Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Paris’te Bir Türk»

Shrift:

BİRİNCİ KISIM
Yolculuk Esnasında

Birinci Bölüm

Fransa’da Üçüncü Napolyon’un imparatorluk hükûmeti henüz mevcut olduğu bir zamandaydı ki İstanbul’dan Marsilya’ya müteveccihen hareket eden Messagerie İmperiale namındaki Fransız kumpanyası vapurunun ikinci mevkisi epeyce kalabalıktı.

Gemi yapımına merakınızın olduğunu bilseydik, Fransa tezgâhlarının âdeta bir iftihar vesilesi olan bu büyük vapuru pupasından pruvasına kadar size inşaat usulünce bir güzel tarif ederdik. Ancak buna merakınız olduğunu bilmediğimiz gibi zaten hikâyemizde zikri geçen vapuru bu kadar tafsilatıyla öğrenmeye fazla da lüzum olmadığı cihetle yalnız ikinci kamarasına bir nazarıdikkat atfedeceğiz.

Kamaraya giden merdivenden aşağıya inilince iki metre kadar genişliğinde ve beş metre kadar uzunluğunda bir aralığa inilir ki bu aralık merdivenin arka tarafına doğru beş metre daha uzar.

İşbu aralık üzerine altısı sağda ve altısı solda ve üçü dahi karşıda olmak üzere tam on beş kapı açılır. Eğer sağdan veyahut soldan birinci kapıları açacak olsanız, içi iki metreden fazla geniş ve üç metreden ziyade uzun bir kabine olduğunu ve bu kabinenin sağ tarafında birbiri üzerine konulmuş tabut şeklinde çifte yatak ve onun ayak ucunda bir tuvalet takımı ve sol taraftaki duvar üzerinde elbise ve şapka asmaya mahsus dört tane güzel çivi ve karşı tarafında dahi yuvarlak bir tek pencere görürsünüz ve bu ahvalin cümlesinden bunun bir hususi kabine olduğunu anlarsınız. Ama biz bir kabinenin hususi durumunun hikâyesini tamamlamak için size şunu da haber verelim ki tabut şeklinde dediğimiz yatakların başları ucunda görülen birer küçük dolap kapılarını açar iseniz içlerinde pek lüzumlu birer kap bulursunuz ki yalnız bunların öyle baş tarafa konulmalarına hiçbir mana veremezsiniz.

Sağdan soldan kapıların birincilerden beşincilere kadar cümlesi hep bu şekil ve heyette birer hususi kabinelerdir. Vakıa altıncılar dahi birer hususi kabineler ise de onların hususiyetleri umuma aittir. Fakat umuma ait olduğunu anlar anlamaz “Biz dahi o umum içinde dâhiliz!” diye hemen sahiplenmeye kalkışmayınız. İhtimal ki içlerinde adam vardır. Sonra hem onları mahcup etmiş olursunuz hem kendinizi. Bunların hususiyetleri o kadar mühimdir ki içlerine bir adam girip de bir kere o hususiyete malik olduktan sonra artık kapıyı açmanıza değil hatta delikten bakmanıza dahi razı olmazlar. Hem bu hususiyete bir kere malik olan öyle de bir hak kazanır ki kabinenin özel hâlinden istediği kadar istifadesine hiçbir memlekette hiçbir kimse tarafından muhalefet edilmemek âdettir.

Pek çok karıştırılır ise mide bulandıracak olan şu taraftan artık sarfınazar edelim de merdivenden inildiği zaman karşımıza gelen tarafa doğru ilerleyelim:

Beş metre kadar olmak üzere tayin ettiğimiz mesafeyi yedi sekiz adımda katettikten sonra karşınıza çıkan üç kapıdan orta yerdeki daha büyücek ve iki yanlarda olanları daha küçürektir. Vakıa orta yerdeki kapının salon kapısı olduğu derhâl görülür. Ancak “Şu iki taraftaki kapılar acaba ne ola?” diye merak eder de bakar iseniz sağ taraftaki kapının içerisinin bir güzel ince kiler ve bu kilerin ta dibinde besbelli kilerciye mahsus olmak üzere bir yatak ve sol taraftaki kapının içini dahi kiler deposu olmak gibi bir suretle kullanıldığını görürsünüz. Her tarafı tabak, şişe, kadeh vesaire dolu bir yer görürsünüz ve bunun dahi ta dibinde bir yatak bulursunuz.

