Kitobni o'qish: «Henüz 17 Yaşında»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
Ön Söz
“Henüz 17 Yaşında” başlığıyla okuyucularıma sunmakta olduğum bu yeni hikâyede vakaların düzenlenmesi balonundan bir romancı ustalığı bularak övünmeye hiç de lüzum görmüyorum. Bu hikâyenin en büyük meziyeti, her vakasının kati doğruluğudur. Bu hikâyeyi zevk almak için okuyanlar en büyük zevki burada bulabileceklerse de bir hikâyeyi, beşerin umumî ahvalinin aynası olmak üzere, felsefe araştırarak okuyanlar en çok üzerinde duracakları ahvali dahi bu hikâyede bulacaklardır.
Ahmet Mithat
1
Birkaç yıl önce, mevsimin şubat sonları yahut mart başları denebilecek bir zamanında idi ki iki arkadaş Beyoğlu’nun orta hâlli bir lokantasında yemeğe gitmişlerdi.
Bunlardan birisi orta boylu, az bıyıklı, ne güzel ne çirkin sayılan; fakat kendine mahsus bir gülüşü, kendine mahsus şivede bir konuşması, gönüle hoş gelen bir hâli, duruşu da güzel hükmünü verdirecek bir çehre sahibi, 28-30 yaşlarında; öteki uzunca boyu ile uygun vücutta, koyu kumral sakallı, değirmi çehreli, simaen güzel değilken, görüştüğü adamı kendisine çekecek kadar alımlı, 38-39 yaşlarında.
Lokantaya gelinceye kadar yolda, lokantaya girdikten sonra da içeride bunlardan birini, yahut her ikisini tanıyan Müslüman, Hristiyan, birçoklarının:
“Vay, siz de Beyoğlu’na gelir miydiniz?”
Yahut:
“Canım, sizi kaç yıldır kaybettik; ne oldu?”
Yollu sorularla aşinalık etmelerine bakılırsa bunlar Beyoğlu âlemlerinin büsbütün yabancısı olmadıkları hâlde bir hayli zamandan beri oralarda görünmemiş oldukları anlaşılırdı.
Acaba taşrada memurluklarda imişler de yeni mi dönüyorlar?
Hayır. Taşradan işini kaybedip dönenler İstanbul’un son modasına girinceye kadar üstlerince başlarınca, kalıplarınca kıyafetlerince eskisini daha taşımakta olmalarıyla hemen tanınıp anlaşılırlar; bunlarda ise devlet memuru olduklarını anlatacak bir kıyafet de yoktu. Ayaklarında gıriz denilen boz renkte birer pantolon; arkalarında gene o renkten kısaca birer ceketle boyun bağları, kalınca galoşsuz potinleri bunların esnaftan oldukları zannını verebilir.
Biz size bunların kim olduklarını haber verelim:
Bunlardan az bıyıklı dediğimiz zat, Hulûsi Efendi. Zengin bir halasının kendisini hiçbir kimseye muhtaç etmeyecek kadar verdiği para ile pek iyi geçinebilir ve bu hâliyle belli başlı bir iş güçle uğraşmaya lüzum görmez bir adam.
Sakallısına gelince: Hangi işe girişecek olsa hakkından gelecek yolda, öğretilip yetiştirilmiş, bunun için birçok zaman mimarlık, demir yolu yapılarında müteahhitlik, aşarda mültezimlik gibi işlerde bulunduktan sonra son günlerde de avukatlığa başlamış, bir yandan da simsarlık nevinden ticaret işleri içine girmiş Ahmet Efendi.
Yalnız bu iki arkadaşın bizi ilgilendirecek hâlleri bu hususi taraflarından, bu zenginliklerinden çok, aşağıdaki konuşmalarıdır.
Bunlar lokantaya girip de boş bir masa buldukları zaman bıyıklısı sakallısına demişti ki:
“Birkaç kadeh bir şey çakıştırsak nasıl olur?”
“Vallahi, birader, bilirsin ki benim alışkanlığım yoktur.”
“Ben de alışkın değilim; ama Beyoğlu’na gelişimizden maksat bu geceyi eğlenceli bir surette geçirmek değil mi idi?”
