Kitobni o'qish: «FISILTILI TAŞLAR DİYARI GÖBEKLİTEPE»

Shrift:

Her Şey Böyle Başladı!

Yüzlerce yıl önce, on bin yılları başında Şanlıurfa’nın göğü altında, insanlar ve gizemli yaratıkların büyülü karşılaşmasının hikâyesi yazılmıştı. Gökten zembille inen kurt başlı, yılan gövdeli korkunç yaratıkların dünyaya inişiyle insanlar büyük bir dehşet yaşadılar. Bu yaratıklar o kadar güçlüydü ki insanlar onlara karşı koyamıyorlardı.

O zamanlar insanlar avcılıkla geçiniyordu. Basit taş bıçaklar ve oklar kullanırlardı. Tarımı pek bilmezlerdi, ancak doğadan elde ettikleri yiyeceklerle hayatta kalırlardı. Ortak, basit bir dil konuşurlardı ve bu dil, onları bir arada tutardı.

Her sabah güneş doğarken insanlar toplanır ve günün planını yaparlardı. Günün başında neler avlayacaklarına ve hangi bölgelerde avlanacaklarına karar verirlerdi. Bu zorlu yaşam tarzı, onları dayanıklı ve cesur kılmıştı.

Ne var ki yaratıkların gökten inişi, insanların bu zorlu yaşamlarını daha da zorlaştırdı. Yaratıklar, toplulukların üzerine korku ve endişe gölgesi düşürdü. İnsanlar, sevdiklerini ve sahip olduklarını koruma mücadelesi verdiler.

Yıllar içinde çok sayıda kayıp veren insanlar, yaratıklara karşı çeşitli taktikler denemeye başladılar. Büyük ateşler yakarak onları kendilerinden uzak tutmaya çalıştılar, ancak yaratıklar demir gibi sert pullarla örülü derileriyle ateşi yenebilecek kadar güçlüydü. İnsanların onlara karşı koyacak keskin ve dayanıklı aletleri yoktu. Tuzaklar kurarak onları yakalamaya çalıştılar ancak yaratıklar hızlı ve zekiydiler. Bu tuzakları kolayca atlattılar.

Dışarıdan gelen bu tehlike, o zamana dek küçük gruplar hâlinde yaşayan insanları birbirlerine yaklaştırmıştı. Dolunay zamanları toplanıp güvenliklerini nasıl sağlayacaklarını tartışmaya başladılar. Bu toplantılarda, yaşlılar ve bilge kişiler, yaratıkları nasıl durdurabileceklerini düşündüler.

Bir gün, bu toplantıların birinde yaşlı bir bilge gördüğü bir rüyayı anlattı. Rüyasında, taşlardan yapılmış devasa bir alanda parlak ışıklar ve obsidiyen taşlar vardı. Bu parlak ışıkların yaratıkları çekeceğini ve obsidiyen taşların da onların ruhlarını hapsedeceğine inanıyordu.

Yaşlı bilge bu rüyayı diğerlerine anlattı ve onları, bu çözümün canavarlarla başa çıkmak için son umutları olduğuna inandırdı. Binlerce yıl sonra Göbeklitepe olarak adlandırılacak devasa taşlarla yapılmış muhteşem bir alan inşa etmeye karar verdiler. Her gün bir araya geldiler ve bölgedeki kireçtaşı ocaklarından çıkardıkları taşları yuvarlayarak ve basit vinçler kullanarak diktiler. Büyük taş blokları, taşlarla ve sert malzemelerle şekillendirdiler. Yaşlı bilgeye göre bu semboller, yaratıkların ruhlarını hapsedecek olan gücü daha da kuvvetlendirecekti. Aylar sonra yapının son hâli, yaşlı bilgenin rüyasında gördüğü yapıyla birebir aynı olmuştu. Sırada, bu yapıyı bir tuzak hâline getirip yaratıkları içine çekmek vardı.

O gün geldiğinde alanın içine canavarları çekebilmek için parlak taşlar, yiyecekler ve türlü vahşi hayvanlar yerleştirdiler. Gece olunca insanlar saklandılar. Yaratıklar, gökten düşen yıldızlar gibi yere indiklerinde bu tuzağın içindeki cazip şeyleri gördüler. Devasa dikilitaşların arasından geçip yuvarlağın içinde dönmeye başladılar. İşte tam bu sırada insanların arasında yaşlı ve bilge olanlar, yaratıkların ruhunu hapsedecek olan o son hamleye hazırlanıyordu. Yaşlı bilgenin rüyasından yola çıkarak hazırladıkları heykelleri andıran insan boyunda taşları, yapının içinde hızla dönen bu yaratıkların önüne aniden indirip yaratıkların ona çarpmasını sağladılar. Bu sayede yaratığın ruhu heykelde hapsolurken vücudu cam parçası gibi darmadağın oldu.

O ana dek mağarada saklanan insanlar hep birlikte alana gelip yaratıktan arta kalan cam benzeri taşları sevinçle topladılar. Hiç vakit kaybetmeden yaratıkların ruhlarını hapsettikleri obsidiyen taşları, onları tuzağa düşürdükleri yapıyla birlikte yerin altına gömdüler, üstüne yenisini inşa ettiler.

Yıllar geçti ve yaratıkların tehdidi son buldu. İnsanlar bu topraklarda huzur içinde yaşamaya başladı. Ancak obsidiyen taşların içine hapsedilen ruhlar, binlerce yıl sonra bir kez daha dünyaya dönecekti.

Urfa Adamı

Yakup Efendi orada olduğunu belirtmek istercesine, “Hele gençler, bu ne biçim bir taştır yahu!” diye seslendi duvarın kenarından.

Yol çalışanlarından İbrahim gözlerini kısarak sesin geldiği yöne baktığında Yakup Efendi’yi gördü. Birkaç saniye adamın ne zamandır orada olduğunu düşündü. Elini çenesine götürüp daha önce bu kadar büyük bir taşa denk gelmediklerini söyledi.

Yakup Efendi, “Yav sanki adamdır, şuna bak!” diye heyecanlı bir şekilde bağırdı. O sırada karısının çığlıkları o kadar yükseldi ki istemsizce kafasını eve doğru çevirdi, bebek sesi gelir mi diye bir süre sessizce bekledi, gelmeyince de çalışanlara geri dönüp, “De haydi, biz işimize devam edelim şu taşı çıkarın…” dedi.

Yerin altındaki taş düşündüklerinden de ağırdı. Çalışanlar birbirine bağırıyor; makine, taşı çıkarmak için zorlanıyor, zorlandıkça motor sesi yükseliyor tüm bu gürültü ortamın gerginliğini yumuşatıyordu.

Akşam güneşi yüzlerini yakarken çalışanlar hâlâ taşı çıkarmak için uğraşıyordu ancak ne yaptılarsa taşı yerinden oynatamıyorlardı. Sonunda fikir değiştirdiler. Taşın altına küçük çukurlar açıp halatları bağlayarak taşı yukarı çekmeye karar verdiler. Taşın baş, orta ve son kısımlarından bağladıkları halatı kepçeye taktılar ve yavaş yavaş çekmeye başladılar. Nihayet taşı yerinden oynatmayı başarmışlardı. Taş yavaş yavaş havaya yükselirken birbirlerine bakıp bugünlük işlerini bitirmiş olmanın mutluluğunu yaşadılar.

Yakup Efendi ise evde doğum yapan eşinden çok, toprağın altından çıkardıkları koca taşa dikkat kesilmiş, bahçe duvarından atlayarak çalışanların yanına kadar gelmişti. “Hele şunu bir çevirin, sanki adamdır, sanki bir heykeldir!”

Bu sırada sokağın girişinde lacivert renginden ve yan taraflarındaki küçük yazılarından resmi araç olduğu anlaşılan bir araba durdu. Arabadan biri polis üniformalı, iki kişi indi. Koşar adımlarla çalışanların yanlarına kadar geldiler. Yabancıya benzeyen sarı saçlı adamla yanındaki esmer tenli adam sessizce bir şeyler konuşmaya başladılar.

Esmer olan yanındaki sarışın adamı işaret ederek onun, kültür bakanlığının izniyle bölgede yapılan çalışma için gelen Alman bir arkeolog olduğunu söyledi. Ardından çıkarılan taşı kastederek onu ne zaman bulduklarını ve nasıl çıkardıklarını sordu. İbrahim çok uğraştıklarını ama halat yardımıyla bir şekilde çıkarmayı başardıklarını anlattı.