Orta yerdeki kapıdan girildiği zaman iki metre kadar ileriye yürümelidir ki asıl salon içine girebilesiniz. Zira iki tarafta bulunan kilerlerin derinliği budur.

Salonun uzunluğu dokuz metre ve genişliği dahi geminin kapsadığı yer kadardır. Bunun dahi iki tarafına boylu boyunca dörder yatak tertip edilmiş ve üç kat olmak üzere birbiri üzerine tanzim olunmuş bulunduğundan sağ ve solda on ikişerden yirmi dört yatak bulunur. Pencereler üçüncü katta bulunan yataklar hizasında olduğu cihetle salonun içini layıkıyla aydınlatamazlar ise de salonun orta yeri hizasıyla tavandan aydınlatma pencereleri açılmış olduğundan bunlar içeriye lüzumu kadar ışık verebilirler.

Salonun ortasına boylu boyuna bir masa uzatılmıştır. Bu masa üzerinde otuz altı kişi rahatça yemek yiyebilir. Eğer sıkışmak icap eder ise kırk dört adama da yemek yedirmek mümkündür ki zaten ikinci mevkinin bütün yatakları da bu miktardan ibarettir.

İşbu salonun ta arka tarafında büyük ve bahusus gayet güzel bir ayna olup sağ tarafına bir kütüphane ve sol tarafına bir piyano konulmuş olduğundan yolcular bunlardan istifade edebilirler. Böyle kütüphane ve piyanolar, sair gemilerde yalnız birinci mevkiye mahsus oldukları hâlde bu gemide ikinci mevkide dahi bulunması geminin cümle üstünlük sebeplerindendir.

Buraya kadar verdiğimiz malumat, ikinci mevki hakkında muhtaç olduğumuz kadardan az değildir. Yalnız şunu da ilave edelim ki salon içindeki yatakların önüne gayet muntazam perdeler çekilmiş olduğundan bir adam salon içinde halk mevcut olduğu hâlde dahi yatağına girerek ve perdesini indirerek kendisini insanların nazarından gizleyebilir. Eğer, bütün bütün gizlenmek ister ise fazla ücrete bakmayıp hususi bir kabin kiralaması lazımdır.

Maksadımız, mütalaa erbaplarına ikinci mevkinin yalnız şu mimari taksimatını haber vermekten ibaret olmayacağı malumdur. Hikâyenin zeminini teşkil edenler bahsi geçen mevkinin yolcuları olacağından onları da gözden geçirelim.

İkinci Bölüm

Yolcuları gözden geçirecek isek onun da vakti tam şimdidir.

Hikâyemizde bu vaktin hangi vakit olduğunu bilir misiniz? Akşamüzeri saat onda Dersaadet Limanı’ndan hareket etmiş olan geminin tam Marmara açıklarında bulunduğu ve saat bir sularıdır ki yolcuların cümlesi sofrada yemek yemekte bulundukları cihetle hepsini bir anda gözden geçirmek mümkündür.

Sofranın, ikinci kaptanın riyaseti altında bulunacağı malumdur. Kaptanın sağ tarafında bir kadın vardır ki kendisine Madame Syrienne diye hitap olunur ise de biçarenin Dersaadet’te ticaretle meşgul olan kocası Monsieur Syrienne vefat etmiş olduğundan dul kalmış ve vatanı Lyon şehrine gitmek üzere yola çıkmıştır. Dört yaşındaki kızı Marie kucağında ve on iki yaşındaki oğlu Etienne dahi alt tarafındaki sandalyede oturur. Hâl ve şanına ve davranışına bakılır ise kendisi ne zengin görünür ne fakir. Hâlbuki kadının yaşı da güzelliği de böyle orta derecede idi. Yani otuz beş yaşında ancak olup ne bayılacak kadar güzel ne de atılacak kadar çirkindir. Hele bizce âlemde atılacak hiçbir kadın olmadığını şimdiye kadar bin yerde itiraf ettik. Avam tabirini kullanarak diyoruz ki atılacak kadar çirkin de değildir.