“Evet ama içki içmek eğlence şartı değildir ya! Biz buraya yemeğe, yemekten sonra da tiyatroya gidip oyununu görmeye geldik.”
“Her ne kadar içki eğlencenin şartı değilse de iki üç kadehin vereceği keyiften başka mideye edeceği yardım da inkâr olunamaz.”
“Ben sana engel olamam. Sen kendi zevkine bak, kardeşim.”
“Yok; ama içilecekse birlikte olsun. İçilmeyecekse gene birlikte olsun.”
“Öyleyse, sana engel olacağıma ben de sana uyayım; bu akşam da böyle geçsin.”
Şu kısa konuşma bize, hikâyemizdeki vakanın önemli başlarından iki arkadaş üzerinde birkaç yönden malûmat vermiş olur; bundan anlarız ki kendileri öyle içki düşkünlerinden sayılır adamlar değildir; bununla beraber içkiye hiç de el dokundurmayacak perhizkârlardan da değildirler. Gidişlerinde şahsi hürriyetlerinden itidal üzere faydalanan yetişkin insanlardandır. Senli benli konuşmalarından da aralarında teklif tekellüf bulunmadığı, hele her ikisinin de bir ötekinin reyine uymak ister göründüğüne bakılırsa, öyle dostların mutlak kendi reyine, düşüncesine tabi kılmak ister sıkıcı adamlardan olmadığını anlarız.
Masanın başına oturur oturmaz ne isteyeceklerini, ne emredeceklerini sormaya gelmiş olan garsona Hulûsi Efendi dedi ki:
“Hepsinden önce bize iki kadeh rakı! Ama silme dolu olmalı. Ondan sonra da yemeklerin listesini…”
Garson başı ile bir “evet” işareti vererek gitti.
Eğer bu müşteriler lokantanın her akşam devamlı müşterilerinden olsaydılar garson gittikten sonra bir daha görünmesi için hemen, can sıkacak kadar beklemek lazım gelirdi; ancak böyle yerlerde ilk gelen müşteriyi kazanmak için garsonlar vazifelerini iyi yapmaya daha çok dikkat ederler ki tecrübeli olanlar sonraları bu dikkatlerini her yemekten sonra birkaç kuruş bahşişle satın almak zorunda kalacaklarını bilirler.
Hasılı, garsonun gitmesiyle gelmesi bir oldu. Masanın üzerine oldukça temiz tabak, onların üstüne de oldukça parlak iki kadeh koyup mastika dolu bir şişeyi de bunların yanına bıraktı ki şişenin bir tarafı birer santimetre ara ile çizilmiş ve üzerine de birer rakam konulmuş olduğundan müşteriler ne kadar içerlerse içsinler, bu işaretlerden miktarı anlaşılacaktı.
Garson sordu:
“Meze falan, bir şey de ister misiniz efendim?”
Ahmet:
“Hayır, hayır! Biz yalnız birer kadeh içip hemen yemek yiyeceğiz. Sen arkadaşın dediği gibi yemek listesini getir.”
Yemek listesi gelinceye değin iki arkadaş birer kadeh parlattılar; sonra çorbaların çeşitlisinden başlayarak listeyi okumaya koyuldularsa da hangi yemeği ısmarlayacaklarında bir anlaşma oluncaya kadar, ilk kadehlerin ilk keyfi birer ikinci kadehe daha yol açtı; eğer kendileri her şeyde orta kalmayı üstün gören kâmillerden olmasaydılar kadehler birbirine yol aça aça artık iz’an yolu büsbütün kapanacak bir vadiye kadar varacağı belli idi; çünkü yeri göğü fark etmez derecelerde zilzurna sarhoş olanlar hiçbir vakit işe o derecelere varmak niyetiyle başlamamışlardır; işte böyle kadehler birbirine yol aça aça kadehdaşlar oralara kadar vardırırlar da öte yana bile geçerler.
Bununla beraber, ısmarlanan biftekler yetişinceye değin Hulûsi Efendi ve Ahmet Efendi’nin kadehleri birer kere daha doldu ki her ne kadar sayısı üçe vardıysa da şişenin son katresi son kadehe damlatılmış, şişe üzerindeki son çizginin hizasına da 4 rakamı konulmuş olduğuna göre bunların içtikleri rakının öteki içkiciler gözüyle ölçüsü 4 kadehe denk sayılırdı.
Biftekler gelinceye, yani üçüncü kadehler de içilinceye kadar iki arkadaş arasında geçen sözleri de işitmek faydasız değildir.
Ahmet arkadaşına diyordu ki:
“Fransız tiyatrosuna gelen oyuncular arasında birkaçı gerçekten vaktiyle Paris tiyatrolarında da büyük bir ün kazanmışlar.”
“Vaktiyle!.. O hâlde demek oluyor ki çuha giymiyorsak da kenarını kuşanıyoruz! Kaymağını başkaları alıyorsa da biz de parmak yalatacak tarafını bulabiliyoruz.”
“Hayır! Ben böyle düşünmüyorum Ben bir tiyatro oyuncusuna hiçbir zaman kadınlığı yüzünden bakmam ki gençliğini, kadınlığını hesaba katayım da ona göre düşüneyim! Benim için tiyatro oyuncusu denilen mahluk, bir edibin yüksek duygularını sahnede gereği gibi canlandıran sanatkârdır. Bu sanatkârda fazla olarak bir de kadın, kadınlık arayanları doğru bulmam; bunları bir tiyatroda aramaktansa beşer topluluğu içinde başka köşelerde aramak daha yerinde olur; çünkü oralarda daha çok bulunur.”
“Bu da doğru! Bununla beraber tiyatro oyuncuları üzerinde halkın bu kadar atılganlık gösterişini de garipsememeli. Bir oyuncu hakkında ilk edilen bahis gençliği, güzelliği üzerinedir; eğer bir kimse oyuncuyu çekiştirecek olursa mutlak kendisini kadınlık meziyetlerinden mahrum edecek bir istiğna edası gösterdiği için sarakaya alınır.”
“Halkın gidişine bakarak bir hüküm verecek olursak, çok hâllerde onlar kadar gülünç olursun; bununla beraber tiyatro oyuncularını istediğin gibi sanmakta serbestsin. Ben hiçbir kimsenin hürriyetine dokunmayı sevmem. Reyimi, fikrimi de hiçbir vakit kabul ettirmek için söylemem. Kabul eden eder etmeyen reyimi bana geri verir. Ben kendi reyimden, fikrimden çok zaman pişmanlık duymam. Bu cümleden bu akşamki fikrim: Oyuncular içinden birkaçı, vaktiyle Paris tiyatrolarında iyiden iyiye tanınmış olduklarından, ben o tanınmış ve istidatlı oyuncuları görmeye gidiyorum. Eğer sen kadın görmeye gidiyorsan belki umduğun kadar mükemmelini göremeyerek zararlı çıkarsın.”
“O hâlde kadını da beşer topluluğunun baş köşelerinde ararım: Mesela tiyatronun localarında.”
“Buna da diyeceğim yok. Sen locaları gözden geçirdiğin müddetçe ben de kendimi koca Victor Hugo’nun bu oyunda cisimlendirdiği yüksek insan olgularını incelemeye vereceğim. Benim bundan alacağım zevk senin locaları gözden geçirmekle alacağın zevkten aşağı kalmayacaktır. Kendimi bu madde âleminden öyle bir hayal âlemine götüreceğim ki…”
“Ama senin gibi ciddi bir adamın hayale hakikatten fazla yer vermesi de şaşılacak şeydir ya…”
“Hiç de şaşılacak bir şey değildir. Madde âleminde hoşlanabileceğim bir şey olmazsa ne yaparım? Hayal âleminde fikrimi gezindirerek ve gördüklerimin bir kısmını da kendi hususi âleminde tatbike çalışarak şöylece birkaç dakika geçiririm. Zaten Victor Hugo da insanın bundan ötesine gücünün yetmeyeceğini söylüyor.”
“Neyse… Şimdiki hâlde maddelerden ve hakikatlerden olmak üzere kendini gösteren şey şu biftekler. Önce onlarla meşgul olalım da sonra senin hayaller âlemine geçeriz.”
***
Bifteklere el atılmaya başlandığı sırada bu konuşma devam ediyordu; fakat lakırdının her uğradığı noktada o kadar az duruldu ki konuşmanın bu kısmını yazıya geçirmekten okuyucularımıza büyük fayda olamaz.
Bizim iki ahbabın yemekleri kendilerine obur dedirtmeyecek kadar yufkaydı; yemek arasında şarap falan da alınmadı. Yalnız birer sade kahve içerek dünkü gazetelere bir göz gezdirdikten sonra birbirlerine tiyatro zamanının geldiğini hatırlatarak kalktılar. Yirmi beş kuruşa varmayan hesaplarını ödeyip garsonun altmış para bahşişini vermeyi de unutmayarak Kristal Kahvesi’ne bitişik olan Fransız tiyatrosuna geldiler.
***
Tiyatro bir zamandan beri kapalı bulunuyorken o gece oyuncular ilk oyunlarını vermekte olduklarından oldukça temizlenmesine dikkat edilmişti. İçeride epeyce seyirci kalabalığı görülmekte idi. Burası çok zaman, bizim Güllü Agob’un Gedik Paşa Tiyatrosu’na hemen hasret çektirecek kadar temizlikten uzak olduğu gibi Beyoğlu halkı da, çokça, rağbetlerini mahsus hazırlanan konçertolara ve bazı oyunlara verirler de öyle az masrafla gidilmesi mümkün şeyleri rağbete layık görmezler.
Hulûsi ile Ahmet Efendi birer koltuk bileti almış bulunduklarından yan yana yerlere oturdular. Seyircileri bir hayli beklettikten sonra açılan perde, gelenleri, hele Ahmet Efendi’yi pişman etmeyecek kadar gerçekten güzel oynandı. Aslında oyunun tertibi de pek mükemmel olduğu gibi vaktiyle Paris’te enikonu ün salmış denilen oyuncular da kazandıkları şöhrete yalnız kadın oldukları için değil belki üstün sanatkâr oldukları için kavuşmuş bulunduklarını gösterdiler.
Oyunun perde aralarında herkesin dışarıya çıkarak ahbabıyla görüştüğü malumdur; Fransız tiyarosunda ise dışarıdaki Kristal Kahvesi ile bağlantısı olduğundan seyircilerin çoğu perde aralarında kahveye geçerek istedikleri içkilerden içerler.
Bizim iki arkadaş da bu istirahat usulüne katılmaktan geri kalmayarak daha birincisinde birbirlerine birer konyak içmeyi teklif etmişler, bu teklifin ardısıra bir vazgeçme görülmesine rağmen en son gelen birliği ile birer… Bunun ardınca da birer konyak içmişlerdi. Kafaların kızgınlığı, mızıkaların keyfi, oyunun ruhlara yaptığı tesir ile birleşince ikinci perde arasında konyaklar üçleşti. Oyun dört perdelikti. Üçüncü ile dördüncü arasında gene kahveye çıktıkları zaman dışarıdan içeriye doğru yağmur şakırtısı geldiğini işittiler ki “bardaktan boşanıyor!” işte bunun için söylenebilirdi.
Hulûsi dedi ki:
“İşte bu kötü! İstanbul’a nasıl kapağı atmalı, arkadaş?”
“Çok vakit böyle sağnaklar tez geçer.”
“Yaz olsa sözün pek doğru görülürdü; ama bu mevsimde…”
“Aman, Allah’ını seversen Hulûsi; şimdi zihnini yağmurla, gök gürültüsü ile karıştırma! Zihnin oyunda! Koca Victor Hugo, eğer âlemin medeni kanunlarını koydukları zaman sana sormuş olsalardı, medeniyetin temelini öylece atardın ki ben birçok beğenecek yerler bulurdum.
Haydi, Hulûsi; bir de şair filozofun hayatına!”
“Çok olmadı mı ya?”
“Bu dereceye geldikten sonra tabii derecesine kadar da varmalıdır. Zaten benim tuttuğum felsefe yolu da budur: Bir şey ya hiç olmamalı yahut olursa hep olmalı!”
“Sanırım ki bu yol, sence ilk prensiplerden biri değildir; zira birçok işte ortadan ayrılmadığını görürüm; ama içki böyle midir ya?”
“Öyledir ya! Ne diyeceksin, bakayım? İşte içki bahsinde bu yol bence bir ilk prensiptir. Zaten filozof İbni Sina dahi böyle öğüt vermemiş mi? Zaman zaman insan içki içecek olursa aklını kaybederek sarhoş derecesinde içip zihnini boşaltmalı imiş. Hatta pancar turşusu da meze olarak sağlık verir. İçilmediği zaman da hiç içilmemeli imiş!..”
“Gerçek, Ahmet, senin neşelerin de doyulur neşelerden değildir; kendi neşenle arkadaşlarını da keyiflendirirsin. Haydi, bir de senin filozof ve şair Victor Hugo’nun hayatına birer konyak parlatalım!”
“Hem bu kahveci konyak kadehlerini niçin öyle yarım dolduruyor? Kendisi pek genç… Bana da mahbub olsaydı, şairin:
Yâr’im kadeh verirdi, yarım kadeh verirdi!
diye taslamış olduğu nükteciliği bir de ben tekrarlardım; ama iş öyle değil… Bunun için garsona söylemeli de kadehleri bütün bütün doldursun. Eğer Karamürsel kayıkları gibi etrafına bir muşamba çekip de öyle doldurursa daha ihsan buyurmuş olur.”
“Pek iyi, öyle olsun. Bu kadar şerefe de şair hazretlerinin değeri vardır ya!..”
“Daha fazlasına bile… Victor Hugo’nun değerine denk kadeh çakıştırmak lazım gelirse bunlar olmaz. Şarap kadehleri de hiçbir şey değildir. Su kadehleri bile küçüktür. Çamçakları, maşrabaları konyak doldurup öyle dikmelidir ki ağzın iki yanından taşanlar şöyle insanın çenesinden aşağıya doğru sel olup akmalıdır.”
Ahmet’e bu kertelerde keyif veren nesne, yalnız yemekten önce içilen üçer kadeh rakı ile tiyatroda alınan beşer küçük konyaktan ibaret değildi. Zati rakıların hızı ve kuvveti geçmiş oldukları gibi konyaklar dahi, öyle şişesi on franklık tesirli cinsinden olmayıp Kristâl Kahvesi’nde, daha iyisi hiçbir vakit rafları süslememiş olan, bir frank, seksen santimlik şişelerden olmasıyla, bunların da insanı o kadar sarhoş etmeyeceği belli idi; fakat oynanan oyun, Baba Ahmet’i, hiçbir şey içmemiş olduğu hâlde dahi, sarhoş sandıracak kadar hayran kıldığı için bu neşeler görünüyordu; lakin içkinin bundan sonrası bu hükme uymadı; Victor Hugo’nun afiyetine içilen kadeh, çifte kadeh olduğu gibi ondan sonra da filozoflardan, şairlerden adlarına kadeh kaldırılacak zatlar az değildi. Bu sıradan âşık şair Alfred de Musset’nin canı için ikinci çifte kadeh içilince, Hulûsi’nin gözleri parlamaya başladı; Ahmet ise nöbetin Madam George Sand’a geldiğini ileriye sürünce, Hulûsi dedi ki:
“Birader, Fransa’da böyle adına, aşkına, hayatına bade içilecek derecelerde kırk elli şair, filozof gelmiştir. Onlardan sonra, nöbet, Avrupa’nın ve en son dünyanın öte yanlarında, gelmiş geçmiş şairlerin, filozofların, canları, adları için konyak içmeye gelecek olursa hâlimiz ne olur?”
“Ha! Sahi, bak; dünyanın öte yanları dedin de hatırıma geldi. Koca Hafız Şirâzi’nin aşkına bir tanecik parlatmayalım mı?”
“Sa’di, Saib falan, İmriul Kays’a kadar varacak mıyız?”
“Öte yana bile geçeceğiz!”
“Öyle ise benden gelmez! Ben senin kadar felsefeye ve şairliğe tapamam.”
“Ama şimdi bir koca Hafız Şirâzi’yi unutacak mıyız ya?”
“Sen bunun en kestirmesini ister misin? Gel biz gelmiş, gelecek, ne kadar şair, filozof varsa hepsinin şerefine topyekûn bir konyak daha fırlatalım da içeriye girelim; çünkü dördüncü perde belki de başlamıştır.”
“Adam, daha çıngırak çalınmadı be!”
“Öyle ise, sen benim hürriyetime karışamayacağın gibi ben de senin hürriyetine karışmam, dostum! Sen Mişo (Michaud)’nun Meşhur Adamlar Ansiklopedisi’ni eline alırsın; yukarıdan aşağıya kadar gözden geçirip süzersin. Ne kadar usta şair, ne kadar her fenden anlar filozof adına rastgelirsen hepsinin aşkına birer tane içersin. Ama bu gecenin müddeti yetmezmiş! Ama bu kahvede o kadar konyak bulunamazmış! Oraları bana lazım değildir. Ben dediğim gibi gelmiş, gelecek ne kadar tanınmış insan varsa hepsinin aşkına bir daha atıp hemen içeriye ineceğim! Gel, garson! Şunları bir daha silme dolduruver!”
***
Akşam lokantada içki için ilk teklifi eden Hulûsi, ilk nazı gösteren Ahmet olduğu hâlde şimdi ayak diremenin Ahmet’e, nazın da Hulûsi’ye geçmesi içki hâllerinin dikkate değer eğlencelerindendir.
Neyse, Ahmet’in ille deyip dayatması da ciddi bir şey değildi, keyif getirmek için yapılmış latifeden ibaretti. İki arkadaş gelmiş, gelecek şair ve filozoflar adına bir daha içtikten sonra tiyatroya girdiler ki meğer kendileri zilzurna olurken çıngırak dahi çalınmış bulunduğundan dördüncü perde de başlamıştı.
Hasılı, tiyatro oynandı, bitti; Ahmet Efendi oyunun en ince hükümlerini anlatıp şerh ederek arkadaşı ile birlikte halka uyup dışarıya çıktı ki yağmur daha ilk şiddetiyle sürüp gitmekte olup arabası, setresi olmayan seyircileri bir düşünmek almıştı. Hâlbuki semtleri gene Beyoğlu olduğu hâlde bir düşünceye varan seyirciler arasında semtleri İstanbul olan bu iki arkadaşın düşünceleri daha mühim olacağına şüphe yoktur.
Hulûsi dedi ki:
“Arkadaş, ne yapacağız?”
“Vallahi, bilmem. Bunda geçecek surat yok.”
“Ciğerlerimize geçecek surat pek âlâ var. Sanırım, biz İstanbul’a gidemeyeceğiz.”
“Bir arabaya bindiğimiz gibi gideriz.”
“Ama arabacılar havanın fenalığını fırsat bilerek, baksana, Beyoğlu’nun iki adımlık yerlerine bile bir buçuk mecidiye istiyorlar, bir mecidiyeyi beğenmiyorlar bile. İstanbul’a kadar bir liraya giderler mi dersin?”
“Ne diyeceğimi bilemem; her hâlde bir çare buluruz. Şimdilik benden bir fikir istersen, derim ki: Şuraya, yukarıya, kahveye çıkalım da biraz bekleyelim; belki bir ara verir.”
“Yoksa gene şanına konyak içip alkışlayacak bir büyük şair mi hatırına geldi?”
“Hayır; ama burada, tiyatro kapısının önünde dolaşmak da hoş bir şey değildir, ya? Bizi görenler; ‘Acaba eğlence ister misiniz?’ diye yüzümüze bakarlar.”
“Gerçek, bu da bir fikirdir ya!”
“Hangisi?”
“Kendimizi bu akşam nereye misafir etsek?..”
“Otellere murdarlıktan girilmez. Oralarda pislikten yatılmaz. Yataklar birer mecidiyedir. Sabahleyin kahve ve kahvaltı falan, hep liraya varır. O lirayı arabaya versek de yerimize gitsek daha mı kötü olur?”
“Hayır, hayır; maksadım bir otele gitmek değil! Hem bak, hava da ne kadar soğuk! Şimdi temiz, pak bir sıcak oda! İçinde her gün gelin olup her gece gerdeğe girmeye hazır bir nazenin! Mis gibi yatarız, zevkimize…”
“Benden gelemez, azizim.”
“Canım…”
“Ben sabahlara kadar Jean-Jacgues Rousseau’nun şerefine konyak parlatabilirim; ama o her gün gelin olan nazeninlerle bir dakika bile gerdeğe giremem.”
“Amma yaptın ha!”
“Nafile, hiç üstüme varma! Şurada eski püskü bir araba var. Kimse onu beğenmedi. En ucuz olsa olsa bu olabilir. Şuna sorsana!”
Hulûsi Efendi arabacıya seslenip İstanbul’a kaç kuruşa gideceğini sordu. Herif: “Yedi mecidiye!” demesin mi! Katiyen, bir para aşağı olmazmış!
“Canım, bu ne rezalet!”
“Efendim, köprü açıktır. Ta Azabkapısı’ndan gideceğiz.”
“Orası öyle… Şimdi Galata Köprüsü açılmıştır; sandalla da geçilmez.”
“Efendim, o kadar dolaşıldığı hâlde de gidip gelmek için mecidiyenin birini köprüye vereceğiz demektir.”
***
Her ne kadar arabacının tamahkârlığına söz yoksa da böyle bir havada İstanbul’a gidip Beyoğlu’na dönmek de bundan ucuza katlanılır belalardan değildi; ama bizim arkadaşlar bu parayı çok görüp arabacıya bir de çıkıştılar; Ahmet Efendi’nin dediği gibi yukarıya kahveye çıkıp yağmurun ara vermesini beklemeye koyuldular.
Kahve içinde boşu boşuna da oturulmaz ya! Victor Hugo’nun, Alexandre Dumas’ın canı için birkaç konyağa daha ihtiyaç görüldü.
Ya Hulûsi Efendi arkadaşını nasıl yalnız bıraksın? Kadehler gelip gitmeye başladı.
***
Hâlbuki tiyatro daha beşte bitmişti.
Saat altıya geldiği zaman ise kahvede bulunanlar dahi birer ikişer dağılmaya başladılar. Yalnız çalgıcı Alman kızlarına sığışmak ve hizmetçi yedi millet kızlarına yanaşmak isteyen bazı çapkınlar kalıp onlar da anlaştıkları kızlarla ikişer dörder çekilince garsonlar gazları söndürmeye ve bizim iki arkadaşın yüzlerine manalı manalı bakmaya başladılar.
Hulûsi Ahmet’e dedi ki:
“Ee, buradan bize: ‘Uğurlar olsun hoş geldiniz, safalar getirdiniz!’ diyorlar.”
“Şimdi ne yapacağız?”
“Yağmur nasıl oldu, yağmur?”
“Şakırtıya kulak verirsen nasıl olduğunu anlarsın.”
“Sen bana kulak verirsen birer konyak daha ısmarlarsın da biraz daha zaman kazanırız.”
“Azizim, her dakika için bir konyak ısmarlamış olsak, gene faydamız yok. Hem heriflerin artık bize konyak verecek dakikaları da kalmaz. Yahut onların verdikleri konyağı ele alabilecek vaktimiz kalmaz.”
“Öyleyse çare yok! Pisliğine, murdarlığına bakmayarak bir otele can atmalıyız.”
Ahmet Efendi’nin bu lakırdısı kendisini dinleyip duran uşağı güldürdü.
Ahmet’ten önce Hulûsi davranıp dedi ki:
“Ne gülüyorsun, ayol; işte bu havada yersiz, yurtsuz kaldık!”
“Efendim, güldüğümün sebebi şu ki saat sekize geliyor. Alafranga saat birden, yani şimdi alaturka saat altıdan sonra otellerin hepsi kapalıdır… Hiçbirisi müşteri almaz.”
İki arkadaş birbirinin yüzüne baktı.
Hulûsi arkadaşının kulağına eğilerek dedi ki:
“Arkadaş, dediğimden başka çare olamayacak. Muvakkat bir zifaf!”
“Bu da bence olamayacak!.. Hem öyle iğrenç bir iş için birkaç lira harcayacağımıza arabacının istediği yedi mecidiyeyi versek daha akla, hikmete uygun düşer.”
Bunlar bir yandan şu sözleri söyleyerek, bir yandan da kahveci ile hesaplarını görerek her hâlde araba ile İstanbul’a gelmek tarafı zihinlerince üstün olmak üzere aşağıya indilerse de artık kahvelerin, tiyatroların, falanların kapanması üzerine yağmurun da zorlamasıyla, sokaklarda kıyra, fayton falan değil, belediye dairesinin temizlik arabaları bile görünmemekte idi.
Hulûsi Efendi dedi ki:
“Ya şimdi ne yapacağız?”
“Gene dediklerimi diyeceğim.”
“Ben öyle senin dediğin yerlerde hiçbir eğlence bulamam.”
“Ama artık filozofluğun bu kadarı da fazladır ya!”
“Belki!”
“Belki melki… Şu hâlde sokak ortalarında mı kalacağız? Bununla beraber bu akşam içki üzerindeki duruma bakılırsa ben öyle sanıyorum ki zifaf yerinden de hoşlanacaksın!”
“Allah etmesin! Biz o tecrübeleri çok ettik, azizim. Artık unumuzu eleyip eleğimizi de astık!”
“Aralıkta bir kere aklı başından gidinceye kadar sarhoş olmak öğüdünde bulunan İbni Sina aralıkta bir muvakkat zifafı da öğüt vermiyor mu? Pancar turşusu buna meze olamazsa da şöyle sesleri güzel kızların okuyacakları güzel güzel şarkıları olsun meze yerini tutamaz mı?”
“Hayır. İbni Sina’da böyle bir öğüt görmedim; yalnız bugünkü muharrirlerden Ahmet Mithat Efendi’nin Mihnetkeşân1 başlıklı bir hikâyesini gördüm ki senin bir günlük zifaf evi diye tarif ettiğin, yerleri âdeta birer mihnet yeri olmak üzere ispat ediyor.”
“Eğer sen öyle her roman yazanın ispatlarına kulak verecek olursan gerçekten gülünç olursun. Akşam lokantada ne diyordun? Âlemin dediklerine inanacak olursak âlem kadar gülünç olacağımızı hükmetmiyor muydun?”
“Romancıların tasarladıkları âlemin, bir madde âlemi olmayıp hayalde bir âlem olduğunu düşünürseniz romancıları çekiştirmeye lüzum görmezsiniz. Hâllerinden Mihnetkeşan adlı romanda, muharrir, şimdi senin beni götürmek istediğin bir günlük zifaf evlerini öyle bir kılıkla gösteriyor ki hayal ile hakikatın birleştiği yahut birleşebileceği bir nokta varsa o da bundan ibarettir.”
“Güzel ya, a canım; şimdi hayat ve hakikat bahisleri bizi şu yağmurdan koruyabilir mi? İşte araba yok. Otel yok. Yaz olsa bir camiye giderek son cemaat yerinde sabahı edebilirdik. Zati başımıza hiç de gelmemiş birşey değil ya? Yağmur yağmamış olsa sabaha kadar serseri yankesiciler gibi sokakları dolaşır, vakit geçirirdik. Şimdi şu hâlde ise ben başka çare bulamıyorum. Sen buluyorsan söyle de yapalım.
Hem teklif ettiğim yerlere gidenler mutlaka oraların alışverişinde bulunmak zorunda değiller ya? Sana bir yatak gösterirler; yalnız yatıp safâyi hatırla uyursun; hatta benim dahi niyetim öyledir. Yok, eğer mutlaka beni sefihlerden sanıp da bu teklifimi sefihliğime veriyorsan, beni affedersin.”
“E, darılma, kardeşim; dediğin gibi olsun; ama bir şart ile. Ben yalnızca yatacağım; hiç beni zorlama.”
“Kimin nesine lazım!”
Hulûsi Efendi arkadaşını bu kadarcık olsun ikna ettiğine memnun olarak Kristal Kahvesi’nin garsonlarından zati kendi evine dönmekte bulunan kılavuzluğuyla şöyle bir misafirhaneye gitmeye karar verdiler. Sokağa çıktılar, biçarelerin şemsiyeleri dahi bulunmadığı için artık gök kubbesini kendilerine şemsiye yapıp yola düzüldüler.