Kitobni o'qish: «Genç Tulpar Hareketi»
KISALTMALAR
SUNUŞ
Alaş düşüncesinin mirasçısı olarak kurulan Genç Tul-par, XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, modern Kazakistan tarihinin en etkili siyasi ve kültürel hareketidir. Hareket, Ruslaştırılma ve milliyetsizleştirilme tehlikesi altında bulunan Kazakların milli şuurunu uyandırmak için mücadele etti ve başarılı oldu. Sovyet döneminde yönetim ile emekçi sınıf arasındaki ilk çatışma olan Temirtav başkaldırısından, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının başlangıcı kabul edilen 1986 Almatı Olaylarına kadar pek çok gelişme Genç Tulparlıların etkisiyle gerçekleşti. Genç Tulparlıların asıl etkileri ise Kazak kültür ve düşünce hayatı üzerine oldu ve modern Kazak milliyetçiliğinin oluşumunda önemli rol oynadı.
Genç Tulpar Hareketi konusunda öncü ve özgün bir çalışma olan bu eserin yazarı, önemli bir akademisyen, tarih ve uluslararası ilişkiler profesörü Amircan Alpeyisov’dur. Alpeyisov, Genç Tulpar Hareketi’nin takipçisi olarak 1970’lerde ortaya çıkan “Sarı Arka” gizli teşkilatının da kurucularındandır. Aynı zamanda önemli bir yazardır; “Özgürlük Kurbanı” adlı romanı Türkiye Türkçesine de çevrilmiştir.
Yazar, Genç Tulpar Hareketi’ni geçmişten günümüze uzanan bir perspektif ve edebi üslupla ele alıp anlatmakta, pek çok bilinmeyeni gözler önüne sermektedir. Kazak insanının özgürlük ve bağımsızlık tutkusunu büyük bir coşku ile aktarırken, gerektiğinde en sert eleştirileri getirmekten de kaçınmamaktadır.
Türkçeden Türkçeye “çeviri”nin kendine özgü zorlukları olduğu, konunun ilgilileri tarafından bilinen bir husustur. Benzer zorluklar tarafımızca da yaşandı. Ancak, aynı zamanda çok keyifli ve heyecan vericidir; çünkü yazarla aynı dili konuşmak, onun duygu ve düşüncelerini anlayıp, hissetmeyi kolaylaştırmaktadır.
Eser, yazarın üslubu ve Türk dilini kullanma tarzına mümkün olduğunca sadık kalınarak çevrilmeye gayret edildi. Özel isimler konusunda, Türkiye Türkçesindeki akademik çalışmalarda yaygın olan yazılış esas alındı; diğer yazılışlar, kişinin adının ilk geçtiği yerde parantez içinde gösterildi; Mağcan Cumabayev (Jumabayev/Cumabay) gibi. Yine, yaygın bir alışkanlık olarak sadece baş harfleri yazılan bazı önemli şahıs adları da, devamı parantez içine alınarak tamamlandı; T(urar) Rızkulov gibi. Metinde, gerekli olduğu düşünülen kelimelere, parantez içinde açıklamalar eklendi. Bu anlamda tüm parantez içi ifadeler tarafımıza aittir. Yine, metinde adı geçen kimi kişi, mekan ve olaylarla ilgili dipnotlar verildi ve sonlarına (ç.n.) ibaresi konuldu. Aynı şekilde kimi kişi ve olayları açıklayıcı dipnotlar eklendi. Eserde kullanılan Kazakça deyim ve atasözlerinin yerine de Türkiye Türkçesindeki uygun karşılığına yer verildi. Kimi deyimler de metinde aynen korunarak, yanında anlamı açıklandı. Altının çizilmesi gereken bir başka husus da açlık kelimesinin yazılması ile ilgilidir. Kazakistan tarihinde özel bir yeri olan ve nüfusunun çok büyük bir kısmını kaybetmesine yol açan felaket dönemleriyle ilgili olarak kullanıldığında, bu kelime, özel isim olarak görüldü ve büyük harfle, “Açlık” olarak yazıldı.
Kazakistan’ın tarihinin çok önemli bir dönemini ele alan ve günümüz “Kazak milliyetçiliği”nin tarihi ve psikolojik arka planının anlaşılması için de önemli ipuçları vereceğini düşündüğümüz bu eserin Türkiye Türkçesine çevrilmesi, Avrasya Yazarlar Birliği Bakanı Yakup Ömeroğlu’nun teşvik ve cesaretlendirmesi olması gerçekleşmezdi. Kendisine minnettarım. Bir teşekkür de Guzal Zaitova’yadır. Zaitova’nın her aşamada büyük destek ve yardımları oldu.
Gelecekte, tüm Türk lehçelerinin, Türk dünyasının her köşesinde, çeviriye ihtiyaç duyulmaksızın okunabilmesi temennisiyle…
Abdulhamit Avşar Nur-Sultan / İstanbul, 2020.
