Kitobni o'qish: «Taaffüf»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
İFADE
İşte size bir roman ki zamanımızın değişik edebiyat lezzetlerinden birçokları nezdinde belki de eski masallardan sayılarak beğenilmez. Lakin yenilik peşinde olanların içinde de bu gibi romanları beğenen hakikatperestlerin sayıları da az değildir. Bunlar dahi onların beğendikleri şeylerin birçoklarını beğenmezler. Kimse kimsenin zevkine karışamaz. Beğenen beğenir; beğenmeyen de beğenebileceği şeyleri arar.
1
MEKTUP PARÇALARI
Bakınız şu konağa. Önceleri bu gibi meskenlere “konak yavrusu” derlerdi ama şimdi “konak” diye bunlara derler. Yangına karşı daha güvenli olmak üzere umumen tasvip edilen surette, yani tuğladan kâgir olarak bina edilmiştir. Mimari sanatı hakkında biraz vukuf peyda etmiş olanlar bir binaya dışarıdan baktıkları zaman dahi iç taksimatını epeyce anlayabilirler. Fennî kıyafete1 vakıf olanların dahi yüzlerine baktıkları insanların iç âlemlerine dair birçok şeyleri tahmin ettikleri gibi. Lakin biz bu konağın yabancısı değiliz ve dolayısıyla iç taksimatını biliriz. İşte dıştan dahi görüldüğü gibi, zemin katı üzerine diğer iki kattan ibaret bir bina ki birinci katın tavanları dört metreden ziyade uzun olduğundan asıl kat sayılır ise de ikinci kat Frenklerin “mansard” tabir ettikleri tavan arası katıyla bizim “kat” diyeceğimiz şey arasında yapılmış bir tabakadır. O katın olduğu odalar tümüyle yatak odalarıdır. Birinci kat ise, biri büyük biri küçük iki salon ve biri efendiye diğeri hanıma mahsus olmak üzere iki iş odası ve bir sofa ve bir selamlık salonu ve onun yanında bir uşak odası ve iki de erkek misafiri için yatak odası suretinde düzenlenmiştir. Zemin katında arabalık, uşak odaları falan da vardır. Yukarıdaki büyük salonun altına denk gelen parça yemek salonu olarak tertip edilmiştir. Hem de öyle bir surette ki istenilirse harem, istenilirse selamlık için yemek salonu olarak kullanılabilir. Mutfak, hamam, ahır falan bahçenin öte tarafında ayrıca inşa edilmiştir.
Bu konak halkı eski konaklar gibi öyle pek kalabalık değildir. Asıl familya halkından bir hanım, bir efendi, bir hanımın validesi, bir de küçük oğlandan ibarettir. Bunlardan sonra haremde bir kethüda kadın ve birisi hanıma ve diğeri efendiye mahsus iki hizmet cariyesi, bir çocuk dadısı, bir de büyük hanımın halayığı vardır. Selamlıkta bir vekilharç, bir harem kethüdası -ki kethüda kadının da kocasıdır- bir ayvaz, birisi gündüzleri efendiyle birlikte gider, diğeri konakta kalır iki uşak, bir arabacı ve bir de muavini bulunur. Bahçe tarafında dahi bir aşçı, bir yamağı, bir seyis, bir külhancı, bir de bahçıvan vardır. Demek oluyor ki familya halkı toplam dört nüfustan ibarettir. Haremdeki hademenin toplamı beş, selamlık halkının toplamı ise on iki kişidir. Eski zamanlara göre pek kalabalık olmayan bir heyet ise de zamanımıza göre yine epeyce büyük bir daire demektir değil mi?
Dışarıdan konağa “Rasih Efendi Konağı” denilirse de bunu diyenler efendinin ahbaplarından ibarettirler. Mahallece konağın ismi “Daniş Bey Konağı”dır. Fakat bu isim dahi şimdilerde yalnız mahalle yaşlılarının dilinde kalmıştır. Mahallenin yeni yetişmeleri buna “Hanım’ın Konağı” derler ki şu tabirdeki belirsizliği gidermek için “Hangi hanımın?” denilecek olsa o hanımı da tarif için “Daniş Bey’in Hanım’ı” derler. İsimce bu küçümsemenin sebep ve hikmeti pek açık bir şeydir. Konak evvelce emekli mutasarrıflardan Daniş Bey’in konağıydı. On, on beş sene evvel onun vefatı üzerine hanımın ismi onun yerine geçmiş ve birkaç seneden beri de Rasih Efendi bu konağa iç güveyi girdiği cihetle de kendi ismi dahi söylenmeye başlanmıştır.
Bu konak halkıyla tanışacağız, zira hikâyemizin zemini işte bu konak ve bu ailedir. Hem de hikâyemiz öyle birtakım başka romanlar gibi dağlarda, taşlarda, izbe mağaralarda veyahut eşkıya ve rezillerin meskeni olan yerlerde, hapishanelerde, fuhuşhanelerde falanlarda dönüp dolaştığı sırada bir aralık bu konağa da uğrayacak değildir. Hikâyemizi teşkil olayların hemen hemen tamamı bu konak içinde geçiyor. Yine bu konak içinde neticelenmiş denilse hakikatten hiç de uzaklaşılmamış olunur. Onun için bu konak halkıyla mecburen tanışıp görüşeceğiz. Lakin tanışmayı dışarıda yapıp içeriye gireceğimize, içeriye girip de tanışmayı dahi orada yapsak daha tabii olmaz mı? Haydi, öyleyse hemen konağa girelim.
Şu sol taraftaki kapı, hem bahçe kapısı, hem de harem kapısıdır. Biz şu karşımızdaki kapıdan giriyoruz ki bu kapı selamlık kapısıdır. İşte size geniş ve Triyeste taşı döşeli bir ev altı. Şu tarafa arabaları çekmişler. Görüyorsunuz ya ne güzel şeylerdir. Büyük kupa hareme, şu küçücük kupa efendiye mahsustur. Körüklü fayton dahi efendinin demektir. Karşımızdaki çifte merdivenden çıkıyoruz. Bunların ortasındaki şu ufak kapı dahi orta taraftaki yemek salonuna açılır. Merdivenin inşa şekline dikkat etmeli. Bir hanenin inşasına ne derecelerde ehemmiyet verildiği, merdivenden belli olur. Bakınız basamak tahtalarına. Dört parmak kalınlığında meşe tahtalarından ki cilaları hâla solmamış. Dehlize dikkat ediyor musunuz dehlize? Parmaklıkları yine meşeden çektirilmiş, küpeşteleri dahi tik2 ağacından yapılmış. Âdeta vapur kamaralarının merdivenleri kadar sanatlı, güzel ve süslü bir şey…
İşte birinci kattayız. Sofa biraz küçük ha! Yeni usul mimari böyle gerektiriyor. Eski konakların kocaman sofaları zaten de lüzumsuz şeylerdi. Sağ tarafımızdaki üç kapının ortasındaki kapı, selamlık salonu ve onun sağındaki kapı uşak odası ve solundaki kapı dahi iki erkek misafir odasına bağlı ve sofacığın kapısıdır. Şimdilik o tarafta işimiz yok. Şu sol taraftaki kapıdan gireceğiz. İşte burası harem dairesidir. Burada da, şu orta yerdeki kapı büyük salonun kapıları olup solundaki kapı, efendinin ve şu yan taraftaki kapı dahi hanımın iş odalarının kapılarıdır. Doğruca Saniha Hanım’ın iş odasına giriyoruz. Biliniz ki Saniha Hanım, Daniş Bey’in kızı ve Rasih Efendi’nin de zevcesidir. Nah işte! Saniha Hanım kendisi de iş odasında yazıhanenin başındadır. Burası harem, kendisi ev içi kıyafetiyle ise de buraya girişimiz hayalî olduğu cihetle hayalî olana hiçbir şey namahrem değildir.
Dikkat ediniz, oda ne kadar güzel ve ne kadar da süslenmiştir. Yalnız iki penceresi var ama başka yerlerdeki pencerelerin altısına mukabil olacak kadar geniş ve yüksektir. O yekpare camlar adi camlardan değildir, kristaldir. Hele perdelere bakınız ki istorlarıyla, dantelalarıyla perde, başlık topuz, püskül ve saçaklarıyla şu iki pencere takımına sarf olunan para, olur olmaz hanelerin bir odasını tefrişe bile kâfi gelir. Mefruşatı da buna mütenasip. Pencere önünde gayet mükellef bir uzun sandalye ve onun karşısında bir kanepe ile bunların arasına konulmuş iki koltuk, dört sandalyeden ibaret bir takım ki sandalyeleri fazla görseniz haksız görülmezsiniz. Bu takımların gerek ağaç kısmına gerek mefruşatına dikkat etmelisiniz. Som abanozdandırlar. İs boyaması değil. Mefruş oldukları kumaş dahi Lyon fabrikalarının birinci derecedeki mamulatındandır.
Hele asıl dikkatli nazarları çeken ise, kütüphane ile yazıhanedir. On dördüncü Louis namındaki Fransız kralının mimari tarzında yapılmış iki parça şey ki mutlaka İstanbul’a bir sefarethane için getirilmiş bulunduğu hâlde antikacıdan antikacıya buraya kadar gelmiştir dersiniz ama bu hükmünüz doğru değildir. Bunlar Saniha Hanım’ın pederi merhum Daniş Bey tarafından kendi zatı için hususi olarak Paris’ten getirilmiş şeylerdir. Kitaplar ne güzel ciltlidirler. Büyük bir kısmı Fransızca ve üçte biri kadar da Türkçe olduğu görülür.
