Kitobni o'qish: «Bütün Şiirleri»
ALİ AKBAŞ
Kahramanmaraş’ın Elbistan İlçesinin Çatova Köyünde doğdu (1942). İlk ve orta öğrenimini memleketinde, yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yaptı.
Çeşitli lise ve yüksek okullarda öğretmen ve idareci olarak çalıştı. Hacettepe Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamladıktan sonra burada Türk Dili okutmanı olarak çalıştı ve aynı kurumdan emekliye ayrıldı (1996).
Daha lise öğrencisiyken katıldığı yarışmada birincilik kazanan şiiri K.Maraş Lisesi Marşı olarak kabul edidi. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Kuş Sofrası adlı kitabıyla Çocuk Edebiyatı dalında Yılın Şairi seçildi (1991), Yunus Emre Yılı dolayısıyla İstanbul’da gerçekleştirilen XII. Dünya Şairler Toplantısı’nda bir plaketle ödüllendirildi (1991). Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen II. Türk Dünyası Şiir Şöleni’nde Mağcan Cumabayulı Ödülüne lâyık görüldü (1993). Kosova’da yayınlanan Türkçem Çocuk Dergisi tarafından yılın Süleyman Brina Balkan Türk Kültürüne Hizmet ödülü verildi (2004). Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi tarafından Türk Dünyasında Yılın Edebiyat Adamı seçildi (2011). TÜRKSOY 25. Yıl Madalyası ile onurlandırıldı.
57. Venedik Şiir Bianeli’nde (2005), 20. Moskova Kitap Fuarı’nda (2007) ve Frankfurt Kitap Fuarı’nda (2008) ülkemizi temsil etti.
Bugüne kadar arkadaşlarıyla birlikte Divan, Doğuş Edebiyat ve Kanat dergilerini çıkaran Akbaş, hâlen Genel Başkan Yardımcısı olduğu Avrasya Yazarlar Birliği’nin yayın organı olan Kardeş Kalemler Dergisini çıkarmaktadır.
Masal Çağı (şiir), Eylüle Beste (şiir), Erenler Divanında (şiir), Turna Göçü (şiir), Kuş Sofrası (çocuklar için şiir), Gökte Ay Portakaldır (masal), Kız Evi Naz Evi (piyes) ve Hacı Bektaş-ı Veli (belgesel) adlı eserleri vardır.
Kuş Sofrası adlı şiir kitabı Mariya Leontiç tarafından Makedonca’ya (2000), Mir Aziz Azam tarafından Özbek Türkçe’sine çevrildi (2008). Seçilmiş şiirleri Ramiz Asker çevirisiyle Azerbaycan’da (2008), Tahir Kahhar çevirisiyle Özbekistan’da (2016) kitap olarak yayınlandı. Bazı şiirleri pekçok Türk lehçesinde ve Rusçaya çevrilerek yayınlandı.
Evli, 5 çocuk babası ve 6 torun dedesidir.
EYLÜLE BESTE
ŞIIR OLUYOR
Leyla’nın başına örttüğü tül kadar ince
Dolunay bir buluta bürününce
Şiir oluyor
Kumsalda bir kedi gibi uysal
Dalgalar ayağımı yalıyor
Şiir oluyor
Bahçede çim biçiyor bir ihtiyar
Kokusu genzime doluyor
Şiir oluyor
Apansız bir yıldız düşüyor göğümüzden
İçimize köz düşüyor
Şiir oluyor
Siyeci bozulmuş viran bahçelerde
Güller soluyor,
Şiir oluyor
Kelimeler gözlerimde bir avuç kum
Çıkarıyorum,
Şiir oluyor.
HARRAN GÖKLERI
Yıldızlar,
İri, şehlâ gözlerdir
Geceyi gamlı kılan
Uzaktan süzerler bizi
El değmemiş terütaze tenleri
Ölmüş ergen kızlardır
Yıldızlar
Yıldızlar,
Derin, Harran göklerinin
Solmaz çiçekleri, naz çiçekleri
Her gece perîşân düşerler suya
Yıldız saya saya varır bebek uykuya
Dökülür yastığa bir mavi rüya
Onlar ki, en hazin ninniyi söyler
Öper öksüz çocukların alnından
Saz benizli ecemizdir
Yıldızlar
Yıldızlar,
Bahtımız, yalnızlığımız
Leylâ, demeyegör,
Okşar yüzünüzü bir kuş kanadı
Bu en güzel kadın adı
Havvâ’dan beri
Kim bilir nasıldı elleri?..
Hey eski zaman güzelleri,
Arzû, Şirin, Züleyhâ,
Dilberler dilberi Meryem
Kızlardır
Yıldızlar
YENIDEN
Her şiirde dilimi kaybeder
Yeniden bulurum ben
Ve her şiirde yeniden
Cennetten kovulurum
Memnû meyveyi yediğim güne dönerim
Yeniden
Her şiirde çarmıha gerilirim hoyrat ellerde
Mesîh’e hemdem olur,
Göklere seyran ederim
Her şiirde kendimi berdâr ederim
Ölürüm, yeniden dirilirim ben
Yeniden
Kudüs’te ruhban,
Mekke’de hacıyım ben
Ferhad’ım, külünk elde
Dağlar hallacıyım ben
Nice isyan etsem de
Hep sana râciyim ben
Sana duâcıyım ben
Yeniden
Nesîmî’yim,
Bir seher Halep çarşılarında
Kelâmın diyetini öz canımla öderim
Elimde dil bayrağı
“Hû!” der Hakk’a giderim
Yeniden
Hâbil’i öldürür kan ederim
Hazreti Yusuf’a bühtan ederim
Ve döner Züleyhâ’yı tân ederim
Yeniden
ÇIÇEKLER VE KUŞLAR
Sümbül
Bir sülüs besmeledir
Ulu mabetlerde süs
Buram buram Türk kokan
Sultanlar tuğrâsıdır
Sümbül
Güvercin
Hû çeken derviş
Yüce ayvanlarda,
Semâda bir Mevlevî
Hünkârdan el tutmuş
O’ndan gayri herkes unutmuş
Akıllı kuş,
Güvercin
Lâle
Bir leyle-i kadîrde kandil
Bir yürek kan içinde
Kalmış efgân içinde
Değil piyâle
Lâle
Leylek
Bir gurbet türküsü gagasında
Her yaz gelir gider,
Yemen’de, kınalar ellerini
Beytullah’a yüz sürer
Kuş değil melek
Leylek
Gül
İslâm’ın fecridir
Terütâze,
Kucak kucak,
Her seher doğacak
Gül
Bülbül
Şadırvan sesi
Selimiye’de, Süleymâniye’de
Kur’an nağmesi
Tatlı bir elhan
Hâfız ya da mevlithan
Bülbül.
SITEM
Türkümü unutturdun
Beni böyle eve köye koymazlar
Candan tutkulara adanmış türkümü
Kim bilirdi benim kadar kuşları
Öbek öbek fal taşımdı yıldızlar
Adsız kaldı yüzlerce ot, böcek
Türkümü unutturdun!..
Orak tutmak, at oynatmak nerede
Bir şeyler koydun, bir şeyler aldın
Kapımızda köpeğimiz tanımaz
Koşturamam kuzuları ardımdan
Dillerince anlaşamam
Yaban oldum artık eve obaya
Türkümü unutturdun!..
BAHAR KARŞILAMASI
Şaştım kaldım,
Bu sabah,
Gelmez sanılan yaz gelmiş,
Bir kuş tüyü düşer gibi
Nisan düştü bahçeye!