Kaptanın sol tarafında oturan diğer bir kadının ismi Cartrisse olup ancak kendisine bazı kere Madame Cartrisse ve bazı kere Mademoiselle Cartrisse diye hitap edildiğinden ve kadın her iki hitaba dahi cevap verdiğinden kendisi bakir midir yoksa evli midir henüz tayin edilememişti. Yaşına başına bakılır ise hemen hemen evlilik zamanı da geçmiştir. Zira kadın otuz beş yaşında yok ise bile otuz yaşından aşağı olmadığına kim yemin etse başı ağrımaz. Bu da güzel denilecek güzellerden değil ise de iri yapılı, gayet dinç bir kadın olduğundan kadınlığın tesirleriyle her kim olsa etkileyebileceği su götürmezdir. Şu kadar var ki yüzü pek sert bir şeydir.

Sağ tarafta, Etienne Syrienne’in aşağısında bir kadın daha vardır ki ismine Madame de Trouville denildiğine göre, Avrupa asilzadelerinden olduğu anlaşılır. Kırkını geçmiş fakat hâlâ oynak ve şişman bir kadındır ki eğer şişmanlığı ve bir de ziyadece esmerliği olmasaydı, güzellikte orta hâlli olduğuna hükmedilebilirdi. Kendi rivayetine göre Paris’e dönüyormuş. Bundan anlaşılır ki zaten Parisliymiş de. Bir müddet başka yerde olduğu hâlde geri dönüyormuş. Sol tarafta Cartrisse’in altında Herr Kaliksberg isminde bir adam olup buraya kadar haber verdiğimiz zevatın cümlesi Fransız oldukları hâlde bu zatın lisanından kendisinin Alman olduğu anlaşılırdı. Ancak Herr Kaliksberg’i öyle bira ile beslenmiş, boğaya dönmüş semiz Almanlara kıyas etmemelidir. Gayet nahif, sarı ve köse bir zat olup İstanbul’da ne işle meşgul olduğu, Avrupa’nın neresine gittiği, nasıl bir adam olduğu malum değildi. Bunun da alt tarafında dört nüfustan ibaret ve Dizier isminde bir aile halkı olup sırasıyla birincisi asıl Dizier ismini taşıyan bir kocakarı ve ikincisi Angeline isminde oldukça genç ve güzel bir kadın ve üçüncüsü Usse isminde ve on dört yaşında bir erkek çocuk ve dördüncüsü de Julie isminde ve dokuz yaşında bir kız çocuğudur. Kendileri İstanbul’da yerleşmiş ve ticaretle meşgul olup bir düğün meselesinden dolayı Marsilya’ya gitmekte olduklarını zevzek, geveze bir kocakarı her önüne gelene ilan ederdi.

Kaptanın sağ yanında ve De Trouville’in alt tarafında Zekâ Bey isminde bir zat vardı ki Türk olduğu yalnız isminden anlaşılıp o kadar alafranga, o kadar şık bir şeydi ki sofrada Avrupalı ve medeni addolunmaya layık ondan başka kimse olmadığına hükmedilse yeridir.