ÖNSÖZ
Safkan argımakların (soylu atların) sıçrayışları “Genç Tulpar”ın nal seslerine karıştı. Şaha kalkan Kazak kanatlandı. Zulmetli dönemlerin acısı unutulmaya yüz tuttu. Uyuşukluk halindeki ruh, kendine gelerek canlanmaya başladı. Bilincin dirilişi, milli kimliği güçlendirdi. Moskova’da okuyan 1438 Kazak genç tarafından ortaya atılıp, sonraki genç kuşaklarca devam ettirilen “Biz Kazaklar neden geri kalmaktayız?” sorusuyla yitirdiklerimizi bulma gayretleri ortaya çıktı. Genç Tulparlılar, yeri boş kalan, yokluğu hissedilen tarihi kopukluğu ortadan kaldırmaya var kuvvetleriyle çalıştılar. Milli mefkûre olgusunu Alaş aydınlarının şahsında arayarak, Kazakların yeni hayat felsefesini şekillendiren bir güç haline geldiler. Genç Tulpar, milletin gönlündeki arzuların menbei oldu.
Tarih soyağacıyla, köyün yürek ısıtan görünümleriyle hayata yeniden döndüler, arayıp buldukları gelenek-görenekleri şehre, kalabalıklara taşıdılar. Bizim de devlet kurmuş, kendi kökleri olan bir millet olduğumuzu delilleriyle ortaya koydular. Kazaklarda uyanık ve şuurlu gençlerin halen var olduğunu, ruhlarının ölmeyeceğini gözler önüne serdiler.
Alaş aydınları ile Genç Tulparlıların ortak bir özelliği vardı. Bu, asil bir ruhtan beslenme, yüreklerinin derinliklerindeki arzu ve idealler ile Kazak halkının bahtlı geleceğine olan inançlarıydı. Kazak mefkûresinin mutlaka gerçekleşeceğinden hiç şüphe etmiyorlardı…
Halka olan sevgileri, onlara, yarını tahmin edebilme öngörüsü sağladı. Onların hepsi, topluma güç verecek, halk bilincini geliştirip, güçlendirecek nitelikte; eğitimli ve milletini seven, soylu ailelerden gelmiş kararlı Kazak oğul ve kızlarıydı. Genç Tulparlılar, kaderlerine yazılmış tarihi fırsatları heba etmeden, kendi yetişme ortamları, kültürel seviyelerine göre zamanın omuzlarına yüklediği ağır yükü hedeflenen yere, taşımayı başardılar. O günlerin zorluklarına, ideolojik alçaklıklara göğüs gerip, önlerine koydukları amaçlarına gururla ulaştılar.
Genç Tulpar’ın nal sesleri, Kazak gençlerinin şuurlarını tam anlamıyla geliştirip, kurtuluş mücadelesinin yolunu açtı. Akranlarının düşünce ufuklarını genişletti, milli duruşun güç-kuvvetini arttırdı. Nal sesleriyle uyanan gençler, Kazakistan’ın her yerinde gizli teşkilatlar kurup, imkân ve şartları ölçüsünde, milli kurtuluş mücadelesine katıldılar. O dönemde, Karagandı’da “Jas Kazak (Genç Kazak)”, Kostanay’da “Jas Tülek (Genç Kartal)”, Öskemen’de “Ulttık Mamandarga Adilettik Tobı” (Milli Uzmanlara Adalet Grubu), Semey’de “Tayşubar” (Benekli Tay), Guriev’de “Uşkın” (Kıvılcım), Pavlodar’da “Cas Ulan” (Genç Asker), Tselinograd’da “Tın Tulpar” (Dinç Tulpar) ve “Uyan Kazak”, Çimkent’te “Adır Kaskırları” (Dağ Yavrukurtları) ile Almatı’da “Sarı Arka” gibi teşkilatların kurulması bunun delilidir. Genç Tulpar Hareketi, tarihimizdeki özgürlük mücadelelerinin büyük bir aşamasıdır. Bu hareket, topraklarımız üzerinde Alman Özerk Bölgesi kurulmasına geçit vermeyen, Jeltoksan İhtilali (1986 Almatı Olayları) sırasında halkımızın ruhunu ateşleyip, gençlere manevi azık olabilen güçtür!
6 Kasım 1963’te kurulan Genç Tulparlıların uyandırdıkları ruh, başlattıkları mücadele ülkenin her yerinde yankı buldu.
Elinizdeki bu eseri, söz söylemenin güç olduğu zamanlarda, “Ben Kazak’ım!” diyerek Kazakların ruhunu yüceltip, bağımsızlığımızı elde etmemize büyük katkılarda bulunan herkese armağan etmek isterim.
GİRİŞ
Bundan 57 yıl önce, 1963 yılının kasım ayında, Moskova’da, Kazak öğrenci gençlerinin “Genç Tulpar Cemiyeti” resmȋ olarak kuruldu.
