş de farklı düzende dizilmişti. Ada, parçaları yanlış birleştirilmiş bir yapboz gibi, diye düşündü. Kasabanın haritası da aralarındaydı. Çoğunlukla eskiydiler. Kat izleri vardı, hatta sık sık katlanmaktan kimi yerlerindeki yazılar neredeyse silinmişti.
Amcaları bu defa, “Haritalardaki yerlere gittiniz mi?” diye sordu. Bu, sıcak hava balonuna binmelerinden bile tuhaf olurdu. Ada, “Hayır!” diye mırıldandı.
“Ben gittim, kimi icatlarım ve araştırmalarım için…”
Çocuklar tam, “Hangileri için?” diye soracaklardı ki Ediz amca fırsat vermedi. “Artık kesinlikle çıkabiliriz!” diye bildirdi. “Çantalarınızı uygun bir yere bırakın.”
Amcalarının, uygun, derken neyi kastettiğini anlamamışlardı. Çantaları boş buldukları bir yere bıraktılar.
Bu sırada Ada, parmağıyla duvarı işaret etti. “Gerçekten hepsine gittin mi Ediz amca?”
Amcaları haritaların önüne geçti. Birden, “Monoklüm nerede?” diye etrafına bakındı. Çekmecenin kenarına bıraktığı tek camlı gözlüğünü bulunca, alıp gözüne bastırdı.
Ada’yla Doruk içlerinden, “Monokl.” diye tekrarlarken amcaları yeniden haritaların karşısındaydı. Bir elini çenesine dayayıp gözlerini hafifçe kıstı. Gören çok önemli matematiksel hesaplar yaptığını sanırdı. Oysa, “Büyük bir kısmına!” demekle yetindi. “Yoksa onca parçayı nasıl toplardım?” Bir yandan üstleri dolu, uzun ve geniş masayla sehpayı işaret etti. Yüz ifadesine bakılırsa çocukların bunu bilmemesine şaşırmıştı. “Kasabada her şeyin bulunacağını mı sanıyorsunuz?”
Çocuklar amcalarını tanıdıkça bu tür cevapların tam da ona göre olduğunu anlayacaklardı. Ediz üstü kapalı konuşmayı tercih ederdi. O da canı konuşmak isterse tabii. Bir şeyin karşısındaki tarafından bilinmemesine de şaşırırdı. Onun bildiği her şeyi, herkesin bilmesi mümkünmüş gibi!
“Şuradaki mineraller ve taşlar örneğin… Hiçbiri bu kasabada yok. Nasıl olsun! Dünyada… Durun bakayım!” Yine karışık bir hesap yapıyormuş gibi düşündü. “4.750’den fazla mineral var, keşfedilmeyi bekleyenleri de eklersek…” Sanki mineralleri tam o sırada tek tek saymış da 4.750 sayısına ulaşmıştı! Üstelik keşfedilmeyen kaç tane mineral olduğunu bilmek mümkünmüş gibi konuşuyordu. Sonunda, “Çok sayıda, evrenin doğuşundan beri oluşuyorlar.” demekle yetindi.
Amcalarını izleyip alt kata indiler. Ediz kapıdan çıkmadan önce lambayı ve mumları söndürdü.
Doruk amcasının peşi sıra yürürken, “Mucit olduğunu bilmiyorduk.” dedi.
Ediz amca hayretle kaşlarını kaldırdı. Bu sırada düşmesin diye monoklü eline aldı. “Biliyormuşsunuz işte!”
“Yani yeni öğrendik. Tabeladan okuduk.”
Ediz amca tabelaya ilk kez görüyormuş gibi baktı. “Ah, omu? Doğru!” dedi.
*
Pamir epeydir yürüyordu. Kasaba tahmininden daha büyüktü. Hindiba Yolu ise belli ki gerçekten kasabanın diğer ucundaydı. Bunlar yetmezmiş gibi yapış yapış hava hızını kesiyordu. Gerçi asıl sorunu daha büyüktü, hatta oldukça iriydi! Gardan ayrıldığından beri peşinde olan adamı yeni fark etmişti. Büyükbabası çok dikkatli olmasını tembihlerken kastettiği bu muydu?
Huzursuz olmuştu. Yine de adamı gördüğünü önce belli etmedi. Ama sonra dayanamayıp arkasını kontrol etti.
Fark edildiğini anlayan adam ise adımlarını sıklaştırdı. Bunun üzerine Pamir paniğe kapılıp koşmaya başladı. Karşısına çıkan ilk köşeden döndü, ancak izini kaybettiremedi. İri cüssesine rağmen adam da hızlı çıkmıştı.
Pamir, Hindiba Yolu’nu aramaktan vazgeçti. Önce adamdan kurtulmalıydı. Kalabalık ve sisle kaplı sokaklara girdi, köşelerden döndü. Bu sırada gideceği adresten iyice uzaklaştı. Eski püskü dükkânların olduğu bitpazarına dalınca arkasına yeniden bakmaya cesaret etti. Adam yoktu. Atlatmayı başarmış mıydı?
Bepul matn qismi tugad.