Kitobni o'qish: «Truva»
ŞEHİR YAĞMALAYAN ULYSSES
I
Ulysses’in1 Çocukluk Dönemi ve Ailesi
Uzun zaman önce, Yunanistan’ın batı kıyısında bulunan İthaka adlı küçük bir adada Laertes adında bir kral yaşardı. Laertes’in küçük krallığı dağlık bir bölgede yer alıyordu. İnsanlar, İthaka’nın “denizin üzerinde sanki bir zırh gibi uzandığını” söylerdi ki bu, adanın zemininin dümdüz olduğunu düşündürebilir. Ancak o dönemdeki zırhlar çok büyüktü. Ortasında iki yükselti, bu iki yükseltinin arasında ise bir oyuk bulunurdu. Böylece iki dağı ve bu dağlar arasındaki derin vadisiyle açık denizden bile görülebilen İthaka, gerçekten bir zırh görünümüne sahipti. Ada oldukça engebeli olduğundan insanlar burada ata binemez, binmeyi de öğrenemezdi. Bunun yerine halk iki atın çektiği hafif, iki tekerlekli at arabalarına ayakta binerdi. Savaş esnasında ülkede bir süvari birliği olmadığından erkekler bu at arabaları üzerinde dövüşürdü. Ulysses’in hiç at arabası olmadı ve savaşlara daima yayan olarak katıldı.
İthaka’da atın yanında bol miktarda büyükbaş hayvan da mevcuttu. Kral Laertes’in koyun ve domuz sürüleri vardı. Dağkeçileri, geyikler ve yabantavşanları hem tepelerde hem de düzlüklerde yaşardı. Deniz, insanların ağ, olta, misina ve kancayla yakaladığı türlü türlü balıkla dolup taşıyordu.
Kısacası İthaka yaşamak için çok uygun bir yerdi. Yaz mevsimi uzundu, kış mevsimi sadece birkaç hafta süren soğuk havadan ibaretti. Sonrasında kırlangıçlar gelirdi adaya. Ovalar menekşe, zambak, nergis ve gül gibi yaban çiçekleriyle kaplanır, kocaman bir bahçeye dönerdi. Masmavi gökyüzü ve deniz, adayı daha da güzelleştirirdi. Kıyı boyunca beyaz tapınaklar sıralanmıştı; taş tapınakların üzerinden yabangülleri sarkardı ve sadece su perilerine ait küçük tapınaklar da vardı.
İthaka’dan etrafa bakıldığında dağlarla süslenmiş, birbiri ardına sıralanan başka adalar görünürdü ufukta. Ulysses yaşamı boyunca zengin ülkeler, harika şehirler gördü. Fakat her nerede olursa olsun kalbi daima bu küçük adadaydı. Kürek çekip denize açılmayı, ok ve yay kullanarak yabandomuzu ve geyik avlamayı, bir av köpeğini eğitmeyi bu adada öğrenmişti.
Ulysses’in annesi Antikleia, anakaradaki Parnassus dağı yakınlarında yaşayan Kral Autolykus’un kızıydı. Kral Autolykus kurnaz adamın tekiydi, “Hırsızların Ustası” olarak bilinirdi. İnsanların başlarını koyduğu yastığın altından bile bir şeyler çalabilirdi ve nedense bu yaptığıyla o kadar da kötü biri olarak görülmüyordu. Autolykus, Yunanistan’da “Hırsızların Tanrısı” olarak görülen Hermes’e tapardı. Hatta insanlar, düzenbaz hilelerinin faydasının sahtekârlığının verdiği zarardan daha fazla olduğunu sık sık düşünürdü. Bu hileler büyük olasılıkla eğlence amacı taşıyordu. Fakat amacı ne olursa olsun Ulysses de en sonunda büyükbabası gibi becerikli, cesur ve kurnaz biri olup çıktı. Ancak, bildiğimiz kadarıyla, savaşta düşmanından çalması dışında hiçbir zaman hırsızlık yapmadı. Savaş taktiklerinde, devlerden ve insan yiyicilerden tuhaf kaçışlarında bu kurnazlığını hep gözler önüne serdi.
Ulysses doğduktan kısa bir süre sonra büyükbabası aileyi ziyaret etmek için İthaka’ya gelmişti. Ulysses’in bakıcısı Eurykleia akşam yemeğini yedikleri sırada bebeği içeri getirdi. Onu Autolykus’un kucağına verdikten sonra “Torununa bir ad koymalısın, çünkü duaların hepsinde bu çocuğun adı geçecek,” dedi.
“Dünyadaki kadın ve erkeklerin çoğuna öfkeliyim. Bu yüzden çocuğun adı Yunancada ‘Öfke Adamı’ anlamına gelen ‘Odisseas’ olsun,” dedi Autolykus. Böylece çocuğu bu adla çağırmaya başladılar. Ancak sonradan adı Ulysses olarak değişti ve biz onun adını Ulysses olarak biliyoruz.
Ulysess’in çocukluğuna dair elimizdeki bilgiler kısıtlı. Ancak çocukken babasıyla bahçede dolaşıp ona sorular sorduğunu, “sadece kendine ait” meyve ağaçları olması için babasına yalvardığını biliyoruz. Babası, tek çocuk olduğundan ailenin gözbebeği olan Ulysses’e on üç armut ve kırk incir ağacı verdi. Hatta her yanından üzümler sarkan elli sıra asmayı ona bırakacağını da müjdeledi. Böylece bahçıvandan izin almaya gerek kalmadan, dilediği zaman üzüm yiyebilecekti. Büyükbabası gibi meyve çalmasına gerek kalmamıştı artık.
Bebeğe Ulysses adını veren Autolykus çocuk büyüdüğünde torununun yanında kalmasını istemişti. Ona görkemli hediyeler vermek istiyordu. Ulysses genç bir erkek olduğunda bunu öğrendi. Denizi aşıp at arabasıyla yaşlı adamın Parnassus dağındaki evine ulaştı. Herkes onu memnuniyetle karşıladı. Geldiğinin ertesi günü, sabahın erken saatlerinde amcaları ve kuzenleriyle birlikte yabandomuzu avına çıktı. Ulysses, Argos adındaki av köpeğini de bu ava götürmüş olmalı. Av köpekleri, vurulan yabandomuzunun kokusunu alıp harekete geçti. Köpekleri ellerinde oklarla erkekler takip etti. En önden gidiyordu Ulysses; çünkü Yunanistan’daki en hızlı koşucu olduğunu çoktan göstermişti.
İçerisine ne güneş ışınlarının ne de yağmurun girebildiği karanlık ormana girdi ve birbirine dolaşmış ağaç dalları ile eğrelti otlarının üzerinde uzanan koca yabandomuzuna yaklaştı. Bağrışan adamların gürültüsü ve köpeklerin havlamaları çok geçmeden domuzu uyandırdı. Hızla doğrulan domuz ayağa kalktı, gözlerinden alevler fışkırıyordu. Ulysses telaş içinde, mızrağıyla saldırmaya hazırlandı ama domuz ondan önce davranıp saldırıya geçti. Keskin dişini Ulysses’e geçirip kalçasını parçaladı ama kemiğini ıskaladı. Domuzun sağ omzuna nişan alan Ulysses’in keskin mızrağı hayvana saplandı ve domuz acı bir haykırışla yere kapaklandı. Amcaları Ulysses’in yarasını özenle sarıp yaranın iyileşmesi için büyülü bir şarkı söylediler. Orleans kuşatmasında bir ok Jeanne d’Arc’ın2 omzunu delip geçmiş, Fransız askerler de kadını aynen böyle bir şarkıyla iyileştirmek istemişti. Derken kan durdu ve yara büyük ölçüde kapandı. İleride iyi bir savaşçı olacağını düşündüler ve ona harika hediyeler sundular. Eve geri döndüğü zaman olanları annesi, babası ve Eurykleia’ya anlattı. Fakat sol bacağının tam üstünde büyük, beyaz bir yara izi kalmıştı ve yıllar sonra bu yara izi ile tekrar karşılaşacağız.
II
Ulysses Döneminde Yaşam
Ulysses gençliğinde kendi denginde bir prensesle evlenmeyi isterdi. Şimdi o dönemde Yunanistan’daki birçok kralın nasıl bir yaşam sürdüğüne bakalım. Her kral küçük bir krallığın başındaydı. Bu krallıkların merkezi bir şehri bulunurdu ve krallık devasa taşlardan oluşan koca duvarlarla çevrilirdi. Kralın emrinde soylular, zenginler bulunurdu ve hepsinin kendilerine ait, içerisinde bir de avlu bulunan sarayları olurdu. Uzun salonun tam ortasında bir ateş yanardı. Kral ile kraliçe ateşin yanında, ta tepeye dayanan oymalı dört sütunun arasındaki yüksek tahtta yan yana otururdu. Taht, sedir ağacı ve fildişinden yapılmış, altınla işlenirdi. Ayrıca salonda konuklara ayrılan sandalyeler ve masalar da olurdu. Duvarlar ve kapılar bronz levhalar; altın, gümüş ve mavi renkli cam plakalarla kaplanırdı. Kimi yerleri boğa güreşleri resimleriyle süslenirdi, hatta bazıları günümüzde hâlâ görülebilir. Geceleri meşaleler yakılır, altından erkek figürlerinin ellerine yerleştirilirdi. Ateş ve meşaleden çıkan duman tepedeki deliğe ulaşıp tavanı kapkara yapardı. Duvarlara kılıçlar, mızraklar, miğferler ve zırhlar asılır, bunların sık sık duman lekelerinden arındırılması gerekirdi. Kral ve kraliçenin yanında bir ozan otururdu ve akşam yemeğinin ardından arp çalıp savaş hikâyelerini anlatan şarkılar söylerdi. Geceleyin kral ve kraliçe odalarına çekilirdi, ikisi de kendi odasında uyurdu. Prenseslerin odaları üst katta, prenslerin odası ise alt kattaydı.
Yolculuktan dönen misafirlerin kullandığı banyolara cilalanmış küvetler konmuştu. Bu misafirler iklim ılıman olduğundan geceleri kemer altındaki yataklarda uyurdu. Sarayda çoğu savaş zamanında köle olarak alınmış birçok hizmetli çalışırdı ve onlara iyi niyetle yaklaşılırdı. Onlar da buna karşılık yöneticilerine karşı kibar davranırdı. Madeni para yoktu. İnsanlar bir şey almak istediklerinde ödemeyi sığır ya da altın parçalarıyla yapardı. Zenginlerin altın kadehleri, kabzası altından kılıçları, bilezik ve broşları vardı. Krallar savaş döneminde ordunun başına geçer, barış döneminde ise ülkeyi yönetirdi. Tanrılara sığır ve domuz kurban ederler, sonra da bunları akşam yemeğinde yerlerdi.
Oldukça sade kıyafetler giyerlerdi. Üzerlerine geçirdikleri keten veya ipekten gömlekleri yere kadar uzanırdı. Bir kemer yardımıyla gömlekleri bellerinde toplarlardı. Hatta bazen daha kısa gömlek de tercih ederlerdi. Çengelli iğnelerle birlikte el yapımı altın broşlar gömleklerin yakasını kapamak için kullanılırdı. Bu türden kıyafetler dağda yaşayan insanların kemer ve broşla süslediği ekoseli kıyafetlere benzerdi. Yunanlar soğuk havalarda bunların üzerine yünden kalın pelerinler giyerler, ancak bunları savaş meydanında kullanmazlardı. Savaşta zırhlarını gömleklerinin üstüne geçirirler, vücutlarının alt kısımlarını korumak için bir başka zırhtan yararlanırlardı. Bacaklarını korumak için kullandıkları zırha “baldır zırhı” denirdi. Ayrıca, boğazdan dize kadar tüm vücudu saran bir başka zırh da bulunmaktaydı ve bu zırh, dayanaklı bir kemerle omuzdan bağlanırdı. Kılıç, zırh kemerini çevreleyen başka bir kemere takılırdı. Barış zamanı hafif ayakkabılar, savaş zamanı ya da ülke çapındaki gezilerde daha sağlam botlar tercih edilirdi.
Kadınlar erkeklerden daha fazla broş kullanır, kıyafetlerini takılarla süslerdi; başlarını ise duvağa benzer örtülerle veya pelerinin şapkasıyla örterdi. Altın ve amber taşından kolyeler, küpeler, altın veya bronz bileklikler takarlardı. Elbiselerinde ağırlıklı olarak beyaz ve mor renklerini tercih etseler de pek çok renk kullanılırdı. Örneğin yas döneminde siyah yerine koyu mavi elbiseler giyilirdi. Zırhları, kılıçları ve mızrak uçları çelik ve demir yerine bakır ve kalay karışımı bronzdan yapılırdı. Kalkanların üst kısmı kat kat deriden yapılırdı, en üste de bronz bir tabaka konurdu. Balta ve keskin kılıç gibi aletler demir veya bronzdandı; hatta kılıçların ve hançerlerin bıçakları da yine bu malzemelerden yapılırdı.
İnsanların evleri ve yaşam şekilleri bizimkiyle kıyaslandığında son derece farklıydı ve bazı açılardan daha zordu. Örneğin Ulysses’in yaşadığı sarayın zemini yemek için kesilen öküzlerin kemikleriyle doluydu. Bu, Ulysses evden uzun bir süre ayrı kaldığında yaşanmıştı. Ulysses küçük adalardan oluşan fakir bir krallıkta yaşadığından büyük salonun zemini ne tahta ile döşenmiş ne de taş ile kaplanmıştı. Salonun zemini kildendi. Yemek seçenekleri kısıtlıydı: Domuz veya koyun kesilip kızartılır, et hemen tüketilirdi. Elimizde insanların eti haşlayarak tükettiğine dair hiçbir bilgi yok. Muhtemelen balık yiyorlardı ama bu konuda da net bir bilgi yok. Yine de bu dönemde değerli taşlar üzerine çizilen veya bu taşların kesilmesiyle elde edilen resimler sayesinde kimisinin deniz ürünü tükettiğini, yarı çıplak dolaşan balıkçıların kocaman balıkları evlerine taşıdıklarını öğreniyoruz.
O dönemde altın ve bronz işleyen yetenekli işçiler bulunmaktaydı. Mezarlarında bol miktarda altın takıya rastlanmıştır, ancak bunlar büyük ihtimalle Ulysses’in yaşadığı dönemden iki ya da üç yüzyıl önce yapılmış ve gömülmüştür. Hançerlerin bıçaklarında aslan dövüşü ile çiçek işlemeleri vardı. İşlemelerde altın ve çok çeşitli renkler kullanılırdı. Günümüzde böylesi güzel işlemelere pek rastlanmıyor. Bazı altın kupaların üzerinde boğa avlayan erkek figürleri bulunurdu ve bunlar canlı gibi görünürdü. Topraktan yapılmış vazolar ve kâseler büyüleyici desenlerle süslenirdi. Yani, mükemmel bir dünyaydı burası.
İnsanlar kadın ve erkek birçok tanrıya inanırdı. Onlara göre en tepede Zeus yer almaktaydı. Kendilerinden daha uzun boylu ve ölümsüz olduğuna inandıkları tanrıların tıpkı kendileri gibi bir yaşam sürdüğünü, ömürlerini muhteşem saraylarında geçirdiklerini düşünürlerdi. İyi insanları ödüllendirmeleri, yeminini bozup yabancılara karşı kaba davranan kötü insanları da cezalandırmaları beklenen tanrıların vefasız, acımasız, cimri oluşlarıyla insanlara kötü örnek oldukları pek çok hikâye anlatılmaktaydı. İnsanların bu hikâyelere ne denli inandığı bilinmese de “hepsi kesinlikle tanrılara ihtiyaç duymuştur” ve yaptıkları iyi davranışlardan tanrıların memnun olup kötüleri karşısında ise hüsrana uğramış olduklarını düşünmüşlerdir. Ancak insan, davranışının yanlış olduğunu hissettiğinde suçu sık sık tanrıya atmış ve tanrının kendisini yanlışa yönlendirip yardım etmediğini söylemiştir.
İlginç bir gelenek vardı: Prensler kendilerine eş aldıkları zaman prenseslerin babalarına büyükbaş hayvan, altın, bronz ve demir sunardı fakat kimi zaman prensin yaptığı cesur bir hareketten ötürü prenses kendisine ödül olarak verilirdi. En yüksek meblağı teklif etse bile krallar kızlarını sevdikleri kişilere vermezdi. En azından bu genel bir kural olarak görülürdü. Yine de eşler birbirini çok sever, erkekler eşlerine evi yönetmesi için gerekli izni verir ve her konuda tavsiyede bulunurdu. Bir kadının kocası yerine başka birini sevmesinin çok kötü bir davranış olduğuna inanılırdı ve bu durumu yaşayan pek az kadın vardı. Yaşayan en güzel kadın da bunlardan biriydi.
III
Güzel Helen’in Âşıkları
Ulysses’in gençlik zamanlarında insanlar işte bu şekilde yaşardı ve bir gün evlenmeyi dilerlerdi. Başlarına gelebilecek en korkunç şey, önemli ve güzel prenseslerin tutsak edilmesi, babalarını ve eşlerini öldüren kimselerin şehirlerine köle olarak götürülmeleriydi. Şimdi dünyadaki tüm kadınlar içerisinde çok özel olduğu düşünülen bir kadına sıra geldi: Tyndarus kralının kızı Helen. Her genç prens onun adını duymuş, onunla evlenmek istemiştir. Bu nedenle prensesin babası tüm prensleri sarayına davet etmiş, onları eğlendirmiş ve böylece kızını kiminle evlendireceğine karar vermek istemiştir. Bunlar arasında Ulysses öne çıksa da babasının küçük krallığı engebeli bir adada bulunuyordu; yani Ulysses’in hiç şansı yoktu. Güçlü ve hareketli olsa da uzun boylu değildi. Geniş omuzlu, kısa boyluydu ancak yakışıklıydı ve diğer prensler gibi onun da uzun sarı saçları yüzünün bir tarafını kapatıyordu. Başta temkinli davranıp yavaş konuşsa da sonrasında kelimeler ağzından dökülmüştü sanki. İdeal bir erkeğin her türlü özelliğine sahipti; sabanla toprağı sürebiliyor, ev ve gemi inşa edebiliyordu. Eurytus’tan sonra Yunanistan’daki en iyi okçuydu ve ölü kralın ünlü yayını eğip bükebiliyordu ki onun dışında kimse bu yayı kullanmayı bile beceremezdi. Fakat ata binmeyi bilmezdi ve Ulysses’in peşinden gidip onu takip edecek kimse de olmadığından onca uzun boylu, yakışıklı, genç ve çeşit çeşit altın aksesuarlar takan prens dururken Ulysses’i seçmek Helen’in ve babasının akıllarından bile geçmedi. Yine de Helen ona karşı çok kibar davranmıştı. İkisi arasında güzel bir dostluk kurulmuş, hatta bu dostluk en sonunda Helen’in işine yaramıştı.
Kral Tyndarus ilk iş olarak her prensin kendi adına dövüşecek başka bir prens seçip yemin etmesini buyurdu. Ardından kızının kimle evleneceğine karar verdi: Lacedaemon Kralı Menelaus. Prenslerin en güçlülerinden biri olarak görülmese de, devasa Aias kadar iyi bir dövüşçü olmasa da, Ulysses’in dostu Diomede kadar veya zengin şehir Miken’in kralı Agamemnon kadar uzun boylu ya da güçlü olmasa da Menelaus gerçekten cesur bir adamdı. Menelaus’un kardeşi Agamemnon diğerleri arasında en yüksek mertebedeydi ve savaş zamanı ordunun generali olarak görev yapıyordu. Eskiden Agamemnon’un at arabasını sürdüğü geçidin üzerinde bulunan ve onun şehrini koruduğu düşünülen taştan yapılmış devasa aslanlar günümüzde hâlâ ayaktadır.
Çok iyi bir savaşçı olduğuna inanılan Akhilleus, Helen’in âşıkları arasında değildi çünkü o zaman küçük bir çocuktu. Annesi, gümüş ayaklı olarak anılan su tanrıçası Thetis’ti. Oğlunun bir kız gibi yetiştirilmesini istediğinden onu Kral Lykomedes’in kızlarının yaşadığı uzak İskiri adasına göndermiştir. Bunu yapmasının nedeni tek çocuğu olan Akhilleus hakkındaki bir kehanettir. Bu kehanete göre çocuk savaşa katılırsa çok büyük bir zafer elde edecek ama genç yaşta ölecek ve bir daha annesini göremeyecektir. Bu yüzden annesi, eğer Akhilleus kız giysileri giyerse savaş patlak verdiğinde hiç kimsenin onu bulamayacağını düşünmüştür.
Bu konu üzerinde uzun bir süre düşündükten sonra Tyndarus kızı Helen’i zengin Lacedaemon Kralı Menelaus’a, yine onun gibi güzel olan ikizi Clytemnestra’yı ise tüm prensler içinde en yüksek rütbede bulunan Kral Agamemnon’a vermiştir. İlk zamanlar bu iki çift çok mutluydu ama mutlulukları pek de uzun sürmedi.
Bu süre zarfında Kral Tyndarus, Penelope adında bir kızı olan kardeşi İkarios’la görüşmüştür. Penelope hoş bir kızdır, ama güzelliği kuzeni Helen’in yanından bile geçemez ve Penelope’nin kuzeninden hoşlanmadığını da biliyoruz. Ulysses’in gücüne ve aklına hayranlık duyan İkarios, kızı Penelope’yi eş olarak ona vermiş, Ulysses de eşini çok sevmiştir. Hatta hiçbir çift birbirini bu denli sevmemiştir. Ulysses ve Penelope kayalıklar üzerine kurulmuş İthaka’ya birlikte gitmiştir ve belki Penelope kendi evi ile kuzenininki arasında koca bir deniz uzandığı için hiç üzülmemiştir. Çünkü ona göre dünyada güzel olan tek kadın Helen değildir. Ancak kibar, zarif ve çekici olduğundan hiçbir erkek ona âşık olmaktan kendini alamamıştır. Daha küçük bir çocukken ünlü prens Theseus bile onu şehri Atina’ya getirmiş, biraz daha büyüdüğünde onunla evlenmek istediğini söylemiştir. Helen’in şansına savaş çıkmış, ağabeyleri Theseus’u bir orduyla takip edip kızı eve geri götürmüştür.
Kendisine birçok hediye sunulmuştu. Mesela “Yıldız” denen büyük kırmızı bir mücevheri vardı ve bunu taktığında kırmızı taşlar sanki düşüyormuş gibi görünürdü. Teni o kadar beyazdı ki insanlar ona “Kuğunun Kızı” derlerdi. Erkek ya da kadın fark etmeksizin her türlü sesi taklit edebildiğinden insanlar onun için “Taklitçi” ismini de kullanırdı. Yaşlanmayacağına veya ölmeyeceğine fakat günü geldiğinde insanların rahatça yaşadığı cennete ve dünyanın sonuna göçeceğine inanılırdı. Orada ne kar, ne yağmur yağar ne de fırtına kopardı ama tüm dünyayı dolaşan okyanus daima sarı saçlı Kral Rhadamanthus’un halkına serin rüzgârlar estirmesi için batı rüzgârını oraya gönderirdi. Helen hakkında pek çok hikâye anlatılsa da Ulysses, çok akıllı ve hoş kuzeni Penelope’den hoşlandığından Helen’le evlenemediğine hiç üzülmedi.
Ulysses, gelenek olduğu üzere eşini, babası Kral Laertes’in yaşadığı saraya getirmiştir ama daha sonra Penelope ve kendisi için ayrı bir oda inşa etmiştir. Burada, sarayın iç avlusunda büyük bir zeytin ağacı dikilmişti. Ağacın gövdesi neredeyse büyük salonun oymalı uzun sütunları kadar büyüktü. Ulysses odayı bu ağacın çevresinde inşa etmiş, çevresini taşlarla kapatmış, üstünü bir çatıyla örtmüş ve buraya tam uyan kapılar yapmıştır. Sonra da zeytin ağacının dallarının tamamını kesmiş, ağacın gövdesini düzleştirerek bunu bir karyola direğine çevirmiş ve yatağı altın, gümüş ve fildişi işlemelerle güzelleştirmiştir. Yunanistan’da buna benzer başka bir yatak yoktur ve hiç kimse onu yerinden kımıldatamamıştır. Bu yatak, hikâyenin sonunda tekrar karşımıza çıkacaktır.