Ömür diyalektiğini göz önüne alırsak yoktan var olan hiçbir şey yoktur: Dün ile bugün olan, bugün ile yarın olacakların hepsi, tabii açıdan da, tarihi açıdan da birbirleriyle bağlantılıdır. Tarihe ihanet olmaz. Bu sebeple, 555 yıl önce kurulan Kazak Hanlığı’ndan bugüne kadar gelen tarihimizi araştırıp ele alınmayan yönlerini ortaya çıkarmak, akla karayı ayırıp genç nesillere aktarmak bizim asli görevimizdir. Araştırıldığında görülecektir ki, 1991’deki bağımsızlık ilanımızın altında, çok uzun yılların milli bağımsızlık hareketleri ile başkaldırmaları yatar. XX. asrın 60’lı, 70’li yıllarında Kazak gençlerinin bilinçlerini uyandıran “Genç Tulpar Uyumu” yani Cemiyeti, bunların en önde gelenidir. Bu hareket, sadece Genç Tulparlıların hayata bakışları, Kazakistan’ın bağımsızlığı için mücadele yöntemleri değil, aynı zamanda Kazak halkının çok önemli bir tarihi kesitidir; bugünkü gençlerimizin, gelecek nesillerimize gururla anlatıp, kendilerine örnek alıp hatırlayacakları, ulus ruhunun övünç duyacağı tarihi altın dönemdir.
Tarihin Dalgalarında Doğan “Genç Tulpar”
İnsanlık tarihinde dünyayı yöneten tüm imparatorlukların er ya da geç dağılması, yıkılması bir tür doğal kanundur. Dünyanın gördüğü en büyük devletler; İslam Halifeliği, Roma İmparatorluğu ve Cengiz Devleti de öznel ya da nesnel, çeşitli durumlarla bağlantılı iç ve dış sebepler sonucunda silinip gittiler. Tüm imparatorluklar, yönetim yapılarındaki katı düzeni korumak için otoriterliği, tek başlılık yönetimini sürdürmekte ısrar ederler. Bu yönetim tarzı bazen katı, bazen yumuşak eğilimli bir siyaset etme yöntemi uygular. Sovyetler Birliği’ndeki proletarya diktatörlüğü ise, katı imparatorluk yönetiminin en kanlı, en kaba tipi olarak ortaya çıktı. En büyük ve en son imparatorluk, Komünist Parti önderliğindeki işte bu devlet oldu.
Herhangi bir devlet, yaşayan bir organizmadır; doğar, gelişir. Gelişmeyi, düşüş ve yenilenme dönemleri takip eder. Ve Sovyetler Birliği de toplumsal gelişmenin bu doğal yasasının dışında kalamadı.
Kazak halkı ise, talihsizliğinin bir eseri olarak, Sovyetler Birliği’ne bağımlı olmak durumunda kaldı. Aslında Kazak tarihinin son 300 yılı benzer bir kaderi yaşadı.
Kazak Hanlığı, istikrarlı bir hale gelip sosyal, siyasi ve ekonomik olarak gelişip güçlendiği sırada Cungar istilası ortaya çıktı. Kırk yıl süren kıyım-katliamdan kurtulup ancak kendine gelebildiğinde ise Rus Çarlığı boyunduruğu başladı; bu durum, Sovyet yönetimiyle devam etti.
İnsan, tarih içinde ömür sürer ve uygarlığı inşa eder. Ne var ki, kendi dirliğini sürdürürken, acımasız bir yönetime maruz kaldığında, onun verdiği ziyan ile hayatı, insanın dile getiremeyeceği derecede kötüleştirir. Aynen bunun gibi, dünyanın altıda birini kaplayan bir coğrafyada hüküm süren Sovyetler Birliği, “dünyada cennet” olacağını iddia ettiği komünist toplumu inşa uğruna, öz halkını azaba düçar edip, “dünyadaki cehennem”in ateşini yaktı. Sovyet yönetiminin söyledikleri ile icraatları arasındaki uzaklık, yalan söylemeyi, o da sahtekârlığı getirdi. Kendi halkını gözünü boyayıp aldatma, alışkanlık halini aldı. Ardıcın közü olmaz, yalancının sözü olmaz misali, halk da, yavaş yavaş yönetimin niyetini anladı. Ne var ki, bunu açık şekilde dile getireceği güne kadar, maskeli balo oyunu oynamaya devam etti.
En önemlisi de, ulusal azınlıkların maneviyatlarının bu keşmekeşlik içinde günden güne bozulmaya başlamasıydı. Yalanla, göz boyamayla yaşayan bir toplumun kişilik sahibi olamaması, değer üretemez hale gelmesi ve kısırlaşmaya doğru yuvarlanması kaçınılmazdır. Böyle toplumdaki bir siyasi yapının da, er ya da geç, kökten değişikliklere uğrayacağı gün gibi açıktır. Sovyet yönetimi; özgürlük, eşitlik, sosyalizm, komünizm, mutlu çocukluk, milletlerin dostluğu gibi sloganlarla halkı kandırıp zihnini esir aldı. “Tek parti, tek iktidar, tek temsilci” politikası çoğunluğu kör kalabalığa dönüştürdü. Polis gücüne dayanan eli sopalı yönetim, sadece düşüncesine uygun olana hayat hakkı tanıyıp, siyasi görüş farklılıklarına karşı merhametsizce mücadele yürüttü.
Tüm sömürgeci imparatorlukların amacı birdir. İstila ettikleri halka boyun eğdirip, onları avuçlarının içine almak isterler. Karşılarındaki başlıca engel olarak da düşünceyi gördüklerinden, öncelikle, sömürge altına aldıkları halkın aydınlarını kurutmayı hedeflerler.
İnsanlık tarihindeki en büyük cürümler, XX. asırda Sovyetler Birliği’nde, Komünist Parti önderliğinde gerçekleştirildi. Ülke, halklar hapishanesine dönüştürülürken, tam bir katliama da maruz kaldı.
Sovyet yönetimi, görünürde “halk” diyordu; gerçekte ise, onu horlanmaya mahkûm etti. 1920 yılında, V.I. Lenin’in talimatıyla komünist S. Berzin1, “Solovetsk” adasında dünyadaki ilk toplama kampını kurdu. Onu takip edenler, tarihte eşi benzerine rastlanmayan zorbalıklar gerçekleştirdiler; “halk düşmanları ailesi” denilen suçlama ile kadınlar ve çocuklar için bile toplama kampları inşa ettiler. Bu uygulama daha sonra Alman faşistlerine de örnek oldu; onlar da bunun benzeri kamplar kurdular. Komünistlerle Alman faşistlerinin devlet idare etme tarzları birbirine çok benzer bir hale geldi. Tek fark olarak, Alman faşistleri, istila ettikleri ülkelerin halklarını katlettiler, komünistler ise kendi halklarını…
Sovyetler Birliği’nin işlediği en büyük cürüm ise, sosyalist sistemin totaliter baskısıyla iki yüzden fazla ulusu bilinçli olarak birbirleriyle karıştırıp ortadan kaldırmaya yönelik siyaseti oldu. Bu siyasetin neticesinde karışık evlilikler ve bu evliliklerden doğanların sayısı arttı. Çok sayıda halk, etnik topluluk yok olup gitti. Yüzlerce, binlerce yıllık tarihleri olan kadim kültürler kayboldu. Sovyetlerin dünü ile bugünü karşılaştıran Alman yazar Thomas Mann, Sovyetler Birliği’ni bu yönüyle, dipsiz bir kuyuya benzetecektir.
XX. yüzyılın 50’li-60’lı yıllarının Sovyetler Birliği tarihinde özel bir yeri vardır. Josef Stalin’in ölümü, Sovyetler Birliği’nin iç ve dış politikalarındaki eksikliklerin görülebilmesini sağladı. “Tek Kişiye Tapınma ve Sebepleri” öz eleştirisi,2 Sovyet siyasi sistemi ve toplumsal hayatında ciddi bir silkiniş meydana getirdi. Yeni yöneticiler, büyük bir hevesle sosyalist sistemin temel ilkelerine dokunmadan ülkede siyasi reform yapmaya giriştiler. Tahmin edilebileceği gibi bu liberal açılım, istikrarlı olarak devam etmedi. Totaliter bilinçle yoğrulmuş toplumda, elitler de büyük değişimlere, yeniden yapılanmaya hazır değillerdi. Yine de kapitalist Batı ülkeleriyle ilişkiler bir nebze düzelip, “demir perde” aralandı. Ülkedeki siyasi baskı ve zorbalıkların azalmasıyla birlikte, Sovyet iktidarının öz halkına uyguladığı zulmün, beslediği evhamın da örtüsü açılmaya başladı.
“Kruşçev Ilımlılığı”3 politikasının hayata geçmesi için ülkede nesnel ve öznel ön şartlar hazırdı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP)’nin XX. Kongresi’nde “Tek Kişiye Tapınma ve Sebepleri” kararının kabul edilmesinin de bir gerekçesi vardı. Gerçeği balta kesmez! Kongre’de, Merkez Komite üyelerinin kararı oy birliği ile kabulünün kendisi çok şey anlatır. Bu kararla, tarihin inişli çıkışlı yolunda kişiye tapınma alçaklığının yüzündeki örtü açıldı. Aslında, kişiye tapınma politikası Stalin’den daha önce, Lenin’in inşa ettiği bir kızıl terörizm yoluydu. Şimdi ise bu siyaset devlet düzeyinde ifşa ediliyordu. Komünist Parti’nin XX. Kongresi kararları, yönetimin yüzünü halka çevirip, adalet sağlama niyetinde olduğunu gösterdi. Despotluk, zulüm idaresinin katılığı, yumuşama yoluna gireyim dedi.
1939-1945 yılları arasındaki İkinci Dünya Savaşı, ölüm ve zorluklarla birlikte Sovyet asker ve subaylarının yaradılışlarına etki edip, dünyaya bakış açılarını değiştirdi. Batı ülkelerindeki yaşantıları gören Sovyet vatandaşları, kendi hayatlarına daha eleştirel şekilde bakmaya başladılar. Savaştan dönenlerin arasında sosyalist sistemin hatalarına, etnik ilişkilerdeki yanlışlıklarına kafa yoran adamlar çıktı. Bilhassa Rus entelijiyası saflarından savaşa katılan Aleksandr İ. Soljenitsin, Anatoli Rıbakov, V. Aksanov gibi şair ve yazarlar, eserlerinde, Sovyet sisteminin ne olduğunu açık olarak ifşa ettiler. Rusya tarihinde benzer bir durum, 1812 yılındaki savaştan (Rus-Fransız Savaşı) sonra da yaşanmıştı. O zaman da Napolyon’u yenen Rus ordusunun ön saflarındaki birliklerin subayları, monarşik yapıyı değiştirmek amacıyla harekete geçmişler ve “dekabristler” olarak adlandırılmışlardı.
