Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Olesya»

Shrift:

Aleksandr İvanoviç Kuprin, Penza Valiliğinde hükûmet yetkilisi olan İvan İvanoviç Kuprin’in oğlu olarak 1870 yılında Penza’nın Narovchat kentinde doğdu. Babası Rus’tu, annesi 19. yüzyılda servetinin çoğunu kaybetmiş soylu bir Volga Tatar ailesindendi. Ayrıca Aleksandr’ın iki kız kardeşi de vardı.

Aleksandr Kuprin en çok The Duel, The Pit romanları ile Moloch, Olesya, Junior Captain Rybnikov, Emerald ve 1965’te bir film hâline getirilen Garnet Bracelet ile tanınmış; araştırma-inceleme, edebiyat, politik akımlar ve ideolojiler kategorilerinde eserler vermiş Rus yazardır.

Başlıca eserleri; Devrim Öyküleri, Gambrinus, Janeta, Janeta – Dört Sokağın Prensesi, Olesya olarak sayılabilir.

Aleksandr Kuprin, 25 Ağustos 1938’de yemek borusu kanseri nedeniyle hayata gözlerini yumdu ve vefatından iki gün sonra Leningrad'daki Volkovo mezarlığına defnedildi.

Doç. Dr. Hüseyin Polat, Arap Dili ve Edebiyatı alanında lisans eğitimini tamamladı. Arap Dili Eğitimi, Arap Edebiyatı ve Türkçenin yabancılara öğretimi konularında akademik düzeyde bilimsel çalışmalar yaptı. Türkçe, Rusça ve Arapçanın öğretimi alanlarının yanı sıra tarih konularında da birçok telif eser yazdı. Ayrıca edebiyat ve tarih alanlarında birçok Rusça ve Arapça eseri tercüme ederek Türkçeye kazandırmıştır.

Telif ve tercüme eserlerinden bazıları şunlardır:

Anadili Türkçe Olanlara Arapça Öğretimi

Anadili Türkçe Olanlara Rusça Öğretimi

Anadili Rusça Olanlara Türkçe Öğretimi

Yabancalar İçin Rusça Açıklamalı Türkçe Okuma Metinleri Temel Düzey (A1-A2)

Yabancılar İçin Lehçe (Polonya Dili) Açıklamalı Türkçe Okuma Metinleri Temel Düzey (A1-A2)

Yabancılar İçin Arapça Açıklamalı Türkçe Okuma Metinleri B1-B2

Mangışlak’taki Türkmenler ve Kırgızlar

Günahkâr

Kuruluşundan XII. Yüzyılın İkinci Yarısına Kadar Bağdat ve Ebû’l-Ferec İbnu’l-Cevz

1

Hizmetçim, aşçım ve av arkadaşım Ormancı Yarmola yakacak odunların altında eğilmiş bir şekilde girdi odaya. Odunları pat diye yere bıraktı. Üşümüş parmaklarını üflemeye başladı. Sobanın kapağının önüne çömelerek:

“Dışarıda bir rüzgâr, bir rüzgâr var beyim!.. Sobayı iyice yakmalı. İzninizle beyim, kibriti alabilir miyim?” dedi.

“Yani, yarın tavşan avına gitmeyelim mi? Ne dersin Yarmola?”

“Hayır, hayır. Mümkün değil. Dışarıdaki kasırgayı duyuyorsunuz. Tavşan yatıyordur şimdi. Ses seda yoktur. Yarın hiçbir tavşan izi göremezsiniz.”

Kader beni, altı aylığına Palesye civarındaki Volın vilayetindeki bu uzak köye atmıştı. Poles… Buradaki tek uğraşım ve eğlencem işte şu av işiydi. İtiraf etmeliyim ki bana köye gitmeyi teklif ettiklerinde burasının bu kadar dayanılmaz sıkıcı olacağını aklımın ucundan geçirmemiştim. Hatta buraya büyük bir zevkle gelmiştim. “Palesye! Doğanın koynundaki el değmemiş bakir yerler! Sıradan âdetlerin bulunduğu yer! Bakir doğa!” diye düşünüyordum buraya gelirken vagonda yol aldığım sırada. Garip gelenekleri ve göreneklere sahip yabancı olduğum insanlar! Kendilerine özgü dilleri olan insanlar! Şimdi oralarda ne kadar da çoktur şiir gibi masallar ve efsaneler! Hatta bu arada küçük bir gazetede iki katil ve bir intihar olayını anlatan küçük bir hikâye yayınlatmıştım bile. Bu nedenle teorik olarak bir yazar için gelenekleri gözlemlemenin ne kadar yararlı olacağının farkındaydım. Her şeyi olduğu gibi anlatmak ve yine anlatmak istiyordum.

