Kitobni o'qish: «Vampir Öyküleri»
ÖNSÖZ
Tıpkı Mary Shelley ya da Bram Stoker gibi, Arthur Conan Doyle da kendi yarattığı karakterin gölgesinde yaşamak zorunda kalmıştır. 71. doğum gününde (22 Mayıs 1930), şöyle yakınmıştır: “Kendimi Sherlock Holmes’un yazarı olarak duymaktan yoruldum. Neden ‘Rodney Stone’un ya da ‘Beyaz Ortaklık’ın ya da ‘Kayıp Dünya’nın yazarı olarak bilinmiyorum? İnsanlar dedektif hikâyelerinden başka bir şey yazmadığımı düşünecekler.” Bu şikâyetleri çok yerinde, çünkü dünyanın en ünlü dedektifini yaratmasının haricinde, sayısız düz yazıya, politik eleştirilere ve ruh bilim üzerine pek çok kitaba imza atmış usta bir hikâye anlatıcısıydı Doyle. Bir başka beyanatında da, Edgar Allan Poe’nun kendisine ilham verdiğini söylemişti. Dolayısıyla pek çok hikâyesinin kendi özel hayatına ayna tutması şaşırtıcı değildir. Daima mantıkla hareket eden, ancak doğaüstü güçlere karşı rasyonel olmayan bir inancı da tırmandırmayı başaran bir yazardır. Bu yaklaşım, gerçekçi temellere oturtulmuş bir kurt adam hikâyesi olarak yorumlanabilecek, Sherlock Holmes’un en ünlü hikâyesi olan “Baskervilleler’in Köpeği”nde kendini açıkça gösterir.
Doyle, üç hikâyesindeki kötü adamlarından “vampir benzeri varlıklar” olarak söz eder (“Sussex Vampiri Macerası”, “John Barrington Cowles” ve “Kazanan Atış”). Ancak hayranları ve eleştirmenler Holmes, Watson ve çevrelerinde gelişen olayları konu alan dört roman ve elli altı kısa hikâyeden dolayı, onun fantastik edebiyata katkılarını genellikle gözardı ederler. Ayrıca “Sussex Vampiri Macerası”nda Holmes da doğaüstü fenomenleri sert bir şekilde reddeder:
“Çöplük, Watson, çöplük! Onları mezarlarında tutabilmenin tek yolunun kalplerine birer kazık saplamak olan yürüyen cesetlerle ne yapabiliriz ki? Bu tamamen delilik!”
“Ama eminim,” dedim. “Vampir’in ölmüş bir adam olması gerekmiyor. Yaşayan biri de bu alışkanlığı edinmiş olabilir. Mesela bir yerde yaşlıların gençliklerini kazanabilmek için gençlerin kanını içtiğini okumuştum.”
“Haklısın, Watson. Bu referanslardan birinde efsaneden de bahsediliyor. Ama böyle bir olaya ciddi bir gözle mi bakacağız? Bizim büromuz tamamen gerçekler üzerine kurulu ve de öyle kalmalı. Dünya bizim için yeterince büyük. İçine hayaletleri de katmamıza gerek yok.”
Ancak Doyle’un çalışmalarında bu paragrafın ima ettiğinden çok daha fazlası vardır. Pek çok arkadaşı gibi, o da “Drakula” romanı, vampirliğin kurallarını ortaya koymadan önce birkaç vampir hikâyesi yazmıştı. Richard Dalby bu hikâyelerden bazılarını, Doyle’un “Parazit” adlı hikâyesinin yanında, William S. Gilbertve Eliza Lynn Linton’ın da katkılarını içeren “Drakula’nın Soyu” adlı kitapta toplamıştı. Ayrıca annesi Kate’in yardımıyla ilk psişik dedektif Flaxman Low’u yaratacak olan genç Hesketh Pritchard ile de arkadaştı. Her ne kadar Low, Sheridan Le Fanu’nun Dr. Hesselius’u ya da Stoker’ın şüphe duyulmaz Abraham Van Helsing’inin gölgesinde kalsa da, düzenli olarak doğaüstü güçlerle ilgili davalara bakan ilk dedektifti. Bu davalardan üçü vampirlerle ilgiliydi ve şüphesiz Doyle’un onayı ve önerileriyle yazılmışlardı.