Sovyetler Birliği, 1921-1954 yılları arasında 3 milyon 777 bin vatandaşını “halk düşmanı” olarak yargılayıp hapishanelere tıktı; bunların 642 bini kurşuna dizildi. 1929-1933 yılları arasında Kazak Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti OGPU4 siyasi temsilciliğinin üç kişilik kurulu ise 9.805 yargılamada bulunarak 22.933 kişi hakkında hüküm verdi, bunların 3.386’ü kurşuna dizildi. Kurşuna dizilenler arasında Jusipbek Aymavıtov, İmanjusip Kutpanov gibi millet gamı çeken Alaş aydınları ile şair-ozanlar da vardı.
Kazakistan’da, 1937-1938 yılları arasında da 100 binden fazla insan tutuklanıp, 27 bini kurşuna dizildi. Bu hapse atılan ve öldürülenlere ait listenin başında, Kazakların okuyup yetişmiş, halkının geleceğini düşünen, ön saftaki aydınları bulunuyordu.
Diğer yandan Sovyetler Birliği’nde gözaltına alınan “halk düşmanları” sayıları 953’e ulaşan toplama kamplarında tutuldu. Sadece, Kazakistan’da, GULAG’ın5 11 toplama kampı bulunuyordu. Bunlar; Aljir, Karlag, Dalniy, Stepnoy, Pesçanıy, Kamışlag, Aktöbe, Petropavl, Kengir ve Öskemen çalışma kamplarıydı.
Bunun yanı sıra, her milletten milyonlarca insan, Kazakistan ve diğer Orta Asya ülkelerine sürüldü. Daha dün uğratıldıkları Açlık felaketi ile kan kusturulan, gençlerinden ayrı düşürülen ve gözyaşları ancak kurumaya başlayan Kazak ülkesinde yeni dertler, elemler peyda oldu. İnsanın dile getiremeyeceği derecede insanlık dışı zulüm ve vahşetlere şahitlik edilmeye başlandı.
Tarihinde hapishane görmemiş Kazak ülkesi, “halklar hapishanesine” dönüştürüldü… Sadece Karlag Toplama Kampı’na 200 bine yakın insan konularak baskı ve zulme maruz bırakıldı. Hatta ALJİR’de kadınlar için özel toplama kampı kuruldu.
1937 yılında Uzak Doğu’dan 100 binden fazla Koreli, Rusya’nın İdil (Volga) bölgesinden 361 bin Alman getirildi. 1943-1944 yılları arasında da Kuzey Kafkasya’dan sayıları 507 bin civarında olan Çeçen-İnguşlar, Karaçay-Balkarlar, Ahıskalılar -ki Ahıska’dan sürülen Kürtler ile Ahıskalı Türkler kaldılar, geri dönmediler-, Kalmuklar ile Tatarlar sürgün ile Kazakistan’a yerleştirildiler, Kazakların geniş bozkırına dağıtıldılar.
Kazak, kendisi özgür bir hayat sürdüğü gibi başkalarının özgürlüğünü de kısıtlamamıştır. Onun ülkesinde hapishane olmayışının temelinde özgürlüğün kadrini bilmesi yatar. Kazakların adam öldürmeyi azgınlıkla eşdeğer görmesi de gerçek bir ahlaki duruş, aklıselim sahibi oluşunun alametidir. Kazak nezdinde, hiçbir gerekçe cinayeti haklı kılmaz. Çünkü kan kanı çeker. Kötülük ortaya çıkınca kendiliğinden yayılıp sürer, gider.
Sovyetler, Kazakların milli hususiyetini, insancıllığını suiistimal edip onları, tembelliğe, çekingenliğe sürükleyerek aklına geleni her şeyi yaptı. Hayvanlarını telef etti, aydınlarını hapse atıp, öldürdü. Bununla da yetinmeyip, ata mekânlarını kederin gözyaşlarıyla doldurdu.
J. Stalin öldükten 20 gün sonra, 1953 yılının 26 martında NKVD Başkanı L. P. Beriya’nın hazırladığı “Af Hakkında” (ob amnistiy) konulu hükümet kararını Yüksek Sovyet Prezidyumu onayladı. Böylece (siyasi sebeplerle) hapishanelerde tutuklu bulunan hürriyetlerinden mahrum edilmiş 2 milyon 526 bin 402 kişiden, 1 milyon 183 bini serbest bırakıldı. Böyle bir af, bu kadar insanı bir anda hapishaneden boşaltma hadisesi bundan önce görülmemişti. Tabii ki bu kararın hayata geçirilmesinde L. P. Beriya6 ile N. S. Kruşçev7 arasındaki post kavgasının da rolü vardı. Her ikisi de geçmiş günlerin karanlık gölgesinden uzaklaşmak istiyordu…
Nasıl olmuş olursa olsun, vatandaşlık hukukunu savunmaya kapı aralandı; serbest siyasi hayat düşüncesi canlandı. Sovyetler Birliği’nde Komünist Parti, sosyalist sistemdeki devlet organlarından daha yukarıda bir konuma sahip olduğundan, çok şey, onun liderliğini üstlenen kişinin yöneldiği istikamete bağlıydı. Zamanın ihtiyaçlarına uygun, çağın talebini yerine getirecek siyasi şahsiyet ise Komünist Parti Politbürosu’nda bulundu. Ve Sovyetler Birliği’ni, 1953-1964 yılları arasında Nikita S. Kruşçev yönetti. Bu on yıl, Sovyetler tarihinde “Büyük Yıllar” olarak adlandırıldı.
“Kruşçev Ilımlılığı” özel olaylarla ilişkili olarak üç döneme ayrılır:
Birincisi, İ. V. Stalin’in ölümünün ardından, 1953 yılı martında başlayıp 1955 yılı başına kadar devam eden Malenkov önderliğindeki parti karşıtı grupla mücadele dönemidir.
İkincisi ise, 1955-1957 yılları arasındaki N. S. Kruşçev tarafından J. Stalin’in “tek kişiye tapınma” uygulamasının ifşa edilmesi dönemidir.
Üçüncüsü de, 1957 yılının aralık ayı ile 1964 yılı ekimi arasındaki iç ve dış siyasette krizlerin ortaya çıktığı ve N. S. Kruşçev’in yönetimin başından gittiği dönemdir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, 1950’li-60’lı yıllar Sovyet toplumunda sıradan insanların karakterini değiştirdi, siyasi tutum sergileyebilmelerine kapı araladı. Bu arada Kruşçev Ilımlılığı’nin etkisiyle “sınıf sosyalizmi” adı verilen terim ortaya çıktı. Toplumda özgürlüğün başını kaldırabilmesi için imkân doğdu. Siyasi kırgın ve sürgüne uğrayan insanları tümüyle aklama çabaları başladı. B. Pasternak, M. Zoşşenko, İ. Erenburg gibi yasak edilen daha birçok şair ve yazarın eserlerinin gün yüzü görmesine ortam hazırlandı. A. Tvardovski’in “Yeni Dünya” dergisi adaletin, doğruluğun karargâhına dönüştü. A. Soljenitsın, B. Slutski’lerin eserleri yeniden basıldı. Aynı zamanda Rus olmayan bölgelerde de uyanış başladı.
Sovyetler Birliği’nde yaşayıp, Stalin’in “tek adam diktatörlüğü” siyasetinin zararlarını çeken halklar, adalet arayıp, çeşitli girişimler başlattılar. İnsan haklarını savunmak, tarihi gerçekleri dile getirmek için kurulan “Vatan (Rodina)” gibi halklararası cemiyetler ortaya çıktı. Kızıl İmparatorluğun totaliterlik, kişiye tapınma politikasının zararlarından kurtulma dönemini, “Kruşçev Ilımlılığı” yılları diye niteliyorsak da, bu yıllar Sovyetik anlayışın üzerinde baht dalgalarının yüzmeye başladığı olağanüstü bir zaman idi. Siyasi popülerlik niyetiyle de olsa, iktidarın yüzü halka dönmüştü. Diktatörlük döneminde katılaşıp, kopkoyu hale gelen zifiri karanlık, dağılayım demeye başlamıştı.
1953-1964 yıllarındaki “Kruşçev Ilımlılığı” sırasında, Sovyetler Birliği’nde o güne kadar çözümsüzlüğe itilen, gündeme getirilmeyen, onlarca yıl üstü örtülen milletler sorununu çözmek için de adım atıldı. Ancak bu ılımlılık politikası, zamanla halklar arası ilişkilerin gerginleşmesine yol açtı. Batı Ukrayna, Kafkasya bölgesi cumhuriyetleri, milletler sorunundaki sürgün ve baskı konusunu sıkça dile getirdiler. Milli kültür, ana dil ve siyasi-etnik meseleleri çözüm doğrultusunda faaliyetlere giriştiler. Mücadele neticesinde sürgün edilen halklar aklanıp, doğdukları yerlere dönme imkânı elde ettiler.
Sovyet Birliği’ndeki bu siyasi ortam, tüm milletlerin bilinçlerini uyandırıp, milli kimliklerini yeniden inşa etmelerine fırsat sağladı. Milli özerk cumhuriyetlerini kurmak için Kırım Tatarları, Povolje (Volga) Almanları milli kurtuluş hareketleri başlattılar. Tüm bağlı cumhuriyetlerde, milli özerk yapılarda da açık/gizli örgütler kurulup, kendi milli çıkarlarını savunma çabaları ortaya çıktı.