Ancak maalesef Perebrod köylülerinin kendilerine has bazı özellikleri, insanlarla iletişim kurmaktan kaçınmadaki inatlarıyla karşılaştım. Ya da bu işi beceremeyen kişi bendim. Nitekim buranın sakinleriyle olan iletişimim sadece beni gördüklerinde söyledikleri selamlama ifadelerinden ibaretti. Beni gördükleri zaman, daha uzaktayken ciddi bir suratla büyük bir ihtimalle “Tanrı’nın selametiyle” anlamına gelen “Gay Bug” diyorlardı. Kendileriyle konuşmaya çalıştığımda ise ya bana şaşkın ifadelerle bakıyorlardı ya da çok basit soruları bile anlamazlıktan geliyorlardı ve ellerimi öpmek için saldırıyorlardı. Bu el öpme işi, eski bir gelenekti. Ta Polonya serfliğinden kalmıştı.

Yanımda getirmiş olduğum tüm kitapları defalarca okumuştum. Can sıkıntısından -ilk başlarda hoşuma gitmese de- yerel bürokratların temsilcileriyle tanışmayı denedim. Mesela on beş fit uzaklıktaki rahiple tanışmayı istedim. Ayrıca onun yanında yaşayan kilise piyanistiyle tanışmayı denedim. Sonra köyün emekli başçavuşuna ait olan komşu malikânenin kalem müdürüyle tanışmayı arzu ettim. Ancak nafile.

Bir süre sonra kendime bir meşguliyet bulmak için Perebrod köyünün sakinlerini tedavi işiyle uğraşmaya başladım. Kullanabileceğim kadar Hint yağı, karbolik asit, borik asit ve tentürdiyodum vardı. İlginçtir, o kadar kıt tıp bilgime rağmen bazen hastalıklara tam bir teşhis koyabilecek kadar ilerletmiştim işi. Çünkü hastalarımın hepsinin de hastalık semptomları aynıydı. Sürekli “Karnımın tam ortası ağrıyor.” ve “Hiçbir şey yiyip içemiyorum.” diyorlardı.

Mesela muayene için yaşlı bir kadın geliyor, işaret parmağıyla utanarak burnunu sildikten sonra koynundan bir çift yumurta çıkarıyordu. Yumurtaları çıkardığı anda da onun kahverengi tenini görüyordum. Yumurtaları masanın üzerine bıraktıktan sonra öpücükler kondurmak için ellerimi yakalamaya çalışıyordu. Ben ise kendisini ikna edip ellerimi saklamak için mücadele veriyordum. “Peki, peki. Tamam anneciğim. Yeter. Ben rahip değilim ki! Gerek yok.” diyordum.

“Neren ağrıyor?”

“Karnımın orta yeri ağrıyor beyim. İşte şu tam ortası. Bir şey yiyip içemiyorum.”

“Ne kadar zamandır böylesin?”

“Biliyor muyum ki.” diye cevap veriyordu benim soruma.

“Burası sürekli yanıyor. Ne bir şey yiyebiliyor ne bir şey içebiliyorum.”

Ne kadar uğraşırsam uğraşayım hastalığın daha açık bir semptomunu öğrenemiyordum.

“Dert etmeyin, aldırmayın.” dedi bir defasında astsubay bana. “Onlar kendi kendilerine iyileşirler zaten. Köpeklerde olduğu gibi yaralar kendiliğinden kurur. Size şu kadarını söyleyeyim. Ben sadece nişadır kullanıyorum. Adamın birisi geliyor bana. ‘Neyin var?’ diye soruyorum. ‘Hastayım.’ diyor. Ben de o anda burnuna nişadır ispirtosu şişesini dayıyorum. ‘Kokla, kokla.’ diyorum. Kokluyor. ‘Tekrar kokla, daha çok çek içine.’ diyorum. Kokluyor. ‘Peki, şimdi rahatladın mı?’ diye soruyorum. ‘Sanki biraz daha iyi oldum.’ diye cevap veriyor. ‘Hadi, selametle git.’ diyorum.”

Aslında bu el öpme işinden iğreniyordum. Çünkü bazıları oldukları yerde ayaklarıma kapanıp var güçleriyle çizmelerimi öpmeye çalışıyorlardı. Bu davranışın altında minnettarlık duygusu söz konusu değildi. Buradaki şey, yüzlerce yıldır köleliğe ve zorbalığa maruz kalmanın getirdiği ruhlara işlemiş olan iğrenç bir alışkanlıktı. Ben sadece köyün başçavuşu ile astsubayın kalem müdürünün, kocaman kızıl patilerini mutlaka yapılması gerekiyormuş gibi bu adamların dudaklarına uzatmalarına şaşırıyordum.

İşte bu nedenle tek tesellim sadece ava çıkmak kalmıştı. Ancak ocak ayının sonunda hava öyle bir bozdu ki ava çıkmak imkânsız hâle geldi. Her gün gündüzleri korkunç bir rüzgâr esiyor, geceleri ise yerdeki karın üzerinde tavşanın hiçbir iz bırakmadan geçip gittiği kar yüzeyindeki buz tabakası oluşuyordu. Eli kolu bağlı bir şekilde evin içinde kilitlenmiş gibi oturup rüzgârın ulumasını dinlerken çok ama çok hüzünleniyordum. Belki de bu nedenle olsa gerek, bu defa büyük bir hevesle Ormancı Yarmola’ya okuma yazma dersi işi gibi masum bir işle uğraşır buldum kendimi.

Okuma yazma dersi fikri, bu arada tamamen kendiliğinden meydana gelmişti. Bir defasında mektup yazıyordum. Birden arkamda birisinin durduğunu hissettim. Kafamı çevirdiğimde bu kişinin Yar-mola olduğunu fark ettim. Yarmola, hep yaptığı gibi o yumuşak sandaletlerini giydiği için yanıma sessiz sedasız gelivermişti.

“Buyur Yarmola, bir şey mi vardı?” diye sordum.

“Şey… Nasıl yazıyorsunuz, şaşırıyorum ben. Ah ben de böyle yazabilsem! Hayır, hayır. Sizin gibi tamamen.” diye utanarak acelece söylemişti benim gülümsediğimi görünce. “Sadece adımı soyadımı yazabilsem yeter.”

“Adını soyadını yazsan ne olacak?” diye sordum şaşırarak. (Yar-mola, Perebrod’da yaşayan en fakir ve en tembel adam olarak bilinmektedir. Aldığı maaşı ve çiftçilikten gelen tüm parasını içkiye harcar. Etrafta onun öküzlerinden daha kötü bir öküz bulmak da mümkün değil. Bana kalırsa onun bu durumu göz önüne alınırsa ne okumaya ne de yazmaya ihtiyacı var.) Bu nedenle emin olmak için tekrar sordum. “Adını soyadını yazmayı neden öğrenmek istiyorsun?”

“Siz de görüyorsunuz ya efendim.” diye cevap verdi Yarmola son derece nazik bir sesle. “Köyümüzde okuma yazma bilen tek bir kişi bile yok. Bir kâğıt filan imzalamak gerekirse ya da ilçede bir işim olursa veya bunun gibi bir şey olduğunda işte yardım edecek kimsemiz yoktur. Yaşlılar sadece parmak basıyorlar. Ancak parmak bastıkları kâğıtta ne yazdığını bilmiyorlar. Eğer aramızdan birisi imza atmayı bilmiş olsa bu hepimiz için iyi olur, diye düşünüyorum.”

Bu kadar kötü bir üne sahip kaçak bir avcının, pervasız serserinin ve köy heyetinin, düşüncesini kale almadığı birisinin kendi köyünü ilgilendiren böyle bir toplumsal konuyla ilgilenmesi nedense beni duygulandırmıştı. Bu yüzden ders vermeyi kendisine bizzat ben teklif ettim. Benim için bu o kadar zor bir iş de değildi. Altı üstü onun gibi bilinçli birisine okuma yazma öğretecektim! Yarmola, kendi ormanındaki her bir patikayı, neredeyse her bir ağacı adı gibi bilen, ormanın neresinde olursa olsun gece gündüz yolunu kolayca bulabilen, o civarlardaki tüm kurtların, tavşanların ve tilkilerin izlerini bulabilen işte bu Yarmola, nedense “m” ve “a” harflerinin yan yana gelince niçin “ma” sesini oluşturduğunu anlayamıyordu. Havsalası almıyordu. Böyle basit, sıradan bir problemi çözmek için on dakika, belki daha fazla düşünüyordu. Ancak onun kara yağız sıska yüzü, düşük kara gözleri, sert kara sakalı ve pala bıyıkları zihinsel gerginliğini son derece belirgin bir şekilde ifade ediyordu.

“Hadi, şimdi söyle bakalım Yarmola, ‘ma’. Sadece ‘ma’ de yeter.” diyordum ısrarla kendisine. “Kâğıda bakma, bana bak. İşte böyle. Hadi, söyle bakalım ‘ma’ ”

Bunun üzerine Yarmola, derin bir nefes aldı. Sonra işaret çubuğunu masanın üzerine bırakıp üzgün ve emin bir sesle:

“Hayır, hayır, yapamıyorum.” dedi.

“Ne demek yapamıyorum? Çok basit bir şey bu. Sadece ‘ma’ diyeceksin. Bak işte tekrar ediyorum.”

“Hayır, hayır. Yapamıyorum efendim. Unuttum ne söyleyeceğimi.”

Bu dehşet verici anlamama inadı için uygulanan bütün yöntemler ve teknikler çökmüştü artık. Ancak Yarmola’nın aydınlamaya olan bu gayreti kırılmamıştı.

“Şu adımı soyadımı yazabilseydim bir!..” diye yalvarıyordu bana utanarak. “Başka hiçbir şey istemiyorum.”

Sonunda bu kadar zeki birisine okuma yazmayı öğretmekten vazgeçip, sadece otomatik olarak imza atmayı öğretmeye karar verdim. Bu uygulamam beni son derece şaşırttı. Çünkü bu taktik Yarmola’da çok daha etkili olmuştu. Nitekim ikinci ayın sonunda nihayet adını yazmayı, zar zor da olsa yazabilmeyi başarmıştık. Soyadını yazma işine gelince… Bu zor sorunu kökünden çözmek için soyadını yazmayı öğrenmekten tamamen vazgeçtik.

Yarmola, akşamları sobayı yakma işini bitirdikten sonra, ders için kendisini çağırmamı büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu.

“Hadi Yarmola! Başlayalım dersimize.” diyordum.

Yan yan geliyordu masanın yanına. Masaya dirseklerini yasladıktan sonra tüy kalemi, aşırı derece sertleşmekten artık bükülmeyen parmaklarının arasına alıyordu. Daha sonra da kaşlarını yukarı doğru kaldırıp bana meraklı gözlerle bakıyordu.

“Yazmaya başlayayım mı?”

“Başla.”

Yarmola kendinden emin bir şekilde ilk harf olan “П” harfini çizmeye başlıyordu. (Bu harfe şöyle bir ad koymuştuk: İki dik direk ve üstlerine bir çapraz direk.) Sonra bana meraklı gözlerle bakıyordu.

“Ne oldu? Neden yazmıyorsun? Unuttun mu?”

“Unuttum.” diyordu kızgın bir şekilde sallayarak başını Yarmola.

“Ne adamsın be Yarmola! Hadi koy oraya bir tekerlek.”

“Haa! Tekerlek, tekerlek tabii! Evet, anladım, anladım.” diyerek canlanıyordu Yarmola. Sonra büyük bir gayretle yukarı doğru uzatılmış simgeyi çizmeye çalışıyordu kâğıda. Gerçi çizdiği harf, daha çok Hazar Denizi’ni andırıyordu. Bu zor işi bitirdikten sonra da bir süre kafasını bir sağa bir sola çevirerek ve gözlerini şaşılaştırarak çizdiği harfe hayranlıkla bakıp, başarısının tadını çıkarıyordu.

“Neden durdun? Hadi devam etsene.”

“Biraz vakit verin efendi. Başlıyorum hemen şimdi.”

İki dakika kadar düşündükten sonra başlıyordu sormaya, çekingen bir ses tonuyla:

“Aynı şu birincisi gibi değil mi?”

“Aynen. Yaz, yaz.”

İşte böyle böyle, sonunda son harfimiz olan “K” harfine kadar geldik. (Sertleştirme ünlüsünü öğrenmeyi ders programımızdan çıkardık.) “K” harfini dik bir çubuk ve kuyruklarını yan tarafa eğen iki çubuk olarak simgelemiştik.

“Ne dersiniz beyim?..” diye söze başladı Yarmola ödevini yapıp, bitirip başarısına büyük bir gururla baktıktan sonra. “Sizce eğer beş altı ay daha ders çalışma imkânım olsaydı bütün harfleri çok iyi öğrenirdim herhâlde, değil mi?”

2

Yarmola, sobadaki kömürü karıştırarak sobanın kapağının yanına dizlerinin üzerine çömeldi. Bense yaşadığım odanın içinde çapraz bir şekilde volta atıp duruyordum. On iki odalı devasa binanın sadece eski bir divanıydı meşgul ettiğim yer. Diğer odalar kilitliydi. Bu kilitli odalarda ise büyük bir gururla küflenmekte olan Damasko (Golden Tile) mobilyaları, garip bronzlar ve on sekizinci yüzyıldan kalma portreler bulunmaktaydı.

Duvarların dışındaki rüzgâr, yaşlı çıplak bir şeytan gibi çıldırıyordu. Rüzgâr kükredikçe iğrenç kahkaha, ciyaklama ve homurdanma sesleri duyuluyordu. Akşama doğru kar fırtınası daha da şiddetlenmişti. Dışarıda birileri büyük bir kızgınlıkla pencerenin camına bir avuç sert kartopu atıyordu. Yakınlardaki orman da durmadan kindar ve fena bir tehditle homurdanıp uğulduyordu.

Rüzgâr boş odalara, sobanın ulamakta olan borularına ve zangır zangır titreyen yarı harabe hâldeki evin içlerine saldırıyordu. Dökülmeye yüz tutmuş olan bu ev, birden gayriihtiyari bir endişeyle duyduğum garip seslerle canlanıveriyordu. İşte şimdi de beyaz renkteki salonun içlerine üflüyordu kesik kesik derin ve hüzünlü bir şekilde. insanların ağır ve sessiz adımlarının altında kalarak, çoktan çürümüş olan döşeme tahtaları hareketlenerek gıcırdıyordu. Sanki odamın yan tarafındaki koridorda birisi, dikkatli ve ısrarlı bir şekilde kapının koluna basıyor, sonra da kızarak birden evin dört bir yanına koşuşturuyor gibime geliyordu. Bütün kapıları ve panjurları delice sallayarak ya da boruların içine girip kâh acıklı bir şekilde sızlanarak, insanın canını sıkacak ve aralıksız bir şekilde, acıklı, cırtlak ve en tiz sesiyle en yukarılara çıkıyor; kâh bir hayvan hırlamasıyla aşağılara iniyordu. Odama nereden düştüğünü sadece Allah’ın bildiği bu feci misafir, bazen de aniden bastıran bir soğuklukla sırtımda geziniyor ya da yeşil kâğıtla kaplı abajurun içinde yanmakta olan lambanın alevlerini dalgalandırıyordu.

Sonunda tuhaf ve belirsiz bir tedirginlik kapladı içimi. Fırtınalı bir gecede rüzgârların oluşturduğu kar yığınları ve ormanın içinde kaybolmuş, şehir hayatından, toplumdan, kadın kahkahasından ve insan seslerinden uzakta, ücra bir köyün ortasındaki köhne bir evde tek başıma olduğumu düşünmeye başladım kendi kendime… Ve bu fırtınalı gecede ölüm gelip kapımı çalana kadar onlarca yıl sürüp, uzadıkça uzayacakmış, dışarıdaki rüzgâr durmadan kükreyecekmiş, yoksul yeşili abajurun içindeki lamba silik bir şekilde yanıp duracakmış, odamda endişe içinde volta atıp duracakmışım gibi gelmeye başladı. Bana yabancı bir yaratık olan suskun ve dalgın Yarmola ise yiyecek yemeği bulunmayan evindeki ailesine, ortalığı darmadağın eden fırtınaya, beni yiyip bitiren adı konmamış can sıkıntıma, yani dünyadaki her şeye karşı vurdumduymazlığını koruyacaktı sanki. Muhtemelen sobanın yanında, yine aynı şekilde oturup duracaktı.

Birden içimden bu eziyete dönüşen sessizliği bir insan sesiyle yırtmak geldi ve şöyle sordum:

“Sence nereden çıktı bugün bu rüzgâr Yarmola?”

“Rüzgâr mı?” diye sordu Yarmola zar zor kaldırarak başını. “Beyim yoksa bilmiyor mu?”

“Bilmiyorum tabii ki! Nereden bileyim?”

“Sahiden bilmiyor musunuz?” diyerek canlandı birden Yarmola. “Öyleyse size söyleyeyim nedenini.” dedi gizemli bir ses tonuyla. “Söyleyeyim size: İşte bütün bunları başımıza dolayan şu cadı, eğlenen cadı!”

“Cadı mı, yani büyücü mü demek istiyorsun?”

“Evet, evet büyücü.”

Açgözlü bir şekilde saldırdım Yarmola’ya. “Neden bilmeliyim?” diye düşünmüştüm kendi kendime. “Onun ağzının içinden vampirlerin, gömülü hazinelerin olduğu büyücülükle ilgili ilginç bir hikâye alabilir miyim?” diye düşünüyordum.

“Peki, söyle bakalım. Sizin buralarda, Palesye’de var mıdır cadılar?” diye sordum.

“Bilmem ki… Belki de vardır.” dedi Yarmola yine eski vurdumduymaz edasıyla eğilerek sobaya doğru. “Yaşlıların dediklerine göre bir zamanlar varmış böyle şeyler… Belki de doğru değildir söyledikleri…”

Birden hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü Yarmola’nın karakteristik özelliği, konuşmamakta ısrarcı olmasıydı. Bu nedenle bu ilginç konu hakkında, ondan bir şey çıkaramayacağımı anlamıştım. Ancak Yarmola beni şaşırtarak birden konuşmaya başladı alelade bir şekilde. Sanki benimle konuşmuyor, uğuldayan sobayla konuşuyordu:

“Bundan yaklaşık beş yıl önce filan buralarda bir cadı vardı. Ancak köyün gençleri kovdular onu köyden.”

“Nereye kovdular onu gençler?”

“Nereye mi? Tabii ki ormana! Başka nereye olacak? O lanetli fıçısından bir yontuk bile kalmasın diye köydeki ahşap evini de yıkıp darmadağın ettiler. Kendisini de yaka paça edip kovdular.”

“Neden? Ne yapmıştı ki?”

“Çok zarar veriyordu bize. Herkesle kavga ediyordu. Ahşap evinin altına iksir döküyordu. Örme büyüsü yapıyordu… Bir defasında bir gencimizden bir zlot -on beş kapeyk- istemişti. Genç de kendisine şöyle demişti:

‘Param yok benim. Rahat bırak beni.’

‘Peki, tamam.’ demişti o da. ‘Görürsün sen bana para vermemenin ne demek olduğunu…’ Peki, sonra ne oldu dersiniz beyim? O günden itibaren bu gencin çocukları kendilerini hastalıktan alamaz oldular. Sürekli hasta olup duruyorlardı. Sonunda da öldüler. İşte bundan sonra gençler, cadıyı kovdular. Kör olasıca gözleri!”

“Tabii ki! Peki, şimdi nerelerdedir bu cadı?” diye sormaya devam ettim büyük bir merakla.