Fakat güzelliğinin de süsüne denk olduğunu insafla ikrar ederiz. Hele yaşını yirmi beşten ziyade tahmin etmeye imkân yoktur. Remzi Efendi isminde kırk beşini geçmiş, kısa boylu, kuru yüzlü, hem köse hem kır sakallı, parlak gözlü bir efendi de Zekâ Bey’in alt tarafındadır ki bunların ikisinin refik-i mülasık oldukları zahir hâllerinden görülmekte ise de Zekâ Bey’in velinimet ve Remzi Efendi’nin bir hizmetkâr gibi bir muamelede bulunduklarına nazaran asıl kumandanın (yani para) Zekâ Bey’de olduğu da anlaşılırdı. Bunlar kendi söylediklerine göre Paris’e seyahate gidiyorlarmış.

Karşı yani sol tarafta, Julie Dizier’in alt tarafında Yorgidis isminde bir Rum bulunup ticaret için İstanbul’dan Marsilya’ya gidiyormuş. Adamın alt tarafındaki kadın ise İstanbul’da Gabrielle namıyla şöhret bulmuş bir tiyatro oyuncusudur ki Paris’e gitmektedir. Oyuncu olduğuna ve hem de hakikaten güzel bulunduğuna göre zahir hâlinde aşüftelik emareleri Madame de Trouville’de görüldüğü kadar görülememekte olduğuna hayret etseniz yeri vardır.

Beri tarafta, Remzi Efendi’nin altında bir İngiliz vardır ki ismi Mister James olup hâline, kıyafetine nazaran kendisini filozof ve ressam zannedenler hata etmezler. İki yanağı üzerinden salıverdiği favori denilen çatal sakallar iki omzundan aşağıya doğru sarkmış gitmiş, hem uzun boylu hem uzun yüzlü, ince, kıpkırmızı bir adamdır.

Malumdur ki bu gibi filozofların gittikleri, geldikleri veyahut gidecekleri, gelecekleri yer ne bilinir ne de tayin edilir. Filozofluğun şanı bu imiş! Bunun alt tarafında oturan ise Monsieur Autrans denilen uzun boylu, etine dolgun, güzel simalı, iri burunlu fakat ziyadesiyle geveze bir Fransız’dır ki Fransızcayı yarım yamalak konuşan biçare İngiliz’e hem sormadık sual bırakmaz hem de Fransızcası ile bıyık altından dalga geçmekten geri durmaz. Fakat bu adamın sanatı henüz meydana çıkmamıştır.

Onun da alt tarafında Gardiyanski isminde bir Lehli vardır ki zahirine bakılır ise Lehistan’ın asilzadelerinden ve oldukça zengin bir adam olduğu zannolunur. Hele simasının güzelliğine, akl-ı kemaline ve kibarlığına hiç diyecek bir şey yoktur. Kendisi Paris’e gidiyormuş.

Kaptan sofranın bir ucunda oturduğuna göre oradan başlayarak saydığımız hazırda bulunanların silsilesi sofranın öte ucuna kadar gelmişti. Ta ucunda ise iki Türk daha oturmaktadır ki bunun birisi Nasuh Efendi namında yirmi sekiz otuz yaşlarında bir delikanlı olup hâl ve şanından, gayet sakin yaradılışlı bir şey olduğu anlaşılır. Bu zat Lehli Gardiyanski’nin yanına isabet eylemiştir. Diğeri ise Sena Bey isminde bir diğer Türk olup on dokuz yirmi yaşında, güzelce, zekice bir şeydir ki Gabrielle’in yanına isabet eylemiştir. Ama bu Sena Bey ile Nasuh Efendi’nin öyle Zekâ Bey ile Remzi Efendi gibi birbiriyle rabıta-i refakatleri olduğunu zannetmemelidir. Bunlardan her biri kendi hâlinde, kendi âlemlerinde olduklarından ikisini dahi kendi başlarına müstakil bilmelidir. Hatta Sena Bey’in tahsil için Paris’e gittiği malum olduğu hâlde Nasuh Efendi’nin ne için, nereye gittiği dahi henüz belli değildir.