Yazıhanenin üstü âdeta bir kırtasiye ve kalem çeşitlerinin olduğu bir sergi gibi. Bakınız neler yok? Her renk mürekkepleri havi alafranga, alaturka yazı takımları… Alaturka çok farklı kalemtıraşlar, mak-taalar3, makaslar. Her biri de maharetli bir üstadın nefis eserlerinden alafranga kazıyıcı aletler ve kurutma kâğıtları. Kalem silgileri, kâğıt ve kalem kesmek için kemik ve ağaçtan bıçaklar. Ama bunların da her biri nefis eserler. Her boydan güzel markalı zarfları içeren bir zarf kutusu… Bunların kâğıtları da işte yanı başındaki kâğıt muhafazası içindedir. Kâğıtları rüzgâra kaptırmamak içi yuvarlak dışı tümsek billurlar. Her birinin içinde türlü türlü resimler ki billurdan dışarıya yansımaları güzelliklerini arttırıyor. Hangi ayda hangi günde bulunduğunu gösteren birkaç türlü takvimler. Alaturkası başka, alafrangası başka küçücük oturtma saatler. Türkçe, Fransızca birkaç lügat falan şöylece yazıhanenin bir tarafında perakende hâliyle nazarlara çarpıyorlar. İpek dantelalı, canfes abajurlu lambaları dahi ihmal etmemeli ki bunlar, odanın ortasında, duvarlarında şöminesi üzerinde bulunan avize lamba, şamdan gibi farklı ışıklar saçmaktan başka ve yalnızca yazıhaneye mahsus şeylerdir.
Mevsimin gösterdiği lüzum üzerine şöminede ateş yanıyor. Hem de altında kok kömürü ve onun üzerinde birkaç parça gürgen odunu konulmuş olarak gayet parlak yanan bir ateş ki: “Mangal kenarı kış gününün lalezarıdır.” diyen şair bunu görseydi kim bilir daha ne parlak teşbihler ile bu ocağı tasvir eylerdi.
Odada ayna bulunmadığına dikkat ettiniz mi? Asıl alafrangada aynaları yatak odalarına, tuvalet odalarına hatta merdiven başlarına palto ve şemsiye filan bırakılan vestiyerlere koyuyorlar. Salonlara ve böyle iş odalarına aynaya bedel münasip resimler asılıyorlar. İşte buraya dahi dört büyük resim levhası konulmuş. Hem de ne manidar şeyler. Bakınız ilkbaharı tasvir eden kız ve uzaktan uzağa kendisine hayret ve dikkatle bakan delikanlılar çiçekler içinde. Yaz mevsimini tasvir eden şu gürbüz kadın ile önünde arkasında birer mesai aletleri almış olan çocukların sepetleri, koltukları, kucakları, türlü meyveler ile dopdolu. Şurada gördüğünüz üç köylü karısıyla iki kartça köylü ambarlara mahsulat taşıyorlar ki sanki güz mevsimi gibidir. Nah, işte dördüncü levhada gocuklara bürünmüş kadın, erkek ihtiyarların hâli de kış gibidir. Dört levha dört mevsimi teşkil ediyorlar demektir.
Şöminenin iki tarafına konulan heykeller, nazarıdikkat ve ehemmiyetinizden uzaklaşacaklar mı? Dikkatli bakınız, alçıdan dökülmüş şeyler değildir. Bazı birleşimler ile mermer taklidi olarak döktürülmüş şeyler de değildir. Halis beyaz mermer üzerine el ile yerleştirilmiş harika ustaların eserleridirler. Birisi cemal ve sevda Tanrıçası Venüs’ü tasvir ediyor. Diğeri ise güzel sanatlar, akıl ve hikmet Tanrısı Minerva’dır. Böyle eski mitolojiye ait heykellere rağbet bizim Osmanlılığımız âleminde henüz benimsenmemiş olduğundan, şurada ne kadar alafranga bir yerde bulunduğumuzu bunlarla kıyas etmelisiniz.
Yerdeki Anadolu halıları, duvarlardaki resimler, etrafa latif birer vaziyetle tertip olunan şallar dahi hesaba katılırsa şu odanın en az bin liraya tanzim edilebilmiş olduğu tahmin edildiğinde, hiç de mübalağaya sayılamaz. Acaba her bin lira sarfına kudreti olanlar böyle bir iş odası tefriş ettirebilirler mi? Binlerce lirayı sarf ettirecek kudreti bulmak pek de o kadar güç bir şey değildir. Asıl bu güzel intizamı, bu letafeti bulduracak zevkiselime malikiyet güç bir şeydir. Bu güzel şeylerin kimin olduğunu mu soruyorsunuz? Nah, işte yazıhanesi başında oturan Saniha Hanım’ın.
Bakınız, bakınız! Asıl şu genç hanımın letafetine bakınız. Odaya ziynet veren bunca nefis eşya ve bunların umumundan meydana gelen güzellik, onun letafetine mukabil, hiçbir şey ve naçiz seviyesinde kalıyor. Mil üstünde bulunması hasebiyle her tarafa kolayca dönen yazı iskemlesi üzerinde ne de edeplice bir vaziyette oturmuş. İki bileklerini yazıhane üzerine dayayarak sol elinin salavat parmağıyla bir köşesinden bastırdığı kâğıt üzerinde sağ elindeki kalemi ne büyük maharetle hareket ettiriyor. Ne güzel giyinmiş. Şu iskemleye oturmak için mutlaka yazıhanesinin sağ tarafından gelmiş ve bir “yarım sol” vaziyetiyle o iskemle üzerine oturuvermiş ki mavi kumaştan mamul uzun etekli elbisesinin eteği sağ tarafına doğru uzatarak sanki henüz denizden çıkan Venüs’e bir dalgacığın büyük bir istek ve hasretle diz çöktüğünü hayal ettiriyor. Ya bu genç kadının kendi hüsnü, kendi cemali? Oo, bunları kalem ile tasvir ancak şair kudretiyle mümkün olabilir. Fırça ile tasvir için de ressam gücüne müracaat etmeli.
Ah ey okuyucu! Hayalen değil hakikaten dahi görme imkânı olabilseydi de sizi şu yazıhanenin karşısındaki yaldızlı, nazik iskemlenin üzerine oturtsaydım. Saniha Hanım’ın yazı yazışını oradan temaşa etseydiniz. O kalem gibi parmakları… Kalem gibi mi? Adam sen de. Böyle eski tabirler, eski teşbihlerle o yeni elle yeni parmaklar nasıl tarif olunabilirler? Haydi bakalım. Meseleyi büyük bir maharetle piyano çalan ve birer elinin bir kaçar parmağıyla birden triple croche quadruple croche4 nağmeler yapan bir kadının ellerini, parmaklarına teşbihen tarif için bütün eski nesir yazarlarımızı çağıralım. Münasip bir teşbih ve tabir bulunabilir mi? Elindeki kalemi yazıhane üzerindeki hareket tarzı. İşte bu piyaniste benzeyen Saniha Hanım’ın parmakları dahi böyle teşbih ve tasvir imkânının dışındadır. Dört kelime yazabilmek için sağ dizini kaldırarak boynunu bükerek kargacık burgacık gibi hareket vaziyeti nerede, Saniha Hanım’ın vaziyeti nerede.
Yazıyor. Kalem durmadan hareket ediyor. Kaleme o hareketi veren parmak uçları dahi kımıldanıyor. Doğrusunu söyleyelim. O el bileğe kadar kımıldanıyor fakat diğer vücut azalarından hiç birisinde başka hiçbir hareket yok. Gözlerinin kirpikleri sanki ikişer sıra asker süngü oluşturmuşlar gibi muntazam bir vaziyet ile kâğıdın üzerine dikilmişler. İki kaşları arasından, başının saç çıkan mahalline kadar, alnı diğer emsaline kıyasen geniş olmakta birlikte, kaşlar hizasından başın etrafındaki yuvarlak olan daireye kıyasen, iki kaşı arasından saçlarına doğru resmedilecek hattan biraz daha geniş bir zaviyeden bakmanızı tavsiye ederiz. Bir bu zaviyeye bakmalı bir de şömine üzerindeki Minerva’nın yüzüne bakmalı. Bu mukayesede ehemmiyetli davranacak olursanız Minerva heykelini âdeta Saniha Hanım’ın heykelidir zannediverirsiniz.
Şu yazma vaziyetindeki Saniha Hanım’ın tavrındaki ciddiyet hakikaten kadim Yunan zamanından kalma heykellerdeki ciddiyetten ziyadedir. Yüzüne bakacak olsanız zannedersiniz ki nefes bile almıyor. Nefes aldığı yalnız geniş göğsünü sıkmış olan korsenin çene hizasından bir kısmının muntazam bir hareket ile kabarıp inmesinden anlaşılabilir.
Yazıyor, hem de besbelli ki gayet mühim bir şey yazıyor. O kadar mühim ki sanki yazdığı şeylerin dehşetinden kâh kendisi dahi dehşet alıyormuş gibi bazen rengi değişiyor. Hafif bir gül pembesinden latif bir açık simaya intikali pek güzel görülüyor. Aralıkta bir daha ziyade dehşet aldığından mıdır nedir, rengi kurşun rengine yaklaşıyor. Derken bir aralık da menekşe rengine teşbih olunabilecek bir renk peyda ediyor.
Yazıyor ama nasıl? Yazacağı şeyler sanki çok zamandan beri ezberinde imişler gibi durmadan yazıyor. Yalnız bir kere durdu. İşte bakınız kalemli elini alnına götürdü. O ne? Karşısındaki fotoğraf resmine bakıyor. Tuhaf! Güya yazacağı şeyi unutmuş da ona soruyor. O resim mi? Hey, biz biliyoruz ama… Sırrımızı gizleyeceğinize emniyetimiz olsaydı söylerdik. Ne o, yemin mi? Ne hacet efendim? O kadar müthiş bir mesele değil a! Laf zihnimizde kalsın. Tosun Bey’in resmidir. Saniha Hanım’ın kocası Rasih Bey’in candan aziz dostu Şık Tosun! Ayıplamamak lazım efendim. Gençlik hâli bu. Başlarda kavak yelleri estikçe böyle şeyler “olağandır” diye hoş görmeli.
Hanım yine yazmaya başladı. Ay! Yazamıyor. Bakınız, bakınız kalemini zorluyor, ama yazamıyor. Hani ya o deminki maharet? Şiiişşt! İşittiniz mi? Bir çocuk sesi geldi. “Anne!” diye çağırdı. O ne, hanıma bir ürküntü geldi. Düşünüyor. Aman Yarabbi! Rengi ne kadar sarardı. Kâğıda ne fena bakıyor. Okuyor. Hayır, hayır! Yazdığı satırları gözleriyle yiyor. Aman o hâl ne? Mosmor kesildi. Gözlerinden ateşler saçılıyor. O güzel mavi gözlerden. Of, yazıhane üzerine bir yumruk aşk etti ki ne kadar da kuvvetli imiş? Sinirleri mi tuttu ne oldu?
Vah vah yazık! Bakınız yazdığı mektubu büyük bir hışım ve gazapla cayır cayır yırttı. Parça parça etti. Ne kadar da çok yazmış. İşte kaldırdı parçaları odanın ortasına atıverdi. O ne hiddet. Yerinden bir fırlayış fırladı ki! Alınız efendim, o kıymetli resim Şık Tosun’un resmi fırladı, şömineye kadar gitti. Ne de tuhaf yanıyor. Lakin hanımın hâli fena. Müthiş bir telaş ile işte kapıda fırladı, çıktı, gitti.
Hele giderken arkasından bakınız. Ne boy ne bos… Ne kadar da güzel saçları var. Kuru kuruya tarayarak arkasına doğru dalgalandırıvermiş olduğu saçlar sarı ve altın bir manto gibi böbrekleri hizasından aşağıya inmiş gitmiş. Bu kadar üzüntülü, telaşlı olduğu hâlde böyle koşarcasına süratle yürüyor da yine arkasına giymiş olduğu uzun tekli elbise şeklini ve güzelliğini bozmuyor. Diğer birçok hanımlarda görüldüğü üzere hanım elbiseye tabi değil. Elbisesi içinde işkenceye çekilmiş değil. Elbise hanıma tabi. Giyinmeli ama; giyinmesini bilmeli de giyinmeli.
İşte ey okuyucu! Hayalen değil asıl hakikaten şu odanın bir tarafında bulunmalı idi de bu hâlleri görmeliydi. Hem bu temaşa bir tiyatro sahnesinde görmeye de kıyas kabul edemez. Bu sahnenin dekorları, yani penceresi, perdeleri ve mimari güzelliği falan, boyadan, resimden, mukavvadan falanda da ibaret değildir. Bu kadın, gecesi şu kadar altına, yalancıktan hünerini icra eder bir aktris de değildir. Görülen şeylerin tümü sahih ve hepsi de gerçektirler. Böyle şeyleri temaşadan gözler doymayıp usanmayacakları gibi sıhhat, hakikat ve ciddiyet hesaba katılmak şartıyla düşünmesinden ve hayalinden bile insan ne bıkar ne de usanır.
Fakat susalım. Dikkat edelim. Bakınız daha neler oluyor. İşte birisi geliyor. Yirmi sekiz, otuz yaşlarında bir adam. Ha tanıdık. Rasih Efendi öyle ya! Orta boylu, esmer yağız, koyu kumral saçlı, saçlardan daha koyu bıyıklı, geniş göğüslü, vakarlı ve ileri görüşlü olan bizim filozof Rasih. Ta kendisi.
