Kitobni o'qish: «Kerem Gibi»
SUNUŞ
Modern Türk şiirinin ulu çınarlarından Nazım Hikmet, Türkiye siyaset ve edebiyatında, Cumhuriyet’in kuruluşundan Soğuk Savaş’ın bitişine kadar daima tartışmaların odağında yer almış, eserine ve şahsiyetine yaraşır şekilde anlaşılıp takdir edilememiş bir şairdir.
Bu hüküm, Nazım’ı sahiplenip yüceltme derdiyle dar partizanlık ve ideoloji kafesine hapseden geçmişin “sol” entelektüel kesimi için olduğu kadar, onda kötü bildiği her şeyin izini bularak şiirinin büyüklüğünü ve ıstıraplı hayat macerasını göremeyen “sağ” görüş sahipleri için de geçerlidir.
Kendi siyasi duruşunu Nazım üzerinden carileştirmeye çalışan, onu çekişmelerinin nesnesi haline getiren taraflar, nihayet Sovyetler’in dağılmasından sonra Nazım gerçeğiyle dürüstçe yüzleşmeye başlamışlardır gerçi, fakat hala sağduyunun tam anlamıyla hakim olamadığı da inkar edilemez.
Halbuki, Nazım için “adalet zamanı” çoktan gelmiştir. Siyasal itibarı iade edilen Nazım’ın edebi büyüklüğü de teslim edilmeli; yurdunda neredeyse her daim mahpus, yurt dışında, Sovyetler’de ise zoraki sürgün yaşayan, “şair ve isyankar” adamın hakkı, artık hakkıyla ödenmelidir.
Bengü Yayınları, işte böyle bir ödev bilinciyle, gurbette, sıla özlemi içindeyken Türkçeye sığınan, Türkçeyi işleye işleye yurt haline getiren Nazım Hikmet hakkında, Azerbaycan Türk edebiyatının önde gelen kalemi ANAR tarafından yazılan bu kitabı yayınlıyor.
Hayattayken Nazım’la tanışma ve görüşme imkanı bulup da hala yaşayan ender düşünce ve edebiyat adamlarından biri olan ANAR, bizzat kendisine ait ve/veya birinci elden edindiği tanıklıklarla zenginleştirdiği “Kerem Gibi”de, Nazım’ın şiir ve edebiyat anlayışına olduğu kadar, Sovyetler’deki macerasına ve kişiliğine de ışık tutuyor.
“Kerem Gibi”, zengin Nazım literatürüne önemli bir katkıdan ibaret olmayıp, “özgün” yanlarıyla öne çıkan bir çalışma niteliği taşıyor.
Nazım hakkında yazılanları, kendi hassas terazisinde eleştirel bir gözle ama nazik bir üslupla irdelemeyi ihmal etmeyen ANAR, öz yurdunda hakkında birbirine tamamen zıt yaklaşımlar sergilenen Nazım’ın, Sovyetler, hatta Doğu Bloku coğrafyasında yaşayan Türkler için nasıl bir birlik simgesi haline geldiğini de gösteriyor.
Totaliter bir düzenin baskı ve zulmü altında ayakta kalmaya çalışan Türk topluluklarının aydınları için Nazım, ortak Türk dilinin en büyük bayraktarıdır, bu anlamda bir büyük lütuftur adeta.
Ne hazindir, hayatın ne garip cilvesidir ki, burada, Türkiye’de Türk milliyetçileri tarafından “hain” ilan edilen şair, orada, Sovyetler’de, Doğu Bloku’nda Türkçenin direniş kaynaklarından, Türklüğün yapıcılarından biridir!
Bu bakımdan, elinizdeki eser, Türkiye Türkleri ile komünist rejimlerle idare edilen Türklerin idrakindeki farklı Nazım suretlerinin aynı asla, bir ve aynı kişiye ait olduğunu ortaya koyarak, karışık zihinleri aydınlığa çağırıyor.
ANAR’ın eserinin, bu ertelenmiş ödevin yerine getirilmesine olduğu kadar; solun zayıf düştüğü, kendi ülkesine ve insanına yabancılaştığı, sağın zihnen körelmeye maruz kaldığı, tariflerin içinin boşaltıldığı ve milli olan, bizim olan ne varsa itibarsızlaştırılmak istendiği bir entelektüel ortamda, ortak ve üstün değerlerimize dönüş çabasına katkıda bulunacağına da inanıyoruz.
Yapılması gereken, elbette ki öncelikle Türkçeye dönmek olmalıdır. Dile dönüş, dil üzerinde odaklanmak aynı zamanda büyük Türk-İslam medeniyetine yoğunlaşmak anlamına gelecektir. Güncel bakımdan hangi siyasi veya edebi tavra sahip olursa olsun, ancak bu büyük ve ortak kaynaktan da beslenmeyi bilen çabaların geleceğe intikal ettiği ve edeceği ise açıktır.