Alman arkeolog anlatılanları tercüman yardımıyla dinledikten sonra duygusuz bir ses tonuyla, “Benim adim Klauss. Hepinize merhaba!” diyerek kendini tanıttı. Ardından yarım yamalak Türkçesiyle toprağın altından çıkardıkları şeyin basit bir taş olmadığını oldukça eski aynı zamanda değerli bir heykel olduğunu ve kendisinin de bu heykeli incelemek üzere geldiğini söyledi.

Çalışanlardan İbrahim, “Yav, bu adamın ne ara haberi olmuş da gelmiş, valla bir şey anlamadım…” dedi meraklı bir şekilde. Hangisine sorduğunu anlamadıkları için ikisi de arkadaşlarının bu sorusuna sadece omuzlarını silkerek cevap verdiler. Arkadaşlarının kendisi gibi düşünmediğini fark edince de umursamayıp kepçenin başına geçti. Çünkü Klauss işaret parmağıyla havada daireler çizerek heykeli gösteriyordu, bu hareketten heykelin çevrilmesini istediğini anlamıştı. Halatları tekrar heykele bağladılar. Kepçeyle heykeli yavaş yavaş yukarı doğru kaldırırken diğer çalışanlar, Yakup Efendi, Klauss ve tercüman nazikçe heykeli çeviriyorlardı.

Güneşin son ışıkları, Rizvaniye Camii’nden yükselen ezan sesiyle birlikte Harran Ovası’nı terk etmişti. Evlerin açık pencerelerinden gelen çatal bıçak sesleriyle çoluk çocuk gülüşmeleri, yol çalışanlarında eve gitme isteği uyandırmıştı. İbrahim bir yandan Alman arkeoloğun heykelden nasıl haberdar olduğunu anlamaya çalışıyor diğer yandan da, “Ha gayret, az kaldı, yavaş!” diyerek diğerlerini yönlendirip bir an önce işin bitmesini istiyordu.

Son bir hareketle heykeli sırtüstü çevirmişlerdi ki Yakup Efendi, “Demedim mi bak, resmen adamdır yahu! Gözlere bak, kara kara… Kimin heykelidir acep?” diye seslendi sevinçle. Tahminlerinin doğru çıkmasının verdiği gururla heykele doğru birkaç adım attı. Heykelin köşeli ve iri yapılı kafasına, kalın boynuna, yassı yüzüne, ucu kırılmış burnuna dikkatlice baktı. Heykelin göğsünde V şeklinde iki sıra takı vardı ve elleri göbeğinin altında birleşiyordu. Bacaklarının olması gereken yer bitişikti. Bu haliyle şişe tıpasına benziyordu: 1.80 boyunda bir tıpa!

Heykelin elleri ve parmakları belirgindi, ama ağzı yoktu. Yakup Efendi eskiden vardı da silinip gitti mi acaba, diye yoklamak için elini heykelin çenesine doğru uzatınca heykelin gözlerinde bir yansıma görür gibi oldu. Biraz daha yaklaşınca gözlerin derinlerinde, içinde yanıp sönen küçük kıvılcımların olduğu gri bir toz bulutunun döndüğünü fark etti.

Yakup Efendi gördüğü şeyin bir yansıma olduğunu düşünerek etrafına bakındı. Arkeolog alt kısımda bir şeylerle ilgileniyor, çalışanlar evlerine nasıl gideceklerini planlıyor, tercüman ise geldikleri araca doğru ilerliyordu. Etrafta cılız sokak lambası dışında yansıyacak bir ışık yoktu.