Rasih kapıdan girer girmez bir kere irkildi. Kapıdan girerken hâl ve tavrı pek tabii idi. İrkilince, vaziyet ve tavrı değişti. Tabii değil mi? Halı üzerine serpilmiş olan mektup parçalarını gördü. Eğildi, en büyük parçayı aldı. O ne? Nazarıdikkat ve ehemmiyetine sebep oldu. Birini daha aldı. Ona da göz gezdirdiğinde beti benzi uçtu. Büyük olan heyecanından elleri titreyerek birkaç parçayı daha aldı. Başındaki saçlar dimdiktiler. Gözleri parıl parıl parlamaya başladılar. Ağzından iradesi dışında:
“Vay hain Tosun, vah benim zavallı Sanihacığım!” sözleri döküldü. Bir aralık elini alnına koyup sendelemek vaziyetiyle ayakta durdu. Mutlaka delikanlının gözleri kararıp beyni dönmüş olmalıdır. Bu hâl beş, on saniye kadar ancak devam ettikten sonra olanca kuvvetiyle nefsini zorluyormuş gibi bir tavır aldı. İşte yerdeki mektup parçalarını topluyor. Elinde oluşan terlere dikkat ettiniz mi? Bu terler mutlaka buz gibi soğukturlar. Ecel terleri gibidir. Hem gazaplı, hem de ümitsiz olan bu tavrı başka türlü izah edemezler.
Yerde bir tane bile kâğıt parçası kalmadı. Rasih hepsini birer birer topladı. Tam bu işi bitirdikten sonra dışarıda gelen bir ayak patırtısı Rasih’i fena hâlde ürküttü. Birisi geliyor, kadın gelişi. Mini mini adımların patırtısı kadın elbisesinin hışıltısı buna hükmettiriyor. Hanım geliyor, Saniha Hanım.
Hayır! Saniha Hanım değil. Başka birisi, bir cariye. Hanımın hizmetine mahsus olan Peyker.
Peyker dahi her zamanki tabii hâliyle, yani mütevazı ve nazikâne tebessümleri bayağı güzel sayılabilecek yüzüne ziynet verdiği hâlde gelip odaya girmiş iken, efendisini her zamanki tabii hâlinden çıkmış ve bambaşka, hem de korkunç bir hâle girmiş görünce o da hayretinden buz gibi dondu kaldı. Rasih titrek ve kesik bir seda ile kıza bir şeyler söylemeye, Peyker dahi cevap vermeye başladı. Şu muhavereye dikkatli kulaklarımızı hasretmeliyiz.
Rasih: “Peyker! Başka defalar dahi hanımefendi böyle kâğıtları yırtıp ortaya atar mı?”
Peyker: “Bazı bazı atar efendim.”
“Ee, sen bunları gördüğün zaman ne yaparsın?”
“Böyle sizin topladığınız gibi toplar, şömineye atarım efendim.”
“Öyle ama şömine her zaman böyle yanmaz ya?”
“Yine şömineye atarım da bir de kibrit yakıp ızgaranın altından tuttuğum gibi cüzice bir mavi dumandan sonra kâğıtlar alevlenir ve yanar gider.”
“Öyle ise bugün dahi öyle yapmış olacaksın.”
“Başüstüne efendim!”
“Yok ama öyle alelade bir başüstüne değil. Bunları sen toplamış, sen şömineye atmış, sen yakmış olacaksın. Dediğimi anladın mı? Meramımın ne olduğunu anlayabildin mi?”
Âciz cariyenin efendide gördüğü fevkalade hâlden dolayı korkusunun gittikçe artmakta bulunduğu ortadadır. Gerçi Rasih, hiddet göstermemek, gürültü ve patırtı etmemek için son dereceye kadar nefsini zorlayarak daha sakin bir şekilde söz söylemek istiyor idiyse de tabii hâli buna müsaade edebilir mi? Dolayısıyla son sualine vereceği cevabı Peyker âdeta korkusundan titreyerek veriyor. Diyor ki:
“Başüstüne efendim, nasıl emrederseniz…”
“Hayır Peykerciğim. Sadece bir başüstüne yetmez. Bana ve daha doğrusu asıl hanımefendiye ciddi ve hakiki bir hizmet görmüş olmak istersen bunu böylece dediğim gibi yapmış olacaksın.”
“Hiç efendime, hanımıma hizmet etmek istemez miyim?”
“Pekâla, bu hizmetini bana kaça satarsın?”
“Aman ya Rabbi, a beyim hiç hizmet satılır mı?”
“Evet, bu hizmet satılabilir; hem de istediğin kadar pahalı satılabilir. Seni azat etmek mukabilinde bu hizmeti görmüş olmaya razı olur musun?”
“Aman efendim!”
“Bir de mükemmel bir çeyiz takımı.”
“Vallahi beni korkutuyorsunuz efendim.”
“Dört odalı bir de ev. Fakat şayet bunları sen topladığından sen ateşe attığından başka türlü bir şeyi hanımefendiye söyleyecek olursan ben hanımefendinin hâlinden tavrından işi derhâl anlarım. O zaman bu dediklerime nail olmak şöyle dursun, bilakis kahrıma duçar olursun. Zira hanım bu işin doğrusunu yani şu kâğıt parçalarının benim elime geçtiğini duyacak olursa evimiz, barkımız yıkılacak. Hepimiz perişan olacağız. Biz perişan olacak olursak artık seni ne yapacağımı sen düşün. Yok, birkaç hafta bana tabii olarak sözümden çıkmayıp bana yardım ederek çalışacak olursan hepimiz mesut, hepimiz bahtiyar olacağız. O bahtiyarlığa senin himmetin ile nail olmuş olacağımızdan, mükâfat olarak dediğim şeyleri tümüyle yaparız. Seni gönlünün istediği bir kocaya vererek seni de bahtiyar ederiz. Anladın mı kuzum?”
“Ben efendilerimin hoşnutluğundan başka bir şey istemem efendim!”
“Öyleyse beni görmemişsin. Ben bu odaya gelmemişim. Bu kâğıt parçalarını görmemişim. Toplayıp alıp götürmemişim. Anladın mı? Onları sen toplayıp ateşe atmışsın. Hatta ben henüz konağa bile gelmemişim.”
“Anladım efendim, başüstüne efendim, hiç merak etmeyiniz efendim!”
Bu talimatı Peyker’e veren Rasih şu işteki ehemmiyeti bu sözlerden ziyade hâl ve tavrıyla Peyker’e anlatmış olduğuna hiç şüphemiz kalmamıştır. Aman ya Rabbi, o ne hâl, o ne tavır? Bu hâlden bu tavırdan korkmamak en metin en yürekli erkeklerin bile kârı değildir. Nerede kaldı ki âciz bir cariye, zayıf yürekli bir kadın korkmasın.
Komedya başladı ha!
Daha doğrusu dram başladı dram! Zira Rasih Efendi mektup parçalarını alarak ve gayet muzdarip ve ümitsiz bir tavırla acilen odadan çıkıp kaybolduktan beş altı dakika sonra, ondan daha ziyade muzdarip ve ümitsiz bir tavırla ve yıldırım gibi bir süratle Saniha Hanım geldi. Aradaki beş dakikalık fasılayı zavallı Peyker, büyük bir hayretle içinde geçirmiş idi. Şu kâğıt parçalarına efendisinin verdiği bu fevkalade ehemmiyete henüz akıl erdiremiyordu. Ona ek olarak bir de hanımefendinin acayip bir tavırla odaya girdiğini görünce Peyker bütün bütün şaşırdı. Bu şaşkınlık ile bir pencere perdesine doğru gidip korku hâli ile dizlerinin titremekte bulunmasından dolayı düşmemek için duvara dayanarak âdeta lal oldu kaldı.
Zavallı cariye bu hâllere nasıl duçar olmasın ki. Yıldırım kızgınlığıyla odaya giren hanımın kendini görecek gözleri yoktur. İşte gözlerinden şimşekler çakıyor. Birer ateş parçası hükmünü alan gözlerini halının üzerine dikip her tarafa gezdiriyor. Sanki bir şey kaybetmiş de onu arıyor. Yerlere o kadar dikkatli bakıyor ki aradığı şey bir pul iğnesi olsa görüp bulabilecek. Evet, iğneyi görüp bulabilecek ama pencere dibindeki koskocaman cariyeyi göremiyor.
Neden sonra Peyker’i de gördü. Dikkat ediyorsunuz ya? Peyker’i gördü ama gözlerinin Peyker’e tesadüfü sanki bir umacıya rast gelmiş imiş gibi o genç o güzel kadını ürküttü. Bilmelisiniz ki Saniha güzel olduğu kadar da mağrurdur. Bu âcizlik hâlini, bu yaratılışça olan zaafını bir cariyeye göstermek istemez. Dolayısıyla Rasih derecesinde büyük bir azim ile o da nefsini zorlayarak Peyker’i konuşturmaya başladı.
Saniha: “Peyker, efendi gelmiş öyle mi?”
Peyker: “Görmedim efendim.”
“Gelmiş gelmiş, hatta buraya girmiş.”
“Görmedim efendim, ne zaman gelmiş?”
“Şimdi gelmiş.”