Bahçe bir çerçi bohçası
Göz mü dayanır
Hevenk hevenk renk
Kırlarda bir hengâme
Uyanmış kara toprak
Ben artık uyuyamam
Her dal,
Tomur tomur tomurcuk
Her çiçek bir kahkaha
Uçuşan tozlarda döl bereketi
Etrafta bir telaş, bir telaş
Fidanlarda genç kız acelesi var
“Nisan hamfendi bir ay,”
Değmeye gelmez
Ağlar
ÖĞLEYIN KÖY
Eşekte ayağı sallanıyordu
Bir türkü dilinde ballanıyordu
Ahmet Ede’nin
Bozkırda her yan yanıyordu
Eşekte ayağı sallanıyordu.
Bir çocuk gölgesin kovalıyordu
Az kaldı yakalıyordu
Çocuk bu
Toprakta ayağı yanıyordu
Bir çocuk gölgesin kovalıyordu
Azık geç kaldı azık
Tarlada babası kıvranıyordu
Çocuk oyuna daldı
Babası döver yazık
Azık geç kaldı azık
Öteden kocası tanıyordu
Emine’nin şalı allanıyordu
Yel gibi buğday içinde
Bayrakça dalgalanıyordu
Öteden kocası tanıyordu
Bir karış dışarıda köpeğin dili
Fıs demez poyraz yeli
Tavuklar baygın
Yer gevrek ekmek gibi
Bir karış dışarıda köpeğin dili
Bir öküz sinekten huylanıyordu
Kağnı bir yana ağıyordu
Ödü koptu Durdu Dayı’nın
Sırtlayıp dayanıyordu
Bir öküz sinekten huylanıyordu
Irgatın burnu kanıyordu
Köy kan-ter içinde
Öyle ki denemez defter içinde
Bozkırda her yan yanıyordu
Irgatın burnu kanıyordu.
MASAL ÇAĞI
Şu mavi dumanlı koyda
Bir küçük köy uyukluyor
Şu gümüş hâreli çayda
Bizim kızlar kilim yuyor
Geliyor tokaç sesleri
Yansıtır yamaç sesleri
Suyun aynasında tarar
Kızlar üç kulaç saçları
Yüzünüz şavkır sulara
Kalaylı bakraç yüzünüz
Oturun dinlenin biraz
Yok mu yazınız güzünüz
Öte geçeye geçmeyin
Çay bulanık su içmeyin
Güzellikten baç alırlar
Gül yüzünüzü açmayın
Şarıl şarıl çimdiğim çay
Çiğdem topladığım yayla
Artık rüyama girmeyin
Etmeyin etmeyin böyle
Aynı kaptan yenen yemek
Bin dudağın değdiği tas
Ah köyüm baba ocağım
Suyun Zemzem, taşın elmas
Dağlar ak saçlı bir dede
Doruklar pâre pâre kar
Tarlalar kırda seccâde
Kekik kokulu tarlalar
Gözümde tüter bacalar
Medet analar bacılar
Gençler; beni tanımaz
Duydum ki ölmüş kocalar
Zeynep, Elif, Suna, Gülçin,
Fistanınız biçim biçim
Bir gün imeceye gelin
Bu derdi tüketmek için
Beni unutmayın sakın
Seven demez uzak yakın
Yitirdim köyün yolunu
Yamaçlara ateş yakın
Hiç sormayın nerde kaldım
Her yıl bir diyarda kaldım
Bir ifrit ağına düştüm
Bir kuş gibi darda kaldım
Yıkacağım evi barkı
Sıkıyor beni dört duvar