“Cadı mı?” diye sordu Yarmola o kendine özgü yavaş sesiyle. “Nereden bileyim ben…”

“Peki, köyde ondan geriye hiçbir yakını da mı kalmadı?”

“Hayır, kalmadı. Zaten yabancı birisiydi. Ne vahşi bir kasaptı ne de Çingene’ydi… Köyümüze gelip yerleştiğinde ben henüz küçücük bir oğlandım. Ha, yanında bir de kız vardı. Ya kızıydı ya da torunu. Her ikisini de kovdular.”

“Peki, artık onun yanına gidip gelen yok mu? Mesela fal baktırmak ya da büyü yaptırmak için filan…”

“Kadınlar koşuyorlar yanına.” diyerek küçümseyerek kaçırdı ağzından Yarmola.

“Ya, öyle demek! Demek ki hâlâ meşhur birisi. Peki, nerede yaşıyor tam olarak?”

“Bilmiyorum… Milletin söylediğine göre Bisov Kut taraflarında bir yerde yaşıyormuş. Biliyorsunuz, İrinovski Yolu’nun arkasında kalan şu bataklık. İşte bu bataklıkta ikamet ediyormuş kancık.”

“Cadı benim evden sadece yirmi otuz fit uzaklıkta yaşıyormuş… Üstelik gerçek, canlı bir cadı. Palesye cadısı!” Aklıma gelen bu fikir, birden ilgimi çekti ve heyecanlandırdı beni.

“Bak hele Yarmola!” diye yöneldim ormancıya. “Bununla, bu cadıyla nasıl tanışabilirim sence?”

“Tuu!” diye tükürdü Yarmola kızarak. “Bir bu hayırsever eksikti!”

“İstesen de istemesen de bu cadının yanına gideceğim mutlaka. Şu havalar biraz ısınır ısınmaz gideceğim oraya. Tabii sen de bana yolu göstereceksin, değil mi?”

Bu son sözüm, Yarmola’ya o kadar etki etmişti ki yerinden fırladı.

“Ben mi?” diye haykırdı kızarak. “Hayır, hayır asla! Ne olursa olsun gitmem.”

“Yok canım, saçmalama. Gideceksin.”

“Hayır beyim. Gitmeyeceğim. Neye mal olursa olsun gidemem. Ben oraya gideceğim ha?” diye haykırdı yeni bir şaşkınlığa kapılarak. “Cadının kümesine gideceğim ha? Tanrı canımı alsa bile gitmem. Size de tavsiye etmem hiç beyim.”

“Sen bilirsin… Ben yine de gideceğim. Cadıyı görmek benim için çok ilginç olacaktır.”

“İlginç bir şey yoktur bu işte.” diye homurdandı Yarmola var gücüyle vurup kapatarak sobanın kapağını.

Bir saat sonra çayımızı içtik. Semaveri kapının sundurmasına koyup evine gidecekken kendisine şöyle sordum:

“Şu cadının adı neydi?”

“Manuyliha.” dedi Yarmola kaba ve kasvetli bir ifadeyle.

Yarmola aslında kendi hislerini hiçbir zaman belli etmiyordu. Ancak beni çok sevdiğini biliyordum. Birlikte ava gittiğimiz için seviyordu. Kendisiyle yalın bir şekilde konuştuğum için seviyordu. Onun sürekli aç olan ailesi için kendisine ara sıra yardım ettiğim için seviyordu. Hepsinden de önemlisi kendisine ayyaş muamelesi yapılmasına katlanamayan Yarmola’yı bu yüzden suçlamayan yeryüzündeki tek kişi ben olduğum içindi. Bu nedenle benim cadıyla tanışmadaki kararlılığım, onun moralini altüst etmişti. İşte bu kızgınlığını da evin sundurmasına çıkarken burnunu daha hızlı çekmesiyle ve tüm gücüyle köpeğin, Riyabçik’in böğrünü tekmeleyerek ifade ediyordu. Riyabçik çaresiz bir çığlık atıp kenara çekildi. Ancak hiç sızlanmadan hemen Yarmola’nın peşine takıldı.

Bepul matn qismi tugad.

11 339,97 soʻm
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
11 iyul 2023
ISBN:
978-625-6485-31-0
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi