Kitobni o'qish: «Yaşama Sanatı»

Shrift:

Alfred Adler, bireysel psikoloji olarak bilinen düşünce ekolünü oluşturmasıyla tanınan Avusturyalı bir doktor ve psikiyatristtir. Ayrıca, kişiliğin oluşumunda önemli bir rol oynadığına inandığı aşağılık duygusu ve aşağılık kompleksi kavramlarıyla da hatırlanır. Adler, başlangıçta Sigmund Freud’la birlikte çalışıyordu ve psikanalizin kurulmasına yardımcı oldu, ayrıca Viyana Psikanaliz Derneği’nin kurucu üyesiydi. Bireysel Psikoloji Topluluğu’nun da kurucusudur. Adler’in teorisi, bireye bir bütün olarak bakmaya odaklanıyordu, bu yüzden yaklaşımına bireysel psikoloji adını verdi. Ayrıca Freud ve Jung’la birlikte “derinlik psikolojisi”nin üç büyük kurucusundan biridir. Kişilik gelişiminde anne babanın etkisi konusuna özellikle odaklanmıştır.

7 Şubat 1870’te, Avusturya’daki Penzing’de doğmuş, Viyana’da büyümüştür. Tıp öğrenimini 1895’te tamamlamıştır. İlk doktorluk yıllarından itibaren hastayı çevresiyle olan ilişkileri içerisinde ele almak gerektiğini vurgulamıştır. 1921 yılından sonra çocuk rehberliği klinikleri kurmaya başlamıştır. Avrupa ve ABD’de dersler vermiştir. 28 Mayıs 1937’de, İskoçya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında hayatını kaybetmiştir.

İnönü Korkmaz, 1974 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul’da, lisans ve yüksek lisans eğitimini ise İngiliz Dili Eğitimi alanında Edirne’de tamamladı. 2009 yılında Trakya Üniversitesi, Mütercim Tercümanlık bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamadan önce on yıl boyunca özel bir dil kursunda İngilizce öğretmenliği yaptı. 2016 yılında İstanbul Üniversitesi, Çeviribilim bölümünde doktora öğrenimini tamamlamış olup halen Trakya Üniversitesi, Mütercim Tercümanlık bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Teknik Çeviri, Çeviride Bilgi Teknolojileri ve Çeviribilime Giriş gibi lisans düzeyinde dersler vermektedir ve bu alanlarda çeşitli bilimsel makale, kitap bölümü ve sempozyum bildiri metinleri bulunmaktadır. Yayınevimiz tarafından yayımlanan Hint Mitolojisi, Yunan ve Roma Mitolojisi, Babil Mitolojisi, Bir Nefeste Matematik, Para: Deniz Kabuğundan Sanal Paraya kitaplarının çevirmenidir. Ölüm Kavşağı, Modem Zamanlar 2.0, İnsan Cephesi, Yetişkinler, Makine Öğrenmesi gibi çevirileri de bulunmaktadır. Kendisi ayrıca Teknik Metinlerde İşlevsellik: Kullanma Kılavuzlarının Çevirileri adlı kitabın yazarıdır.

Birinci Kısım
Bireysel Psikoloji – Yaşama Sanatı

Büyük düşünür William James’in de dediği gibi yalnızca, doğrudan hayatla ilişkilendirilmiş bir bilim gerçekten bilimdir. Üstelik doğrudan hayatla ilişkilendirilen bilimde kuram ve uygulamanın neredeyse birbirinden ayrılmaz olduğu söylenebilir. Böylesi bir bilim sırf kendisine hayatın dinamiklerini örnek aldığı için bir yaşama bilimi halini alır. Bu görüş özellikle bireysel psikoloji bilimi için fazlasıyla geçerlidir.

Bireysel psikoloji genel olarak tüm bireysel hayatları bütün olarak ele alıp her bir eylem ve dürtüyü bireyin hayata karşı tavrının dışavurumu olarak görür. Böylesi bir bilim ister istemez pratik ve eğiticidir çünkü elde edilecek bilgi sayesinde davranışlarımızı değiştirebilir ve düzeltebiliriz. Nitekim bireysel psikoloji sadece gelecekte ne olacağını tahmin etmekle kalmaz, tıpkı Yunus peygamber gibi bir şeyin gerçekleşmemesi için neyin olabileceğini de kestirebilir.

Bireysel psikoloji bilimi hayatın gizemli yaratıcı gücünü anlama çabamızdan doğmuştur. Bu gizemli güç kendisini bireyin gelişme, mücadele etme, başarma ve herhangi bir alandaki yenilgileri başka bir alanda başarı elde ederek telafi etme arzusunda belli etmektedir. Böylesi bir güç teleolojik olup kendisini bir amaca ulaşma mücadelesinde ifade eder ve bu mücadelede her bir fiziksel ve psikolojik özellik işbirliği içindedir. Bu nedenle fiziksel ya da zihinsel koşulları bütün olarak bireyle ilişkilendirmeden soyut olarak incelemek anlamsızdır.

Örneğin suç psikolojisinde dikkatimizi genellikle suçludan çok suça veririz. Ancak asıl önemli olan suç değil suçludur. Üstelik suç eylemi üzerinde ne kadar çok durursak duralım suçu belirli bir bireyin hayatında gerçekleşmiş bir olay olarak görmediğimiz müddetçe doğasını asla anlayamayız. Önemli olan, işin içine dâhil olan bireyler için bağlamı, yani bütün eylemlerini ve dürtülerini yönlendiren hayatlarının amacını anlamaktır. Şayet bu hedefi anlayabilirsek her bir eylemin ardında yatan gizli anlamı kavrayabiliriz. Bunların tümünü bir bütünü oluşturan parçalar olarak görürüz. Bir bütünün parçaları olarak ele alınmaları şartıyla bunları incelediğimizdeyse bütün hakkında daha iyi bir fikir sahibi oluruz.

Hedefe Ulaşma Çabası

Psikolojiye yönelik ilgim tıbbi çalışmalarımdan kaynaklanıyor. Tıp, psikolojik belirtilerin anlaşılması için gerekli olan teleolojik ya da amaca yönelik bakış açısını sağlamıştı. İnsan bedeninde tüm organlar belirli birtakım hedeflere yönelik gelişmeye gayret eder. Olgunlaştıkça edinecekleri belli biçimleri vardır. Dahası, fiziksel bozuklukların olduğu durumlarda doğanın her zaman bu bozukluğun üstesinden gelmek için özel çaba sarf ettiğini ya da kusurlu organın işlevini üstlenmek üzere başka bir organı geliştirerek durumu telafi etmeye çalıştığını görürüz. Hayat, daima hayatta kalmanın yollarını arar ve yaşam gücü harici engeller karşısında asla mücadele etmekten vazgeçmez.

Artık psikolojik gelişmeler organik olanlara benzemektedir. Her zihin, belirli bir amaç ya da ideal kavramını, yani mevcut kusurların ya da zorlukların geleceğe yönelik belirli bir hedef ortaya koyarak üstesinden gelme ve mevcut durumun ötesine geçme aracını geliştirir. Bu belirli amaç ya da hedef sayesinde bireyler kendilerinin mevcut zorluklar karşısında üstün olduklarını düşünürler zira akıllarında geleceğe yönelik bir başarı vardır. Bu amaç duygusu olmaksızın bireysel eylemler anlamsızlaşır.

Mevcut tüm kanıtlar böylesi bir hedef belirlemenin hayatın erken bir döneminde, hatta çocukluğun şekillendiği bir zamanda gerçekleşmesi gerektiğini göstermektedir. Yetişkin bir kişiliğin örneği ya da modeli bu dönemde gelişmeye başlar. Sürecin nasıl izlediğini zihnimizde canlandırabiliriz. Halihazırda zayıf olan çocuklar kendilerini değersiz hissedip başa çıkamayacakları durumlarda bulurlar. Yine de gelişmek ve belirledikleri hedefin çizdiği doğrultuda ilerlemek için çaba gösterirler. Bu hedefin nasıl belirlendiği söylemek güçtür ancak böyle bir hedefin var olduğu ve çocuğun her eylemine yön verdiği barizdir. Aslında erken çocukluk dönemindeki dürtüler, gerekçeler, yetenekler ya da yeteneksizlikler hakkında pek fazla şey bilinmemektedir. Ayrıca amaca götüren doğrultu kesin olarak çocuk kendisine hedefleri belirledikten sonra çizildiği için bunları anlamayı sağlayacak bir anahtar yoktur. Ancak yalnız çocuğun hayatının hangi yönde ilerlediğini gördüğümüzde gelecekte hangi adımların atılabileceği konusunda tahmin yürütebiliriz.

Bir hedefe sahip olmak Tanrı olmaya heveslenmek gibidir. Ancak Tanrı gibi olmak elbette son hedeftir ve eğitmenlerin hem kendilerine hem de çocuklara Tanrı olmaya hedeflemeyi öğretmek konusunda temkinli olmaları gerekir. Çocuklar böyle bir hedefin yerine daha somut ve daha doğrudan bir hedef belirler. Bunun için de etraflarında kendilerine model olup hedeflerinin somutlaşmasını sağlayacak en güçlü kişiyi ararlar. Bu kişi baba, anne veya herhangi biri olabilir. Çocuklar böyle bir hedef edindiklerinde güçlü olduğunu düşündükleri kişi gibi davranmaya, hissetmeye ve giyinmeye çalışırlar ve hedefleriyle tutarlı tüm karakter özelliklerini edinirler. Sonraları hedef alınan kişi doktor ya da öğretmen olabilir. Çünkü öğretmen çocuğu cezalandırabilmektedir. Bu nedenle güçlü bir kişi olarak çocuğun gözünde saygı uyandırır. Doktor olma hedefiyse Tanrı gibi yaşam ve ölümün efendisi olma arzusu üzerinde şekillenir. Bu yapıcı bir hedeftir çünkü ancak topluma hizmet aracılığıyla gerçekleştirilebilir.

Dünyayı Görme Biçimleri

Örnek model, yani çocukluğun erken döneminde edinilen hedef bir kez belirlendiğinde birey artık belirli bir yöne doğru yönelmiştir. Bu durum kişinin hayatında gelecekte neler olacağını tahmin etmemizi mümkün kılar. Bireylerin özalgıları bu noktadan itibaren muhtemelen kendileri için inşa ettikleri kişisel kalıba uyacaktır. Çocuklar artık karşılaştıkları durumları kişisel özalgı modeline göre kavrayacaklardır. Yani dünyayı kendi hedefleri ve çıkarlarına uygun önyargılarıyla göreceklerdir.

Henüz dört ya da beş yaşındayken çocuğun örnek aldığı model oluşmuştur. Modeli anlamak için bu dönemde ya da daha öncesinde çocuğun üzerinde bırakılan izlenimlere bakmamız gerekir. Bu tip izlenimler çeşitlilik gösterebilir, hatta bir yetişkinin bakış açısıyla hayal edebileceğimizden bile daha çok.