Niye söylediğim şarkı
Ulaşmıyor yâre kadar
Kuşlar geçer katar katar
Katılır ben de giderim
Kanat vermezse turnalar
Kolumu kanat ederim
Çamlıbel’i tutunca kar
Uluşur dağda aç kurtlar
Bir kuş olurdu bir deve
Bacadan geçen bulutlar
Vurulmuş küçük şehzâde
Düşmüş doru küheylandan
Kimseler gelmez imdâde
Baykuş ötüyor ayvandan
Ninem nerde nerde masal
Ağzından bal akardı bal
Benim aslan çocukluğum
Yollar ayrıldı hoşça kal
BIZIM ELIN KIZLARI
Hey kızlar
Bizim kızlar
Ya ayva, ya narsınız
Karagün çıraları
Mum gibi yanarsınız
Hey kızlar
Bizim kızlar
Mübarektir adınız
Elif, Döne, Emine
Gençliğe doymadınız
Açık olsun bahtınız
Hey kızlar
Bizim kızlar
Yurdumun semasında
Adsız yıldızlarsınız
Rüzgârda bir saz gibi
Ne diye sızlarsınız
Hey kızlar
Bizim kızlar
Yemen’de, Bingâzi’de
Bir cephede biterdik
Bereket siz varsınız
Yaylada pınarsınız
ELIF
Köy dağların ardında kaldı
Bir gün çıktım yel yepelek
Köy dağların ardında kaldı
Türküleri unuttum
Gitgide ıradı kağnı sesleri
Bir daha uğramadım
Hâlbuki Elif’e sözüm vardı
Hiç varmadım
Kız dağların ardında kaldı
Sanırım
Özlemiş, özlemiş, alışmış Elif
Artık çoluk çocuğa karışmış Elif
Bilirim ardımdan atıyorlar
“İnsanoğlu çiğ süt emmiş emmoğlu
Sözü savı m’olur?
Mümkünü yok,
Dönmez artık
Dönmez o!..”
ŞIMDI
Soluyorsun,
Duyuyorum kaç gün öteden,
Ipılık,
Pembeli düşler içinde
El ayak çekilmiş geceden
Uyuyor olmalısın.
Ben saatin tik takını sayarken
Tan atıyor.
Üstün açılmış hafiften
Dağları unutup örtmek istiyorum.
Bir ıslak serinlik sabahları
Üşüyor olmalısın.
Küçücüktün,
Tüy gibiydin o günler
Can ağacım
Her sabah güne karşı
Biraz daha boy atıp
Büyüyor olmalısın.
PRENSES
Tebdili kıyafet gezer kız,
Sınamak için prensi,
Gören çingene sanır,
Kirli çöplüklerde bir şeyler arar;
Ellerine batar cam kırıkları,
Paslı tenekeler, eğri çiviler,
Hastâne artıkları,
Elleri kanar;
Siler nar çiçeği entarisine,
Kız ağlar!..
YORGUN ECEMIZ
Bu şiir,
yüksek sesle okunmak için değil;
bir küpeli kulağa fısıldanmak için yazıldı.
O yıllarda sen,
Bir ince kızdın daha,
Krizantemler kadar taze
Aynı pencereden baktık yıllarca
Eşyaya ad, kuşlara kanat taktık
Başladılar pervâze
Gökyüzünü biz boyadık maviye
Yamaçları çiçeklerle donattık
Mavi, yeşil, mor
Böğürtlen toplarken elim kanadı
Hâlâ kanıyor
…………………..
Kuş ayaklı, saz benizli ecemiz
Niye soldu yüzün, gözlerinde nem
Şen nağmelerinle dolsun gecemiz
Söyle türkümüzü kaldığın yerden
ÜÇ GÜMÜŞ TÜY
Mevsim bahar
Hava lodos
Sular sarhoştu
Kıyıyı dövüyordu dalgalar
O gün iki kuş
Bir kumsalda buluştular
Bir martı
Bir kartal
Ak paktı martı
Köpükten yaratılmıştı
Kartal, kapkaraydı
Kayalardan kopmuştu
Yalçın kayalardan
Şaşırıp kaldılar
Bir martı
Bir kartal
Maviydi kıyı
Kubbeler semâviydi
Martı güzel,
Kartal yabâniydi
Uçtular
Kubbeler kemerler arasından
Bir martı
Bir kartal
Ama bir gurup vakti
Alev aldı sular
Kanatları tutuştu kuşların
Kartal dağlara kaçtı
Martı denize daldı
Kumsalda üç tüy kaldı
Üç gümüş tüy
Bu böyle bir masaldı
Bir martı
Bir kartal
ARDICIN TÜRKÜSÜ
Toroslar’ın tepesinde
Tel duvaklı bir ardıcım
Yemenimi yele verdim
Buluta karışır saçım
Toroslar’ın tepesinde
Üç budaklı bir ardıcım
İmrenirim uçan kuşa
Maviliği sevmek suçum
Toroslar’ın tepesinde
Yeni yetme bir ardıcım
Ben yanarsam orman yanar
Çamlıbel’e sığmaz acım
Toroslar’ın tepesinde
Eli bağlı bir ardıcım
Tepemden turnalar geçer
Katılmaya yetmez gücüm
Toroslar’ın tepesinde
Dalı kırık bir ardıcım
Gönülsüz kızlar gibiyim
Beni kınamayın bacım
GECEYE ÖVGÜ
Alev Erkilet’e
Gece ılık süt denizi
Gönül bir ipek yelkenli
Bir limana çeker bizi
Itırlı ve yâsemenli
Kurtlar çekilir kuytuya
Bir olur dağ ile dere
Bir mağaradan çıkar rüya
Dağılır bütün evlere
Samanyolunda çocuklar
Düşer bir ceylan izine
Yüzünü mehtapla yıkar
Bulanır altın tozuna
Gece gönlüm çocukça hür
Gündüz bir topal karınca
Uçma sırası bendedir
Kuşlar uykuya varınca
Her yeni gün bir hediye
Müjdeler verir her seher
Kınamayın esmer diye
Güneş doğurur geceler
Çıplak ayağıyla yürür
Usul usul dilber gece
Saçları dünyayı bürür
Sırtında atlas ferâce
Anlarsa anneler anlar
Gecenin tatlı dilinden
Açılsın büyük kapılar
Gelen var Kenan Eli’nden
Geceyle başlıyor vuzuh
Belli ki göz değil gören
Gece nefes alıyor ruh
Şükür geceyi gönderen
TÜRKÜLER
Bayram Bilge Tokel’e
Bu türküyü
Bir Yörük gelin doğurdu
Dağ doruklarında
Ve süt verdi ona gül sinesinden
Ses kattı turna sesinden
Bulutlara beledi
Söyleyen gür söylesin
Edep erkân öğretti sonra
Hazin ninniler söyledi geceleri
Dağ dağ dolaştı bu ses
Bu içli seda
Gâh merhaba oldu
Gâh elvedâ
Besledi büyüttü
Asker eyledi
Yiğitler hür söylesin
Bu türkü Yemenlidir,
Gözyaşı kurumamış
Adaklı kızın âhı
Bu türkü Sarıkamış
Ah bu nasıl kamış
Kana susamış
Bölük, tabur söylesin
Bu türkü Seddülbahir
Bu türkü Çanakkale
Bu türkü dinmez sızı
Bu türkü bir velvele
Bu yurdun oğlu kızı
Göğsünü gere gere
Gümbür gümbür söylesin
Bütün gözler kara bu türkülerde
Bütün güzeller ceylan
Yel vurur kum savrulur
Müstezatlarla artar gam
Gözü yaşlı âşıklar
Biraz mahmur söylesin
Gidersek gelen söylesin
Ağlayan gülen söylesin
Kadrini bilen söylesin
Türküler öksüz kalmasın
DENIZ KIZLARININ TÜRKÜSÜ
Denizin dibinde üç kız oturur
A canım, üç kız oturur
Evleri mercan
İnci yerler sabah akşam,
Yosun giyerler
Rüzgâra karışır türküleri
Denizin dibinde üç kız oturur
A leylim, üç kız oturur
Gözleri şehlâ,
Elleri saydam
Narin gölgeleri sulara vurur
Dalgalar onların saç örgüleri
Denizin dibinde üç kız oturur
Civanım, üç kız oturur
Dişleri inci,
Gözleri umman
Sahile çıkarlar her gece üryan
Saçlarını tarar su perileri
Şehzadem kumsalda bir yüzük bulur
Bi’danem, bir yüzük bulur
İçlerinden küçüğüne vurulur
Başlar serencam
Denizle konuşur o günden beri
Dolaşır elinde bir gümüş şamdan
Sevdalım, bir gümüş şamdan
Şimdi onun adı deniz feneri
AHVÂL-I EYLÜL
Bir Servet-i Fünûn romanından
Dışarı fırlayan
Saz benizli bir kızdır Eylül
Tahtaları kararmış
Çatısında baykuşlar öten
Lebideryâ bir yalıdan
Çıkar her akşam
Vîrân bahçelerde bir şeyler arar
Narin, müteverrim
Ve nâtüvân bir kızdır
Levnî’nin minyatürlerinden
Dışarı fırlayan
Elif endâm bir kızdır Eylül
Elinde bir karanfil
Dudağı mercan
Toplar ferâcenin eteklerini
Islanmasın diye kenarsuyundan
Usulcacık sofaya atlar
Teşrîfiyle şereflenir hânemiz
Akla ziyan bir kızdır
Hâmid’in Finten’inden
Dışarı fırlayan
Sâir-i filmenâm bir kızdır Eylül
Koynunda nar dolu
Eteğinde nâr
Değdiği yer yanar kor nefesinden
Âfet-i devrân bir kızdır
EYLÜLE BESTE
Gülüm hayat bir serenat
Söyle batan güne inat
Ömür üç günlük saltanat
Günler bölük, aylar alay
Ay ne çabuk geçiyor ay
Eğil bir daha, bir daha
Uçarı bir kuş can değil
O akan kan bu kan değil
Akıp giden zaman değil
Çağıl çağıl bir deli çay
Zaman bir ölü gömleği
Nemrut’tan kalma soykadır
Tevrat’tan kalma sayfadır
Akıp giden zaman değil
Gökte ay yine dolunay
Bitti düğün, sinsin, halay
Şimdi yerini yas aldı
Takvimde günler kısaldı
Akıp giden zaman değil
Dörtnala kaçan körpe tay
Siyim siyim, püsem püsem
Bir yaz yağmuruydu dindi
Önce ninem de gelindi
Akıp giden zaman değil
Giden biziz vay anam vay!..
YOLCU YOLUNDA GEREK
Hastalar,
Kar isterler
Kafdağı’nın ardından
Ve buluttan döşek
Onlar,
Yaramaz çocuklardır,
Sallanır durur,
Dünyanın balkonundan,
Düştü düşecek!
Gölgen kaçıyorsa senden,
Düşmüşse gökte yıldızın,
Kavga başlar canla ten arasında,
Ne bilelim;
Hangi pınarın suyu,
Ya da çiçeğin özünde derman
Büyük yerden geldi ferman
Yolcu yolunda gerek.
ÇALIŞIRKEN TÜRKÜ
Mithat Güzel’e
Ben bir çırağım şehzâdem
Ben acemi bir çırağım
Hiç durmadan
Ustamın yaptığı heykelleri parlatıyorum
Ustam ustalar ustası
Dillere destan
Ben onun ayak tozu, kapı kulu
Elest Günü’nden beri
Ustama hayran
Ustama kurban
Ben bir çerçiyim şehzâdem
Ben gezgin bir çerçiyim
Camekân dolusu inci mercan
Alana satıyorum
Dilimde de bir türkü
Gâh güldürüp
Gâh ağlatıyorum
Zümrüt, yeşim
İnci, mercan
Bir hayrat bahçeyim yol kenarında
Setsiz siyeçsiz bir bahçeyim
Hey afacan çocuklar
Garip yolcular
Topraktan su,
Gökten ışık dilenip
Size tat sunacağım
Ayva, turunç
Elvan elvan
Keloğlan’ım ben
Küçük şehzâdeye hız veren
Bir kutlu savaş için
Masallar anlatıyorum
Şehzâdem hanlar hanı
Ben onun at uşağı
Keloğlan’ı
Davran şehzâdem
Şehzâdem davran
FILLER VE KARINCALAR
Siz hiç
Kırda bir göze kadar berrak
Ve bir çocuğun gözleri kadar saf ve temiz
Bakabilir misiniz?
Daha kıyamet kopmuyorsa eğer,
Gökler başımıza çökmüyorsa
Onlar sâyesindedir.
Onlar,
Bize Rabb’in emânetleri,
Onlar, Bosna’da, Grozni’de,
Uganda’da, Somali’de, Bağdat’ta
Fillerin ayakları altında ezilen karıncalar,
Onlar daha açmadan solan goncalardır…
Vakitsiz ölürse çocuklar
Bir yer altı nehri doğar
Anaların toprağa sızan gözyaşlarından
Bir gizli deniz oluşur yavaş yavaş
Ve sonra bir dağ koyağı,
Yahut bir fay çatlağı bularak
Tekrar çıkarlar apansız
Berrak bir pınar gibi
Köhne dünyamızın herhangi bir yerinden
Adına Yûnus deriz
Erciyes eteklerinde doğmuşsa eğer
Yûnus, yâni bir ermiş
Hint’te, Çin’de doğarsa
Tagor, Buda, Konfüçyüs,
Oysa hepsi birer bilge çocuktur onların
Yüzlerinde Mesih mâsumiyeti,
Sözlerinde Mezmûr gücü var…
Siz hiç
Kırda bir göze kadar berrak
Ve bir çocuğun gözleri kadar saf ve temiz
Bakabilir misiniz?
EFSANE
Bir Lidyalı avcı
Bir Hitit çoban
Da böyle geçmiş bu yollardan
Gölgesini kovalayan köpeğiyle
Ay boynuzlu keçilerin ardından
O çağlarda bu dağlar
Yavşan ve kekik kokardı hep
Kanadında gümüş vardı kuşların
Kundak gibi üzümler sarkardı
Yabanî asmalardan
Önce Medler, Persler
Ve sonra İskender’in orduları
Çiğnedi bu toprakları,
Devâsâ çamların yalımında
Silah çatıp sinsin oynadılar
Arkasından
Venedikli tayfalar,
Cenevizli haytalar dadandı kıyılara
Yıldızlarla konuşan sedirlerden
Yelkenlerine kürek
Ve gemilerine direk yaptılar
Ve sonra akın akın
Uzağı yakın eden atlarıyla
Türkler geldi Anadolu’ya
Hükümrân oldular toprağa suya
Kılıçları keskin, bilekleri kaviydi
Lâkin tülbentten yufkaydı yürekleri
Avları herkese müsâviydi
Mis kokulu çamlardandı hamur tekneleri,
Evlerinin mertekleri ve kağnı tekerlekleri
Gürgenden, meşeden, ardıçtandı
Onlar da hoyrat davrandılar ağaçlara
Her kışa bir orman adandı
Vurduğu tavşanı pişirirken
Tembel bir avcı,
Bir kıvılcım sıçradı, orman yandı
Ve hâlâ canlı ağaçlar var kel tepelerde
Hayret nasıl dayandı
Arkasından
Dur durak bilmeyen Haçlı Seferleri
Moğol akınları ve Timur’un filleri
Kıtlıklar, kıtaller, savaşlar
Bitirdi ormanları
Kalanı da biz kestik
Tek dal dikmedik yerine
Tahta, tabut, sandık
Derken, cascavlak kaldı tepeler
Ne bilelim,
Daha tükenmez sandık
Kala kala ne kaldı geriye
Üç beş uyuz ahlat ve öksüz çalı
Kırılan kuş kanadı,
Zeytin dalı
Bepul matn qismi tugad.