Kitobni o'qish: «Karnaval»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin’de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul’a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868’de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879’da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Camii haziresindedir.
Ön Söz
Asıl sözümüze başlamadan evvel, karnaval ve balolar hakkında okurlarımız ile birkaç lakırdı etmek isteriz. Aslında bazı eserlerimizde balolar hakkındaki gözlemlerimizin bir kısmını açıklamış isek de Karnaval başlıklı bir romanın en başlıca zemini balolar olacağından, bu konuda biraz daha genişletilmiş bilgiler vermeye lüzum görmekteyiz.
Dünya, her zaman, şimdiki gibi bir eşit özgürlük dünyası değildi. Ama şimdi dahi hürriyet eşitliği dünyası olmadığını dava edenler ile uğraşmak da istemeyiz. Hatta davacılarımız birçok yönlerden hak dahi kazanırlar. Zira yeryüzünde medeniyet dairesine girerek toplumsal hukukunu sağlamış olan memleketler, yerkürenin yüzölçümüne oranla yirmide bir derecesinde kalmadığı gibi medeniyetçe ilerlemiş memleketler dahilinde bile toplum hukukunu en çok yararına kullanmayı bilmekte olan birtakım namus sahibi kimselerin, birçok rezil ve sefil kimselerden ne derecelere kadar çekinmekte olduğunu görmekteyiz. Hürriyet ve esaret hep ölçüsü olan şeylerdir. Bazı kere olur ki bir Şirket-i Hayriyye1 vapurundan çıkmak konusunda herkesin hukuk ve hürriyeti eşit olmak lazım gelir iken, en geride olan bir terbiyesiz, sırf terbiyesizliği çerçevesinde kendisine edinmiş olduğu bir cüretle, önünde bulunan yüzlerce adamı yara yırta geçtikten başka, arkasında bulunan koca bir küfeyi dahi geçirip böylelikle her kimin üzerine dokundurur ise berbat eyler.
Bir zamanlar… Fakat birkaç sene, birkaç asır değil, birkaç bin sene evvel geçmiş zamanlarda Romalılar gibi medenileşmiş büyük milletlerde halk soylular, asker, sanatkâr ve köleler diye birçok sınıfa ayrılmış idi. Kılıç takmak izni bir sınıfa mahsus olduğu gibi açık açık şevk ve şetaret2 etmek cüreti dahi bir sınıfa mahsustu. Sözün kısası, halk sınıflarından her birinde birtakım imtiyazlar vardı ki diğerleri bunlara gıpta ederlerdi.
Bu gıptanın yalnız küçükler tarafından büyükler hakkında edileceği düşünülmemelidir. Gerçekte, halkın en düşük sınıfı olan köleler tarafından bu gıpta, haset derecesini de geçerek büyükler aleyhinde düşmanlık derecelerine vardırılmış ve buna bağlı olarak, “Böyle insani haklarımızdan yoksun yaşayacağımıza ölmek hayırlıdır.” diye büyük isyanlara kalkışılarak dereler kadar kanlar döküldüğü de tarihlerde yer bulmuş ise de bu durum, en büyüklerin bile en küçüklere varıncaya kadar kendileri altında bulunan sınıflar hakkında gıptalarını ortadan kaldıramamıştır.
Böylelikle, senede bir, belirli bir süre boyunca bütün âdetler ve resmî kanunlar yürürlükten kalkarak herkesin eşit ve herkesin mutlak özgür olmak üzere ömür sürmesi, önceleri bir âdet şeklinde baş gösterip yavaş yavaş bu âdet, kanun hükmünü dahi almıştır. Çünkü kanunların asıl temelinin, ahlak ve millî töreler veyahut ahlak ve millî törelerin ortaya koyduğu sonuçlar üzerine medeni kanunlar yapmak olduğu, âdeta her akıl ve düşünce sahibi aydının hükmeylediği bir şekildir.
Herkesin mutlak özgürlük üzre yaşaması için genel olarak müsaade verilmiş olan zamanlar, işte şimdiye kadar devam edip, hatta gittikçe daha da ileriye gitmiş bulunan karnaval zamanlarının başlangıcıdır. Bu süre boyunca yalnız halka saldırı ve başkasının hakkına tecavüz sayılacak suç ve cinayetlerden başka, herkesin keyfi ne yolda isterse öyle eğlenmesine ve birçok rezaleti bile alenen yapmasına kimsenin karşı koymaması hakikaten bir kesin hüküm ve kanun şeklini almıştır.
Karnaval, Hristiyanlığın başlamasından evvel, yani putperestlik zamanlarına aittir. Hristiyanlık dini, Roma taraflarına yayıldığı zaman, bu âdeti uygun görmemiş ise de halk karnaval serbestisinden istifade için âdeta dünyayı terk etmeyi bile göze aldığından, Roma kilisesi bu konuda işleri zamana bırakmaya ve görmezlikten gelmeye mecburiyet görmüş ve bu zamana bırakış ve görmezlikten geliş uzadıkça, bir izin hâlini alıp yavaş yavaş o izin dahi hükmünü arttırmış ve yeni çağlara ayak uydurma gelişmeleri ile karnaval şenlikleri, Hristiyanlık kanunu olmak derecesini bulmuştur.
Roma’da, Venedik’te ve diğer Avrupa’nın bütün meşhur yerlerinde karnaval denen ipini koparmışlık ve bu süre boyunca gerçekleştirilen cümbüşler o derecelere kadar varmıştır ki gece olsun gündüz olsun, şehrin her tarafı kesintisiz bir bayram hâlinde bulunarak herkes zevki ve keyfi ne ise onu yapmakta kendisi için hiçbir engel, hiçbir zahmet farz edemez. Kendi sınıfsal konumu, onuru, eğer kendi kalp ve gönlünde yatanları (açıkça) yerine getirmeye müsait olmazsa, yüzüne bir de maske koyar. Zaten herkesin her istediği kıyafete girmesi karnavalın asıl gereklerindendir. Askerin başı bozuk ve başı bozuğun asker elbisesi giymesi gibi herkesin mesleği zıttında kılıklara girmesi şöyle dursun, şehirlinin köylü ve vahşi, köylünün şehirli kıyafetlerine girmesi de şu tarafa kalsın, erkeklerin kadın ve kadınların erkek kıyafetlerine girmeleri gibi doğal yaradılış cinsiyetlerine aykırı olan kıyafetlere girmeye kadar bile varırlar.
İmdi balo denilen şey, işte bu karnaval başıboşluğu sırasında, o serbestinin gereklerini sokak ortalarında icra etmeyip de bir büyük salonda icra etmek için toplanan cemiyetler demektir.
Balonun türlüsü olur. Evvela demincek dediğimiz gibi karnaval başıboşluğunu icra için bir salonda toplanmak şeklinde düzenlendiği gibi bir bahçede, bir kırda dahi balolar düzenlenir ki buna “bal champetre” derler. Ancak sıradan balo denildiği zaman herkesçe hatıra gelen şey, büyük bir salonun içine erkek, kadın birkaç yüz veyahut birkaç bin adamın toplanarak birbirine denk bir hürriyet üzere eğlenmeleri konusu olur.
Bal champetrelerden başka salonlarda icra olunan baloların dahi türlüsü olur. Şehrimizde “tavşan balosu” denildiği üzere, Galata’da en rezil ve sefil karıların kendi düşkünleriyle toplandıkları pis balolardan başlamak ile bir sefarethanede önde gelen büyüklerin toplandıkları balolara kadar, saygınlıkça birçok derecesi vardır. Resmî balolar olur ki oralara prensler ve hükümdarlar bile gelirler. Dikkat edilse görülür ki bunların dahi hepsi hep eşitlik üzre özgürlükten istifade amacıyla düzenlenmiştir. En saygın, en resmî bir balo için bir davetiye alma şerefine nail olanlar, ister bir sefarethanenin dördüncü, beşinci kâtibi olsun; ister bir prens bulunsun eşit olarak dostluk edeceklerdir. Aslında kibarlık âleminde eşitliğin o kadar mükemmeli olamaz ise de bir baloda mümkün mertebe bu dengeye dikkat edilecektir. Mesela bir sefaret kâtibi, bir kontes veyahut prenses, huzuruna takdim olunduktan sonra bir aralık zatıalilerinden bir vals veya polka rica edecek olursa, başka bir kişiye söz vermiş olmak gibi bir özür göstermeksizin ret cevabı verirse, bunun nezakete aykırı olacağını kontes veya prenses hazretleri pek iyi bilirler. Bununla beraber kâtip eğer genç, güzel ve kültürlü olursa ret cevabı almayacağına ve nihayet üçüncü veya dördüncü oyun için bir vaat ile müşerref olacağına emin olabilir. Bunun gibi kâtibin karısı olup da genç, güzel, şen ve şatır3 da bulunursa, bir kontun veya bir prensin o kadını dansa davet etmesi yalnız kadın için değil hatta kocası için dahi bir şeref ve şan olarak görülür.
Biz izah etmeksizin okurlarımız anlarlar ki böyle büyük bir baloda, zevk ve sefada herkese tanınan eşit haklardan pay almak için bir kont veya dük olmak derecesindeki büyük rütbelere karşın insanın bir âciz kâtip olmak derecesindeki seviye düşüklüğü engel değildir. Belki, kadın olsun erkek olsun yaşı geçmiş, zaten gençliği zamanında dahi güzellerden sayılmamış ve hele zekâ ve zarafetten hiçbir zaman nasip görmemiş olmak, bir dereceye kadar engel sayılır. Çünkü öyle bir adam, bir kontes veya prenses değil sıradan bir kadına gidip de bir dans teklif edecek olsa, mutlaka kendisinden evvel birkaç kişiye söz vermiş olduğundan bahisle, kadın tarafından nazikâne bir ret cevabı alacağı gibi böyle bir kimse kadın olursa, hatta kontes ve prenses bile olsa pespayegân4 tarafından bile bir dansa davet pek ender olarak meydana gelebilir.
Bununla birlikte, her ne sebebe dayanıyor olursa olsun balolarda, doğrudan doğruya ümitsizlik görenler için bir de talih yolu açılmıştır ki en kibar baloların eşitlik üzre eğlencelerini tamam eyleyen şey de bu sayılsa yeri var. Bu usul dansa, “cotillon” derler.
Mesela balonun parlak bir zamanında salona iki uzun sırık getirtilmiş olduğunu görürsünüz ki bu sırıklar, bayrak sırıkları gibi dik tutulmuş olduğu hâlde, birer uçları sırığın tepesine bağlanmış olan rengarenk kurdeleler aşağıya doğru sarkarlar. Sırıklardan birisi kadınlara diğeri erkeklere sunulur. Gerek kadın gerek erkek, kurdelelerden birer tanesini elleriyle tutarlar. Erkek, tuttuğu kurdelenin rengini diğer sırıkta hangi kadın tutmuş ise o kadın ile oynayacaktır. Artık hangi madam veyahut matmazel ile oynamak hevesinde olup da bir türlü müsaade almakta başarılı olamamış iseniz, o kadının hangi renkte olan kurdeleyi tuttuğuna dikkat ederek koşup erkekler sırığında o rengi yakalamaya çalışmalısınız. Fakat bu işinizde, ahbaptan bir kişinin düştüğü hataya düşmemeye gayret ediniz. Şöyle ki:
Elçilik çalışanlarından birisinin balosunda ahbaptan birisi, dansına pek fazla heveskâr olduğu bir kadının sarı renkli kurdeleyi tuttuğunu görünce ve diğer sırıkta bu kurdelenin boşuna sallandığına dahi dikkat edince, koşup kurdeleyi tutmuş ve emeline nail olduğu için dünyalar kadar sevinmişti. Meğer kadın sarı kurdeleyi elinde tutarken, bizim dosttan bir dakika evvel o renkli kurdeleyi elinde tutan adam, madamın belinden sarılıp dansa başlamış ve madamdan sonra kurdeleyi, rüyada görülse ürkeklik verecek olan diğer bir çirkin kadın tutmuş imiş. Zavallı dostumuz sarı kurdeleyi tutarak heveskâr olduğu güzel madam ile oynayacağı rüyasında iken talih kendisini o korkunç madamın kucağına atmıştır.
Cotillon’un daha birçok türlüleri olur. Mesela, iki sepet çiçek getirirler ki birisinde ne renk, şekil ve cinste çiçek varsa diğerinde dahi onların aynıları vardır. Bu sepetlerin birisini kadınlara ve diğerini erkeklere sunarak herkes bir tanesini alır, ya elinde tutar ya göğsüne takar. Sonradan kendi çiçeğinin aynını hangi kadında görürse o kadın ile dans eder. Şu kadar ki bir defasında gayet güzel bir kadın, kendi elinde olan çiçeğin aynını hiç sevmediği erkeğin göğsünde görünce, o erkeğin, kendisini bulup haklı olarak oynatmaya mecbur etmesin diye elindeki çiçeği ortadan yok etmiştir. Aslında ayıp etmiştir. Ancak bu hareket, şöyle bir kitaba yazılmış olunursa, çirkince olan efendiler ondan ders alarak bir daha cotillon için verilen çiçeği ellerinde tutarlar. Belki ellerinde gizleyip aynını hangi kadında görürlerse hemen gösterip onunla oynamak hakkını ispat ederler. Ama o kadın dahi dansı arzu edilmeyecek çirkinlerden olursa, artık zavallı erkek bahtına küssün.
İşte en büyük ve resmî bir baloda eşitlik ve özgürlüğe bu derecelere kadar müsaade verilip gerekleri yapılırsa, artık en küçük bir tavşan balosunda ne derecelere kadar başıboşluk olacağını buna kıyas etmelidir. Biz şu kadarcık haber verelim ki oralarda takdim ve sunuma gerek olmadığı gibi istediğiniz kadın ile oynayabilmek için cotillona filan da gerek yoktur. Oraya gelen her kadın, her erkek ile oynamak için gelmiştir. Hangisinin beline sarılacak olsanız memnu-nen kollarını sizin omuzlarınıza atar. Meğerki o gece balodan sonra “souper” edecek ve geceyi de beraber geçirecek olan müşterisini evvelden hazırlamış olsun.
Halk baloları, eğlencede aşırılıklara kaçmaya cesarete ve atılganlığa ve hatta rezilliklere en uygun bir yer olduğu hâlde, bu herkesin gözü önünde açıkça gerçekleştirilen rezillikleri iyilik yolunda kullanmak için bir de hayır işleri amacı güdülerek düzenlenir. Diğer bir türlü balo icat edilmiş olması tuhaftır. Bir mahallenin fukarasına, çocuklarının okullarına, kısacası bir tarafa bağışlanmak üzere üç beş kimse bir yere toplanıp bir balo organize ederler. Her tarafa biletler gönderirler. O biletler giriş biletleri olup birer liraya veya daha aşağı ya da daha yukarı fiyatlarla satılır. Bundan para toplanıp onun bir miktarını balo giderlerine ayırdıktan sonra kalanını bağışta bulunulacak yere teslim ederler.
Baloların çeşitleri hakkında buraya kadar verdiğimiz kısa bilgileri yeterli görelim. Biraz da baloların kıyafetçe olan çeşitlerine bakalım:
Kibar balolarda ve özellikle de resmî balolarda genellikle yüzlerine maske koymazlar. Kıyafetleri de hemen birbirine denk gibi bir şeydir. Bir beyaz gömlek, bir yelek, bir beyaz boyun bağı ile bir siyah setri ve pantolon erkeklerin genel kıyafeti olup nişanları olanlar nişanlarını takarlar. Bazı kere üniformalarını dahi giyerler. Kadınlara gelince; elbiselerinin rengi kendi kararlarına kalmış ise de biçimleri hemen aynı biçimdedir. Bu giysilere dekolte derler ki açık demek gibi bir şey olup hakikaten bu tarz elbise gayet açıktır. En kapalı yer eller olup bunlar güderi eldivenler içine sımsıkı sokulmuşlardır. Eldivenden omuzlara kadar kollar anadan doğma açık olup anadan doğmadığı zamandan fazla bir şey görülürse, o da madamın koltuk altındaki kıllarından ibarettir. Göğüs, memeler hizasına ve sırt dahi kürek kemiklerinin altına kadar çırçıplak açık olup mide üzerine kadar çıkan fistan büsbütün düşmesin diye omuzlara kadar askı gibi birer kumaş parçası ile asılırlar.
Ne o? Galiba imrendiniz! Aslında gözünüzün önüne bir kol geldi ki ona asma kabağı diye bir benzetme bulanlar âdeta eşeklik etmiş sayılırlar. Bu kolların bitişik oldukları omuzlar ile göğüs o kadar geniş, güzel, beyazdır ki mermerden heykeller bunların yanında hiç kalırlar. Hele o ense, o arka, olur olmaz göğüslere, gerdanlara da kıskançlık vermeye yeterdir… Gözünüzün önüne bunlar geldi de onun için imrendiniz değil mi?
Fakat o kadar acele etmeyiniz. Bir baloda, böylelerini görenleri ve hatta tasavvur edenleri imrendirecek kollar, göğüsler, enseler o kadar bol değildir. Ne kadar çöp gibi kollar vardır ki en yetenekli üstatların yaptıkları makyajlar bile onları ağartmaktan aciz kalırlar. Ne kadar yufka göğüsler vardır ki sahibeleri, nasıl olup zamane mucitlerinin balolarda kadınlar için birer yapma göğüs icat etmemiş olduklarına şaşkınlık içinde üzülürler. Bereket versin ki bu madamların enselerinde dahi ikişer gözü olup da arkalarını görmezler. Zira görecek olsalardı kürek kemiklerinin sivrilip çıkmasından ve bel kemiğinin sanki yuvarlak değil çukur imiş gibi gömülüp gitmiş bulunmasından ürkerlerdi.
Yaradılışında olan eksikliğin tamamlanması için pek çok iş gücü ve zaman harcanarak mesela Avrupa’da, erkeklerin diz çorabı giydikleri zamanlar, baldırları ince olan ve bizce “mum bacak” denilen erkekler için birer yapma baldır icat olunmuş ise de bunlar diz çoraplarının altında kalarak gizlenebilirlerdi. Kolların, göğsün, sırtın ise derisi, yani cilt güzelliği görülmesi arzu edilmekte olduğundan, bunların yapmaları icat olunamayıp yalnız cilde renk ve canlılık vermek için türlü türlü yağlar, sular, tuzlar falanlar icat olunmakla kalınmıştır.
En saygın balolarda giyimler bu kadar dekolte oldukları hâlde, artık en rezilane balolarda bu açıklığın ne derecelere kadar varacağını anlatmaya gerek kalır mı? Kalırsa, şu kadar bir şey diyelim ki bir zaman Paris’te bu yoldaki bir baloya Rigulbouche isminde bir meşhur aşüftenin yalnız, başındaki saçlarıyla süslenmiş olduğu hâlde gittiği birkaç sene evvel gazetelerde görülen bir fıkradan anlaşılmıştı. Şu kadar ki elleri çıplak olduğu hâlde baloya gidilmesi pek büyük ayıplardan olduğu için Rigulbouche’un dahi o kıyafetle gittiği akşam, ellerinin eldiven içinde saklı olduğuna asla şüphe etmemelidir.
Zaten vücutlarının en güzel yerlerini erkeklere gösterip imrendirmek kadınların hoşuna giden bir şey olması nedeniyle dekolte elbise gittikçe açılmış olduğu gibi bu elbiselerin omuzlarını, göğüslerini, arkalarını açıp da ondan aşağısının kocaman bir etek içinde gizlenmiş olmasına karşılık bir de bazı en cüretli kadınlar için balette kıyafetini icada yol açmıştır ki bu kıyafeti de en kısa bir tarif olmak üzere ‘donsuz olduğu hâlde kısacık bir fistan giymek’ diye tabir eylemiş olsak, mazur görülmez miyiz? Çünkü bunun için mayo adında bir şey icat olunmuştur ki ipekten veyahut iplikten yapılmış gayet dar bir fanila don demek olup renginin de insan teni renginde olmasıyla, ondan bir tanesini bacaklarına takan ve onun üzerine dizden yukarda kalacak derecede kısacık bir etek giyen kadının, çıplak olduğu hâliyle, bu eteği giydiğindeki şu hâli arasında hemen hiç fark kalmamış olur.
Yok, yok! Bir fark kalmış olur. Şu ki kadın o kısacık eteği gerçekten çırçıplak giyecek olsa, bacaklar ile dizler ve baldırların bazı yerlerinde göze hoş gelmeyecek birtakım uygunsuzluklar olabildiği hâlde, mayo bunların hepsine toptan bir uyum vererek bacakları kalıptan dökme gibi bir hâle getirir. Bacak güzelliğince zengin bir kadın, şu mayo mucidine pek ziyade minnettar olabilir, aslında mayoların gömlek, fanila gibi bir de arkaya giyilenleri olduğundan, kol, göğüs ve sırt konusunda biraz fakir ve züğürt olan kadınların dahi onları giyerek kendilerini düzgün gösterebileceği akla gelecek olursa da bir kısım yerlerin mutlaka çıplak olması işin esasından bulunduğu için gömlek mayoların icat edilmiş olmasıyla hiç icat edilmemiş olması arasında bir fark yoktur.
Bazı en saygın balolarda dahi türlü türlü kıyafetlere girilir ki bu türden baloların ismine “bal costum” denilir. Oralarda, mesela bir prens görürsünüz ki bir sırık hamalının kıyafetine girmiştir. Veyahut bir prenses veya kontes görürsünüz ki Mısır’ın çiftçi kadınları veya doğunun göçebe çingeneleri elbisesini üstüne geçirmiştir.
Hikâye ederler ki saygın Osmanlılardan birisi Paris’te böyle bir bal costum’e davet olunur. Saygın bir yere tuhaf bir kıyafet ile gitmek Osmanlının aklına yatmadığından düpedüz her günkü elbisesiyle kalkar gider.
Aslında bunda hata eder. Çünkü bir saygın toplulukta mesela örtüsüz oturmak ne kadar ayıp ise, bir bal costum’e maskaraca bir kıyafete girmediği hâlde gitmek, diğerlerini alaya aldığına verileceğinden ondan daha ayıp sayılır ise de Osmanlı bunu bildiği hâlde, besbelli çaresini evvelden düşünmüş olduğu için yine de gitmekte tereddüt eylemez.
Baloda tanışlardan bir konta rast gelir ki başında koca bir kalafat5 ve belinde bir kulaç yatağan olduğu hâlde dehşetli bir yeniçeri kıyafetine girmiştir. Osmanlının her günkü kıyafetiyle geldiğini görünce açıklama istemeye mecbur olur:
“Efendi! Bu balo bir bal costum olduğu hâlde siz bu kıyafetle niçin geldiniz?”
“Bal costum olduğu için efendim!”
“Fakat kıyafetiniz?”
“Evet! Burada her milletin kıyafeti var. Osmanlılardan Arnavut, Zeybek, Kürt, Arap, Ermeni ve hatta işte sizde de görüldüğü üzere yeniçeri kıyafeti dahi var. Bal costum’lerde en çok üzerinde düşünülecek şey, diğer kimselerin aklına gelmeyecek bir kıyafet bulup da onu giymek, böylelikle dikkati ve önemi kendi tarafına çekmek değil midir?”
“Evet!”
“Öyle ise bendeniz de işte Osmanlıların resmî devlet adamı kıyafetine girdim ki bu baloda bendenizden başka hiçbir kimsede bu kıyafet yoktur.”
En saygın balolarda kıyafet değişikliği meselesi bu şekilde olur ise, artık en serbest balolarda ne derecelere varacağı düşünülmelidir. Kavimlerin ve vahşi toplulukların her birinin kıyafetlerine girmek ve böylelikle vücutlarının bazı yerlerine birkaç tüy ve çiçek taktıktan sonra kendisini tepeden tırnağa kadar mükemmel giyinmiş görmekle bütün bütün çıplak gelmek ve bu kıyafetin ismine dahi Cezayirli Okyanus Vahşileri adını vermek pek çok defalar görüldüğü gibi ayı ve maymun gibi vahşi hayvan kıyafetlerine girildiği bile görülür.
Denizden çıkan Zühre6 kıyafetiyle bir rezil tiyatrocu kızın bir bal costum’e gelişini tarif ederler ki hakikaten akıllara hayret verir. Malumdur ki Frenkerin Venüs olarak adlandırdıkları güzellik tanrıçası Zühre, denizden çıkmış olup o zaman vücudunun bazı yerlerini kar gibi beyaz deniz köpüğü örtmekte imiş. Deniz köpüğü şeffaf olmadığı için gizleyebileceği yerleri hakikaten örtebildiği halde tiyatro aktrisi bu köpüklere bedel, vücudunun bazı yerlerine gayet ince beyaz gazdan yapılmış köpük taklidi koymuş olduğundan ve gaz ise gayet şeffaf bulunduğundan, yalnız saçlarıyla giyinmiş olduğu hâlde baloya giden Rigolbouche ile bunun arasında fark kalmamıştır.
Kısacası serbest balolara her kıyafetle ve hatta işte hiç kıyafetsiz demek olarak çırçıplak bir şekilde dahi gitmek için o kıyafete bir isim takmak yeterli görülür ise de yalnız bir biçare adam kendi kıyafetine taktığı isim ile kendisini kurtaramayıp soluğu polis karakolunda almıştır. O adam ayakta duramayacak kadar sarhoş olup bir aralık balo salonunun hararet ve ufuneti dahi herifi fenalaştırdığından salonun orta yerinde bir tavus kuyruğu ortaya çıkınca polisler gelip yakalamışlar ve sarhoş “Yahu! ben…ben de… sar… sar… hoş kıyafetine girdim!” demiş ise de yalnız bu kıyafet uygun olmadığı söylenerek kendini hapse götürmüşlerdir.
Balolarda dans meselesinden hiç bahsetmez isek bir büyük kusur etmiş oluruz. Çünkü bir kaba söz olmak üzere deriz ki “Eşeğe binmekten maksat ayaklarını sallamaktır.” Baloya gitmekten maksat da dans etmektir.
Dansların en terbiyelicesi lancier ve cadril gibi çift çift, erkek ve kadınların birer özel düzen içinde karşı karşıya dizilerek “El ele, kol kola; çifte sandık, kırmızı fındık.” diye bizde çocukların oynadıkları oyunlardan daha muntazam olarak adımlar, sıçramalar, falanlar ile oynadıkları oyunlardır. Ancak cadrillerin bir de “kankan” usulü vardır ki hey!.. Öyle pek seçkin ve hatta oldukça saygın balolarda buna müsaade etmezler. Meğerki sabaha karşı biraz ihtiyarlar ve ciddi adamlar gidip de meydan gençlere ve çılgınlara kala. Meğerki onların kafaları dahi şampanyalar ile güzelce kızışmış ola. Bu oyunda erkek olsun kadın olsun, o kadar garip pozlar gösterirler ki kadınlar için elbiseler ne kadar dekolte ise bu pozlar belki ondan daha dekolte sayılır. Hep birden bacaklarını havaya doğru o kadar kaldırırlar ki karşısında bulunan oyuncu burnunu gözetsin! Çünkü ayakları pek nazik olmakla beraber, onun burnuna ayağının ucuyla vuracağı fiske şakaya gelmez!
Vals ve polka gibi oyunlara gelince; işte bizim doğu insanı gibi kadınlara o kadar gözleri doymamış ve dinimizin güzel gördüğü örtünme gereğince erkeklerin kadınlara olan doğal düşkünlüğünü daima bir ümit ve özlem şeklinde hakikaten pek güzel olarak muhafaza etmekte bulunmuş olan adamlar, bu valslere, polkalara, falanlara hiç gelemezler.
Gelirler! Gelirler ama işte artık insana, nice milyon heyheyler dahi beraber gelir. Bir kere kolları çıplak, göğsü, memeleri çıplak, ensesi, arkası çıplak veya mayo giymiş olduğu hâlde hükmen bacakları da çıplak bir kadını karşınıza getiriniz. Oynayacağınız oyun, bir kolunuzu o kadının beline sarıp diğer kolunuzun eli ile de bir elini tutmak ve o hâlde iken kadın kendini sizin göğsünüz üzerine yaslayıp bu hâlde onun vücudunu kendi vücudunuza istediğiniz kadar çekebilmek ve böylelikle şu vaziyette iken salon içinde kuş gibi uçarak dönüp dolaşmak oyunudur! Dikkat buyurulur mu ki bu oyun, her oyuna denk değildir. Bu pek büyük bir oyundur!..
Bilemeyiz ki balolar hakkında şu yolda bilgiler verişimiz bazı kocaları ne derecelere kadar memnun edecektir? Çünkü gece sabahlara kadar kendini bekleyen karısına, sabahleyin yorgun argın, uykusuz, neşesiz, mahmur olduğu hâlde evine geldiği zaman, balo hakkında ne yolda bilgi verir? Eğer verdiği bilgiler kendini temize çıkarmak için söylenmiş bir şey olup da bizim burada verdiğimiz ayrıntılar da biçare koca efendiyi yalancı çıkarıyor ise artık gelecek kış baloları hatırından çıkarsın. Çünkü karısı için kocasını bu eğlence yerlerine gönderebilmek biraz güç olur… Frengistan için düşünülecek olsa, asıl karısını göndermek, koca için güç olması lazım gelir ise de Frengistan’ın gelişmiş medeniyeti sayesinde her güçlüğün kolaylıkları dahi bulunmuştur.
Balo denilen yerlerde eğlence, yalnız dansla da bitmez. Her kim, ne şekilde ister ise eğlenir. Kumar oynamak, baloların dans kadar ve belki daha önemli bir eğlencesidir. Kibar balolarında özel kumar salonları olup gayet donatılı masalar üzerinde yaldızlı maldızlı oyun kâğıtları bulunur. Her kimin merakı hangi oyun ise onun ustalarından üç veya dört, kısacası oyunun gerektirdiği kadar adam toplanıp oynarlar. Kadınlar için dahi oyun yasak değildir. Özellikle de her işin içine şeytan karıştığı gibi kumarın içine de kadın karıştığı zaman, insanı yendirmek muhakkaktır. Umumi balolarda ise oynanması kolay bir oyun olmak üzere rulet, yani fırıldak oyunları oynanır ki birtakım numaralı karelere bölünmüş olan muşamba üzerine bir mecidiye veya bir lira atarsınız. Fırıldak sizin koyduğunuz numaraya tesadüf edecek olursa, koyduğunuz paranın ya altı ya on iki veyahut yirmi dört mislini alacağınızı hesap edersiniz. Fakat sizin numaraya isabet nadir olacağından bir fakirin sanatına göre beş veya on gün çalışıp ve bir polis memurunun bir ay hizmet edip kazanabileceği bir lirayı, hemen iki saniyede kaybedersiniz. Kaybedilen şeyler yalnız birer lira olsa cana minnet!..
Balolarda içki de olması gerekenlerdendir.Kibar balolarında, resmî yerlerde içkiyi ev sahibi takdim ederse de umumi balolarda gayet mükellef büfeler vardır ki ismi işitilmedik içkilerden birkaç yüz çeşit bulunur. Bunların en ucuzları da vardır, en pahalıları da. Şöyle ki bir dülgerin beş on günlük gündeliğini siz orada bir şişe içkiye verebilirsiniz.
Hele baloların en parlak eğlencesi, bakışmalar ve aşıkâne gözetlemelerdir. İnsan heves ettiği bir kadının arkasına takılmak ve istediği sözü söyleyebilmek için balolarda bulduğu müsaadeyi kilisede bile bulamaz. Buna şaşırmayınız. Çünkü kiliselerde aşıkâne konuşmalar için bulunan fırsatlar, olur olmaz yerlerde bulunamazlar.
Karnaval ve balolar hakkında genel olarak şu kadar bir fikir verme, olan biteni göz önüne getirmek için yeterli görülsün. Ancak bir de karnaval ve baloları bizim memleketimizle karşılaştırmak ihtiyacı kalır.
Adam sen de! Hiç Venedik ve Paris karnavalları ve oraların baloları ile bizim İstanbul karnavalı kıyas ve karşılaştırma mı kabul eder?
Hayır! Öyle de demeyiniz! Avrupa’da karnavalları en parlak olan memleketlerin bize üstünlüğü, olsa olsa ancak kıyafetçe, maskaralıkça olabilir. Yoksa diğer bazı yönlerden bizim karnavallar, balolar dahi pek aşağı kalmazlar. Düşünmelidir ki Venedik ve diğer Avrupa beldelerinde bazı yöre halkını yalnız kıyafetçe taklit ediyorlar. Hâlbuki İstanbul, o yöre halklarının genel bir toplantı yeridir. Burada söz konusu halk, baloya katılanların içinde de mevcuttur.
Elbise ve kıyafet yönüyle zaten şehrimiz daimi bir karnaval hâlinde bulunup aslında maskaralık ve rezalet derecesinde Venedik’e, Paris’e çıkışamaz isek de olaylar ve garip tesadüfler hususunda onlardan aşağıda kalmayız. Belki fersah fersah geçeriz.
Karnaval, her memleket için bir gizem mevsimidir. Çünkü her sınıf, her zaman yapamadığı eğlenceleri karnavalda yapmak isteyip var olan yasaklardan çekinerek kendisini maskeler ve peçeler altında gizler. Demek oluyor ki bir baloda, topluca maskeler çıkarılacak olsa, kimler, neler meydana çıkar ki romancılar kırk yıl yazmış olsalar bu sermayeyi tüketemezler.
Şu kadar ki karnaval içindeki olaylar, hemen yine o mevsim içinde şekillenerek, yine o mevsim içinde neticesini göstermekle kalmaz. Böyleleri de olursa, zaten beş altı haftadan ibaret bulunan bir süre içinde başlangıcı bitimine pek yakın olan olaylardan ol kadar şairane meseleler ümit olunamaz. Diyelim karnaval, büyük bir yeme içme toplantısıdır. Bu toplantının yiyip içicilerinin yaşayacakları şeylerin başlangıcı önceden kendini gösterdiği gibi baş ağrısı dahi sonradan ortaya çıkar.
Karnavalların olayları dahi böyledir. Yani söz konusu olayların başlangıcı karnavaldan önce ortaya çıkıp en büyük olaylar karnaval içinde olagelir. Sonuçları ve etkileri de karnavaldan sonraca görülür.
Dolayısıyla biz de karnaval başlığıyla yazmaya başladığımız şu hikâyeyi üç kitaba paylaştırmayı gerekli gördük.
Ahmet Mithat Efendi