Yakup Efendi, “Tövbe tövbe! Gökteki yıldızlar mı parladı acep?” diyerek kafasını yukarı doğru kaldırdı, gökyüzü biraz bulutluydu. Birkaç yıldız ve son dördün dışında çok uzaklarda kayıp giden küçük bir yıldız vardı. Dönüp bir kez daha heykelin yüzüne baktı, gözlerindeki kıvılcımların büyüdüğünü ve gri dumana benzeyen şeyin daha da hızlı dönmeye başladığını fark etti. Korkudan kendini geri attı. Eli ayağı buz kesmiş, tir tir titriyordu. Arkeoloğa baktığında onun da korktuğunu, elinde hançeri andıran obsidiyen taş parçasını sıkıca tutarak heykelin ayak ucunda çömeldiğini gördü. Ne yapmak istiyorsa kararlıydı, ama nasıl yapacağı konusunda bir bilgisi olmadığı için heykelin bir üst tarafına bir alt tarafına bakıyor, tehlikenin nereden geleceğini anlamaya çalışıyordu.

“Biliyordum bugünün geleceğini!” dedi içinden Klauss. Elindeki obsidiyen taşı, yaptığı hareketin işe yarayacağı ümidiyle daha sıkı tutarak yavaşça sağa sola sallamaya başladı. Obsidiyenle yaratığın ruhuna karşı koyabileceği düşüncesi ne içgüdülerinden ne de hayal gücünden geliyordu. Bu düşüncenin kaynağı, yaklaşık on yıl önce Babil’de bulduğu antik parşömenlerde geçen iki satırlık bir paragraftı:


Hapseder içine onu bir tek obsidiyen, yıldızlar gökten yağarken, hakkından gelir onun, obsidiyen.


Heykelin etrafındaki toprak da titriyordu. Yakup Efendi titreyenin kendileri olmadığını, etrafı buz gibi yapan soğukluğun da heykelden yayıldığını anladı. Titreme nöbetine girmiş bir hasta gibi heykel, birkaç saniye sonra boynundan, belinden ve bacak kısmının hemen üstünden çatlamaya başladı. Yakup Efendi heykelin gözlerine tekrar baktığında göz çukurlarının içinin bomboş olduğunu fark etti.

Çatlayan bedenden serbest kalan gri duman, Klauss’un elindeki obsidiyeni üstüne üstüne sallamasına rağmen Yakup Efendi’nin evine doğru hızla ilerleyerek kapıyı açtı ve içeri girdi.

Yatakta yatan hamile kadın, kapı açılınca Yakup Efendi’nin içeri girdiğini sandı ama kafasını kaldırıp eşini göremeyince o an gözleri büyür gibi oldu. Titreyen işaret parmağıyla doğuma yardımcı olan ebeye kapıyı gösterdi. Ebe dönüp kapıya baktı ve kimseleri göremedi. Yakup Efendi’nin kendisine cevap vermeden çıkıp gittiğini düşündü. Hâlbuki kadın, kapıdan giren ve kendine doğru yaklaşmakta olan gri dumanı görmüş ve onu işaret etmişti. Tam ebeye gördüğü o şeyden bahsedecekti ki bebeğin ilk çığlıklarıyla kendine geldi.


Ebe yeni doğan bebeğin küle çalan ten rengine ve simsiyah saçlarının arasındaki beyaz perçemine şaşkınlıkla bakıyordu. Bebeği tülbentle temizledikten sonra güzelce sardı ve annesine vermek için yatağın yanına gittiğinde bomboş olduğunu fark etti.

Tüm bu olanlar birkaç dakika sürmüş, Bay Klauss ve Yakup Efendi dışında hiç kimse bir şey fark etmemişti. Yakup Efendi nabzı normale dönmeye başladığında arkeoloğa dönerek, “Az önce ne oldu öyle? Bu heykeli… götürün buradan!” diye bağırdı.

Yakup Efendi’yi umursamadan yanından geçen Klauss gözlerini yaratığın ruhunun gittiği yönden ayırmadan ilerledi. Evin kapısını aralayıp içeri girdi. Ebenin kucağındaki bebeği görünce başı öne düştü. “Geç kaldın Klauss!” dedi içinden. Artık yapması gereken tek şeyin, doğru zaman gelinceye kadar bebeği izlemek olduğunu biliyordu. Çünkü yaratığın ruhu, artık bebeğin bedenindeydi ve serbest kalmak için kuyruklu yıldızlarla kendine sunulacak bir bedene ulaşacağı güne kadar da orada kalacaktı. Ne var ki orada olan biten her şeyin bir sır olarak kalması gerekiyordu. Bebeğin anasız babasız büyümesi pahasına…

Bepul matn qismi tugad.

7 772,60 soʻm