Doyle, “Drakula” yayınlandıktan kısa bir süre sonra, 20 Ağustos 1897 tarihli bir mektubunda Bram Stoker’ı tebrik eder:
“Eminim ‘Drakula’yı okurken ne kadar zevk aldığımı söylemek için size yazmamı küstahlık olarak algılamazsınız. Uzun zamandır şeytani güçler üzerine okuduğum en iyi hikâye olduğunu düşünüyorum. Bu kadar uzun bir hikâye boyunca heyecanın hiçbir zaman düşmemiş olması son derece harika. Hikâye, okuyucuyu daha en başından yakalıyor ve giderek daha ürkütücü ve gerçek bir hâle bürünüyor. Yaşlı profesör ve iki kız kusursuz birer karakter. Bu kadar iyi bir kitap yazdığınız için sizi tüm kalbimle tebrik ediyorum.”
Arthur Conan Doyle ve Bram Stoker, edebiyat tarihinin en önemli iki karakterini yaratmışlardır. Birbirlerinin çalışmalarına saygı duyan iki arkadaş olmalarının yanı sıra, 1892’de yayımlanan “Fenella’nın Kaderi” romanında her biri birer bölüm yazmıştır. Bundan on altı yıl sonra Doyle, Stoker’a ünlü dedektifinin adına nasıl karar verdiğini açıklar: “En sonunda, 1887’de” der, “Sherlock Holmes’un yer aldığı ilk kitap olan ‘Kızıl bir Çalışma’yıyazdım. İsmi nereden bulduğumu bilmiyorum. Geçen gün üzerine ‘Sherrington Holmes’ ve ‘Sherrington Hope’ gibi daha pek çok kombinasyonu karaladığım bir gazete sayfasına bakıyordum. En sonunda, sayfanın en altına Sherlock Holmes yazmıştım.
“Sussex Vampiri Macerası”nın Drakula’ya bir gönderme ya da ünlü romanın bir parodisi olduğu söylenir. Bu doğru olabilir, ancak daha sonra göreceğimiz gibi, Bram Stoker, Doyle’un çalışmalarını daha derin şekillerde de etkilemiştir.
Bu koleksiyon, Arthur Conan Doyle’un, Sherlock Holmes’u yaratmamış olsaydı bile, okuyacağınız dokuz vampir hikâyesiyle beraber daha pek çok başarılı doğaüstü hikâyenin yazarı olarak hatırlanacağını kanıtlamaktadır.
AMERİKALI’NIN HİKÂYESİ
Küçük edebiyat grubumuzun toplandığı odanın kapısını açtığımda, “Bu tuhaf, gerçekten tuhaf,” diye söyleniyordu. “Ancak size bundan çok daha acayip şeyler anlatabilirim. Oh, çok daha acayip şeyler. Her şeyi kitaplardan öğrenemezsiniz, beyler, beni dinleyin. İyi İngilizce konuşan, iyi eğitim almış sizin gibi adamlar, kendilerini benim gördüğüm o tuhaf yerlerde bulmazlar, anlıyorsunuz ya. İşin aslı, beyler, orada bulunanlar doğru düzgün konuşmayı beceremeyen, eline bir kalem verdiğinizde zorlukla gördüklerini anlatabilecek kaba saba adamlardır. Ancak gördüklerini anlatabilseler, bazılarınızın Avrupalı yüreklerini şaşkınlıkla dolduracaklarına eminim. Oh, evet, bunu gerçekten de yapabilirler!”
Adı Jefferson Adams’tı sanırım; en azından adının baş harflerinin J. A. olduğunu biliyorum. Bu harfleri, sigara odamızın kapısının sağ üst köşesine derin bir şekilde kazınmış olarak görebilirsiniz. Bize bıraktıklarından biri buydu, diğeri de Türk halımızın üzerindeki artistik tütün lekeleri. Onu hatırlatacak bu izlerin dışında, Amerikalı hikâye anlatıcımız artık tamamen unutulmuş durumda. Kısa süreliğine bizim sıradan, sessiz sohbetlerimizi aydınlatan parlak bir meteor gibi aramızdan geçti ve sonra karanlıkta yine kayboldu. Ama o gece Nevadalı dostumuzun enerjisi doruk noktasındaydı; hikâyesini bölmemek için sessizce pipomu yakarak, büyük bir dikkatle en yakın sandalyeye oturdum.
“Bilim adamlarınıza karşı en ufak bir kin gütmediğimi bilmenizi isterim. Doğrusu yaban mersininden bir boz ayıya kadar her bitkiyi ve hayvanı, ağzımı açık bırakacak bir isimle eşleştirmeyi başarabilen adamları severim, onlara saygı da duyarım. Fakat gerçekten ilginç bir şeyler duymak istiyorsanız, şöyle ağzınızı sulandıracak heyecanlı hikâyeler dinlemek istiyorsanız, o zaman nadiren adını yazmayı bilen balina avcılarına, sınır devriyelerine, keşif birliklerine ya da Hudson Körfezi’ndeki adamlara gidersiniz.”
Bay Jefferson Adams uzun bir puro çıkarıp yaktığında kısa bir sessizlik oldu. Hepimiz Yanki dostumuzun en ufak bir müdahalede tekrar kabuğuna çekileceğini bildiğimiz için, büyük bir özenle mutlak sessizliği koruduk. Kendinden memnun bir gülümsemeyle beklenti dolu yüzlerimizi inceledikten sonra, bir duman bulutunun içinden konuşmasını sürdürdü.
“Siz centilmenlerden kaçınız Arizona’da bulundunuz? Hiçbiriniz elbette. Peki, kâğıt kalem tutabilen İngiliz ve Amerikalıların kaçı Arizona’da bulunmuştur dersiniz? Sanırım çok azı. Ben oradaydım, beyler, orada yıllarca yaşadım ve şimdi orada gördüklerimi düşündüğümde ben bile inanmakta güçlük çekiyorum.
Ah, orada uçsuz bucaksız topraklar var. Ben de Walker’ın haydutlarından biriydim, evet, bize verdikleri isim buydu. Şef vurulduktan sonra dağıldık ve bazılarımız buraya yerleşmeye karar verdi. Sıradan bir koloniydik biz de; karılarımız ve çocuklarımızla, İngiliz ve Amerikalılardan oluşan sıradan bir koloni. Orada kalan bazı yaşlılar olduğunu biliyorum ve birazdan size anlatacaklarımı onların da unutmadığına eminim. Oh, hayır. Böyle bir şeyi hayatta unutmuş olamazlar.
Ama oradaki topraklardan bahsediyordum, değil mi? İddiaya girerim, sadece bundan bahsetsem sizi oldukça şaşırtırdım. Böylesine verimli bir arazinin bir avuç Meksikalı ve melez için harcandığını düşünmek! Ben buna savurganlık derim işte. Bir adam boyu uzanan yeşil çimenler, millerce yol almanıza rağmen, mavi gökyüzünün bir karışını bile göremeyeceğiniz sıklıkta ağaçlar, şemsiye büyüklüğünde orkideler. Belki bazılarınız Amerika’nınbazı yerlerinde ‘sinekkapan’ dedikleri bitkiyi görmüştür?”
“Dionaea Muscipula,” diye mırıldandı mükemmel bir bilim adamı olan Dawson.
“Ah, evet, evet, işte o. Bir sineğin yapraklardan birine konduğunu görürsünüz ve sonra yaprağın iki tarafı da hızla kapanır ve sineği yakalar ve iyice ezerek parçalara ayırır. Saatler sonra eğer yaprakları açacak olursanız, sineğin arta kalan yarı sindirilmiş, parçalara ayrılmış gövdesini görebilirsiniz. Evet, Arizona’da bu sinekkapanlardan gördüm; yapraklarının her biri iki buçuk veya üç metre uzunluğundaydı ve iğneleri de neredeyse otuzar santim! Öyle büyüktüler ki neredeyse… Ah, kahretsin, çok hızlı gidiyorum.
Size anlatacaklarım Joe Hawkins’in ölümü hakkındaydı. Şimdiye kadar duyduğunuz en acayip hikâye olduğuna bahse varım. Montana’da Joe Hawkins’i tanımayan yoktu. Herkesin bildiği adıyla ‘Alabama Joe’! Bir adamın karşılaşabileceği en belalı heriflerden biriydi. Aslında iyi bir adamdı, ama ona doğru davrandığınız sürece. Eğer onu kızdıracak bir şey söylemeye ya da yapmaya kalkarsanız, vahşi bir kediden bile daha tehlikeli olabilirdi. Bir keresinde, Simpson’ın barında düzenlenen bir dansta onu ittikleri için tabancasını kalabalığın üstüne boşalttığını gördüm. Bir başka seferde de, içkisini yanlışlıkla üzerine döktüğü için Tom Hooper’ı fena benzetmişti. Joe bir katil değildi, oh, hayır, öyle bir adam değildi, ama ona sırtınızı da dönemezdiniz.
Joe Hawkins’in etrafta dolanarak kurşunlarıyla kendi kurallarını yazdığı dönemde, kasabada bir İngiliz vardı. Adı, yanlış hatırlamıyorsam Scott’tı, Tom Scott. Bu Scott (aranızdakilerin affına sığınarak) kusursuz bir İngiliz’di, ancak yine de kasabadaki diğer İngilizlerle pek takılmıyordu. Ya da onlar Scott’la pek takılmıyorlardı, orasını bilmiyorum. Sessiz, kendi hâlinde bir adamdı. Yaşadığımız yer için fazla sessizdi, bu yüzden pek çoğu onun sinsi olduğunu düşünüyordu, fakat hayır, öyle biri değildi. Sadece kalabalıktan uzakta kalıyor ve kimse onu rahatsız etmediği sürece başkalarının işine burnunu sokmuyordu. Onun hakkında pek çok şey söylense de, kendisi hiçbir zaman bu konularda konuşmuyor, şikâyet etmiyordu. İyi ya da kötü her konuda düşüncelerini kendine saklayan ağzı sıkı bir adamdı.
Ama onun bu kadar sessiz ve sade bir adam olması Montana’dakileri rahatsız etmeye başlamıştı. Her iki taraf da onu aralarına kabul etmiyordu. Söylediğim gibi, diğer İngilizler onu kendilerinden biri olarak görmüyor, tersine ona kaba şakalar yapıyorlardı. Anlayacağınız, hiçbir zaman bunlara karşılık vermese bile, nazik tavırları tamamen tek taraflıydı. Galiba onun karşılık veremeyecek kadar korkak olduğunu düşünüyorlardı, ta ki, çok yanıldıklarını onlara gösterene dek!
Olaylar Simpson’ın barında başladı. O günlerde, Joe ve onun gibi birkaç serseri, İngilizler hakkında pek de iyi şeyler düşünmüyorlardı ve üstelik özgürce bu fikirlerini açıklamaktan da çekinmiyorlardı. Onları daha dikkatli konuşmaları için uyarmaya çalıştım, bu davranışları büyük sorunlara neden olabilirdi, ancak beni dinlemediler tabii. O malum gece, Joe epey sarhoştu ve tabancasıyla kasabada dolanarak bulaşabileceği bir kavga arıyordu. Sonra bara gelmeye karar verdi, çünkü burada kavgaya hazır birkaç İngiliz bulacağını biliyordu. Gerçekten de barda yarım düzine İngiliz vardı. Diğerlerinden ayrı duran Tom Scott, sobanın önünde tek başına dikiliyordu. Joe masalardan birine oturarak tabancasını üzerine koydu. ‘İşte, Jeff, sana söylüyorum,’ dedi bana doğru, ‘Ciğeri beş para etmez İngilizlerden biri çıkıp aksini ispatlamayı denesin de görelim.’ Onu durdurmayı gerçekten denedim beyler, ancak Joe kolayca yatıştırılabilecek biri değildi. Hiçbir erkeğin dayanamayacağı şeyler söylemeye başladı. Bir Meksikalı bile ülkesi hakkında bu kadar ağır laf işittikten sonra öfkeye kapılabilirdi. Barın içinde gergin bir ortam oluştu. Herkesin eli tabancasına uzanmıştı ki, tam bu sırada sobanın yanından kısık bir ses duyuldu. ‘Son duanı et, Joe Hawkins! Çünkü artık ölü bir adamsın!’ Joe arkasını dönüp masanın üzerinde duran silahına uzanmaya yeltendi, ancak çok geç kalmıştı. Tom Scott kendi tabancasını ona doğrultmuş, beyaz yüzünde bir gülümseme, gözlerindeyse şeytani kıvılcımlarla onu izliyordu. ‘O yaşlı ülke bana çok da iyi hizmet etmiş sayılmaz. Ama yine de hiçbir adam, karşımda ülkem hakkında kötü konuşup sağ kalamaz.’ Bir an için parmağının tetiğin üzerinde kımıldadığını gördüm, sonra aniden bir kahkaha atarak silahını yere savurdu. ‘Oh, Hayır!’ dedi, ‘Yarı sarhoş bir adamı vuramam. Pekâlâ, Joe, değersiz hayatını al ve bundan sonra daha iyi kullanmaya bak. Bu gece ölüme çok yaklaştın. Bundan sonra daha dikkatli olmalısın. Belki de en iyisi artık gitmen, ha? Yo, bana öyle bakma, çünkü senden ve senin tabancandan korkmuyorum.’ Bunları söyledikten sonra, yavaşça arkasını dönerek sobanın üzerine bıraktığı piposunu aldı. Bu sırada Alabama, İngilizlerin kulaklarında çınlayan kahkahalarıyla sessizce bardan ayrıldı. Yanımdan geçerken yüzünü gördüm, yüzünde cinayeti gördüm, beyler. Bu, hayatım boyunca gördüğüm her şeyden daha açık ve kesindi.
Olaydan sonra, barda oyalanarak Tom Scott’ın kendisini tebrik eden adamlarla el sıkışmasını izledim. Onu gülümserken ve neşeli görmek bana oldukça garip geldi, çünkü Joe’nun kana susamış aklının neler düşündüğünü tahmin ettiğimden İngiliz’in bir sonraki sabahı görme şansının çok düşük olduğunu biliyordum. Yerleşimden uzak bir bölgede yaşıyordu ve evine gitmek için sinekkapanlarla dolu bir dere yatağından geçmesi gerekiyordu. Bu kurumuş dere yatağı, gündüz vakti bile ıssız ve kasvetli bir yerdi; iki buçuk ya da üç metrelik dev yaprakların en ufak bir temasta hızla kapanmalarını izlemek, insanın sinirlerini geren bir görüntüydü. Gece karanlığında ise, etrafta kimsecikler olmazdı. Dere yatağının bazı yerleri yumuşak ve çamurlu bataklıkla kaplıydı, buraya atılan bir ceset sabaha kadar yok olup giderdi. Joe’yu bu bataklığın en karanlık köşesindeki dev sinekkapanın yaprakları altına gizlenirken hayal edebiliyordum. Yüzünde bir sırıtış ve elinde de tabancasıyla. Bunu gerçekten görebiliyordum, beyler, tıpkı kendi gözlerimle görmüş gibi!
Gece yarısına doğru Simpson barını kapatıyordu, bu yüzden hepimiz evlerimize dağıldık. Tom Scott üç millik yoluna hızlı adımlarla başlamıştı bile. Herifi sevdiğim için yanımdan geçerken onu uyardım; ‘Tabancanızı elinizin altında tutsanız iyi olur, bayım,’ dedim. ‘Çünkü onu kullanmak zorunda kalabilirsiniz.’ Yüzünde bir gülümsemeyle bana baktı ve sonra karanlıkta kayboldu. Onu bir daha görebileceğimi hiç sanmıyordum. Tam bu sırada Barmen Simpson yanıma gelip, ‘Sinekkapan çukurunda bu gece epey olay yaşanacak gibi, Jeff,’ dedi. ‘Çocuklar Joe’yu yarım saat önce oraya giderken görmüşler. Scott’ı gördüğü anda vurmaya kararlıymış. Galiba yarın şerife ihtiyacımız olacak.’
Ertesi sabah, herkes gece yaşananları konuşuyordu. Gün ağardığında Ferguson’un dükkânına gelen melezlerden biri, sabaha karşı bir sularında sinekkapanların yakınından geçtiğini söylemişti. Anlattıklarından bir anlam çıkarmak oldukça zordu, çünkü adam delicesine korkmuş görünüyordu. Ancak sözlerinden şu kadarını çıkarabildik; gecenin sessizliğinde hayatında duyduğu en korkunç çığlıkları işitmişti. Silah sesi yoktu, ancak bunun yerine tekrar tekrar yükselen, boğulmakta olan bir adamın ölümcül çığlıkları yankılanmıştı. Abner Brandon, ben ve o sırada dükkânda bulunan birkaç kişi daha hemen atlarımıza atlayıp sinekkapan koruluğundan geçerek, Tom Scott’ın evinin yolunu tuttuk. Yolda hiçbir iz göremedik; etrafta ne kan lekesi ne bir kavganın ya da boğuşmanın izleri ne de başka bir şey vardı. Tom Scott’ın evine ulaştığımızda ise, onun her zamankinden daha da canlı bir şekilde evden çıktığını gördük. ‘Selam, Jeff!’ dedi beni görünce. ‘Sonuçta tabanca kullanmaya gerek kalmadı, ha! Oh, hadi içeri girip birer içki alın, beyler.’
‘Gece eve gelirken bir şey gördün ya da duydun mu?’ diye sordum. ‘Yoo,’ diye cevap verdi. ‘Her şey sessiz ve sakindi. Bir baykuşun öttüğünü duydum o kadar. Hadi atlarınızdan inin de birer bardak alın.’ Abner hepimiz adına teşekkür ettikten sonra, hepimiz kasabaya geri döndük. Tom Scott da bizimleydi.
Döndüğümüzde, ana sokağın ortasında öfkeli bir kalabalık toplanmıştı. Anladığım kadarıyla, Amerikalılar iyice çığırından çıkmış, öfkeden deliye dönmüştü. Alabama Joe hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu. Gece pusu kurmak için sinekkapan korusuna gittiğinden beri kimse onu görmemişti. Atlarımızdan inerken, Simpson’ın barının önünde birikmiş bir kalabalık hiç de hoş olmayan bakışlarla Tom Scott’ı izliyordu. Tabancaların horozları çekilirken küçük bir tıkırtı duyuldu, Tom Scott’ın eli de göğsünde, tabancasının üzerindeydi. İngilizlerden hiçbiri görünürde yoktu. ‘Kenara çekil, Jeff Adams!’ diye seslendi Zebb Humphrey. ‘Bu mesele seni ilgilendirmiyor. Söyleyin çocuklar, özgür bir Amerikalı, lanet olası bir İngiliz tarafından kolayca öldürülebilir mi, ha!?’ Olaylar öyle hızlı oldu ki, ben daha neler olduğunu anlayamadan Zebb’in yere yığıldığını gördüm. Scott da kendisini tutmaya çalışan bir düzine adamla yerdeydi. Kurtulmaya çalışmanın bir yararı olmayacağı için sessizce yerde yatıyordu. Başta kimse ne yapacağından pek emin değildi, ancak sonra Alabama Joe’nun serseri arkadaşlarından biri onlara yol gösterdi. ‘Joe ortada yok. Onu bu adamın öldürdüğü kesin. Bazılarınız, dün gece Joe’nun bataklığa gittiğini biliyor ve hiç geri dönmedi. Onun ardından da bu İngiliz aynı yoldan geçti, yakınlardan çığlıklar duyulmuş. Size söylüyorum, bu sinsi İngiliz, zavallı Joe’yu tuzağa düşürüp onu öldürdü ve bataklığa attı. Cesedinin ortada olmamasının nedeni de bu. Burada durup İngilizlerin dostlarımızı öldürmesine izin mi vereceğiz? Bırakalım da ona ne olacağına kalabalık karar versin, tek söylediğim bu.’ Bir anda, ‘Onu linç edelim!’ diye bağırdı yüzlerce öfkeli ses. Bu sırada, ana caddede toplanmış olan herkes çevremizi sarıp bir daire oluşturmuştu. ‘Onu asalım! Simpson’ın kapısına asalım!’ diye bağırdı bir ses. Bir başkası, ‘Hayır, hayır! Onu bataklıktaki dev sinekkapanın üzerine asalım. Bırakalım da Joe intikamının alındığını görsün, ha!’ diye araya girdi. Kısa süre içinde karar verilmişti. İngilizlerden hiçbiri orada olmadığından, Scott’ın itiraz etme şansı yoktu. Atının üzerine bağlanarak, silahlı adamların ve kızgın kalabalığın eşliğinde koruluğa doğru yola çıktılar.
Ben de onları izledim. Scott için üzülüyordum, ancak o bundan hiç etkilenmemiş gibi görünüyordu, yüzünde en ufak bir korku belirtisi yoktu. Kurtulmak için hiçbir şansı yoktu. Bir adamı bir sinekkapana asmak kulağa tuhaf geliyor olmalı. Bu dev sinekkapanın gövdesi, normal bir ağaç gövdesi kadar kalın ve yaprakları da tekneler kadar genişti. Gövdesinin ortasında kocaman dikenler vardı.
Kalabalık en büyük sinekkapana ulaştığında onu gördük; yapraklarından bazıları açık, bazıları kapalıydı. Ama sinekkapandan daha kötüsü, ağacın çevresini sarmış tepeden tırnağa silahlı otuz kadar İngiliz’di. Bizi bekledikleri belliydi. Yüzlerindeki ciddi ifadeden burada bulunmalarının bir nedeni olduğunu ve bunu almakta da kararlı olduklarını okuyabiliyordunuz. Biz onlara yaklaştıkça hava giderek yoğunlaştı. Hepimiz gerginliği hissedebiliyorduk. Atımızı sürmeye devam ettiğimizde, iri yarı, kızıl sakallı bir İskoç -adı Cameron’dı- öne çıktı, tabancasının horozunu çekmiş ve tehditkâr bir havayla yukarı doğru kaldırmıştı. ‘Beni dinleyin, beyler,’ diye gürledi. ‘O adamın saçının tek bir teline zarar vermeye hakkınız yok. Joe’nun öldüğü henüz kanıtlanmadı, onu Scott’ınöldürdüğüne dair de bir kanıtınız yok. Üstelik, herkes Joe’nun onu vurmak için pusuya yattığını biliyor, eğer böyle bir şey olduysa bile, bu sadece nefsi müdafaa olabilir. Aksini iddia edecekseniz, karşınızda otuz altı silahlı adam bulacaksınız. Şimdi tekrar söylüyorum, o adamın kılına zarar vermeye hakkınız yok. Alabama Joe’nun yakın arkadaşı ise, ‘Bu ilginç bir iddia ve tartışmaya açık,’ diye konuştu. Aynı anda tetikler çekildi ve bıçaklar kılıflarından çıkarıldı. İki grup birbirine doğru yaklaşırken, havadaki gerginliği hissetmemek mümkün değildi. Anlaşılan, Montana’nın ölüm oranlarında ciddi bir artış yaşanacaktı. Kafasına bir silah dayanmış olan Scott arkada bekliyordu. Bu oyunda hiçbir söz söyleme hakkı olmadan sessizce bekliyorken, birden kulaklarımızda trampetler gibi gümbürdeyen çığlıklar atmaya başladı. ‘JOE! JOE!’ diye bağırıyordu. ‘Bakın, işte orada, sinekkapanın içinde!’ Hepimiz aynı anda dönerek işaret ettiği yere baktık. Yüce Tanrı’m! Sanırım bir daha hiçbirimiz kafamızdan o görüntüyü silemeyeceğiz. Geldiğimizde, kapalı duran dev yapraklardan biri yavaş yavaş açılıyordu. Beşiğinde yatan bir bebek gibi yaprağın boşluğuna kıvrılmış olan Joe, işte tam burada yatıyordu. Yaprak üzerine kapandığında, kocaman dikenler kalbine saplanmıştı. Yapraktaki izlerden, dışarı çıkmaya çalıştığını görebiliyorduk. Çıkabilmek için bıçağını da kullanmıştı, ancak anlaşılan bitki ondan hızlı davranmış olmalıydı. Scott’ı beklerken bu yapraklara yaslanmış olmalıydı ve sonra dev yapraklar üzerine kapanmıştı; tıpkı daha küçük olanların sineklerin üzerine kapandığı gibi. Ve işte karşımızdaydı; dev insan-yiyenin yaprakları ve dikenleriyle parçalanıp ezilmiş bir hâlde. İşte böyle beyler, bunun ilginç bir hikâye olduğunu kabul edersiniz sanırım.”
“Peki, ya Scott’a ne oldu?” diye sordu Jack Sinclair.
“Şey, onu omuzlarımızda geri götürdük. Hep beraber Simpson’ın barına gittik ve barmen orada bize birer içki ısmarladı. Bir de konuşma yaptı; gerçekten iyi bir konuşma. İngiliz aslanı ile Amerikan kartalının sonsuza dek beraber, kol kola yürüdüğü hakkında bir konuşmaydı. Uzun bir hikâyeydi beyler ve purom da artık bittiğine göre, eve doğru yola çıksam iyi olacak.” Böylece bize, “İyi geceler,” dileyerek aramızdan ayrıldı.
“Gerçekten de sıradışı bir hikâyeydi,” dedi Dawson. “Kim bir Dionaea’nın böyle bir güce sahip olacağını aklına getirirdi ki?”
“Saçma sapan bir hikâyeden başka bir şey değil,” dedi genç Sinclair.
“Dürüst bir adam bence,” dedi doktor.
“Ya da şimdiye kadar dinlediğim en iyi yalancı,” diye ekledim ben de. Doğrusu hangimizin haklı olduğunu merak ediyorum.
***
Doyle’un yayınlanan ilk hikâyesi elmaslar hakkında fantastik bir öyküydü. “Amerikalı’nın Hikâyesi” yayınlanan ikinci kısa öyküsüydü. Kan emen bitkiler hakkındaki hikâyeler bundan yüz yıl önce, dünyanın pek çoğu henüz keşfedilmemişken oldukça popülerdi. Phil Robinson’ın “İnsan Yiyen Ağaç”ı, Doyle’un hikâyesinden yaklaşık bir yıl kadar sonra yayımlandı. H. G.
Wells’inkan emici bir orkide hakkında yazdığı “Garip Orkide” adlı hikâyesi ise, 2 Ağustos 1894 yılında, kan emici Marslıları, dünyayı tehdit etmeden (“War of the Worlds”u kastediyor) tam üç yıl önce, Pall Mall Budget’te yayınlandı. Botanik vampirlerle ilgili bir başka hikâye de, Fred M. White’ın 1899’da Strand Magazine’de yayımlanan “Mor Dehşet” adlı öyküsüydü. Benzer bir konu işleyen Barry Pain’in “Ölüm Ağacı”nda ise ağaçlarda yaşayan bir vampir anlatılmaktaydı.
“Amerikalının Hikâyesi” yayımlandıktan sonraki yıl, Doyle profesyonel bir yazar olmak için tıp kariyerini bırakmıştır.