Nitekim Nazım da, “Ferhat ile Şirin” örneğinde olduğu gibi, daima Türkçede kristalleşip ebedileşen değerlerimizi yeniden yorumlamaya çalışmış ve bunda büyük başarı kazanmıştır. Nazım, beşeri olanı, içine doğduğu ve gurbette bile sıkı sıkıya bağlı kaldığı kendi inanç ve kültür dünyamızdan süzerek ifade etmeyi tercih etmiştir. Onun vicdanında, Türk medeniyet birikiminin yüzlerce yıla dayanan insancıl özü kendini ortaya koymuştur.
Öte yandan, Nazım, tecrübe sahiplerinin teslim edeceği üzere, Soğuk Savaş’ın bitişinden itibaren, Türkiye Türk aydınları ile diğer Türk topluluklarının aydınları arasında sağlam bir köprü, bir anlayış ve duyuş vasatı oluşturulmasında önemli bir hizmet görmeye devam etmektedir. “Ortak Türk dili”nin bu büyük ustası bundan sonra da burada ve başka topraklarda nice kuşağın yetişmesine yardım edecektir.
Bakıp da görebilen gözlere, işitip de duyabilen kulaklara sahip olanlar için arınma ve aydınlanmaya bir davet niteliği taşıdığına inandığımız bu önemli eseri dolayısıyla değerli edebiyat ve düşünce adamı, değerli sanatçı, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Sayın ANAR’a, eseri titiz bir mesai ile Türkiye Türkçesine aktaran Sayın İmdat Avşar’a şükranlarımızı sunuyoruz.
ÖNSÖZ
20. Yüzyılda, edebi ve siyasi tartışmalarımızın odağındaki isimlerden biri de, kuşkusuz Nazım Hikmet’tir.
Nazım Hikmet, yaşadığı fırtınalı bir hayat, gönül verdiği- yazarın deyimiyle dünyanın başına bela olmuş- bir ideoloji ve bu ideoloji mücadelesine adadığı sanatı ile geçen yüzyılın edebi ve siyasi tartışmalarının ana eksenlerinden biri olmuştur.
Bu güne kadar hakkında yüzlerce kitap ve binlerce makale yazılan Nazım Hikmet’in, genellikle ideolojik bir pencereden ve belli kalıplar içinde değerlendirildiğini söyleyebiliriz.
Geçen yüzyılın siyasi mücadelelerinin karakteristik özelliklerinden bir de aynı insanın birbirine taban tabana zıt kavramlarla anılmasıdır. Geçen yüzyılda insanlar, fikirler, eserler… ait oldukları ideolojik topluluklar içinde anlam kazanmış, değerli bulunmuş, meşrulaşmış ya da tam tersi olmuştur. İnsanlar, düşüncelerinden dolayı “Hain, Vatansever, Gerici, İlerici, Komünist, Faşist….” diye adlandırılırken, onların yazdığı eserler de bu düşünceler temelinde değerlendirilmiştir. İşte böyle bir dünyada Nazım Hikmet de hem “Moskova Ajanı, Komünist, Vatan Haini” hem de “Yurtsever, Devrimci, Kahraman” olarak görülmüştür. Bu dönemde, ideolojilerle özdeşleşen insanların, aynı ideolojiyi paylaşanlar tarafından gözü kapalı kabul edilmesi, onların hatalarının, yanılgılarının fark edilememesine de neden olmuştur ki, bu insanlarda biri de Nazım Hikmet’tir. O da “Vatan Hainliği” ve “Vatanseverlik” gibi iki zıt kavram arasında gidip gelen önemli edebi simalarımızdan biri olmuştur.
Elinizdeki kitabın yazarı, Nazım Hikmet’in Türkiye’den kaçıp “Rüyalarının Memleketi” olan Sovyetler Birliği’ne sığınmasından sonraki hayatına da tanıklık eden, sadece Azerbaycan’ın değil Türk Dünyasının da çok büyük yazarlarından biri olan üstat ANAR, birçok okuyucuyu da çok şaşırtacak bu çelişkiyi şöyle ifade ediyor:
“…O yıllarda Nazım, Türkiye’de birçokları için “Moskova’nın Adamı,” “Türk Düşmanı” idiyse de, Azerbaycanlılar için Türkiye’nin, Türklüğün, Türk dilinin sembolüydü. Nazım’ı bitip tükenmeyen alkışlara gark eden Bakü salonlarındaki dinleyiciler, onun şahsında bir komünizm propagandacısını değil, bize, uzun yıllar hasretini çektiğimiz Türkiye’nin kokusunu, ruhunu getiren, canımız kadar yakın olan Türk diliyle konuşan, ölümsüz şiirlerini Türkçe okuyan bir TÜRK şairini alkışlıyordu. O yıllarda Sovyetler Birliği’nin Türk bölgelerinde özellikle elbette Azerbaycan’da, hiç kimse Türklük ruhunu, Türklük şuurunu Nazım Hikmet kadar yükseltememiştir. TÜRK sözü, Azerbaycan’da halkımızın, dilimizin adı gibi yasaklandığı; Türkiye ile tarih, edebiyat, folklor, soy, adet ve anane birliğimiz hakkında her hangi bir fikrin cinayet sebebi sayıldığı; bizi bağlayan bütün iplerin kopartıldığı; Türkiye sevgisinden dolayı ya da Türkiye’de akrabalarının olduğunu söyleyenlerin katledildiği yıllarda, Nazım Hikmet geniş katılımlı toplantılarda, üstelik en yüksek kürsülerden şöyle diyordu: Ben Türk’üm, siz de Türk’sünüz, ruhumuz, geleneklerimiz bir, halklarımız, dillerimiz kardeştir …”
Devirlerin, çağların değiştiği; sorulacak tüm soruların cevabını önceden hazırlayan ideolojilerin artık cevaplayamadığı bir takım yeni soruların ortaya çıktığı; ideolojilerin yıkıldığı ve ideolojik kaygıların bertaraf olduğu bir dönemde geçmişe ait olayların daha objektif biçimde değerlendirilebileceğini söyleyebiliriz.