Fiziksel kusurları bulunan çocukların tüm deneyimlerini kusurlu organlarının işleyişiyle ilişkilendirdikleri ortaya çıkmıştır. Örneğin mide rahatsızlığı çeken bir çocuk yemeğe karşı aşırı ilgi duyabilir. Diğer yandan görme kusuru olan çocuklar ise gözle görülebilir nesnelerle daha çok meşgul olabilirler. Bu meşguliyet daha önce bahsettiğimiz herkesi karakterize eden bireysel algı modeliyle uyum içindedir. Bu yüzden bir çocuğun ilgisinin nereye yöneldiğini bulmak için sadece hangi organın kusurlu olduğunu ortaya çıkarmak gerektiği öne sürülebilir. Ancak işler bu kadar basit değildir. Çocuklar ille de dışardan gözlemleyen birinin görebileceği biçimde fiziksel yetersizlik ya da kusurlar tecrübe etmezler. Aksine kendi deneyimlerini kendi algı modeline göre değiştirirler. Her ne kadar organ eksikliği çocuğun algı modelinin bir unsuru gibi görülse de dışarıdan yapılan gözlemler her zaman algı modelini anlamanın anahtarını bize sunmaz. Hiçbirimiz bu konuda mutlak bilgi sahibi değiliz. Hepimiz hatalar yaparız ancak önemli olan hatalarımızı düzeltebilmemizdir. Bu düzeltme kişiliğimizin gelişimi sürecinde daha kolaydır. Ancak bu süreçte düzeltmezsek, hataları ortaya çıktıkları durumları hatırlayarak daha sonra düzeltmek durumunda kalabiliriz. O yüzden, şayet nevrotik bir hastayı tedavi etmemiz gerekiyorsa asıl sorun kişinin hayatta daha sonra yaptığı sıradan hataları değil, kendine model oluştururken hayatının daha erken dönemlerinde yaptığı temel hataları keşfedip ortaya çıkarmaktır. Eğer bu hataları ortaya çıkarabilirsek doğru bir tedaviyle düzeltmemiz mümkün olur.

Dolayısıyla bireysel psikolojide kalıtımsal sorunlar o kadar önemli değildir. Burada asıl önemli olan kişinin neyi miras edindiği değil kendisine miras kalan şeyle, yani çocuklukta oluşturulan kişi modeliyle hayatının erken dönemlerinde ne yaptığıdır. Kalıtım elbette ki çocuğa ebeveynlerinden miras kalan fiziksel eksikliklerden sorumludur ancak burada asıl sorunumuz belirli bir problemi ele alıp çocuğun dezavantajlı durumunu olabildiğince gidermektir.

Fiziksel kusuru bulunan çocuklar zor bir durumla karşı karşıyadırlar ve aşırı derecede aşağılık hissi belirtileri sergilerler. Kişiler modellerinin oluşturulduğu dönemde zaten diğerlerine oranla kendileriyle daha fazla ilgilidirler ve bu eğilimi hayatlarının ileriki dönemlerinde de sürdürürler. Organ eksikliği kişi modelindeki hataların tek sorumlusu olmaktan çok ötedir; aynı hatalara başka durumlar da neden olabilir, örneğin şımarık ya da istenmeyen bir çocuk olma durumu gibi. Bu gibi durumlar kitabın ilerleyen bölümlerinde daha detaylı bir biçimde ele alınacaktır. Bu tip çocuklar sürekli olarak girişimde bulunmaktan korkar ve asla bağımsız olmayı öğrenemez.

Ebeveynlerin Etkisi

Bundan sonra yapmamız gereken, bireylerin gelişimini engelleyen zorlukları bulup ortaya çıkarmaktır. Şımarık çocukların durumunda ne toplum ne de aileleri şımartma sürecini sonsuza dek sürdürürler. Bu yüzden şımartılmış çocuklar kısa süre içinde hayatın sorunlarıyla karşı karşıya kalırlar. Okuldayken kendilerini yeni bir problemle birlikte yeni bir sosyal kurum içinde buluverirler. Ders çalışmak ya da diğer çocuklarla birlikte oynamak istemezler çünkü henüz okulun toplu hayatı için hazır değillerdir. Aslında kişi modeli geliştirme sürecindeki tecrübeleri böylesi durumlardan korkmalarına ve daima daha çok şımartılmanın yollarını aramalarına neden olmuştur. Bu gibi bireylerin karakter özellikleri ancak modellerinin ve amaçlarının doğasından anlaşılabileceği için kalıtsal olarak edinilmezler. Bu bireylerin kendi hedeflerine olanak sağlayan belirli özellikleri olduğundan başka bir doğrultuya yönelecek özelliklerinin olması mümkün değildir.

Çocuğun zihni üzerindeki en yaygın etkilerden biri baba ya da annenin uyguladığı aşırı ceza ya da istismarın neden olduğu baskı duygusudur. Bu duygu çocuğun baskıdan kaçınmak için mücadele etmesine neden olur ve bazen de psikolojik bir dışlanma olarak kendini belli eder. Bu yüzden de aksi babaları olan bazı kızların bütün erkeklerden sırf huysuz olduklarını düşündükleri için kaçındığını görürüz. Ya da acımasız anneleri olan erkek çocuklar kadınları hayatlarından uzak tutabilirler. Bu dışlanma elbette kendini çok çeşitli biçimlerde açığa vurabilir. Örneğin çocuk kadınların yanındayken utangaç hissedebilir ya da eşcinsel olmayı tercih edebilir. Bu tip süreçler kalıtımla edinilmez, aksine erken dönemlerinde çocuğu kuşatan çevreden kaynaklanır.

Çocukların erken dönemlerindeki hataları oldukça pahalıya mal olur ancak buna rağmen onlara yol gösteren pek olmaz. Ebeveynler kendi deneyimlerinin sonuçlarını bilmezler ya da çocuklarına itiraf etmezler ve bu yüzden de çocuklar kendi yollarını çizmek zorunda kalırlar.

Bu konudan bahsederken çocuklara ceza vererek, öğüt vererek ve onları azarlayarak hiçbir şeyin elde edilemeyeceği üzerinde durmalıyız. Çocuk da yetişkin de neyin yanlış olduğu ve işleri doğru yoluna koymak için neyin yapılması gerektiği hakkında net olmadığında hiçbir şey elde edilemez. Çocuklar bir şeyleri anlamadıkları zaman sinsi ve cesaretsiz olurlar. Dahası, model tipleri cezalandırma ya da nasihatle değiştirilemez. Ayrıca salt hayat tecrübesiyle de değiştirilemez çünkü hayat tecrübesi denen şey daima kişisel öz algı modeline uygun biçimde algılanır. Ancak kişiliğin temel yapı taşlarına erişim sağlayabildiğimizde herhangi bir değişiklik gerçekleştirebiliriz.

Doğum Sırası

Aynı ailede olsa bile iki çocuğun aynı koşullar altında büyümediklerini belirtmek gerekir. Bireysel olarak çocukları kuşatan ortam aynı ailede bile eşsizdir. İlk doğan çocuk önceleri yalnızdır ve bu nedenle ilgi odağıdır. İkinci çocuk doğduğunda büyük çocuklar kendilerini tahttan indirilmiş hisseder ve bu değişiklikten hoşlanmazlar. Bir zamanlar güç sahibiyken artık güçsüzdürler. Bu trajedi hissi kişi modellerinin oluşumuna sızar ve yetişkin karakterlerinde yeniden ortaya çıkar. Vaka kayıtları bu gibi çocukların neredeyse her zaman yetişkin hayatlarında bir çöküş yaşadığını göstermektedir.

Bir başka etmen, erkek ve kız çocukların büyütülmesi sırasında verilen farklı eğitimde ortaya çıkar. Çoğunlukla erkek çocuklara daha fazla değer verilir ve kızlara sanki hiçbir şeyi başaramayacakmış gibi bakılır. Kendilerine bu şekilde davranılan kızlar her zaman tutuk bireyler olarak ve kendilerinden şüphe ederek büyürler.

İkinci çocukların durumu da ayırt edici ve kendine özgüdür. İlk çocukların durumundan tamamen farklı bir konumdadırlar çünkü daima örnek olan birileri vardır. Genellikle örnek aldıklarını geçerler ve bunun nedenine baktığımızda büyük çocukların yarışmaktan sıkıldıklarını ve bu tepkinin gelişimlerini etkilediğini görürüz. Büyük çocuklar rekabetten korkarlar ve başarılı olamazlar. İkinci çocukları her daim gitgide daha çok takdir eden ebeveynlerin gözünde ilk çocuklar giderek düşerler. Diğer yandan ikinci çocukların daima örnek alacakları biri vardır ve hep bir yarış içindedirler. Bütün karakteristik özellikleri aile içindeki bu tuhaf durumlarını yansıtır. İsyankâr olma eğilimindedirler ve güç ya da otoriteyi tanımazlar.

Tarihsel olaylar ve efsaneler birçok güçlü en küçük çocuk örneğiyle doludur. İncil’de geçen Yusuf’un öyküsü buna tipik bir örnektir: Yusuf bütün kardeşlerini alt etmek istemiştir. Kendisinden daha küçük bir erkek kardeşinin doğduğunu evden ayrıldıktan yıllar sonra öğrenmiş olması durumunu değiştirmemiştir. Ailesinde hep en küçük çocuk olarak kalmıştır. Aynı durum ailedeki en küçük çocuğun başlıca rolü oynadığı pek çok masalda da karşımıza çıkar. Bu karakter özellikleri çocukluğun erken döneminde ortaya çıkar ve daha büyük bir iç görü kazanana dek değiştirilemez. İnsanlara yardım edebilmek için önce çocukluklarının erken dönemlerinde ne olduğunu anlamalarını sağlamak gerekir. Öncelikle geliştirdikleri kişi modelinin hayatlarının üzerinde zararlı bir etkiye sahip olduğunu anlamak zorundadırlar.

Çocukluk Hatıralarını Keşfetmek

Kişi modelini ve dolayısıyla bireyin doğasını anlamaya yönelik değerli araçlardan biri çocukluk hatıralarının incelenmesidir. Bildiklerimizin tümü ve gözlemlerimiz hatıralarımızın kişi modelimiz için önemli bir etmen olduğu gerçeğine işaret etmektedir. Bir örnek bu durumu açıklayacaktır. Fiziksel bir kusuru olan, örneğin mide sorunu çeken çocukları düşünelim. Bu çocukların ilk hatıraları muhtemelen bir biçimde yemeklerle ilgili olacaktır. Veyahut sırf solak oldukları için sorun yaşayan çocukları ele alalım. Solak olmaları benzer biçimde bakış açılarını etkileyecektir. Birey kendisini pohpohlayan annesinden ya da küçük kardeşinin doğumundan bahsedebilir. Şayet huysuz bir babası varsa nasıl dayak yediğini, okulda kendisiyle nasıl dalga geçildiğini ya da diğer çocukların ona nasıl sataştıklarını anlatabilir. Tüm bu belirtiler ne kadar önemli olduklarını anlamayı öğrenirsek çok değerlidir.

Çocukluk hatıralarını anlama becerisi, oldukça yüksek ölçüde bir empati, yani kişinin kendisini çocukların çocukluktaki konumlarıyla özdeşleştirebilme becerisine sahip olmasını gerektirir. Ancak böyle bir empati sayesinde küçük bir kardeşin aileye katılmasının hayatındaki asıl önemini ya da asabi bir babanın çocuğun hayatında bıraktığı izlenimi anlayabiliriz.

Kişisel Mantık

Şayet kötü bir biçimde yetiştirilmiş çocukların bulunduğu bir aileyi gözlemlersek her şeye rağmen bu çocukların hepsinin, akıllı görünmelerine rağmen (şayet bir soru sorarsanız doğru cevabı verebilecekleri manada) güçlü bir aşağılık hissine sahip olduklarını görebiliriz. Zekâ denen şey elbette sağduyu anlamına gelmek zorunda değildir. Böyle çocuklar nevrotik insanlarda karşılaşabileceğimiz türden bireysel (aslında kişisel olarak adlandırabileceğimiz) bir zihinsel tutum takınabilir. Örneğin bir baskı nevrozu esnasında ebeveynler baskıcı davranışlarının beyhudeliğini fark ederler ancak buna engel olamazlar. Kişisel anlayış ve kişisel dil de yüksek bir sosyal çıkar derecesini temsil eden sağduyu dilini asla konuşamayan delilerin karakteristik özelliğidir.

Şayet sağduyu muhakemesini kişisel mantıkla mukayese edecek olursak sağduyu muhakemesinin genellikle gerçeğe daha yakın olduğunu görürüz. Sağduyuyu genelde iyi ve kötü arasında ayrım yapmak üzere kullanırız ve çoğu zaman karmaşık bir durumda hatalar yapsak da hatalar kendilerini düzeltme eğilimindedir. Ancak her zaman kendi kişisel çıkarlarının peşinde koşanlar doğru ve yanlışı diğer insanlar kadar kolay ayırt edemez. Aslında eylemleri gözlemciler için oldukça anlaşılır olduğundan bu yetersizliklerini çoğu kez açığa vururlar.

Suçların nasıl işlendiğini bir düşünün. Şayet suçluların zekâ, anlayış biçimi ve güdülerini inceleyecek olursak suçlarını daima hem becerikli hem de kahramansı bulduklarına tanık oluruz. Belirli bir üstünlük hedefine ulaştıklarına inanırlar. Yani onlara göre polislerden daha akıllıdırlar ve diğer herkese karşı galip gelmişlerdir. Bu yüzden de kendi zihinlerinde kahramandırlar ve eylemlerinin kahramanlık girişimlerinden uzak, çok farklı bir şeyi temsil ettiğini düşünmezler. Eylemlerini zararlı ya da toplum için faydasız kılan sosyal çıkar eksiklikleri cesaretsizlikle, korkaklıkla ilişkilidir ancak onlar bunu bilmezler. Yüzlerini hayatın yararsız tarafına çevirenler başarısızlıktan, karanlıktan ve yalnızlıktan korkarlar. Diğerleriyle birlikte olmak isterler. Bu korkaklıktır ve bu şekilde nitelendirilmelidir. Aslında suçu önlemenin en iyi yolu, herkesi suçun aslında korkaklıktan başka bir şey olmadığına ikna etmektir.

Bazı suçluların otuz ya da kırklı yaşlarına yaklaştıklarında davranış tarzlarını değiştirdikleri bilinmektedir. Bir iş bulurlar, evlenip iyi vatandaş oluverirler. Peki ama neden? Hırsızları bir düşünün. Kırk yaşındaki hırsızlar yirmi yaşındaki hırsızlarla nasıl rekabet edebilir ki? Elbette genç olanlar daha hızlı ve daha güçlüdür. Dahası otuz ya da kırk yaşındaki suçlular daha önceki hayatlarına göre farklı bir yaşam tarzı sürmek zorunda kalırlar. Yani ihtiyaç duyduklarını kendilerine vermediği için artık suç işlemeye değmez ve emekli olmanın daha uygun olduğunu düşünürler.

Suçlularla ilgili akılda tutulması gereken başka bir husus, daha şiddetli cezalar vermenin suçluları korkutmak şöyle dursun onların birer kahraman oldukları görüşünü pekiştirmekten başka bir işe yaramadığıdır. Suçluların ben merkezcil bir dünyada yaşadıklarını asla unutmamalıyız. Bu dünyada kişi asla gerçek cesareti, özgüveni, toplumsallık duygusunu ya da ortak değerleri bulamaz. Bu ruh hali içindeki insanların toplumda yararlı bir rol oynamaları mümkün değildir. Nevrotik insanlar nadiren cemiyet kurabilirler. Ayrıca böyle bir şey açık alan korkusu çekenler ile sabıkalı deliler için imkânsızı başarmak gibidir. Sorunlu çocuklar nadiren arkadaş edinirler ve bunun nedeni de pek sıklıkla söylenmez. Ancak yine de bunun bir nedeni vardır. Nadiren arkadaşlık kurarlar çünkü hayatlarının erken dönemi bencil bir doğrultuda ilerlemiştir. Kişi modelleri yanlış hedeflere ve kişisel bir mantık sistemine yönelmiştir, bu sebeple hayatın olumsuz tarafına sürükleyen bir yola girmişlerdir.

20 467,47 s`om