Baltık Kıyısı Cumhuriyetleri’nde bağımsızlık yolunda milli kurtuluş hareketleri geniş zemin buldu. Bu gelişmede, 1956 yılında gerçekleşen Polonya ve Macaristan’daki ayaklanmalar da etkili oldu. 1956-1959 yılları arasında Baltık Kıyısı Cumhuriyetleri’nde sosyalist sisteme, Komünist Parti diktatoryasına karşı gösteriler arttı. Safları günden güne çoğalırken, yürüyüşlere binlerce insan katıldı. Bütün gösterilerde milli kültür ile ana dili geliştirme, bağımsız devlet kurma yönünde talepler dile getirildi.
Siyasi reformlar ile özgürlük hareketleri Kazakistan’a gecikerek geldi; ama Kazaklar da, er ya da geç, gerçeğin perdesinin açılacağına inanıp, varlıklarını koruyabilmenin kaygısına düştüler.
Cumhuriyetlerdeki milli talep ve itirazlar farklı yöntemlerle dile getirildi. Baltık Kıyısı Cumhuriyetleri ve Ukrayna’da geniş katılımlı yürüyüşler yapılırken, Kazakistan’da ise karşı olunan hususları oy pusulalarına yazma yaygınlaştı. Rus bilimadamı Aleksandr Pıjikov’ın araştırmalarına göre, Moskova’nın milletler politikasını itirazlarını, uyuşmazlıklarını oy pusulalarına yazıp bildirme konusunda Kazakistan her zaman ön sırada yer aldı.
Toplumsal gelişme sürecinde her ulus, yalnızca uzun asırlar boyunca oluşan kendine has değerleri esasında siyasi sistem inşa edebildiğinde evrenselliğe doğru ilerler. Milli ülküleri gerçekleşir. Kapitalist ilişkileri güçlü olmayan, yarı göçebe hayat tarzı milli özellikleri haline gelmiş Kazak halkı, sosyalizme hiçbir zaman hevesli olmamıştır. Hayat tarzındaki bu farklılık ve sınıflar arası çelişkinin olmayışından dolayı sosyalist toplum inşa için de gerekli şartlar yoktu. Ne var ki, milli değerleri temelinde hayat sürmekte olan Kazak ülkesine, örf adetlerine uygun olmayan ve kendi isteklerinin hilafına getirilen sosyalist sistem, fayda değil, aksine çok büyük zararlar verdi; toplumun üst tabakası yok edildi, halkın maneviyatı kırıldı.
Başkalarının hakkını gasp edip, mutlu bir toplum kurmayı hayal eden bir devletin geleceğinin belirsiz olacağı muhakkaktır. Nitekim Alaş aydınları öldürülmelerinden önce, Sovyetler Birliği’nin bir gün muhakkak yıkılacağını öngörmüşlerdi.
Mağcan Cumabayev (Jumabayev):
“Ongun ülkem, gür, kara ağacım8,
Cesaretli, heybetli, er Alaş’ım,
Yıkılır kendi, verme sırrın, sabır kıl,
Ancak ahmak, fark edemez öz gücün.”
diyerek Alaş aydınlarının hayalperest, akıldışı Sovyet devletinin yıkılacağına nasıl inanmış olduklarını dile getiriyordu.
1929 yılı ocak ayında da Mirjakıp Duvlatov (Miryakub Duvlatoğlu/Duvlatulı/Dulatov), gelecek kuşaklara öğüdünde:
“(Alaş aydınlarının) Sovyet iktidarına karşı mücadele ile seslerini yükseltmeleri, Kazak halkı kendi kendi yöneterek ömür sürsün denilen gayeden doğan niyettir, yalnızca. Öz vatanımız kendimize bırakılsın diyoruz… Ömür yetse, kader yazsa milletimin geleceği için çalışmaya, var güç-kuvvetimi sarfetmeye borçluyum. Yanıldıysam, halkımla birlikte yanıldım; aydınlık yola doğru atılırsam da, milletimle birlikte atılırım” diyordu.
XX. asır Kazak halkına, ömründe görmediği felaketli, facialı yıllar getirdi. Maruz kalınan trajedilerin bazıları şunlardı:
İlk olarak, 1919-1921, 1931-1933 yıllarında, Sovyet iktidarı eliyle hazırlanan Açlık’tan dolayı Kazakların nüfusu yarı yarıya azaldı.
İkinci olarak, savaşlar, milli idraki zayıflattı.
Üçüncü olarak, Kızıl İmparatorluk, planlı şekilde, Kazak aydınlarının tamamına yakınını kıyımlara, idamlara kurban etti. Halkı, yol göstericilerinden, önderlerinden ayırdı.
Dördüncü olarak, Sovyet iktidarı, sınıf mücadelesi bahanesiyle Kazakların parmakla sayılacak kadar az kalmış aydınlarını da ikiye bölüp, birbirlerine karşı düşman hale getirdi.
Beşinci olarak da, sosyalist ideoloji, millet, milliyetçilik gibi dünyadaki en asil kelimeleri, halkın beynine, öcüleştirerek yerleştirdi.
Bunların sonucunda Kazakların milli bünyesi, sınıf ayrımına dayanan komünist ideolojiye karşı mücadele edebilecek bağışıklık sistemini kuramadı. Milli şuuru, kaygının kara bulutları örttü. Ne var ki milliyet duygusu da, Kazak bozkırında ezelde ortaya çıkıp, zaman içinde gelişerek sonsuza kadar silinmez bir nitelik kazanan, her Kazak’ın iliklerine kadar işlemiş bir özellik idi.
Toplumların gelişme tarihlerine göz atarsak, fetret dönemlerinde, zor ve meşakkatli zamanlarda milletlerinin yanlış yolda kaybolmalarını engelleyecek, zifiri karanlıktan alıp çıkaracak alp şahsiyetlerin topluca dünyaya geldiklerini görürüz. Halkına önderlik edecek, “sekiz kırlı bir sırlı” yani on elinde on marifet olan bu şahsiyetlerin sayısı ne kadar çok olursa, ülkenin gelişmesi de o derece hızlı olur. Kazak halkı da yetenekli, milleti için canını feda edebilecek oğul ve kızlarından hiçbir zaman mahrum olmadı.
İşte sözü edilen o fetret döneminde de, halkımızın manevi ve kültürel gelişme yolunu, çağın gereklerine uygun olarak yeniden kanalize edecek olan, yüz yılda bir yaşanacak bir gelişme oldu ve tarih sahnesine Alaş aydınları çıktı. Aynı anda Alihan Bökeyhanov (Bökeyhan/Bökeyhanulı), Ahmet Baytursunov (Baytursınov/Baytursun/Baytursınulı), Mirjakıp Duvlatov, Mustafa Çokay (Şokay) ve diğer öncüler, Jüsipbek (Yusufbek) Aymavıtov, Mağcan Cumabayev, Sultanmahmut Torayğırov, Muhtar Avezov gibi üstün yetenekli insanların dünyaya gelmeleri olağanüstü büyük bir hadisedir. Ne var ki biz, “eldeki hazinenin” kadrini bilemedik, onu koruyup, saklayamadık. Tanrım da, bize, iki elin parmaklarından az aydını çok gördü.
Kruşçev Ilımlılığı’nin getirdiği atmosfer, Kazakların mizacında da inkılaba yol açtı. 1950’lerdeki siyasi düşünce hareketi, insanların yönetime karşı bireysel karşı çıkışları ile başladı. Toplumda karşılık bulunca da sosyal düzeni sarsabilecek boyuta ulaştı.
Dirilmeye başlayan milli şuur, ahmakça uykudaki halkı da uyandırdı; ülkenin kılcal damarlarına dokundu. Halk, kendisini düşünen ve önderlik eden aydınlarla birlikte, bazen açık, bazen de gizli şekilde mücadeleye atıldı. Bildiriler yazıp dağıtma, iktidara, Komünist Parti komitelerine şikâyet mektubu yazma rutin bir eylem haline geldi. Genellikle üst makamlara, bireysel ya da toplu şekilde mektuplar yazıldı. Böylelikle Kazakistan’da da, “milliyetler politikası”ndaki haksızlıkları açık olarak kınayıp, itirazlarını bildiren insanlar ortaya çıkmaya başladı. Bu insanlar, İkinci Dünya Savaşı döneminde fedakârca yiğitlik göstermelerine rağmen sadece Kazak oldukları için “kahraman” ünvanını alamayanlara yapılan adaletsizlikten başlayıp, köylerdeki vaziyeti, özellikle kolhozda yaşayanların karşı karşıya bulundukları hayat zorluklarını gündeme getiriyorlardı. O sırada Rahımcan Koşkarbayev, Kasım Kaysenov ve Bavırcan Momışulı’nın fedakârlıkları halkın dilinden düşmüyordu. Ama onlar, Kazakistan’daki tüm kolhozcular gibi, çalışma karneleri olmaması bir yana öz iradeleri ile hiçbir yere gidemeden köle gibi ömür sürdüler. Halk, değişimi, farklı şekilde ömür sürmeye imkân sağlanmasını talep ediyordu.
Lakin çoğunluğun homurdanmaları, genellikle, sıcak ocağın başından, serilen sofranın etrafından öteye geçemedi. Yönetimin adaletsizliği, halkın ihtiyaçlarına kimsenin ilgi göstermemesine eleştiriler her yerde yapılan sıradan konuşmalara dönüştü. Buna rağmen, yüzlerce bilge, binlerce tulparın yani yiğidin doğduğu bu topraklarda, sözle yetinmeyip, harekete geçenler de oldu. 1951 yılında Karagandı şehrinde, savaş gazisi K. Jaksılıkov’un öncülüğü ile B. İskakov, A. Nareşev, K. Temirov ve başkaları, “Elini (Ülkesini) Seven Erler Partisi” (ESEP) adıyla gizli bir teşkilat kurdular. ESEP, propaganda faaliyetlerinde bulunup, gençleri, milletini sevmeye, halkına sahip çıkmaya çağırdı. Maalesef, teşkilatın faaliyeti çoğunluğun desteğini göremeden, kısa süre içinde sonlandırılmak zorunda kaldı. Savaş sonrası henüz kendine gelemeyen halk şuuru, karın tokluğu, insanların kara başlarının selametini düşünme tasasından öteye geçememişti.