Üçüncü Bölüm

Yolcular sofrada iken kendilerini bir kerecik gözden geçirmek için sarf ettiğimiz zaman içinde elbet bunların nasıl bir sohbetle meşgul olduklarına dahi kulak misafiri olmuşuzdur. Bu hâlde işitmiş olmamız lazım gelen hususlar aşağıdaki gibidir:

Bu gibi sofralarda bulunmuş iseniz bilirsiniz ki oralarda, İngiltere Parlamentosu gibi yalnız bir adam söyleyip sair cemaatin dinlemesi âdeti yoktur. Her iki üç kişi kendi aralarında bir söz açıp o suretle konuşurlar. Dolayısıyla ikinci mevkinin sofrasına kulak misafiri olmadan evvel bir kere cemaatin şu suretle taksimini de bilmek lazımdır. Bu ise pek girift bir şey değildir. Bir kere biçare Madame Syrienne yalnız iki çocuğu ile meşgul olup başka hiçbir söze kulak bile vermezdi. Kaptan ise Alman Kaliksberg ve Madame yahut Mademoiselle Cartrisse ile politikaya dair bir söz açıp konuşuyordu. Dizier ailesinden genç Angeline, Fransızcası Fransızcaya bile benzemeyen Remzi’nin tatsız ve edepsiz sözlerinden uzak kalmak için daima kocakarı ile meşgul olduğu gibi Usse’yi de kendi aile sohbeti dairesine davet etmeye çalışırdı. Ancak De Trouville, Zekâ Bey’in burnuna girecek veyahut onu kendi şişman koynuna sokacak kadar meşgul olduğu hâlde her iki dakikada bir kere genç Usse’ye dahi bir söz atar, işhal eder ve Angeline ise buna da kızar, söylenirdi.

İngiliz James’in yalnız Autrans ile meşgul olduğunu daha bundan önce haber vermiştik. Hâlbuki Autrans, Yorgidisi dahi ara ara kere kendi muhabbetlerine davet ederdi. Ancak Yorgidis, Autrans’ın suallerine hep kestirmeden cevap verip alt tarafında Sena Bey ile Gabrielle’in daha tatlı olan mülahazalarına ortak olmak isterdi.

Daha kim kaldı? Gardiyanski ile Nasuh Efendi değil mi? Onları da ister iseniz birbiriyle muhabbet ediyorlar diye hükmediniz, ister iseniz etmiyorlar diye… Her iki hükmünüz eşittir. Zira ikisi de birbirine iki kelimecikten ibaret olmak üzere sordukları suale yine iki kelimecikten ibaret olmak üzere aldıkları cevap üzerine bir hayli müddet düşünmekte olduklarından bunlar işin başlangıcında asla konuşmuyorlar zannolunurdu.

Kaptan ile Kaliksberg ve Cartrisse’in meclislerine kulak verelim:

Kaptan: (Avusturya, Prusya ve İtalya’nın 1866 senesinde ettikleri Sadova ve Lissa kara ve deniz savaşları üzerine açılmış olan bahisten) “Ey Madame!.. Şey Mademoiselle Cartrisse… Allah aşkına size madame diye mi hitap edelim, mademoiselle diye mi?”

Cartrisse: “Her ikisi de uygun.”

Kaliksberg: “Bendeniz de bazı kere kusur ediyorum hanım! Hangisinin daha makbul olduğunu bilsek…”

Cartrisse: “Bence en makbul olanı kısa ve tekellüfsüzce olmak üzere Cartrisse diye hitap etmenizdir.”

Kaptan: “Estağfurullah!.. Her ne ise… Şu Lissa’da Amiral Teketoff’un bir ağaç sefine ile İtalya’nın Victor Emanuel ismindeki bir zırhlı sefinesini batırmış olduğuna ne mana verirsiniz?”

Cartrisse: “Batırmış diye mana veririm.”

Kaliksberg: “Acayip! Bu konuda kendinize mahsus bir fikriniz yok mudur?

Cartrisse: “Yoktur efendim!”

Kaptan: “Ya Sadova’da Prusya iğneli tüfeklerinin Avusturyalılar içinde açtığı yaraya?”

Cartrisse: “Acırım!”

Kaptan: “Sualim o değil! Şu Prusyalıların kimseye renk vermeksizin birdenbire ortaya kuyruktan dolar tüfekleri çıkarınca…”

Kaliksberg: “Düşmana bir büyük oyun oynamak kararında bulunan adam böyle hazırlıklarından asla haber vermez.”

Cartrisse: “Bu sualleriniz, sözleriniz bence hep meçhullerdendir.”

Kaptan: “Evet! Size Lissa Deniz Savaşı’ndan bir kaptan gibi sual sormak ve Sadova meselesi hakkında dahi bir mareşal gibi hitap etmek vakıa hatadır! Ancak bu muharebelerin politikaca olan manevi etkilerini demek isterim…”

Cartrisse: “Demek istersiniz ki bu harp meselesinde size bir hariciye nazırı gibi fikrimi beyan edeyim!”

Kaliksberg: “Vakıa bu cevap pek münasiptir. Mademoiselle’den bir amiral, bir mareşal gibi cevap istemek hata olduğu hâlde bir hariciye nazırı gibi cevap beklemek de bütün bütün hatadır.”

Kaptan: “Şayet politikaya merakı vardır diye…”

Cartrisse: “Hayır efendim! Benim öyle şeylere asla merakım yoktur.”

Kaliksberg: “Mademoiselle Cartrisse’e bir kadını eğlendirebilecek meseleleri açmalı!..”

Cartrisse: “O da bütün bütün boşunadır. Eğer kadınlığıma hürmeten benim hoşlanacağım bir muamelede bulunmak ister iseniz rica ederim ki siz yalnız kendiniz konuşup benim hisseme de dinlemek vazifesini ayırınız.”

Kaliksberg: “İşte şimdi bendeniz de hayret ettim efendim. Sizin hiçbir şeye merakınız yok mudur?”

Cartrisse: “Hayır efendim! Benim hiçbir şeye merakım yoktur. Yalnız İstanbul’u bir kerecik görmeyi merak etmiştim. Geldim, gördüm. Şimdi hiçbir şeye merakım kalmadı.”

İşte şu gördüğünüz örnekten anlarsınız ki bu tarafta Madame yahut Mademoiselle Cartrisse yalnız dinlemek ile meşgul olup kaptan ile Kaliksberg ise Prusya ve Avusturya meselesini o kadar çekip uzatmışlardır ki hatta kaptan Fransa’nın dahi Prusya’dan ne kadar şüphelenmekte olduğuna ve bunun için ne gibi tedbirlere müracaat ettiğine ve edeceğine dair bazı sırları açıklayıp Kaliksberg bu gibi sırları işittikçe sanki kaptanın ağzından çıkan sözleri ezberlemeye çalışır ve herifi bir kat daha deşmek için bahsi kurcalar dururdu.

Remzi Efendi’nin Angeline’i usandıran yavan sözlerinden dahi bir numunecik görmek ister misiniz? İşte:

Remzi: (Usse’yi göstererek) “Madame bu çocuk sizin midir?”

Angeline: “İhtimal ki benim olabilir.”

Remzi: “Fakat sizin kadar güzel değil! Hoş sizin kadar güzel bir insan daha yaratılamaz ya?”

Angeline: (Remzi’den yüzünü çevirip kocakarıya) “Anacığım! Niçin öyle iştihasız yiyorsunuz? Hasta…”

Kocakarı: “A! Kızım ne diyorsun? O kadar iştah ile yiyorum ki hatta hizmetçi garsondan utanmamış olsam her tabaktan üçer kere yemek alacağım. Yalnız iki defasıyla yetiniyorum.”

Angeline: (kendi kendisine) “Şu maymun yüzlü Türk’ten validemin az veya çok yediğine dikkat etmeye fırsat mı var?”

Remzi: (Angeline’e) “Evet madame! Maşallah valideniz pek iştah ile yiyor. Deniz seyahati insanın iştahını açar. Yalnız siz pek nazlı yiyorsunuz. Vakıa nazlı yemek kadınlara pek yakışır ama…”

Angeline: (bu sözden de bizar olarak De Trouville’in şaka yollu yeşillenmekte olduğu genç Usse’ye yüzünü dönerek) “Usse! Usse! Validen makamında bir kadın ile bu kadar laubalice konuşmaktan utanmıyor musun?”

De Trouville: (Angeline’e) “Yani bu sözle beni uyarmak ve bana ‘Evladın makamında bulunan bir çocuk ile şakalaşmaktan utanmıyor musun?’ demek istiyorsunuz. Ama madame hatanız vardır. Validenizin iştahlı mı yoksa iştahsız mı yemek yediğine ne kadar dikkat ediyor iseniz oğlunuz Monsieur Usse ile yaptığım sohbete dahi o kadar dikkat ediyorsunuz da onun için yanılıyorsunuz.”

Angeline: (De Trouville’den de bizar olarak yine validesine dönüp hitap ederek) “Valideciğim! Şu kebaptan daha alsanız ya? Pek güzel olmuş.”

Kocakarı: “Zaten yüzümü kızartarak bundan üç kere aldım. Bir daha alır isem dört olur.”

Angeline: (kendi kendisine) “Halkın tacizinden bir şeye dikkat etmeye vakit bulamıyorum ki!..”

İşte şu örnek dahi size Angeline’in nasıl can sıkıntısı içinde konuştuğunu anlatır. Bir de Zekâ Bey ile Madame de Trouville tarafına kulak misafiri olalım:

Zekâ: “Ey, bana elbisenin pek yakıştığını gerçekten kabul ediyorsunuz ha!”

De Trouville: (Güya vereceği cevabı şuh bir tavır ile Zekâ Bey’in kulağına söylemek için o telli bebeği kucaklayacak ve hatta öpecek mertebede yanına ve kulağına sokulup) “Sorar mısın hınzır? Sorar mısın? Karı olmamışsın ki senin kadar güzel, senin kadar yakışıklı olan bir delikanlıya elbisenin ne kadar yakışık alacağını bilesin.”

Zekâ: “Sen de erkek olmamışsın ki senin kadar erkek kadri bilen karıya erkeklerin ne kadar meyil ve muhabbet göstereceğini kavrayabilesin.”

De Trouville: (Zekâ Bey’in cevabı üzerine aşüftece bir kahkaha koparıp sonra genç Usse’ye) “Monsieur Usse ne kadar güzel bir delikanlı olacak! Bunu henüz terlemeye başlamış olan bıyıklarınızdan anlıyorum Monsieur Usse! O bıyıklar kaşlarınız kadar büyür ise artık karılar kızlar sizin için bayılacaklardır.”

Angeline’i küplere bindirecek bir söz dahi bu olacağı düşünmeye değerdir. Bir de Autrans’ın, Mister James’i nasıl meşgul ettiğine bakalım mı?

Autrans: “Ey Mister James! İstanbul’dan birçok Türk eşyası aldınız ha?”

James: “Şalvar, potur, sarık, kırmızı çizme, sarı çizme, yemeni, pabuç, zeybek elbisesi, Arnavut elbisesi ve Bulgar elbisesi, neler, neler!.. Dört sandık dibine kadar dolu!”

Autrans: (alaylı bir tavırla) “Dibine kadar mı? Ağzına kadar mı?”

James: “Şey… Affedersiniz! Yanıldım. Fransızcam o kadar kuvvetli değil de… Dibine kadar diyecek iken ağzına kadar dedim.”

Autrans: “Ne yazık ki yine yanıldınız Mister James!”

James: “Pardon pardon! Yine yanıldım. Ağzına kadar diyecek iken dibine kadar dedim. Ne ise İngilizceyi iyi bilmediğimdendir… Şey İngilizceyi demişim. Fransızcayı iyi bilmediğimdendir.”

Autrans: “Ey! Seyahat esnasında bu Türk elbiselerinin resmini çıkaracağınız hakkında demincek verdiğiniz vaadi yerine getireceksiniz ya?”

James: “Elbet! İngiliz’im. Bu bir İngiliz vaadidir… Of! Vaadim İngiliz vaadidir diyecektim. Lakin siz de elbiseleri giyip poz (resim çıkartmak için ressamın karşısında istediği bir şekilde durmak) vereceksiniz ya?”

Autrans: “May hav! Siz de bana bu resimlerin birer kopyasını vereceksiniz. Pazarlığımız öyle değil miydi? (Yorgidis’e) Siz de şahitsiniz ya Yorgidis?”

Yorgidis: (başından def için kulak bile vermeyerek) “Evet! Kebap mı? Pek güzel olmuş.”

Autrans: “Yok a canım… Mister James’in verdiği vaade…”

Yorgidis: “Evet evet! Pek güzel olmuş, pek güzel olmuş!” diye Gabrielle’e döner.

James: “Canım ben vaadimi inkâr etmiyorum ki! Lakin her kıyafeti size giydirip de resminizi alır isem hep resimler bir adamın resmi gibi olur.”

Autrans: “Onun pek de zararı yoktur. Asıl ben size kendimi birkaç türlü arz edebilirim.”

James: “Nasıl?”

Autrans: “İşte ben sakallı, bıyıklı bir adamım. Evvela sakallı olarak alacağınız resimler için böyle arz ederim. Sonra sakalımı tıraş eder bıyıklı kalırım. Nihayet onu da tıraş ederek genç olurum. Siz de resmederken beni gâh biraz daha zayıf gâh şişman gâh uzun gâh kısaca resmederseniz amaç hasıl olur.”

James: “O! Yes! Şu akıllar çok Fransız’dır… Şey Fransızlar çok akıllıdır diyecektim. Canım Fransızca, İngilizcenin tamamıyla zıddı olduğundan…”

Autrans: “İngilizler, Fransızların tamamıyla zıddı oldukları gibi.”

Gabrielle ve Sena Bey ile Yorgidis arasındaki bahis dahi şöyle idi:

Sena: “Bu sözünüze inanırım Mademoiselle Gabrielle, bu sözünüz pek doğrudur. Elbette Alcazar’da her gece sizi alkışlayacaklar ya! Hatta ben bile kaç defa…”

Yorgidis: “Hele vahşiler şarkısını çağırmak için vahşi kıyafetiyle çıktığınız akşam herkes bayılırdı.”

Sena: “Hani ya şu çıplak kıyafeti değil mi Monsieur Yorgidis?”

Gabrielle: “Aman öyle çıplaklık filanlık demeyiniz! Sözün aslını bilmeyenler gerçekten çıplak sanırlar.”

Sena: “Canım et rengi faniladan vücudunuza yapışan elbiseyi demek istediğimizi anlatıveririz.”

Yorgidis: “Ama ne vücut!”

Gelelim Nasuh ile Gardiyanski’ye. Bunlar dahi şu sözleri konuşmuşlar idiyse de her söz arasından şüphesiz ikişer üçer dakika geçerek o veçhile sohbet etmişlerdir:

Nasuh: (Gardiyanski’nin bir sözünü tasdiken) “Ben de öyleyim. Milletim nev-i beşerdir, vatanım rûy-ı zemin.”

Gardiyanski: “Ya vatanımın hürriyetini gasp ederler ise!..”

Nasuh: “Bu insanın namusuna taarruz demektir.”

Gardiyanski: “Namus uğrunda?”

Nasuh: “Ölmek!”

Gardiyanski: “Ölmeye muvaffak olamayan?”

Nasuh: “Vazifesini ifa etmiş ise teselli olabilir.”

Gardiyanski: “Etmiş olduğuma şahit vücudumda altı yara vardır.”

Nasuh: “Şanlı bir adamsınız.”

13 327,37 s`om
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
ISBN:
978-625-6485-56-3
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi