Kitobni o'qish: «BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU»

Shrift:

Teşekkür

Sondan başa doğru saymak gerekirse…

BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU. 2023-1938

Tecrübesizliğim nedeniyle sorularımla bunaltmama rağmen bana karşı nezaket, sabır, inanç ve güler yüzlerini hiçbir zaman kaybetmeyen başta Hülya Şat ve Aykut Tanrıkulu olmak üzere yayınevindeki tüm destekçilerime ve bu güzel insanlarla tanışmama vesile olup samimiyetini benden eksik etmeyen Tolga Gümüşay’a…

Romanın yazılma süreci içinde okuduğum araştırma, anı yazısı ve tarihsel dokümanlardaki kıymetli bilgilerin bizlerle buluşmasını sağlayan ve kitaplarını kaynak olarak kullandığım başta Orhan Çekiç hocam olmak üzere tüm saygıdeğer araştırmacılara, Atatürkçü düşünürlere ve cumhuriyet savunucularına…

Kafamın içindeki hayalleri sayfalarla buluştururken koşullar ne olursa olsun küçücük yaşına rağmen bana her zaman destek çıkan ve karmaşıklıklar çıkmazındayken çoğu zaman benden daha olgun davranan oğlum Rüzgâr Kemal Karaağaç’a…

Ayrıca bu kitabın yazılmasına ilham veren, savunduğu ideoloji fark etmeksizin sorgulayan-okuyan-araştıran-geliştiren-taş üstüne taş koyan herkese romanımın okurları huzurunda teşekkür ederim.

Alper Karaağaç

Bu romandaki karakterlerin ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur…

… belki de vardır.


1

Çapaklanmış gözlerimi zor da olsa açtığımda bir tren garında olduğumu anladım. Rayların kenarında boylu boyunca uzanmış yatıyordum. Kurumuş ve şişmiş parmaklarımla gözlerimdeki çapakları temizledim. Görüntülerin bulanıklığı yavaş yavaş geçerken etrafımdaki insanların bana utanç dolu bakışlarını gördüm. Bir gar görevlisi “kalk çabuk” der gibi el işaretleri yapıyordu bana uzaktan. Biraz toparlanmaya çalışıp sırtımı taş duvara yasladım. Hava zaten sıcak, ağzım dilim kurumuş, bir an önce su içmem gerekiyordu. Üstüm başım toz içinde, kendimden tiksiniyordum, dahası yorgun ve bitkin bir haldeydim. Dün geceyi nasıl bitirdiğimizi hatırlamıyorum bile. Son hatırladığım şey, bizim çocuklarla şu meyhanede bir güzel içiyorduk. Ama ben bunu ödetirim onlara! Adamı sarhoş halde, yalnız başına tren garında bırakmak neymiş görecek onlar… Herifler dost değil oksijen zayiatı sanki! Hata bende, yaralı parmağa işedikleri nerede görülmüş? Çok da çişim var, karnım patlayacak birazdan.

Ağır ağır doğrularak kalktım ve tuvalete doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Bir yandan da etrafa bakıyordum gözucuyla, Haydarpaşa’ydı burası… İyi ama bu kalabalık da nereden çıktı? Tren seferleri henüz başlamamıştı ki. Bu insanlar nereden gelip nereye gidiyorlar anlamış değilim. Etrafta bir türlü çözemediğim garip bir hava vardı. Başım da zonkluyor zaten. Kapıyı aceleyle açıp işimi görmek için tuvalete hücum ettim. Acele edeyim derken yerdeki ıslaklığı görmemişim, ufaktan da olsa bir düşme tehlikesi yaşadım ama hemen sonra toparladım. Bu ani hareket, vücudumda ufak çaplı bir şok etkisi yarattı.

Hep söylemişimdir, “Dünyanın en güzel manzaralı tuvaleti Haydarpaşa’dadır,” diye. İşimi ayakta görürken yüzümde rahatlamanın verdiği dinginlikle bir yandan Kadıköy’ün o eşsiz vapur trafiğindeydi gözüm. Çok değişik gözüküyordu her yer, deniz bile görmeye alıştığım gibi değildi. Beyaz boyaları soyulmuş tuvalet penceresinden dışarıya sarkıp etrafta olup biteni anlamaya çalıştım. İnsanların kıyafetleri, vapurlar, balıkçı tekneleri… Bambaşka gözüküyordu her şey. Doğma büyüme Kadıköylüydüm. Bu yüzden şu kısa sürede yaşadıklarımın bana bu kadar yabancı gelmesi şaşırtmıştı beni. Olacak gibi değildi, bu muammaları ufak bir tuvalet penceresinden çözemeyeceğimi anlayıp kendimi hemen dışarı attım.

Öğle vakti olmasına rağmen garın o masalsı loş havası benim için işi daha da dramatikleştiriyordu. Etrafımda, yüzlerinde bir yabancılık sezdiğim insanlar dolaşıyordu. Kulak kabarttığım kadarıyla konuşmaları da bir garipti ama asıl kıyafetleri bana tamamen yabancıydı. Herkes son derece şık giyimliydi. Ceketler, şapkalar, bastonlar, cep saatleri havada uçuşuyordu. Moda dergisinden fırlamış gibiydi herkes. Dönem dizisi çekiyorlar herhalde diye düşündüm ama etrafta set ekibi filan da yoktu. Bir süreliğine büyülenmiş bir şekilde etrafta şaşkın şaşkın dolandım.

Tam Instalık mekândı burası. Bir hikâye koyma vakti çoktan gelmişti, filtreye bile gerek yoktu hatta. Telefonumu almak için elimi cebime attım. Kahretsin! Telefonum yoktu. Cüzdanım… onu da bulamıyordum. Uyandığım yeri ve hatta bütün istasyonu aradım ama ikisi de yoktu işte! Şimdi taşlar yerine oturuyordu, gasp edilmiştim. Cüzdan neyse de olan telefona oldu. Üstelik iki üç aydır yedek de almıyordum. Hesaplar, yazışmalar, fotoğraflar… Hepsi gitti! Babam oyacak beni akşam. Telefonu bulamazdım ama cüzdan için en iyisi bir an önce karakola gitmeliydim. İçindeki paraları aldıktan sonra gerisi kimsenin bir işine yaramazdı nasıl olsa.

Ben kafamda bu hesapları yaparken bir insan güruhunun trenden indiğini ve deniz tarafına açılan kapılara doğru yürüdüğünü gördüm. Kapıların üstündeki vitraylardan yansıyan rengârenk ışıklar gözlerimi kamaştırıyordu. Kalabalığın çıkması için açılan kapıların ardından içeri dolan iyot kokulu havayı ciğerlerimin en derinine kadar çektim. Denizden gelen yosun kokusu tüm bedenimi sarmış ve çocukluğumda kıçımın arasına kaçan kumları hatırlatmıştı bana. Ortamın havası bile farklıydı sanki ve bu atmosfer başımı döndürüyordu. Kalabalığı izleyerek kapıdan dışarı çıktığımda Marmara’nın o güzel mavisini gördüm. Su şıkır şıkırdı ve göz kamaştırıyordu. Muhteşem bir bahar havası vardı ve herkes, her şey bu havaya ayak uydurmuştu. Martıların gülüşleri bile tam olması gerektiği gibiydi. Bir tiyatro sahnesindeydim sanki… Denize ağ atan balıkçılar ve onların yancısı martılar, bankta oturmuş birbirine kur yapan sevgililer, gazete dağıtan çocuklar…

Gazetelerin neslinin tükendiğini düşünürken bir de bunlar çıkmıştı şimdi. Yeni trend bu herhalde, diye düşündüm, neticede bir şeyin satması için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Gazeteci çocuklardan birini çevirmeye çalıştım ama herkes az önce trenden inen grupla ilgileniyor, alkış kıyamet, yer yerinden oynuyordu. Gazetecilerin flaşları patlıyor, halk çılgınca tezahürat yapıyordu. Bu kişilerin kim olduğunu anlamak için yaklaşmaya çalıştıysam da bir şekilde oraya dahil olamadım. Ya görevliler yaklaşmama engel oluyor ya da etraftaki kalabalık bu paspal halimle arasına almıyordu beni. Yabancı bir müzik grubu olduğunu düşündüysem de giydikleri kıyafetler bu düşünceme engel oldu, çok klasiklerdi. Uzaktan gördüğüm kadarıyla üstünde “Acar” yazan bir tekneye binip uzaklaştılar. Öğrenmek için birkaç kişiye sormaya yeltendim ama kimse yüzüme bakmaya bile tenezzül etmedi.

Grup oradan ayrılınca ortalık nispeten sakinleşti ve herkes işine gücüne geri döndü. Ben de bu fırsattan istifade ederek en sonunda gazeteci çocuklardan birini durdurmayı başardım ve bir gazete istedim. Tipimi ve tavrımı beğenmemiş olacaktı ki yaşına başına bakmadan beni tepeden tırnağa iyice bir süzdü. Sonra koltuğunun altında duran ve keten bir iple bağlanmış gazete tomarının içinden bir tanesini çekti ve bana uzattı. Diğer eliyle de avucunu açtı, “Beş kuruş,” deyip parasını istedi. Yıllardır gazete almamıştım ve hatta okumamıştım bile. Hemen gazeteye göz gezdirmek istediysem de çocuk hiç aralık vermeden, “Abi beş kuruş,” diye yineledi. Kuruş mu kaldı, diye düşünürken ceplerimi karıştırmaya başladım ama sonra cüzdanımı kaybettiğimi hatırladım ve bir dudak bükümüyle çocuğa derdimi anlatmaya çalıştım. Başını iki yana salladı ve gazeteyi elimden usulca çekip tomarına geri koydu. O esnada dikkatimi bir şey çekti. Gazete, bugünün gazetelerine hiç benzemiyordu. Resimlerden anlayabiliyordum bunu. Siyah beyaz ve kalitesiz resimlerdi. Bunun da yeni bir trend olduğunu düşündüm ama sonra dayanamayıp sordum.

“Bu gazete bugünün mü?”

“Yok abi, iki gün sonrasının!” diye dalga geçti benimle namussuz.

“Ver bakayım bir daha.”

Gayet gıcık bir şekilde omuzlarını kaldırarak, “Vermem,” dedi. O sırada yanımızdan geçen biri, bu acınası konuşmayı duymuş olacaktı ki son derece artistik bir hareketle elindeki gazeteyi göğsüme yapıştırdı ve yoluna devam etti. Adam o kadar seriydi ki bir teşekkür bile edemedim. Ekmeğiyle oynandığını düşünen gazeteci çocuğun ufaktan da olsa adama söylendiğini işittim.

Hemen kendimi toplayıp gazetenin baş sayfasını bulmaya çalıştım ama sayfalar sanki benimle oyun oynuyordu. Ben bulmaya çalışırken o sayfa arkaya gizleniyordu. Tablete alışık olduğumuzdan mıdır nedir, böyle çok sayıda büyük sayfayı bir arada görünce el ve parmak koordinasyonumu sağlayamamıştım bir türlü. Ne spor sayfası vardı ne de üçüncü sayfa haberleri. Sonunda, puntoların büyüklüğünden baş sayfa olduğunu anladığım sayfaya bakakaldım. Kısacık yazıyı defalarca okudum, gözlerime inanamıyordum. Dizlerimin bağı çözülmüştü ve ellerim titriyordu sinirden. Tarih bölümünde “27 Mayıs 1938” yazıyordu. Gözbebeklerime kadar donakalmıştım. Bağırmak istedim ama sesim göğsümde tıkandı. Başımdaki karıncalanma hissi de iyiden iyiye artmaya başladı. Gerçekten de bu tarihte olabilir miydim? Etrafımdaki manzaraya bakılırsa öyle gibiydi. Buram buram terliyordum. Saç diplerimden çıkan sıcak ter zerrecikleri vücudumda soğuk bir titremeye sebep oldu. Bir an için gazeteci çocukla göz göze geldim. Durumum onu bile korkutmuştu, tedirgin gözlerle ne yapacağımı anlamaya çalışıyor gibiydi. Gözlerim kararırken başımın döndüğünü hissettim. Haydarpaşa’nın o tarih kokan granitleri ayağımın altından teker teker kayıyordu…

2

Kendime gelmeye başladığımda en önce, etrafta koşturup duran insanları gördüm. Bembeyaz önlükleri vardı üstlerinde. Dilim damağım yine kurumuş. Yapışmış dudaklarımı aralayıp su istemeye çalıştım ama sesim bir fısıltıdan öteye gitmedi. Ayılmaya başladığımı gören güzel bir hemşire, yanı başımda duran sürahiden bir bardak su koydu ve bana uzattı ama sonra elimde derman olmadığını anlayınca içmem için yardım etti. Ben suyu ufak ufak yudumlamaya çalışırken o, tombul elinin tersini alnıma koymuş, ateşimin olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ağır hareketlerle yatakta doğrulup etrafa göz gezdirdim. Hastaneydi burası, eski püskü bir devlet hastanesi. Demek ki gördüğüm rüyaymış. “Kâbus” mu demeliydim yoksa? Rüyada tren rayı ve gazete görmenin ne anlama geldiğini anneme sormam lazım. Gerçi ne rüya görürsem göreyim diyeceği şey her zaman için aynıydı. “Hayırlara gelsin, git suya anlat.”

O esnada hemşire sağı solu toparlamakla meşguldü, kendisine seslendim.

“Ne oldu bana?”

“Üç gün önce hastaneye getirdiler seni. Sürekli sayıklıyorsun, üstelik ateşin de bir türlü düşmedi. Tifoya yakalandığını düşündük ama çok şükür ki değilsin. Şimdi iyisin maşallah.”

Tifo da neydi? Ayrıca üç gündür hastanede ne işim vardı benim? Kesin hafta sonu içki muhabbetini fazla kaçırmış ve alkol komasına girmiştim. Daha önce de olmuştu bu ama üç gün hastanede kalacak kadar içemezdim ki ben. Karıştırdım herhalde, ondandır. Ağzımızla içmeyi öğrenemedik bir türlü!

Sağımı solumu yokladım, herhangi bir yara izi de yoktu ortada; böbrekler yerindeydi yani. Kimse arayıp sormamıştı, üstelik annem de yoktu yanımda. Bir an önce haber vermeliydim, kim bilir ne merak etmiştir kadıncağız beni. Sorsa ne cevap verecektim ki? Hemen annemi aramak için telefonuma bakındıysam da etrafta göremedim, kesin şarjı bitip kapanmıştır zaten. Hemşire odadan ayrılmaya hazırlanıyordu…

“Telefonumu gördünüz mü acaba?”

Ufak bir tebessüm haricinde herhangi bir cevap alamadım hemşireden. Anlaşıldığı üzere yeni bir telefon almam gerekiyordu.

“Peki kim getirdi beni hastaneye?

“Kendisine sorsana…”

“Kime sorayım?”

Hemşire yüzündeki tebessümünü hiç bozmadan başıyla yanımdaki sandalyeyi işaret etti. Ürkek ürkek kafamı yana çevirdiğim anda boyuma posuma yakışmayacak tizlikte bir çığlık attım ve üstümdeki beyaz pikeyi başıma çektim. Yine o aynı gazeteci çocuğu görmüştüm. Rüyamda gördüğüm aynı şekliyle bu sefer yanımda oturuyor, kucağında tuttuğu bir tomar gazetesiyle gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Korku filmi sahnesi gibiydi. Pikenin altından hemşirenin ayak seslerini duydum. Yanıma yaklaştı ve engel olmama rağmen pikeyi başımdan çekip aldı. “Acaba neyin var senin böyle” der gibilerinden gözlerini kısarak bana bakıyordu. Korkarak sordum.

“Duruyor mu orada?”

“Kim duruyor mu?”

“Gazeteci çocuk.”

“Tanımıyor musun onu? Hastaneye o getirdi seni.”

Sonradan öğrendiğim kadarıyla garda bayıldığımda, hamalın tekine para verip beni hastaneye kadar getirmiş gerçekten de. Üç gündür ateşler içinde hastanede yatıyor ve sürekli gelecekten geldiğimi sayıklıyormuşum. Sonradan isminin “Aydın” olduğunu öğrendiğim gazeteci çocuk da o günden beri beni her gün ziyarete geliyormuş.

“Abi sen hakikaten gelecekten mi geldin? Üç gündür bunu sayıklayıp duruyorsun. İnandığımdan değil ama tam haberi yapılacak adamsın.”

O bunları söylerken ben hareketsiz bir şekilde ve donuk gözlerle yattığım hastane yatağından Haydarpaşa Garı’nın da gözüktüğü Kadıköy manzarasına bakıyordum. Gördüklerime bir anlam vermeye çalışsam da bir türlü mantığa oturtamıyordum olanları. Kafamda ihtimaller bir o yana bir bu yana dolanıp duruyordu. Bir an için ölüp yeniden dirildiğim düşüncesine kapılıyor ama hemen sonra o düşünceden sıyrılıp paralel evrende gezinti yaptığım varsayımlarına dalıyordum. Rüya olma ihtimali de yüksekti ama bu kadar gerçekçi olması korkutuyordu beni. Pikenin altından karnıma çektiğim bacağımı çimdikledim, canım yanmıştı.

Yanı başımda oturan gazeteci çocuğun elimi dürtmesiyle bu düşüncelerden uyandım ve bir süreliğine gözlerine bakakaldım. O, elini sallayıp parmaklarını şaklatırken ben boş boş ona bakıyordum. Elini elimde hissediyor, “Abi abi…” diye seslenmesini duyuyor, fıldır fıldır gözlerini, meraklı bakışlarını görüyordum. Her şey tamamıyla gerçekti işte!

Geçirdiğim bu kısa süreli şoktan sonra çocuğa döndüm ve son olarak ne hatırladığımı anlatmaya çalıştım. Bir akşam Kadıköy’de, bir meyhanede yiyip içtiğimizi ama masadan kalktıktan sonrasını hatırlamadığımı söyledim. Bir sonraki hatırladığım şey ise 1938 yılının Mayıs ayında, Haydarpaşa Garı’nda uyandığımdı.

Yeni terlemeye başlamış bıyıklarının altından gülüyordu ben bunları anlatırken. Kendim bile içinde bulunduğum durumu anlayamazken bir de bunu başkalarına anlatmak cidden zor bir işti. Aydın hiç durmadan sorular soruyor, çocuk olmasına rağmen ilginç bir malzeme bulduğu için haberi kaçırmak istemeyen fırsatçı bir gazeteci gibi üstüme yükleniyordu. Tıknaz vücudunun üstünde dalgalı siyah saçlarının süslediği kocaman kafasıyla çok şeker bir çocuktu. Kavruk tenine uyumlu simsiyah iri gözleriyle meraklı meraklı beni inceliyordu sürekli.

Aydın’dan bir gazete uzatmasını rica ettim. İlk karşılaşmamızın aksine maddi bir beklentisi olmadan tomarın içinden bir gazete çekti ve bana uzattı. Soruları hiç durmadan devam ediyordu. Yattığım hastane yatağında biraz daha doğrulup sırtımı yastığa yasladım ve gazetenin sayfalarını açtım. Doğrudan tarih bölümüne gitti gözüm. Kahretsin! Gerçekten de “31 Mayıs 1938 Salı” yazıyordu. Kendi zamanımın tam 85 yıl gerisindeydim. Ya da asıl zamanım bu zaman mıydı? Olamazdı çünkü buraya tamamen yabancı hissediyordum kendimi. Üstelik yaşadığım zamanla ilgili her şey tek tek aklımdaydı. Bir sürü sorudan hiçbirini cevaplayamayınca içim daraldı ve ayağa kalkmak için doğruldum, pencereden dışarı bakmak istiyordum. Bana giydirdikleri mavi pijama, terden dolayı kıçıma başıma yapışmıştı. Uzun zamandır yatışta olduğum için kalktığımda bir miktar sendelediysem de Aydın’a tutunup dengemi sağladım. Gözlerim dışarıda tanıdık bir şeyler aradı. Sokakta gördüğüm her şeye aşinaydım elbette ama sanki hepsini çok uzaktan tanıyor gibiydim. Gördüğüm kadarıyla yakından tanıdığım tek şey sokak hayvanlarıydı. Yani kediler ve köpekler, sadece onlar aynı gözüküyordu. Onlara, İstanbul’un asıl sahipleri denmesi boşuna değilmiş meğerse.

Peki ama nasıl gelmiştim ben buraya ve en son ne yapıyordum gerçek hayatımda? Yoksa ben şu anda gerçek hayatımda mıydım? Kafam gitgide karışıyor ve bu bilinmezlikler beni neredeyse deliliğe sürüklüyordu. Öyle ki bir an için kendi varlığımdan bile şüphe duymaya başladım. Bunları düşünmekten bir an önce vazgeçmeliydim yoksa delirmeye kadar giderdi bu iş. Rüyaysa rüyaydı. Zaten düşünsem de bir işe yaramayacaktı. Önce etrafı gezmeli ve ortamı tanımalıydım.

Hemşire ayaklandığımı görmüş olacaktı ki hemen odadan içeri girdi ve gayet anaç bir ifadeyle oturmamı söyledi, tansiyonumu ölçecekti. Koluma kumaştan bir bant bağladı ve elindeki pompayı sıkmaya başladı. İşi dalgaya vurdum ve “İleride bunların otomatikleri çıkacak,” dedim. Sessiz olmamı belirten bir “şşş” uyarısı aldım. Bir yandan da bana bakıp gülümsüyordu. Lüle lüle sarı saçlarıyla etine dolgun, gayet hoş görünümlü bir hemşireydi. Zaten bir kere gülümsedi ya… Zaman ve mekân ayırımı olmadan aklımın hemen ince işlere gitmesi gayet sağlıklı olduğum teşhisini kendi kendime koymama yetmişti. “12’ye 7, gayet normal,” dedi. Az sonra odacının öğle yemeği getireceğini söyleyip odadan dışarı çıktı.

Yatağın üstüne attığım gazeteyi tekrar aldım. İlk sayfada Atatürk’ün fotoğrafı vardı, Haydarpaşa’da çekilmişti. Doğru ya! Atatürk hayattaydı! İstanbul’a geldiğini yazıyordu gazete. Bir süre mırıldanarak ayrıntıları okuduktan sonra kafamı gazeteden kaldırıp Aydın’a baktım. Aydın gayet şaşkın bir ifadeyle film izler gibi hâlâ beni izliyordu. “Aydın, Atatürk hayatta!” dedim. Endişeli bir şekilde, “Elbette abi… Neden olmasın! Allah korusun!” dedi. Nedense Aydın’ın endişesi beni sevindirmişti. “Hatta geçen gün seninle garda karşılaştığımızda kalabalığın içinde o vardı, halk onu karşılamaya gelmişti zaten,” dedi. Gazete de aynen bunu yazıyordu. Atatürk Hatay’dan Ankara’ya gitmiş, sonrasında da o gün İstanbul’a gelmişti.

Nedense içime bir ümit ışığı doğdu. Şimdi şimdi anlıyordum, acaba geçmişte uyanmamın bununla bir ilgisi olabilir miydi? Bal gibi olabilirdi! Atatürk’ü bulup, gelecekte yani günümüzde yaşadığımız sıkıntıları anlatırsam, bunlar için gerekli önlemleri alabilirdi. Kahretsin, 1938 yılındaydık! Üstelik 10 Kasım da yaklaşıyordu!

Aydın’a döndüm ve “Atatürk’ü nerede bulabilirim?” diye sordum. Saçma bir soru olmuştu bu. O daha ağzını açmadan, pencereden uzaklara bakarak, “Dolmabahçe!” diye yineledim. Bu gizemi çözdüğüm için gözlerim ister istemez kısılmıştı elbette.

“Aydın! Dolmabahçe’ye gitmemiz lazım!”

“Abi öyle her önüne geleni almıyorlar oraya.”

“Göreceksin! Beni muhakkak alacaklardır, anlatmam gereken mevzular var çünkü!”

“Ne anlatacaksan abi? Kime anlatacaksın?”

“Çok soru soruyorsun Aydın. Beni Dolmabahçe’ye götürebilir misin, götüremez misin, sen onu söyle.”

“Abi sen hem buralıyım diyorsun hem de Dolmabahçe’ye nasıl gidilir bilmiyorsun.”

“Nasıl gidileceğini biliyorum Aydın. Öncelikle buradan çıkmama yardım etmen lazım. Sonrasında da vapura binmem gerekiyor ama beş kuruş param yok, biliyorsun. Bana bu iyiliği yaparsan borcumu ödeyeceğime sana söz veriyorum.”

Onu ikna etmiş olacaktım ki biraz isteksiz gözükse de başını aşağı yukarı sallayarak ricamı kabul ettiğini belirtti. Bir süre konuşup plan yaptık. Ben bu geceyi de hastanede geçirecektim. Yarın sabah da erkenden hastaneden çıkıp beraber Dolmabahçe’ye gidecektik. Bıyıklı odacı öğle yemeğimi getirdiğinde Aydın yarın sabah tekrar gelmek üzere hastaneden ayrılıyordu.

***

Güneş, İstanbul’un batı yakasında, Bakırköy sırtlarına değmeye başladığında muhteşem bir günbatımı manzarası vermişti bana. Zamanında (yani eskide değil, bizim gelecekteki zamanımızda) elimizde biralarla sahilde izlediğim güneşin batışını, şimdi bambaşka bir zamanda, tuhaf bir durumda fakat yine aynı zevkle izliyordum. Elbette gece boyunca gözüme uyku girmedi, heyecandan odanın içinde dört dönüyordum. İyileştiğimi anlamış olacaklardı ki doktorlar devamlı gelip durumuma bakıyor, hemşireler ise tansiyonumu ölçüp duruyordu. Bense bitmek bilmeyen bir enerjiyle Atatürk’ün karşısına çıktığımda söyleyeceklerimin provasını yapıyordum.

Odamın koridora doğru bakan iç camından beni seyreden nöbetçi hemşire ve doktorları görebiliyordum. İçeri girip çıkan balık etli hemşire ve bıyıklı odacı da sürekli, “Hay Allah iyiliğini versin!” tadında şeyler söylüyorlardı. Odaklanmaya çalışmamı bozmasalardı da en azından şu giriş konuşmasını bitirebilseydim…

“Sayın Atatürk…” Garip oldu.

“Kemal Bey…” Yok artık!

“Paşam…” Çok samimi.

“Sevgili ulu önderimiz…” Fazla mı abartılı?

“Sayın Cumhurbaşkanım…” Bu gayet iyiydi işte!

Ben böyle söyledikçe, koridordan gelip geçen hastane çalışanları “Bravo! Yaşa!” tarzında tezahüratlar yapıyordu. Bir süre sonra benimle dalga geçtiklerini anladığımda kafesteki bir maymun gibi hissettim kendimi fakat yine de sorun etmedim, moralimi bozmamaya çalışarak giriş konuşması provama devam ettim. Neticede paşanın karşısına en iyi şekilde çıkmalıydım. “İlk izlenim için asla ikinci bir şans yoktur.”1

Yazın ilk günleriydi ve dışarıda muhteşem bir gece vardı. Biraz olsun hava almak ve dışarının sesini dinlemek için camı açmayı denedim ama nedense kilitlemişlerdi. Yüksek katta olduğumuz için güvenlik amaçlı önlem aldılar herhalde, diye düşündüm. Bir süre, karanlığın içinde kristal gibi parlayan ayı ve yıldızları izledim. Ardından ufak tefek esnemeler geldi. Sonra yorgunluğuma yenik düşmüşüm.

1.Andrzej Sapkowski’nin yazdığı The Witcher serisinin ikinci kitabı Kader Kılıcı’ndan bir alıntı.