Zaman akıp giderken Ulysses ve Penelope’nin Telemakhos adını verdikleri oğulları dünyaya gelmiştir ve çocuğa yine Eurykleia bakmıştır. Kayalıkların üzerine kurulu İthaka’da barış içerisinde mutlu bir yaşam sürerlerken Ulysses ülkenin topraklarına ve hayvan sürülerine göz kulak olmuş ve en hızlı köpek olarak bilinen Argos ile ava çıkmaya devam etmiştir.
IV
Helen’in Kaçırılması
Mutlu günler uzun sürmedi ve Telemakhos daha bebekken dünyada bilinen en büyük, en zorlu ve en sıradışı savaş patlak verdi. Yunanistan’ın doğu kesiminde kalan denizin ötesinde zengin Kral Priam yaşardı. Truva ya da Ilios olarak adlandırılan şehir, deniz kıyısındaki bir tepe üzerine kuruluydu; Avrupa ile Asya arasındaki Çanakkale Boğazı da buradaydı. Güçlü duvarların çevrelediği muhteşem bir şehirdi. Kalıntıları bugün hâlâ ayakta. Bu boğazdan geçen tüccarların krallara bir geçiş ücreti ödemesi gerekirdi. Kralların Truva’nın tam karşısında, Avrupa’nın bir parçası olan Trakya’da müttefikleri vardı ve Priam denizin bu tarafında bulunan prenslerin lideri konumundayken Agamemnon Yunanistan’ın ana lideriydi. Priam güzel şeylere sahipti; içerisinde altın yapraklar ve salkımlar olan altından yapılma şarabı vardı. En hızlı atlar ondaydı; birçok güçlü ve cesur evladı vardı. Oğulları içerisinde en güçlü ve cesuru Hektor adlı çocuktu. En genç ve yakışıklı olanı ise Paris’ti.
Priam’ın eşinin yanan bir meşale doğuracağına dair bir kehanet dolaşıyordu. İşte bu yüzden Paris doğduğu zaman Priam hizmetkârına bebeği alıp İda dağında ıssız bir ormana götürmesini, onu ölüme terk etmesini veya kurtlar tarafından yenmesi için ormanda bırakmasını emretmiştir. Hizmetkâr onu ormanda bırakmıştır ama bebeği bir çoban bulmuş ve onu kendi oğlu gibi yetiştirmiştir. Helen nasıl kızların en güzeliyse Paris de erkek çocukları arasında öyle güzeldir. Kırsal kesimdeki insanlar arasındaki en hızlı koşucu, avcı ve okçudur aynı zamanda. İda’daki ormanda bir mağarada yaşayan Oi-none adlı peri onu çok sevmektedir. O dönemde bu tür periler tüm ağaçlık yerler, dağlar ve su kaynaklarında yaşar, tıpkı denizkızları gibi dalgaların yüzeyinde kendi kristal sarayları olurdu. Bu periler kötü değil, aksine nazik ve kibardı. Kimi zaman ölümlülerle evlenirlerdi. İşte Oinone de Paris’in eşi olacaktı, böylece Paris ölene dek onu kendisine saklayacaktı.
Oinone’nin ne kadar kötü şekilde yaralanırsa yaralansın tüm insanları iyileştirme gibi sihirli bir gücü olduğuna inanılırdı. Paris ile Oinone ormanda mutlu mesut yaşıyordu. Derken bir gün Priam’ın hizmetkârları Paris’in sürüsündeki güzel bir boğayı kaçırdı ve Paris de onu aramak için bulunduğu tepeyi terk edip Truva şehrine geldi. Annesi Hekabe onu gördüğünde Paris’e yakından baktı. Bebeği doğumdan hemen sonra ondan alınmadan önce bebeğin boynuna astığı yüzüğü fark etti. Durumu anlayan Hekabe oğluna sıkıca sarıldı, mutluluk gözyaşları döktü ve oğlunun yanan bir meşale olacağı kehanetini tümüyle unuttu. Priam, diğer oğulları gibi Paris’e de bir ev verdi.
Helen’in güzelliğinin namı Truva’ya kadar ulaşmıştı. Paris mutsuz olan Oinone’yi tamamen unutmuştu ve Helen’i bizzat kendi gözleriyle görmek istedi. Belki de evlenmeden önce Helen’in de eşi olabileceğini düşünüyordu. Ancak o dönemde gemi ile deniz yolcuğu yapmak konusunda az şey biliniyordu. Deniz alabildiğine engindi ve erkeklerin Mısır ve Afrika’ya doğru yolculuğa çıkıp yıllarca evlerine geri dönmedikleri, denizlerde kayboldukları biliniyordu.
Paris, Helen’le evlenme şansını çoktan kaçırmıştı kaçırmasına ama onu görmeye kararlıydı. Hızlı akan berrak Eurotas nehrinin kıyısından, Taygetus dağının üzerinden giderek saraya ulaştı. Sarayın hizmetkârları tekerlek ve atların ayak seslerini duyup büyük salondan çıkageldi ve içlerinden bazıları atları kontrol altına alıp at arabalarını giriş kapısına doğru yatırırken kimisi de Paris’e güneşin altın ve gümüş yansımalarını gönderdiği salona kadar eşlik etti. Hemen sonra Paris ve yoldaşları banyoya götürüldü, kendilerine beyaz örtüler ve mor kaftanlardan oluşan yeni giysiler verildi. Sonrasında ise Kral Menelaus’un huzuruna geldiler ve Kral onları nezaketle karşıladı. Yiyip içmeleri için önlerine et ve altın kupalarda şarap konuldu. Tam konuşurken Helen bir tanrıça edasıyla güzel kokulu odasından çıkageldi. Bekâr arkadaşları onun arkasından geliyor, Helen oturduğu zaman üstüne sereceği menekşe renginde yünden bir örgüyü taşıyordu. Helen, Paris’in onun dillere destan güzelliğini görmek için çok uzaklardan geldiğini de bu esnada duydu.
Helen oturup örtüyü üzerine sererken Paris, hayatında o âna dek bu kadar güzel ve zarif bir kadınla karşılaşmadığını düşünüp duruyordu. Yıldız denen yakut elmasın kırmızı taşları da düşüyor ve gözden kayboluyordu bu sırada. Helen de tanıdığı onca prens içerisinde Paris kadar güzeline rastlamadığını düşünüyordu. Bazılarına göre Paris büyülü bir şekilde Menelaus’un huzuruna çıkıp sanki kendi eşiymiş gibi Helen’e denize açılmayı teklif etmiş, Truva’nın vahşi sularına açılarak onu eşinden ve güzel kızı Hermione’den ayırmış ve Helen’i alıp götürmüştür. Kimisi ise tanrıların sadece Helen’i Mısır’a götürdüğünü, Paris’in Truva’ya getirdiği çiçeklerden ve günbatımı bulutlarından ona benzeyen güzel bir hayalet yarattığını söyler. Bunun sonunda da Yunanlar ve Truvalılar arasında savaş çıkmıştır. Bir başka hikâyeye göre de Menelaus ava çıktığında Helen, onun odasındaki diğer kızlar ve mücevherler zorla ele geçirilmiştir. Kuşkusuz Paris ve Helen birlikte denizleri aşmıştır. Kral Menelaus ile küçük Hermione, Eurotas’ın yanı başındaki melankolik sarayda yalnız kalmıştır. Şundan eminiz ki Penelope güzel kuzeni için bahaneler üretmemiş, kendi üzüntüsüne ve savaş sırasında binlerce insanın ölümüne sebebiyet verdiği için ondan nefret etmiştir. Tüm Yunan prensleri Menelaus adına ona zarar verip eşini çalan kimselere karşı savaşacaklarına dair ettikleri bir yeminle bir araya gelmiştir. Ancak Helen, Truva’da hiç mutlu değildi. Diğer tüm kadınlar, özellikle de Paris’e âşık olan Oinone onu suçlarken o da acımasızca kendini suçluyordu. Erkekler Helen’e karşı daha nazikti ve onun güzelliğinden bir parça dahi kaybetmesindense ölümüne savaşmaya kararlılardı.
Menelaus’a ve Yunanistan’ın tüm prenslerine yapılan bu onursuz hareketin haberi bir yangının ormanı sarması gibi bir çırpıda ülkeye yayıldı. Ülkenin dört köşesinde krallar tepedeki, nehir kenarındaki, denize bakan tepelerdeki saraylarında bundan haberdar oldular. Kötü haber Pilos kentinde yaşayan beyaz sakallı Nestor’a kadar ulaştı. Nestor iki farklı nesile hükmetmiş, tepedeki vahşi halka karşı savaşmıştı. Güçlü Herakles’i ve savaştan önce şarkı söyleyen ve siyah ok kullanan Eurytus’i hatırladı.
Kötü haber, zenginliğinden ötürü “Altın Mi-ken” denen güçlü şehrinde yaşayan kara sakallı Agamemnon’a da ulaştı. Sonra vahşi kumruların bulunduğu Thisbe’deki insanlar duydu. Bu olayın gerçekleşeceğini öngören Kutsal Apollon Tapınağı ve bakire kadının yaşadığı yere, dağlık Pithon’a ulaştı haber. Küçük Salamis adasında yaşayan Aias adlı uzun boylu ve güçlü adam duydu. Sonra da devasa kayalıklardan oluşan ve kimisi hâlâ ayakta duran siyah duvarların çevrelediği Argos ve Tiryns bölgesinde yaşayan en güçlü savaşçılardan sayılan Diomede adasının halkı kötü haberi duydu. Çağrılar batı adalarına, İthaka’daki Ulysses’e, hatta yüzlerce şehirden oluşan büyük Girit adasının kuzeyine, Idomeneus’un yönettiği Knossos’a kadar ulaştı. Idomeneus’un yıkılan sarayına gidildiğinde kralın tahtı, duvarlara çizilen resimler, altın ve gümüşten oluşan sadece Kral’a ait satranç tahtası ve üzerlerinde saray hazine listesinin yazılı olduğu yüzlerce kil tablet de görülebilir. Haber kuzeyin ötesine, Peleus’un halkı Myrmidonların yaşadığı Pelasgian Argos ve Hellas’a3 ulaştı ama Peleus savaşacak durumda değildi, çok yaşlıydı ve oğlu Akhilleus da İskiri adasında Kral Lykomedes’in kızları arasında kız kıyafetleri giymiş şekilde yaşıyordu. Savaşın yaklaşmakta olduğunu bildiren acı haber birçok şehre ve yüzlerce adaya ulaştı. Tüm prensler, hem yemin ettikleri hem de onurları için tarlada ve denizde çalışan mızrakçıları, okçuları ve sapancıları bir araya getirmeleri, Aulis limanında Kral Agamemnon’u karşılamaları ve Truva kentini işgal etmek için açık denizi geçmeleri gerektiğini biliyordu.
Ulysses’in yaşadığı adadan, eşi Penelope’den ve küçük Telemakhos’tan ayrılmaya pek yanaşmadığına dair bir hikâye anlatılır. Penelope eşinin tehlikeye atılmamasını ve Helen’le karşılaşmamasını istemiştir. Bu yüzden iki prens Ulysses’i çağırmaya geldiğinde onlara eşinin öküzleri yanına alarak toprağı sürmeye gittiğini ve tuz ekeceğini söylemiştir, çünkü onun deli olduğunu düşünmelerini istemiştir. Ardından prens Palamedes, Telemakhos’u bakıcısı Eurykleia’nın kollarından çekip almış, saban demirinin altında kalarak ölsün diye onu sabanın geçeceği yerin üstüne bırakmıştır. Bunu görenler Ulysses’in kızgın olmadığını ve aklının başına geldiğini söylemiş, böylece yeminini tutacağını ve Maleia burnunun fırtınalı ucundan dönüp Aulis donanmasına katılarak bu uzun yolculukta yer alacağını haykırmıştır.
Bu hikâye gerçek olsun ya da olmasın Ulysses burun ve kıç tarafları kırmızı boyalı on iki siyah gemiye öncülük ederek bu yolculuğa çıkmıştı. Gemilerde kürekçiler bulunuyordu ve hiç rüzgâr esmediğinde askerler küreklerin başına geçiyordu. Her geminin arkasında hafifçe yükseltilmiş bir güverte vardı ve denizde savaşılması gerektiğinde askerler kılıçları ve mızraklarıyla bu güvertelerin üzerinde beklerdi. Ayrıca her gemide sadece bir direği olan yelkenli ufak bir gemi daha bulunurdu. Bu ufak gemi, kablolara bağlanan ağır taşları tutan çapalar içindi. Genellikle geceleyin yol alırlar, karayı gözden kaçırma korkularından dolayı birçok farklı adanın kıyısında uyurlardı.
Donanma, her birinde elli asker bulunan binden fazla gemiden oluşmaktaydı, bu yüzden orduda elli binden fazla asker vardı. Agamemnon’un yüz, Diomede’nin seksen, Nestor’un doksan, Idomeneus ile Cretanların seksen, Menelaus’un altmış gemisi vardı. Küçük adalarda yaşamalarından ötürü Aias ile Ulysses’in kişi başına sadece on iki gemisi bulunmaktaydı. Ancak cesur ve güçlü Aias ile cesur ve akıllı Ulysses; Agamemnon, Menelaus, Diomede, Idomeneus, Nestor, Atinalı Menestheus gibi büyük liderler ve danışmanlar arasında üst sıralarda yer almaktaydı. Bu liderler konseyi oluşturuyordu ve konsey Komutan Agamemnon’a tavsiyelerde bulunuyordu. Kendisi cesur bir savaşçı olsa da askerlerinin hayatlarını kaybetmesinden o kadar endişe duyuyordu ve korkuyordu ki Ulysses ile Diomede bu konu hakkında sürekli onunla konuşmak zorunda kalıyordu. Ayrıca Agamemnon küstah ve açgözlüydü. Arkasında duracak kimse olmadığını fark ettiği an, kendisine kızan liderin hizmetine son vereceği ve askerlerini elinden alacağı korkusuyla çıkıp özür dilerdi.
Nestor savaşta işe yaramayacak kadar yaşlı olsa da cesaretini sürdürdüğünden diğerleri ona saygı duyardı. Prensler Agamemnon’la ne zaman kavga etse genellikle arayı bulmaya çalışırdı. Gençlik başarıları hakkında uzun hikâyeler anlatılırdı ve liderlerin de kendisi gibi savaşmasını dilerdi.
Örneğin, onun zamanında Yunanlar klan birlikleri şeklinde savaşırdı. Savaşta prensler hiçbir zaman atlarından inmez, bunun yerine at arabalı birlikler halinde savaşırlardı. At arabalarının sahipleri tek başlarına yayan olarak savaşırken olur da savaşta geri çekilmesi gerekirse diye yanındaki yaveri at arabasını taşırdı. Nestor üstlerine doğru yayan olarak gelen düşman askerlerine karşı bu eski at arabası taarruz yöntemine geri dönmeyi istiyordu. Kısacası örnek gösterilecek türden bir askerdi.