Bu noktadan hareketle Üstat ANAR’ın bütün kaygılardan azade, bir deneme üslubuyla kaleme aldığı bu eserin, Nazım Hikmet ile ilgili birçok konuyu objektif biçimde dile getirdiğini söyleyebiliriz. Üstat ANAR, bir sanatçı, bir insan olarak ele aldığı Nazım Hikmet’i, ideolojik açıdan yaşadığı derin hayal kırıklıkları ile birlikte anlatmaktadır. Kitabın yazarına ait şu cümleler, kitap hakkında okuyucuya önemli ipuçları verecektir:
“Nazım Hikmet’in 1950’li yıllarda S.S.C.B’ye geldikten sonra, Sovyetler Birliği’nin iç yüzünü görüp büyük bir hayal kırıklığına uğradığını; onun büyük pişmanlığını; olduğu gibi, gördüğüm, bildiğim gibi anlatmaya çalışıyorum…”
Muhtevası itibarıyla Nazım Hikmet hakkında yazılan kitaplardan farklı olan bu kitap Nazım Hikmet’e Türk vatandaşlığının iade edildiği bu günlerde, mutlaka bir takım yeni tartışmaları da başlatacaktır. Bu açıdan yazarın Nazım Hikmet ile ilgili gözlemleri, izlenimleri, tanık olduğu olaylar sohbetler ve buradan hareketle getirdiği yorumlar da belki bu tartışmaların odağında olacaktır.
Nazım Hikmet’in bir bütün olarak hayatı yanında, özellikle onun Türkiye’den kaçıp “Rüyalarının Memleketi” olan Sovyetler Birliği’ne sığınmasından sonra yaşadığı olayları, hayal kırıklıklarını, büyük pişmanlığını, yanılgılarını da anlatan bu eserin ekler bölümünde; Nazım Hikmet’in Sovyetler Birliği’nde yayımlanan ve bu güne kadar gün yüzüne çıkmamış bazı yazılarını ve makaleleri ile Azerbaycanlı şairlerin ona atfettikleri şiirleri de bulacaksınız.
Titiz bir çalışma ile Türkiye Türkçesine aktardığımız bu eserin beğeniyle okunacağını umuyorum. Bu kitabın Türkiye Türkçesine uygunlaştırılmasında yardımlarından dolayı Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup ÖMEROĞLU’na, Kardeş Kalemler Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali AKBAŞ’a, Uluslararası Türk Lehçeleri Arasındaki Aktarma Problemleri Sempozyumunda birlikte olduğumuz ve birlikte çalışma imkanı da bulduğum Üstat ANAR’a, yardım ve desteklerinden dolayı Ömer Küçükmehmetoğlu, Kadir Barış, İlgar Fehmi ve Canan Avşar’a teşekkürü borç bilirim..
02/05/2009İmdat AVŞAR
GİRİŞ: ŞAİR VE İSYANKÂR NAZIM’A ÖVGÜ
Nazım Hikmet’i ilk kez 1957 yılında, Bakü’de, üniversitede gördüm. Daha sonra kendi evimizde (babam Resul Rıza’nın evinde), Cafer Cabbarlı’nın mezarı başında ve bu dram yazarının şimdi müze olan evinde…
Nazım Hikmet, 1957 yılından sonra da Bakü’ye her gelişinde bizde misafir olurdu. Bizim Moskova’ya yolumuz düştüğünde ise ya Nazım’ın Moskova’daki evinde ya da bağ evinde mutlaka görüşürdük. Bazen de Nazım Hikmet, Ekber Babayev ile birlikte bizim kaldığımız otele, odamıza gelirdi. Ben, 1962 yılında, Moskova’da Yüksek Senaryo Kursunda okurken, ara sıra Nazım Hikmet’e telefon ederdim. Onunla birçok kez de telefonla görüşmüştük. Son telefon görüşmemiz, ölümünden birkaç gün önceydi.
Hatırladığım bütün bu görüşmeleri, hafızama kazınmış sohbetleri, kitabın ilerleyen sayfalarında ayrıntılarıyla anlatacağım, ama bu kitabı yazmamın tek nedeni, sadece büyük bir şairle şahsi görüşmelerin bende yarattığı etkiyi; o büyük şairin hâlâ hafızamda yaşayan sözlerini; onun eşsiz bir cazibe ile okuduğu şiirlerin hâlâ kulaklarımda çınlayan ahengini yeniden canlandırmak değildir. Bana göre Nazım Hikmet, XX. yüzyılın ve belki de gelecek yüzyılların en büyük şairlerinden biridir. Bununla birlikte, Nazım Hikmet, geçen asrın birçok önemli problemlerini sanatına ve mücadelesine, dünya görüşüne, eylemlerine, tereddütlerine, hatalarına, kusurlarına, yenilmezliğine, eğilmezliğine, -her neye ise- asla göz yummayışına; özetle karmaşık, çelişkili, dramatik, çoğu zaman da facialarla dolu kaderine aksettirmiş çok önemli ve büyük bir şahsiyettir. O, aynı zamanda XX. yüzyılın sembol şahsiyetlerinden biridir; çünkü Nazım Hikmet, asla kendi hayat çizgisi ve sanatı çerçevesinde kalmamıştır. O, XX. yüzyılda dünyada, “İlerici Sanatın” yaratıcılarından biri olarak, bu sanat anlayışının izlediği cefalı, azap ve çilelerle dolu, keşmekeş, umutlar ve aldanışlarla, geleceğe inanç ve hayal kırıklıklarıyla nitelenebilecek bir yolun yolcusu olarak da çok şeyin sembolüdür. Nazım Hikmet, yenilmez yeniliğin, inanç uğrunda fedakârlığın, değişik yönetim biçimlerinde kabul etmediklerine karşı direnmenin ve uzlaşmazlığın; büyük inançların, büyük hasretin, büyük aşkların ve en büyük yalnızlığın da sembolüdür. Nazım’ın talihi, dünyadaki sağ ve sol ideolojilerin asla uzlaşmaz mücadeleleri ile dünya siyasetinin birçok ciddi meselelerine sıkı sıkıya bağlıdır. Nazım hakkında -onun hayatı ve sanatı hakkında- düşünmek, XX. yüzyılın esas problemleri ve kavgaları hakkında da düşünmek demektir. Nazım, aynı zamanda geçen asrın meselelerinin, tarafsız, barışçıl, adaletli ve insaflı bir şekilde çözülmesi için hayatı ve sanatıyla emsalsiz mücadeleler veren bir insandır.
Nazım Hikmet, gerçekten de son derece meşakkatli, azap ve eziyetlerle dolu bir hayat yaşadı, ama yine de onun “Dünyaya geldiğim için çok mutluyum” demeye hakkı vardı. Çünkü o, yeryüzündeki en şerefli payelerden birine sahipti. O, şairdi, anadan doğma şair… Bana göre, Nazım şair olmasaydı başka hiçbir şey de olamazdı. Ömrünü siyasete feda etmişse de, sonuçta bir sanatçıydı ve bir sanatçı da asla siyasetçi olamazdı. Çünkü sanat samimiyet ister, siyasette samimiyet ise ölümdür. Siyaset tavizsiz olmaz, oysa gerçek sanatta tavize yer yoktur.
Bana göre Nazım’ı tek başına “siyasi bir sanatçı,” “devrimci bir sanatçı” olarak görmek ne yazık ki mümkün değildir. O sanatıyla değil yaratılışıyla, haysiyetiyle, ruhuyla bir “isyancı” idi. Doğuştan isyancı olmak ise devrimci bir sanatçı olmak anlamına gelmez. Her isyancı şair olmadığı gibi, her şair de isyancı değildir. Nazım Hikmet, doğuştan getirdiği emsalsiz yeteneği ile şair; çılgın, uzlaşmaz tabiatıyla da baş eğmeyen bir isyancıydı. O, tepeden tırnağa şair olduğu için elbette ilk isyanı da edebi isyandı. Onun bu isyanı, kalıplaşmış edebi anlayışlara, sorgulanamaz edebi otoritelere, tenkit edilemez, kanunlaşmış edebi zevklere karşı bir isyan, “edebi putları kırma isyanı” idi.
İsyancı şairlerin çok sonraları kabul edilen ve yayılan şöhretlerini görüp onların çizgisini takip eden yeni edebi nesillerin bazı temsilcileri, meselenin yalnız bir tarafını idrak ederler. Bu, ancak ve ancak seleflerine karşı çıkmak, sadece “putları kırmak”tır… Onlar, şunu unuturlar ki, gerçek büyük sanatçılar putları yıkmakla kalmaz, yıktığının yerine yenisini, daha yücesini kurar, daha yükseğini diker. Yeni hiçbir şey kurmaya, yeni hiçbir şey dikmeye kadir olamayanlar ise eskiyi yıkmayı da beceremezler.
Nazım Hikmet’in eski edebiyatı, eski edebiyatın ruhunu ve şeklini kabul etmemesi, eski şiirin içerik ve biçimine itirazı, eğer onun yarattığı yeni içeriğe ve yeni biçime dayanmasaydı, yeni bir ruh meydana getirmeseydi; söz sanatında yeni bir sayfa açması da mümkün olmazdı.
Nazım’ın ikici isyanı, milli gururun isyanıydı. İlk gençlik yıllarında, “Kırk Harami”nin esareti altında olan -doğduğu şehri-İstanbul’u, İtilaf Devletleri’nin işgali altında görmek, onun kalbine, Batı emperyalizmine karşı öyle bir intikam ve hiddet tohumları serpmişti ki, yüreğindeki emperyalizmle mücadele ateşi ömrünün sonuna kadar sönmedi. Yüreğindeki bu alevin ışığında, Kuvva-yi Milliye’yi öven şiirler yazdı. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’nı terennüm eden mükemmel edebi eserler ortaya koydu. İstanbul’dan –“Sesini kaybeden şehirden”– Ankara’ya, Büyük Gazi’nin yanına gider, onunla birlikte, onun saflarında savaşmak için.
Bana göre hiçbir şair, Atatürk’ün yaptıklarına Nazım Hikmet kadar yakın durmamıştır. Atatürk’ün memlekette, tarihte, toplumda yaptığı işi; Türkiye’yi çağdaşlaştırmak, dünyaya açmak ve dünyayı Türkiye’ye açmak, ortaçağ hurafelerini, cehalet mihraklarını dağıtmak, yerine yenisini, çağdaşını, dünya ile rekabet edecek olanını kurmak işini, Nazım Hikmet de şiirde ve sanatta yaptı.
Türkiye’nin bir başka ünlü yazarı Yaşar Kemal, Nazım Hikmet’e ithaf ettiği “En Büyük Şairimiz” adlı makalesinde şunları yazıyor:
“Nazım Hikmet, büyük halk ozanlarının son büyük halkasıdır. Türk dili var oldukça Nazım Hikmet de var olacaktır… Onun dil anlayışı, -halkın dili ile şiir dilini inanılmaz bir zenginliğe ulaştırması- kendisinden sonra gelen nesiller için bir okul olmuştur. Bizim şiirimizde olduğu kadar, hikâyemizde ve romanımızda da Nazım Hikmet’in büyük etkisi vardır. Eğer Nazım Hikmet gibi büyük bir yol gösterici gelmeseydi, bizim edebiyatımız bu seviyeye çıkamazdı. Onun büyük şairliği kadar edebiyatımızda açtığı yeni yol da önemlidir…”
Bugün değişik siyasi sebeplerden dolayı Nazım Hikmet’i kabul etmeyen, benimsemeyen bazı şairler bile Türk şiirine onun getirdiği serbest vezinle, yeni şiirsel biçimler ve yeni edebi şekillerle şiirler yazmaktadır.
Buna benzer bir durum, günümüzde Azerbaycan’da da ortaya çıkmıştır. Azerbaycan’da serbest şiirin öncülerinden biri olan Resul Rıza, serbest vezni Azerbaycan’da uzun yıllar tek başına devam ettiren ve yaşatan bir şairdi. 1960’lı yıllarda Resul Rıza’nın açtığı yeni şiir yoluna, genç nesilden temsilciler de katıldı. Ancak Resul Rıza gibi genç neslin temsilcileri de geleneğe bağlı tenkitçilerin, muhafazakâr edebi çevrelerin şiddetli hücumlarına maruz kaldılar. Geçmişte büyük zorluklarla açılan bu yolda, bugün rahatça ilerleyen ve hiçbir mukavemetle karşılaşmayan “üç çift bir tek” genç şair, malum sebeplerden dolayı, ne yazık ki, Resul Rıza’nın yaptığı işi nankörce kötülüyor, hatta Azerbaycan şiirine bu yenilikleri kendileri getirmiş gibi övünüyorlar. Türkiye’de Nazım Hikmet’i, Azerbaycan’da Resul Rıza’yı inkâr edenlerin de onların açtığı yoldan ilerlemeleri, bu yolu açan şairlerin en büyük zaferi değil de nedir?
***
Nazım Hikmet’in, İstanbul’dan Ankara’ya, oradan da Anadolu’nun doğu sınırlarına doğru yaptığı yolculuk, geçtiği köyler, obalar, rastladığı insanlar… ona Anadolu’yu, Türk köylüsünü tanıma fırsatı verir. Bu yolculuğunda, yurdundaki korkunç insan manzaralarını görür. Daha sonra bu manzaralar, onun hapishane hayatının sahneleri ve insanları ile daha da zenginleşir. Bin bir naz ile varlık içinde büyüyen paşa torunu yoksulluk, sefalet, açlık, sosyal eşitsizlik ve adaletsizlikle; zenginler ve yoksullar çelişkisiyle karşılaşır. Şairi bir “isyancı” olarak yetiştiren bu gördükleridir. O dönem, onun emperyalizme karşı verdiği savaş, yalnız milli istiklal uğruna yapılan bir mücadele değil, aynı zamanda insanların eşitliği, ezilenlerin, istismar edilenlerin insan gibi yaşaması uğruna verilen bir mücadeledir. Kendisinin de defalarca vurguladığı gibi, onu sosyalizm öğretilerine bağlayan şey, Moskova’daki Marksist-komünist eğitiminden çok önce Anadolu’da gördüğü bu manzaralar olmuştur…
***
Nazım Hikmet ile ilgili bir başka husus da çok önemlidir. Şair Türkiye’de ve SSCB’de, özellikle de Azerbaycan’da tamamıyla farklı anlaşılmış, farklı kavranmış, farklı değerlendirilmiş, hep sevgi yahut nefretle anılmıştır.
Nazım Hikmet’i, Türkiye’de solcular sevgiyle, sağcılar nefretle “komünizm sembolü” saymışlardır. Halbuki Nazım 1950’li yıllarda SSCB’ye geldiğinde, bu ülkenin ilerlemeci, özgür düşünceli aydınları, onu zindandan kurtulan bir mahpus gibi değil demirperde dışından gelen, hür dünyanın bir elçisi gibi karşılayıp kabul etmişlerdir.
Nazım, Moskova’da yeniliğe meyletmiş sanatçıları, şairleri, ressamları, rejisörleri destekliyor, hatta onlara yapılan hücumlara karşı çıkıyor; takibe maruz kalanları korumaya çalışıyordu. En azından Nazım, sanat alanında düşündüklerini, resmi ideoloji ile çelişen fikirlerini söylemekten korkup çekinmiyordu. Bu sebeple, Sovyet hayatının rezillikleri ile açıktan alay eden ve Sovyet hayatını sert bir dille eleştirip alay konusu yapan Arkadi Raykin gibi meşhur bir sanatçı, Nazım’ın evine “ilerlemeci insanların karargâhı” diyordu.
Azerbaycan’da ise Nazım’a gösterilen ilginin nedenleri çok farklıydı. Türkiye’de adının bile yasaklandığı yıllarda, ona Azerbaycan sahip çıkmıştı. Eserleri Türkiye Türkçesinin ikiz kardeşi olan Azerbaycan Türkçesi ile yayımlanıyor, piyesleri sahneleniyordu. “O zamanlar Azerbaycan Sovyetler Birliği’nin bir parçasıydı ve bunun için de Nazım, Azerbaycan’da, genel Sovyet siyaseti çerçevesinde kabul görüyordu” denilebilir. Bu doğrudur ama yalnızca gerçeğin bir kısmıdır, tamamı değil. Gerçeğin diğer ve daha önemli kısmı ise şudur: O yıllarda Nazım, Türkiye’de birçokları için “Moskova’nın adamı”, “Türk düşmanı” idiyse de Azerbaycanlılar için Türkiye’nin, Türklüğün, Türk dilinin sembolüydü. Nazım’ı bitip tükenmeyen alkışlara gark eden Bakü salonlarındaki dinleyiciler, onun şahsında bir komünizm propagandacısını değil bize uzun yıllar hasretini çektiğimiz Türkiye’nin kokusunu, ruhunu getiren, canımız kadar yakın olan Türk diliyle konuşan, ölümsüz şiirlerini Türkçe okuyan -hem de muhteşem okuyan- bir TÜRK şairini alkışlıyordu. O yıllarda Sovyetler Birliği’nin Türk bölgelerinde, özellikle elbette Azerbaycan’da, hiç kimse Türklük ruhunu, Türklük şuurunu Nazım Hikmet kadar yükseltememiştir. TÜRK sözü, Azerbaycan’da halkımızın, dilimizin adı olarak yasaklandığı; Türkiye ile tarih, edebiyat, folklor, soy, adet ve anane birliğimiz hakkında herhangi bir fikrin suç sayıldığı; bizi birbirimize bağlayan bütün iplerin kopartıldığı; Türkiye sevgisinden dolayı ya da Türkiye’de akrabalarının bulunmasından dolayı insanların katledildiği yıllarda, Nazım Hikmet geniş katılımlı toplantılarda, üstelik en yüksek kürsülerden: “Ben Türküm, siz de Türksünüz, ruhumuz, geleneklerimiz bir, halklarımız, dillerimiz kardeştir,” diyordu.
Otuz yıllık aradan sonra, tekrar Azerbaycan’a gelen Nazım, Bakü’yü, İzmir’e benzediği için de çok seviyor; Hazar’a içli şiirler yazıyordu. Nazım, Azerbaycan’da, kendisini rahat hissediyordu. Kendisini, yakın bir muhitte, özellikle de ona çok hoş gelen Azerbaycan Türkçesinin konuşulduğu muhitte çok rahat hissediyordu. Nazım, Moskova’da şiirlerini ana diliyle kime okuyabilirdi? İlk önce elbette Moskova’da yaşayan Azerbaycanlı Türkolog dostu ve onunla ilgili araştırmalar yapan Ekber Babayev’e ve diğer birkaç Türkoloğa… Bakü’de ise büyük salonları dolduracak, bıkıp usanmadan saatlerce onun şiirlerini dinleyecek, geniş bir dinleyici kitlesi; eserlerini değerlendirebilecek şairler, yazarlar, bestekârlar, bilim adamları ve dostları vardı.
Sovyetler Birliği içinde yer alan diğer Türk cumhuriyetlerinde de birçok insan için, -özellikle de şairler için- Nazım’ın varlığı, Türkiye hasretini, Türk dili özlemini gideren, Türkleri avunduran bir kaynaktı. Sanatçılığına ve şahsiyetine hürmet ettiğim Türkiyeli şair dostum Yahya Akengin, Nazım Hikmet’i bir şahsiyet olarak kabul etmiyor, onun Türkiye’den kaçıp gitmesini, özellikle de Sovyetler Birliği’ne sığınmasını asla affedemiyor. Ama benim şu fikrime de itiraz etmiyor: “O yıllarda Nazım Hikmet, Türkiyeliler için komünizmin sembolü idiyse, Azerbaycanlılar için de Türkiye’nin ve Türklüğün sembolüydü.” Hatta Yahya Akengin, benim bu görüşümü desteklemek üzere bir hatırasını anlatmıştı. O, Kazan’da Tatar şairi Renat Haris’in evinde misafirken, onunla Nazım Hikmet hakkında konuşmuşlar. Renat Haris, kütüphanesinden Nazım’ın kitaplarını çıkarıp, “O yıllarda, bu kitaplardan Türkiye’nin havasını teneffüs ediyorduk, Türkiye’yi ve Türkçeyi bize daha çok yaklaştıran ve sevdiren de Nazım Hikmet’ti,” demiş.
***
Nazım hakkında kitap yazma düşüncesi hasıl olduğunda, sadece şahsi hatıralarım, onun bende bıraktığı etkiler ve onun hakkındaki düşüncelerimle yetinmenin yeterli olamayacağını idrak ettim. Şahsi hatıralar derken, ben sadece Nazım Hikmet ile kendi görüşmelerimi, katıldığım sohbetleri göz önünde bulundurmuyorum. Benim doğrudan doğruya iştirak etmediğim sohbetlerini, babam Resul Rıza’nın, annem Nigar Refibeyli’nin, Enver Memmedhanlı’nın, Zekeriya Sertel’in, Ekber Babayev’in, Vera Tulyakova’nın, Nazım’ın tercümanı Muza Pavlov’un ve Nazım’ı Türkiye’den tanıyan birçok insanın bana anlattıklarını da göz önünde bulunduruyorum. Nazım Hikmet’i şahsen tanıyan, onunla az veya çok temasları olan birçok insanla ayaküstü, birçok insanla da etraflıca sohbetlerim oldu. Türkiyeli yazarlardan Aziz Nesin, Haldun Taner, Samim Kocagöz, Rıfat Ilgaz, Fakir Baykurt, Oktay Akbal; şairlerden A. Kadir, Attila İlhan, İlhan Berk; gazeteciler İlhan Selçuk, Nazım’ı Türkiye’den kaçıran Refik Erduran; ressamlardan Abidin Dino, Avni Arbaş, İbrahim Balaban ve Selim Turan ile temaslarım oldu. Bunlardan bazıları, Haldun Taner ve Oktay Akbal seyahat yazılarında bizim bu görüşmelerimizi kaydettiler. Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Melih Cevdet Anday, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Vera Tulyakova, Münevver Hanım ve Nazım’ın oğlu Memet Bakü’de, -babamın evinde- misafirimiz oldular. Nazım’ın kız kardeşi Semiha Hanım ile hem İstanbul’da, hem de Bakü’de görüştüm. İstanbul’da Nazım Hikmet Vakfına, başkanı Profesör Aydın Aybay’a ve çalışanı Kıymet Coşkun Hanım’a şairin Azerbaycan’da çekilmiş fotoğraflarını, kendi sesinden şiirlerinin kayıtlarını, Bakü’de Arap alfabesiyle çıkan ilk kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü ve babamın arşivinden şairle ilgili diğer evrakı, bazı belgeleri, Nazım’ın elyazılarını, telgraflarını ve mektuplarını verdim.
Bakü’de yaşadıkları yıllarda, Zekeriya Sertel, eşi Sabiha Hanım ve kızı Yıldız Hanım ile ya babamlarda ya da onların evinde sık sık görüşürdük. Ne yazık ki, Nazım’ın üvey oğlu Memet Fuat Bey ile tanışamadım. İstanbul’dayken gazeteci ve şair dostum İrfan Ülkü aracılığı ile Memet Fuat Bey ile görüşmeyi kararlaştırmıştık, ama onu arayacağımız günün öncesinde kederli bir haber duyduk. Me-met Fuat Bey vefat etmişti.
Şairin Moskova’daki dostlarından meşhur Rus yazar Konstantin Simonov ile birlikte on gün boyunca Türkiye’yi, -Ankara’yı, İstanbul’u- gezdik. Bu seyahatimizde sık sık Nazım’ı andık. Nazım Hikmet’in Moskova’daki tercümanları ve onun hakkında araştırma yapanların çoğuyla, mesela Boris Slutski, David Samoylov, Muza Pavlov, Radi Fiş, Sverçevskaya ve Trevskoy ile zaten tanışıyordum. Moskova’da yaşayan Azerbaycanlı Türkolog ve Nazım ile ilgili araştırmalar yapan Ekber Babayev’i çok yakından tanıyordum. Moskova’da yaşayan diğer bir bilim adamı ve Türkolog, “Nazım Hikmet” ve “Çağdaş Türk Edebiyatı” adlı kitapların da müellifi olan Tofik Melikli eski dostumdur. Tabii ki, Nazım’ın tercümanlarını, onunla ilgili araştırma yapanları, onunla temasta bulunan insanları çok iyi tanıyorum.
Bu yakınlarda, İstanbul’dayken düşündüm ki, şimdi Türkiye’de Nazım’ı şahsen -yani Nazım 1951 yılında Türkiye’yi terk edene kadar- tanıyanlar parmakla sayılacak kadar az. 1951 yılından sonra, şairi Moskova ve Bakü’den tanıyanların sayısı belki de Türkiye’de onu tanıyanların sayısından daha fazladır; ama maalesef Türkiye’de, Azerbaycan’da ve Moskova’da onu tanıyanların sayısı yıldan yıla azalıyor. Bu da acı bir gerçek…
Türkiye’de -gençleri kastetmiyorum- benim neslimden olan insanlar bile benim Nazım’ı tanıdığımı öğrenince çok şaşırıyorlar. Onlara göre Nazım çoktan tarihe mal olmuş bir şahsiyettir…
Türkiye, -şu andaki Azerbaycan ve Rusya gibi- siyasi ve ideolojik açıdan haddinden fazla kutuplaşmış bir ülkedir. Birçok siyasi parti olmasına rağmen, cemiyet esasen iki büyük kutba ayrılmıştır: Sağcılar ve solcular. Sağcılar ve solcular kendi içlerinde bile bir bütün halinde değildirler, parçalandıkça parçalanıyorlar. Solcular bazen duygusal davranarak sağcıları “tutucu, gerici, yobaz, faşist” diye adlandırıyorlar. Aynı şekilde sağcılar da solcuları ifrata varacak ölçülerde “vatan haini, Moskova uşağı, komünist ajanı” olmakla itham ediyorlar. Ben her iki tarafın birbirini yaftalamak için kullandığı bu kavramların (alıntı yapmaya mecbur kaldığım metinler hariç) hiçbirinden istifade etmeyeceğim; ancak sol, solcu, sağ, sağcı kavramlarını kullanacağım, çünkü onlar da kendilerini bu kavramlarla ifade ediyorlar.
Türkiye’de sağcılar ve solcuların çatışmaları bazen aşırı şekilde oluyor. Mesela bir şehrin belediye seçimlerini solcular kazandığında, sağcılar belediyeye ait sinema ve tiyatro salonlarını bile boykot ediyorlar. Belediye seçimlerini sağcılar kazandığında ise o mekânlara -örneğin İstanbul’daki Karaca Tiyatrosuna- solcular ayak basmıyor. Bu siyasi çatışmalar “dil” gibi milli bir mefhumu bile etkiliyor. Sağcıların kullandığı dili -o cümleden onların tercüme ettikleri kitapların dilini- solcular; solcuların metinlerinin ve çevirilerinin dilini de sağcılar yadırgıyor, kusurlu buluyorlar. Bu durumu kendi kitaplarımın tercümelerinde de gördüm. Lakin sağın ve solun en çok tartıştığı meselelerden biri de Nazım Hikmet meselesidir. Bu konuyu kitabın ilerleyen sayfalarında etraflıca anlatacağım, ama burada bir hususu özellikle vurgulamak istiyorum:
Türkiye’de hem solcular, hem de sağcılar arasında çok değerli insanlar, -altını çizerek söylüyorum- gerçek vatanseverler var. Bunlar arasında benim şahsen tanıdığım ve saygı duyduğum yazarlar, gazeteciler, siyasetçiler de var. Onların bazılarıyla iyi bir dostluğumuz da var, ama bazı Azerbaycanlılar gibi ben onlara kendimi şirin göstermek için asla ikiyüzlü davranmadım. Yani sağcıların arasında olduğum zaman bile Nazım’ın arkasında durdum, hatta ateşli tartışmaların yaşandığı meclislerde Nazım’ın büyüklüğünü ve samimiyetini ispatlamaya çalıştım. Böyle yapmasaydım, ben yalnız Nazım’ın ruhuna değil, babamın ruhuna da ihanet etmiş olurdum. En azından kendi geçmişime, hatıralarıma saygısızlık etmiş olurdum. Kuşkusuz çok iyi dostlarım var, ama belki sırf bu nedenle sağcılar arasında beni sevmeyenlerin sayısı da az değil. Solcularla bir araya gelince de o dostlarıma, Nazım Hikmet’in 1950’li yıllarda SSCB’ye geldikten sonra, Sovyetler Birliği’nin iç yüzünü ve kötülüklerini görüp büyük bir hayal kırıklığına uğradığını; onun büyük pişmanlığını, olduğu gibi, gördüğüm, bildiğim gibi anlatmaya çalışıyorum. Elbette bu da çoğu solcunun hoşuna gitmiyor. Bunları şunun için yazıyorum ki, Türkiye’de “Kerem Gibi” kitabını okuyacak olan sağcılar “komünist şair” hakkında kitap yazdığım için bana darılacaklar; solcular ise Nazım Hikmet’in hayal kırıklıklarını kaleme almış olmamdan hiç hoşlanmayacaklar. Olsun! Ben sadece hakikati, elbette duyduğum ve idrak ettiğim hakikati yazıyorum. Amacım asla sağ ile solu tekrar karşı karşıya getirmek değil. Aksine bu hakikat, yani Nazım Hikmet’in dünya görüşünün farklı evrelerden geçerek bazı değişikliklere uğramış olması, onun büyük bir şair ve büyük bir şahsiyet olduğu gerçeğine zerre kadar zarar vermeyecektir.