“Ben deminden beri buradayım. Siz buradan çıkar çıkmaz ben geldim. Çıktığınızı duydum da belki bir hizmetiniz vardır diye geldim. Fakat ne efendiyi gördüm, ne başka bir kimseyi.”
“Buraya girdiğin zaman ortalıkta neler gördün?”
“Birçok kâğıt parçaları gördüm.”
Hanımda bir hareket! Zavallı kadıncağız nefsini zorlamakta gücü kalmayarak bütün metanetini kaybetti. Sanki Peyker her sırra vâkıf olmuş. Dudakları titreyerek sordu ki:
“Onları ne yaptın?”
“Ne yapacakmışım? Hepsini toplayıp şuraya ateşe attım.”
“Yalan söylüyorsun!”
“A! Size yalan söylemek benim haddim mi? İlk defa olan bir şey değil ya? Her zaman yere attığınız kâğıtları toplayarak ateşe atmaz mıyım?”
“Öyledir de… O hâl ve şanındaki perişanlık ne? Büyük bir fenalıktan korkmuşsun gibi görünüyorsun.”
“Gerçi öyledir. Sizi bu perişan hâlde görüp de sadık bir kulunuz olduğum hâlde ben de nasıl perişan olmam? Allah aşkına merhamet buyurunuz efendim! Size ne oldu, neniz var? Ben de bileyim ki çare olarak elimden ne gelebilirse onu yapayım.”
Oh! Cariyenin şu yakınması biçare Saniha’ya gereği gibi teselli verdi. Bakınız, bakınız rengindeki morluk âdeta yok oldu. Yüzünde tebessüm alametlerini göstermeye dahi nefsini zorluyor. Hele cariyeye:
“Gerçekten o kâğıtları toplayıp kendi elinle şömineye attın mı Peyker? Buna emin olayım mı?”
Sualini sorup da Peyker tarafından dahi:
“Evet efendim, her zaman nasıl yapıyor idiysem bugün dahi öyle yaptım.” cevabını aldığı zaman daha ziyade mutlu göründü. Lakin tamamıyla da emniyet edebilir mi ya? Gidip şömineye baktı. Evvelce yakmış olduğu fotoğrafın mukavvasının külü hâla orada. Hatta mukavvanın etrafı yaldızlı olduğu gibi resmin altında fotoğrafçının ismi de yaldızlı harfler ile matbu olarak o yaldızlar ise yanmamış. Parıl parıl parlayıp duruyorlar.
Peyker’in “Yaktım.” dediği kâğıtların külünden hiçbir eser görülmediğine dikkatle bunu da Peyker’den sual eyledi.
Aferin Peyker, yine zeki kız imiş be! Hanımın sualini müteakip hiç tereddütsüz ve hiç renk vermeden:
“Ateş pek hızlı yandığı için kâğıtların küllerini dahi baca çekip götürdü. Besbelli bu mukavva parçası ağır olduğu için uçamamış.” dedi. Nasıl, Peyker’in yalancılığına ne dersiniz? Korku bu, korku insana her şeyi yaptırır. Hele yalancılığı o zamanlarında iyi konuşur.
Peyker’in yalanı Saniha Hanımefendi’yi tamamıyla tatmin edip memnun ettiğine inanacağız. Zira o dahi bu işin efendiye haber verilmemesi için cariyeye sıkı sıkı tembihlere girişti. Peyker’den:
“Allah Allah, evin hizmetini nasıl gördüğümüzü de efendiye anlatacak değiliz ya! Bugün şu odayı böyle süpürdük, kanepeyi sandalyeleri böyle sildik, eşyanın tozlarını şu şekilde aldık diye her gün, her şeyi sayıp döküyor muyuz ki bu akşam topladığımı birkaç kâğıt kırpıntısını şömineye attığımızı da haber verelim.” cevabını aldığı zaman iradesi dışında bir tebessüm ile o güzel yüzü gerçek hâline döndü ki bu tebessümün manası: ‘Cariyenin hakkı var. Yerden birkaç parça kâğıt kırpıntılarını kaldırıp şömineye atıvermekte ne ehemmiyet olabilir? Ben de deli gibi şu küçük iş hakkında zanda bulunuyorum.’ düşüncesinden ibaret olacağına şüphe edemeyiz. Bununla beraber o gün yazıhanede uzun uzadıya yazı yazmış olduğunu da münasebetli olsun münasebetsiz olsun efendiye söylememesini Peyker’e tekrar tekrar tembih ederek:
“Gideyim efendiyi bulayım.” dedi çıktı, gitti. O çıkıp giderken Pey-ker dahi arkasından bakıp iradesi dışında birkaç defa başını salladı ki asıl manalı bir hareket sayılacak ise o da bu idi.
Bepul matn qismi tugad.