Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Çiğdemleri Solan Bozkır»

Shrift:

Bozkırın en garip kuşu anam Sultan Avşar ve o toprağın aksakal bilgesi babam Hasan Avşar’a…


TAKDİM

İçli bir bozkır rüyasıdır bu kitap ve insanımızın asırlardır ertelenen var olma çabasının bir aynasıdır. Bu soylu hikâyeleri ancak orada; yani insanı potasında bir kurşun gibi eritip kendine benzeten bozkırda doğan biri yazabilirdi ve Avşar yazdı…

Sanki kader de yazsın diye desteklemiş onu. Nesneleri öyle yüzeyden değil, derinden gören projektör gibi bir çift göz; gördüklerini hiç unutmayan sağlam bir hafıza ve sızlayan bir vicdan vermiş ona… Sonra öğretmen etmiş onu, öksüz ve viran beldeleri gezerek kendisiyle aynı kaderi paylaşan yoksul, kavruk, sıska binlerce çocuğu ve o çocukların bir keven gibi toprağa kök salan ezik ve suskun ana-babalarını: Bağdat’ı, Hamdi Kirve’yi, Tufan’ı, Bahri Usta’yı, Güççük Bekteş’i, Davulcu Âdem’i daha yakından görsün, tanısın diye… Ve sonra, görüp yaşadıklarına tahammül edemediğinde dalına bir tüfek takıp avcılık bahanesiyle sık sık dağlara, kırlara vurmuş kendini Avşar… Malatya’da sıska çiçekli, kevenli, kekikli, yavşanlı kırlara; Iğdır’da Ağrı eteklerinde, billur pınarlı, menekşeli, nergisli vadilere sığınmış. Kuşu, böceği, çiçeğiyle tanımış bozkırı… Tanımakta ne ki, bozkırdaki canlılarla konuşmuş, ahbap olmuş… Ve sonra, dilsizlerin dili olmayan kalem kırılsın, deyip başlamış yazmaya…

O olmasa kim yazacaktı Bizim Evin Kıblesi’ni, Muhterem’i, Beyaz Bulut’u, Ağaçtan Atlar’ı, Türbenin Delisi’ni, Tövbekarlar’ı, Molla Emmi’yi, Kerem’i… Bu hikâyelerdeki kahramanlar, Avşar’ın yaşadığı bozkırın solan çiğdemleridir aslında…

Bence Sait Faik denizin; İmdat Avşar bozkırın sesidir. Sait Faik, Adalar’ı, denizi, balığı, balıkçıyı, yosunu, martıyı, midyeyi ne kadar tanırsa, Avşar da bozkırı, kavağı, söğüdü, kargayı, serçeyi, angıtı, turnayı, göğbaşı, gelinciği, sümbülü, çiğdemi o kadar tanır. Bugüne kadar yüzlerce kalem işledi bu konuları. Ama bir siyasî görüşü veya bir doktrini ispat etme kaygısı başlayınca, samimiyet uçup gidiyor. Ben Avşar’ın hikâyelerinde, Cahit Külebi’nin şiirlerindeki içten sadeliği ve bir bozkır sevdalısı olarak biraz da kendimi buldum.

Avşar, klasiklerimizle beslendiğinden, yenilik adına akranlarının düştüğü garâbete düşmüyor. Üslûbu ve dili kullanışı da öylesine yalın, öylesine kıvraktır Avşar’ın. Bilinen, mûnis, alışılmış kelimelerle yeni, çarpıcı bir eda yaratıyor. Onun hikâyelerinde eseri daha cazip kılmak için içten içe bir de mizah rüzgârı esiyor.

Avşar’ın ilk hikâyesinin tarihine bakılırsa, yazmaya başlayalı iki yıl olmuş ancak iki yılda kırka yakın hikâye; hem de kaliteden hiç taviz vermeden… İnanılır gibi değil. Belki de yıllardır yazmamanın acısını çıkarıyor, akranlarıyla arasındaki mesafeyi kapatıyor olmalı. Bu kitaptaki hikâyelerden bazıları bir çekirdek olayı işlerken bazıları Çehovvâri durum hikâyeleri…

Avşar’ın kalemi öyle nefesli, muhayyilesi öyle işlek, güçlü ki, dizgini biraz bıraksa bazı hikâyeleri romana doğru gidecek hissini veriyor. Kim bilir, ilerde İmdat Avşar imzalı romanlar da okuyacağız… Onun yazma serüveni de bir garip… Yıllarca okumuş, dinlemiş, gezmiş, hayâlhanesinde binlerce duyum, olay ve görüntü biriktirmiş fakat yazmamış. Bir kültür şöleni dolayısıyla onun görev yaptığı Iğdır iline gitmiştim. Tanıştık ve arkadaş olduk. Ama sanki yıllardır tanışıyormuşuz da sohbete kaldığımız yerden devam ediyor gibiydik. Ondaki çevreye dikkat, olaylara karşı duyarlılık, folklorumuza olan vukuf ve bilgi birikimi çok şaşırtıcıydı. Konuştukları, bende sanki yazılmamış hikâyeler intibaını uyandırıyordu. “Bunları yazsana” dedim… Ben Ankara’ya döndüğümde, birkaç ay geçmeden pırıl pırıl hikâyeler ve şiirler gelmeye başladı. Hem hikâye, hem şiir yazıyordu Avşar. Hayret, hiç acemilik kokmuyordu bu mahsuller… Sanki yılların hikâyecisi vardı karşımızda. Bir bahtıbaran yağmuru, bir sel gibi birden bire doğmuştu bu yazılar. Böylece sanatın ilhama dayalı, hikmetli, aziz bir şey olduğuna bir kere daha inandım.

Bu arada biz de Ankara’da Avrasya Yazarlar Birliğini kurmuş, onun yayın organı olan ve bütün Türk Dünyasına hitap eden Kardeş Kalemler dergisini çıkarmaya başlamıştık. İmdat Avşar’ın yazılarıyla daha da zenginleşti dergimiz. Ve onun hikâye ve şiirleri, Kazakça, Kırgızca, Türkmence, Tatarca ve Azerbaycan Türkçesine çevrilerek bu ülkelerde yayımlandı. Onun hikâyeleri kısa zamanda Altaylardan Tuna’ya kadar bütün Türk Dünyasında okunmaya başladı.

Ortalığı ham, kekre, tercüme kokan yazıların istila ettiği bir devirde Avşar gibi, öğrencilerimize örnek gösterilecek ışıklı bir Türkçe’yle yazan kalemlerin sayısı sanıldığı kadar çok değil.

Tam da zamanında imdadımıza yetiştin İmdat! Hoş geldin, gönlüne kalemine bereket, diline sağlık…

Ali AKBAŞ

EVİN YIKILSIN HACİ

Ziya AVŞAR’ a


Bir deli yağardı ki kar… Kayabaşı Mahallesi’nin derme çatma kerpiç evleri titrer, elden ayrı üşürdü Abdallar kışın. Duvarlarda boynu bükük kalırdı oyma sazlar, yanık kemanlar, keçi derisi davullar, erik zurnalar… Her kış elleri yanlarına düşerdi gariplerin.

Yazın vızır vızır mahalleye gelip giden arabaların, düğün daveti veren Ağaların izi yiter, kış gelince görünmez olurlardı. Yağan karı dulda yerlere yığan rüzgâr kurt gibi ulur, Abdallar Mahallesi’nde alıcı bir kuş gibi dolanırdı. Susardı tüm davullar, zurnalar, sazlar ve suyu soğulmuş değirmene dönerdi kerpiç evler…

Ne duvar diplerinde abdal kocalardan zurna, saz, keman dersi alan kara yağız uşaklar ne kapının önüne çatılmış ocaklarda, çalı çırpı yakarak isli güğümlerde çay pişiren çileli abdal anaları ne de gazoz kapağından zilleri ile kardeşlerine eşlik eden saçları perişan kızlar… Hepsi kışın soğuk peçesindeki kerpiç evlerde, anasını bekleyen kuş yavruları gibi baharı beklerlerdi…

Siperi kırık şapkası, yakası tifsimiş gömleği, kavruk yağız tenleri ile emmilerimize benzerdi abdal kocaları. İri, siyah gözleri, perişan zülüfleri ile analarımıza benzerdi abdal kadınları ama onları bir başka keserdi yokluk kılıcı. Tarla yok, tapan yok! Çift yok, çubuk yok! Od yok, ocak yok! Un yok, uğra yok! Kışın, abdal evlerinde bir çaresizlik, kerpiç evlerin pencerelerinde de acı poyraz kol gezerdi. Dolanır, çevrilir de her kış yeniden gelirdi “Kırkın Kıtlığı” ve bir kara deve gibi çökerdi abdalların kapısına.

Geceleri, gübre torbasıyla tahkim edilmiş naylon kaplı pencerelerden sızan körsen ışıklar, Abdallar Mahallesi’nin karla kaplı dar sokaklarının tek rengi olurdu bu mevsim. En kesat aydı zemheri. Ne askere ne gurbete giden ne de Almanya’dan gelen olurdu. Akşamları üç beş kafadar genç, bir araya gelip bir şişe ‘Bozoğlanı’ devirir de birkaç taksi ile Abdallar Mahallesi’ne gelirlerse kapılar aralanır, sokaklar biraz daha aydınlanırdı.

Mahalleye arabalar gelince, benzine kan yürürdü abdal çocuklarının, arabaların farları büyütürdü gözbebeklerini. Babalarının, bu “Ağa,” ya da “Ağanın oğlu” dediği emmileri, onlar da severlerdi. Ağalar gelip de babalarını götürünce, eve somun ekmek, bisküvi, gofret, helva, elma, mandalina… gelirdi.

Kışın, mahalleye gelen gençlerin isteğine göre ya bir ince saz ya da bir davul zurna ekibi kurulurdu. Çakırkeyif gençler, Kör Bekteş’ in evine varırlardı önce. Kör Bekteş’ in Âdem, onların istediği çalgı ekiplerini bir çırpıda tamamlar, abdalları arabalara taksim eder, kendisi de en son binerdi. Âdem, daha davulu dalına alır almaz gençler coşar: “Vur usta! Vur!” diye bağırırlar, bu arada davulun üstüne de birkaç ‘göö binlik’ düşerdi.

Ağa ister de abdal ölmez mi? Âdem, uçuşan binlikleri görünce, çomağını çeker, davula değil yokluğun yüzüne yüzüne vururdu. Kan, damarlarında tazyikle dolanır, kollarına taze bir kuvvet gelirdi böyle akşamlarda. Üşüyen elleri ile babasının yanına yanaşan Güççük Bekteş, nefesini doldurup başını yukarı kaldırır, dedesi Kör Bekteş’ten bellediği yanık havalar ile acı acı inletirdi ortalığı. Zurnanın yanık sesi, Abdallar Mahallesi’nin resmini çizerdi böyle karlı gecelere…

“İnce ince bir kar yağar fakirlerin düzüne Neden felek inanmıyor, fukaranın sözüne

***

Çalgı ekipleri tamamlanınca taksiler hareket eder, zurnanın acı inlemesi, rüzgâr sesine karışarak yankılanır ve ayaza kesmiş gecenin içinde donar giderdi.

Abdallar böyle gecelerin sabahında, karları dizleye dizleye çıkarlardı mahalleye. Yorgun bedenlerine taze bir can, fersiz gözlerine ışık gelir, mutlu dönerlerdi evlerine. Kör Bekteş’in Âdem, Şahan Usta’nın Aslan, Kara Sülemen’in Haydar… Sabaha kadar gençlerin bin bir türlü eziyetine katlanır, uşaklara ekmek parası kazanırlardı.

Bazen de evlenecek çocukları için yorgan, döşek döktürecek olan ağa hanımları abdal analarını çağırırlardı. Ustaca yaparlardı bu işi abdal kadınları. Ağa kızlarının yorganını, kendi kızlarına yapıyormuş gibi özenle sırırlardı. Yorgan sırımak için gittikleri ağa evlerine küçük oğlan çocuklarını götürmezler, yalnız kız çocuklarıyla gelirlerdi. Oğlan uşağı bu, rahat durmaz, ya ağanın oğluyla dövüşür de bir mazarratlık ederse! Ne yüz ile iş görülür ağanın evinde, diye endişe ederlerdi.

Kışın yorgan döşek işi olduğu zamanlarda da uşakların kursağından bir sıcak aş geçer, dişleri somuna batardı gariplerin. Hele ağa Almancı ve ağa çocuklarının eski ayakkabısı, eski elbiseleri de var ise…

Bozkıra Azrail gibi gelir, uzadıkça uzardı medetsiz kış. Ne çileler çekerlerdi kışı atlatmak için. Poyraz onların bağrına eser, kar onların yüzüne savrulurdu en çok. Kış uzayınca, yazın aldıkları eşyalardan, para edecek ne varsa öldü fiyatına satarlar, bazen yastık yorgana kadar pazara indirirlerdi.

Çoluk çocukları hastalanıp da doktor parası bulamayınca, ilçenin fırsatçılarından yalvar yakar faizli para alırlar, yazın kazandıklarının yarısını da tefecilere faiz olarak öderlerdi. Karıncanın kazancı deveye bir avurt olurdu…

Eve barka konulur gibi değildi yokluk ama ağalık başka, abdallık başkaydı. Yokluk ikliminin abdalı idi onlar…

****

Akşamla birlikte efkâr bastı Kör Bekteş’in evini. Çaresizlikten daraldı göğsü. Eli tabakasına gitti. Tabakanın içindeki son tütün kırıntılarını doladı beyaz kâğıda, derin bir nefes çekti ve:

“Zurnayı beri getir” dedi karısına. “Zurnayı beri getir…”

Karısı gibi severdi erik zurnasını. Yiyecek ekmek bulamasa bile zurnasını yağlamayı ihmal etmezdi. Erik zurna zehir gibi öter, anasız kuzu gibi melerdi Kör Bekteş’in elinde…

Yazın, onunla çaldığı gelin alma havalarına, kız evinde ağlamadık can kalmaz; Kör Bekteş, ‘Ağ Gelini’ çalınca, kız evinde bir ağıt tufanı başlardı. Hele oğlu Âdem de, önünde davul ile döndükçe, avurdunu başka bir hevesle doldurur ve aşk ile üflerdi erik zurnaya. Ne zaman nefes alırdı, nasıl kesilmeden devam ederdi zurnanın sesi, kimsenin aklı ermezdi.

Kör Bekteş, böyle gam yüklü akşamlarda torunları Güç-çük Bekteş ile Cesur’a davul zurnanın yanında hayatı da talim ettirirdi. Bir rind, ulu bir abdal idi Kör Bekteş.

Erik zurnasını eline aldı ve torunlarını çağırdı yamacına:

“Ben ölürüm siz kalırsınız uşaklar. Yokluk, gapıya konulacak mal deel amma ağalık da abdallık da töreynen. Biz, ağalara hızmat uçun varık. Onlar bizim ekmeemiz, aşımız. Sofrada çaldığımız kaşığa ne gelirse onlardan gelir. Onlar olmasa, aha bu depenin başında ayağımızı çeke çeke ölürük. Ağaların gelini, gızı da bizim anamız, bacımız olur. Onların da ekmeemizde duzu var. Başımız ne zaman sıkışsa, gapılarına varsak, ağalar evde olmasa bile onlar verir ekmeemizi. Evlatlarım, ağalar ne verirse şükredin, fazla umucu olmayın. Evel Allah, sonra onlar aç açıkta koymaz bizi. Dedim ya ağalığın da abdallığın da bir töresi var. Olur ki ağanın uşağı düğünlerde içkiyi çok kaçırır, size söver sayarsa: Bir kulağınızdan girsin, öbüründen çıksın. Duymayın sağır olun, gonuşmayın ahraz olun. Olur ya övkelenip sizi dövellerse, elsiz, ayaksız olun. Kul kusursuz olmaz evlatlarım. Aman haaa! Ağaların yüzüne çıkıp da ekmeenizi daşlamayın…”

Bir Abdal dergâhında postnişin konuşuyordu. Oturuşunu değiştirdi ve konuşmaya devam etti Kör Bekteş:

“Serhoşluk gısım gısımdır evlatlarım. İnsanoğluyuk hepimiz. Hepimizde aynı zuhur ider bu serhoşluk. İnsan iki kadeh içerse bu zıkkımı: tavus guşu gibi elvan elvan açılır. Ne çalsan hoşuna gider. Üçüncü kadehte: Maymuna döner, daldan dala hotlar. Kırık hava ister, oynamaya doymaz. Dört kadeh olursa: Aslan olur kükrer. Ağırlama ister, Köroğlu ister, halaya durur. Yiğit olan aslanlık makamında bırakmalı bu zıkkımı, kararı kaçırırsa domuz gibi irezil olur, ağzında dili dönmez, ne istediğini bilemez. O, Akyazılıynan, Kızıldeli var ya, şişede durduğu gibi durmaz namıssızlar… Serhoşun göönünü şen etmek zordur amma bizim de annımıza boyun eğmek yazılmış…”

Kör Bekteş, kendi nefsinin örsünde, torunlarının nefsini söz balyozuyla dövüyor, dövüyor, dövüyordu…

Derin bir iç çekti ve sustu… Elindeki zurnanın emziğini ağzında ıslattıktan sonra taktı yerine. Âdem de babasına yol göstermek için yekindi, duvarda asılı davulu kucağına aldı. Torunlarından Güççük Bekteş dedesine, Cesur da babasına dikmişti gözlerini. Biri davulcu biri de zurnacıydı. Kör Bekteş soğuk havayı doldurdu ciğerlerine ve sarıldı zurnasına.

Odada kol gezen yokluk, yerini bozlak makamında ağır bir hüzne bıraktı. Kör Bekteş, bir körük gibi avurdunu şişirip yüreğindeki yangını nefes nefes üfleyince, erik zurna dile geldi:

“… Bir ayrılık, bir yoksulluk, biri de ölüm…”

Kör Bekteş zurnaya yeni koyulmuştu ki araba farları aydınlattı evin önünü. Zurnayı bıraktı:

“Âdem, deli oğlanlar geldi elleham,” dedi.

Adem kucağındaki davulu kenara koyup kalktı, pencereye yanaşıp perdeyi araladı.

Dört taksi durmuştu kapıya. Taksilerden inen gençler:

“Bekteş Baba! Adeeem!” diye bağırdılar.

Âdem kapıyı açtı. Dışarıdaki gençleri görünce gözlerine bir ışık geldi Âdem’in. Muska suyu içmiş gibi açıldı çakır gözleri, çardaktan atlayıp indi aşağı:

“Nerde galdınız gurban olduğum ağanın uşağı.” dedi. “Evde bizim uşak açlıktan birbirinin gulaağını kemiriyo. Cebimiz dırnak yarası oldu.” Çardaktaki karısını gösterdi, “Aha şu bizim it yemez bile yüzüme bakmıyo gurban olduklarım. Bize de geçim ilazım deel mi?. Eve iti bağlasan acından ölür yavu. Size ilayık bişi yok evde amma içeri gelirseniz Güççük Bekteş’i keser, kurban ederim. Yolunuza ölürüm ağam. Yıkarım evimi ağardırım yüzümü valla…”

Yüzü yerde bir ustaydı, şakacıydı Âdem, davul çalarken kanı kaynar, aşka gelir, coşardı. Davulu ile bir insan gibi konuşur, bazen küserdi davula. Âdem davula küsünce para yağardı davulun üstüne. Bazen davulu yere bırakır, kaşıklarını çıkarır, davulun etrafında döne döne oynar, bazen yere yatar, yerlerde yuvarlanarak çalardı. İyice coşunca davulu başına kaldırır, bir davula, bir kasnağa vururdu. Bu yüzden düğünlerin ve meclislerin baş davulcusuydu Âdem.

İlçenin kafadar geçleriydi gelenler. O akşam, Galatasaray’ın “İtalyan Gâvurları” ile maçı vardı. Âdem şenlendirecek ortalığı, onlar da gülüp eğlenecekti. Bir de Galatasaray yenerse, bol gollü bir maç olursa değme gitsin…

Gençlerden biri sabırsızlandı, başını arabanın camından çıkardı:

“Âdem, ne duruyon delioğlan, gurbanın gadanın sırası mı lan. Güççük Bekteş’i de al, yürü haydi. Karaca’nın gaviye gidiyok. Şahbaz ol delioğlan, nerdeyse maç başlıyacak, geç kalırsan, Saateker İrecep kuruş vermez valla…”

Hasta Galatasaraylıydı Saateker İrecep, Galatasaray bir gol attı mı, İrecep Âdem’in karşısına geçer, davulun önünde sekerek oynar, olmadık oyun çıkarır, bol da bahşiş verirdi. Galatasaray maçlarını davul zurna eşliğinde izlemeyi Saateker İrecep icat etmişti.

Maç sözünü duyunca, Âdem’in gözleri bir daha parladı:

“Gene maç mı var ağam,” dedi “Aha Güççük Bekteş’inen emrinizdeyim. Ne zaman ferman ettiniz de Âdem boynunu kılıca vermedi gurban olduklarım…”

Âdem, oğlu Bekteş’e bağırdı:

“Bekteş! Davulu, zurnayı kap da gel, gene maç varımış…”

On beş gün önce Galatasaray İtalyan Gâvuru ile bir maç daha oynamış, maç iki iki berabere bitmişti. O gün Galatasaray’ın her atağında Âdem ile Güççük Bekteş ortalığı bir birine katmış, Galatasaray gol attıkça coşan gençler, davulun üstüne para yağdırmışlardı. Âdem çomağı davulun ortasına vurdukça ‘göo binlikler’ yerlere savrulmuştu…

Her meclisin adamıydı Âdem. Vardığı yer topal ise yeker, kör ise şaşı bakardı. Ulu bir abdaldı babası: Güngörmüş, kahır çekmiş, feleğin çemberinden kırk kere geçmiş Kör Bekteş… Âdem onun oğluydu ne de olsa. Onun rahle-i tedrisinden geçmişti yıllarca. Küçük bir çocukken, düğünlere gittiğinde ahırlarda, tandır damlarında, babası ile koyun koyuna yatmıştı. Ağalar ne isterse yapardı Âdem. Köçek isteseler, belindeki kaşıklarını çıkarır, tebdili kıyafet eder köçek olurdu hemen…

Bu kez ağalar, Âdem’ in bir taraftar olmasını istiyorlardı, Âdem de çoktan ateşli bir taraftar olmuştu. Neylesin, hava kıştı, ekmek de düğünlerden yeşil sahaya kaymıştı. Bir Galatasaray taraftarı olmasa felekten gol yiyip duracaktı zavallı…

On beş gün önceki maçın, daha ilk dakikalarında futbol terimlerini hemen öğrenip, kendi diline çevirmişti Âdem.

“Hopsayit, santirifor, penaltı, avut, sitoper, pavül, libero…” Hepsini bir çırpıda öğrenmişti. Daha o günden, gençlerin kendinden ne beklediklerini sezip maçtaki olaylara müdahale etmeye başlamıştı bile. Gençler de zaten Âdem’in maça müdahil olmasını istiyorlardı.

On beş gün önceki maç İtalya’da oynanıyordu. Galatasaray iyi oynuyordu, gençlerin keyfine diyecek yoktu. Hakem de iyiydi! Genellikle Galatasaray lehine kararlar veriyordu. Gençler sürekli hakeme sitayişte bulunuyor, hakemi alkışlıyorlardı:

“Bravo hakeme!”

“Vay aslanım!”

“Bizim Kaman’da doğmuş büyümüş canım.”

“Bravo, bas kırmızı kartı.”

“At dışarı o Gara’yı.”

Gençler seslerini yükselttiğinde, Âdem davula bir iki çomak döşeyip söze giriyordu:

“Gurban olduklarım, ben deyim de siz inanmayın. Valla-ha da billaha da bu hakemin babası Türk! Aha buruya yazıyom, hemi de bizim Alamancılardan. Bakın hele favülü gene bize verdi yavu.”

“Babası Türk mü?”

“Hee gurban olduğum, Vallaha Türk!”

“Babası kim Âdem? Kaman’dan mı?”

“Kim olacak canım, şanımızı Avrupa’ya yayan Kart Tayır Emmi…”

“Olmaz, yanlışın var Âdem..”

“Kurbanınız oluyum şunun navrağına bir bakın hele. Heç gâvur siması var mı? Aynı bizim Kart Tayır Emmi’ye benziyo. Vayy gurban olduğum Tayır Ağa! Kim bilir bu hakemin anasından ne kadar hayır duva aldı, kaç gece kulucunu kırdı kim bilir. Onun serptiği tohumun hayırını görüyok uşaaak.”

“Penaltı da verir mi Âdem?

“Hakan kalenin önünde yıkılsa, penaltı da verir vallaha. Bir kaşık kan ucu ne de olsa, emmioğluyuk yav…”

“Gol durumu, Hakan, Hakan kaleye gidiyor!”

“Vur ulan! Vur!”

Hakan kalenin önünde düşüyor, gol kaçıyor, Kahvedekiler önce ayağa fırlayıp sonra yerlerine oturuyorlardı. Hakan gol kaçırdıkça Âdem de iç geçiriyordu:

“Dermanı kalmamış Hakan’ın yavu, sabahınan vite yağı mı yemiş bu?”

O gün kahvedekiler hop oturup hop kalkıyordu. Galatasaray gol attıkça Âdem ortada dönüyor, davulu Saateker İreceb’in önünde dövüyordu. “Goool!” sesleri, davul zurna sesleri birbirine karışıyordu…

O gün, maç berabere bitse de, Galatasaray iki gol atmış, Âdem de ekmeğini futbol topundan çıkarmıştı.

****

Abdallar Mahallesi’nden soğuk geceye karışıp inen taksiler, Karaca’nın kahvesine gelip durdular. İçerisi yine çok kalabalıktı. Âdem, oğlu Güççük Bekteş’in ustaca çaldığı kırık havalar eşliğinde, davulunu başının üstünde çalarak girdi kahveye. Gençler Âdem’i görünce, yel değmiş ekin gibi dalgalandı, kalkıp Âdem ile oynamaya başladılar, kahve düğün evine döndü.

Kısa bir sessizlik oldu. Maç başlayacaktı. Âdem ile Güç-çük Bekteş on beş gün önceki yerlerini aldılar. Sunucu, görüntüler eşliğinde oyuncuları sayıyordu:

“Taffarel, Kaptan Bülent, Popescu, Fatih, Ümit, Okan, Emre, Hakan… Hagi! …

Gençler, Hagi adını duyunca büyük bir uğultu koptu kahvede. Hagi’ye övgüler yağdırıyorlardı.

“Aslanım!”

“Koçum!”

“Bu akşam, bütün İtalya gelse durduramaz Hagi’yi…”

“Bütün İtalya’yı çapraz koşturur bu gece…”

Âdem de, kendisini duyuyormuş gibi çomağını doğrultmuş, ekrandaki Hagi’ ye bağırıyordu:

“Haciiii! Evdeki uşaklar, benim davuldan önce senin ayağana bakıyo. Gurban oluyum bu gâvurlarınan anca sen başa çıkan… En az iki gol bekliyom haaa!”

“Hagi gol atamaz bu gün, aha buraya yazıyom Âdem.”

“Ağzından yel alsın gurban olduğum. Evde Bekteş Usta’nın tütünü yok vallaha…”

Gülüşmeler arasında maç başladı…

Güççük Bekteş, zurnası tetikte, hayran hayran maçı izliyor, bir yandan da kalabalıktaki insanları süzüyordu. Kim bilir kendi çocuklarına neler anlatacaktı. Âdem, kulaklarını gol sesine yatırmış, toplayacağı bahşişleri düşünüyor, ara sıra kalabalığın tepkisine ortak oluyordu.

İtalyan takımındaki zenci oyuncunun yaptığı sert harekete sinirlendi gençler, küfürün bini bir para. Âdem atıldı hemen:

“Ulan Uşaak, o Gara var ya o Gara, Haci’nin yanını belini kıracak gâvurun oğlu. Haci’ye göz verdi, ışık vermedi yavu. Aç itin bazlama gaptığı gibi gaptı topu gene… Allah çoluğun çocuğun yüzüne baksa da ayağı neyim kırılsa. Kurban olduğum Tayır Emmi, acık da Afirke’ de gezsen ne olurdu…

Gençler gülmekten yerlere yatıyordu…

Bir başka pozisyonda yine rakip takımın zenci futbolcusunun tekmesiyle acı içinde yere savruldu Hagi. Zenci futbolcu da yerdeydi. Hagi, hiddetle kalktı ve zenci futbolcunun üzerine yürüdü. Âdem elindeki çomağı göstererek atıldı yine:

“Haciii! Al şunu da o, Gara’yı bi yanın yanın yürüt ne var. Vur! Ekmeani taşırım delioğlan! Atmış beş milyon arkandayık. Korkma Haci! Vur!”

Kalabalıktan biri de Âdem’ e laf atıyordu.

“Eyle deme lan Adeeem! Ona da yazık. Gâvurun dakımında ekmek parası için oynuyo…”

Âdem, kahveciye seslendi:

“Adnan, gurban oluyum bu Fenerlilerin işi ne burada.”

Âdem kırk yıllık Galatasaraylıydı artık ekmek de sarı kırmızı…

İlk yarı bitti, ikinci yarı başladı. Değişen bir şey yoktu. Dakikalar ilerliyor, maç bir türlü Âdem’in istediği gibi gitmiyordu. Galatasaraylı futbolcuların üstüne ölü toprağı serpilmişti sanki. Kalabalıktan küfürler yükseliyor, iç geçirmeler çoğalıyordu. Maçın son dakikalarıydı. Âdem’in gözlerindeki ışıltılar yerini yavaş yavaş hüzne bırakıyordu. Galatasaray bir gol bile atamamıştı. Âdem’in elindeki çomak mahzun, Güççük Bekteş’in zurnası sessizdi.

Birden dalgalandı kalabalık. Nefesler tutuldu bir an. Sunucu ses tonunu yükseltti.

“Nefffis bir hareket! Geçti rakibini Hagi! Bir çalım daha! Sağ tarafta Hakan boş! Soluna Emre de geldi! Kaleyi karşısına aldı Hagi! Sevdiği yerler! Topu sol tarafına çekti! İyi vurur oralardan…”

Nefesler tutulmuştu, maçı izleyen gençler, farkında olmadan ayağa fırlamış, sandalyeler devrilmiş, çaylar dökülmüş, bardaklar kırılmıştı.

Âdem çevik bir hareketle davulu boynuna aldı, çomağı havaya kaldırdı. Güççük Bekteş de zurnanın emziğini ıslatmış, avurdunu doldurmuş, zurna ağzında bekliyordu.

Sunucu bağırıyordu:

“İyi vurur Hagi!

“Hagiii!”

“Şuuuut!”

Zaman kaleye doğru giden futbol topu ile ilerliyordu sanki. Top süzülerek kaleye doğru gidiyordu… Büyük bir gürültü koptu.

“Goooooooooo…”

Davul zurna çoştu…

Ahlar, vahlar takip etti sonra bu gürültüyü. Âdem, davula daha iki çomak döşemişti ki, gençler, üzüntü içinde yerlerine oturdular.

Sunucu da ah çekerek devam ediyordu:

“Top direkten döndü, sayın seyirciler. Şanssız bir an, işte tekrar izliyoruz…”

Kameralar Hagi’yi yakın pozisyonda tekrar gösterirken, 90 dakika bekleyip de bir lira bile bahşiş toplayamayan ve umudunu yitiren Âdem Hagi’ye bağırdı:

“Evin yıkılsın Haciiiiiii! Ekmeeminen oynadın!”

Maç bitti, dışarıdaki soğuk hava Âdem’in yüzünü yalayıp geçti. Kahve birden boşaldı. Gençler küfürler savurarak üçer beşer mahallelere dağıldı. Âdem, Güççük Bekteş’ e döndü:

“Olsun, heç olmazsa sıcak bir sandelle gördük, iki bardak çay içtik oğlum.” dedi.

Âdem önde Güççük Bekteş arkada, pazaryerinden kıvrılıp, soğuk gecenin içinde kayboldular…

8 862,17 soʻm