Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Gürcü Kızı yahut İntikam»

Shrift:

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.

Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.

İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.

Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

Kemal Timur, 1969 yılında Besni’nin Yazı Yalankoz Köyü’nde doğdu. 1993’te Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans, 1995’te yüksek lisans, 2001’de doktora öğrenimini tamamladı. Türkiye’nin farklı illerinde bulunan Kredi Yurtlar Kurumu öğrencilerine Safahat atölyesi çerçevesinde Mehmet Akif ve Safahat Okumaları konusunda seminerler verdi. Çeşitli kitap ve dergilerde editörlük görevinde bulundu. Yeni Türk Edebiyatı alanında yirmi üç kitaba imza attı. Halen Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki görevini sürdürmektedir.

Eserlerinden Bazıları: Türk Romanında Dinler ve İnançlar 1872-1896, Ömer Seyfettin’in Kaleminden Şair ve Yazarlar, Meçhule Yolculuk Türk Romanında Sürgün.

Yayına Hazırladığı – Sadeleştirdiği Eserlerden Bazıları: Hasan Mellah, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Müşahedat, Altın Âşıkları, Paris’te Bir Türk, Dürdane Hanım, Jön Türk, Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş?, Mesail-i Muğlaka, Çengi, Cinli Han, Bahtiyarlık.

Giriş

Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının genel haritasına bakıldığı zaman görülür ki, İstanbul’umuz bu üç kıtanın tam merkezinde yer almaktadır. En kadim zamanlardan beri İstanbul’umuzda bu merkeziyet durumu mevcuttur. Üç kıtanın ticareti de her asırda İstanbul’umuzda birleşmiştir. Zamanımızda da şehrimizin bu manevi ehemmiyeti devam etmekte ve belki de her geçen gün artmaktadır. Hele dünya seyahati maksadıyla memleketlerinden ayrılan seyyahların tümü yolculuklarının öncesinde ya da sonrasında İstanbul’umuza gelerek ya icra edecekleri veyahut icra etmiş bulundukları seyahatlerinin genelini burada değerlendirmeye çalışırlar.

Şimdilerde gazetelerin şu kadar Amerikan veyahut Macar ve İngiliz vesaire seyyahlarının şehrimize gelişlerini ve görmeye değer olan yerlerimizi gezip intibalarını yazmaya başlamaları, gazetecilik sanatımızca büyük bir gelişme sayılsa yeridir. Zira seyyahların işbu gezmeleri şehrimiz için yeni değildir. Bayağı eski ve kadim olduğu hâlde gazetelerin o zamanlarda bu kadar yaygın olmamasından dolayı bunlardan pek bahsedilmemiştir. Diğer memleketlerde önemli seyyahlar bir memlekete vardıklarında o memleket ahalisi kendileriyle görüşüp seyahat esnasında karşılaştıkları şeylere dair onlardan bilgi almaya çalışırlar. Seyyahların durumuyla ilgili henüz yeni başlamış olduğunu haber verdiğimiz memleketimizde ise, seyyahlarla bu yolda görüşme ve sohbetin hâlâ âdet hâline gelmemiş olduğunu tafsile gerek yoktur. Zaten şehrimize gelen seyyahların tümü Beyoğlu taraflarındaki otellere misafir olduklarından ve biz Osmanlılar da o âlemlerin pek de adamı olmadığımızdan, gelen meşhur seyyahlardan da pek haberdar olamamışız. Dolayısıyla bundan iki sene kadar önce işbu seyyahlardan birisiyle olan görüşmemizi bu defa ihbar edecek isek de bundan maksadımız, kendimizi diğer hemşehrilerimizden daha uyanık, daha girişken ve meraklı göstermek değildir. Malum olan bu görüşmenin âdeta tesadüfi olduğunu evvel be evvel belirtmiş olalım.

Velev ki tesadüfi olmasın. Bu görüşme bizim için ne kadar faydalı olmuştur ki işte kısaca “Gürcü Kızı” adıyla şu romanı vücuda getirmeye vesile olmuştur. Şöyle ki:

Evvelki sene bir gece Beyoğlu’nda Hotel Ruvayal’da misafir kalmamız icap etmişti. “Tabldot” denilen umumi sofrada yemek yenilirken Yanya tarafının Hristiyan Arnavutlarından olan, Şark ve Garp dillerini ve ilmini bilmesiyle tanınmış bulunan bir dostumuz, o zamanlar yazıp neşretmekte bulunduğumuz “Arnavutlar Solyotlar” adındaki romanımızı medih ve sena ile bize iltifat ediyordu. Bu münasebetle açılan söz, eski kadim kavimlerin garip olan ahlak ve âdetlerine geldi. Sülü Dağları gibi gayet sarp olan yerlere dışarıdan insanlar pek giremedikleri için eski örf ve âdetlerini sürdürdükleri meselesi tahlil ediliyordu.

Dostumuz olan Hristiyan Arnavut diyordu ki:

“Hakikaten bu Arnavutlar Solyotlar romanının esasının hayal üzerine kurulmuş bir hikâye saymak, malum eserin kadrini takdir edememek demektir. Gerçi romanda anlatılan o acayip ve garip hâller pek akla uygun gelemese de oraları gezen birisi, bu anlatılanların gerçek olduğunu bizzat görecektir. Tarihte birtakım olaylara tesadüf olunur ki, o mevkinin coğrafi yapısı ile ona bağlı olarak orada yaşayan insanların yaşantıları örf ve âdetleri karşılaştırmalı olarak kaleme alınırsa ve bunu bir de romancılar dikkate alıp yazarlarsa çok harika romanlar vücuda gelirler. Bu eserleri okuyanlar, büyük hayretlerinden dolayı malum olayların sıhhatine önce inanmak istemeseler de yazarın doğru yazıp yazmadığını tetkik için kitaplara müracaat ettikleri zaman hayal zannettikleri şeyin hakikatlerden ibaret olduklarını gördüklerinde de hayretleri bir kat daha artacaktır.”

Malum mekânın âdeta yabancı bir memleket olmasından dolayı bu sohbet Fransızca cereyan ediyordu. Meselenin esası ve o esas üzerine bina edilen hadiseler diğer adamların da dikkatini çektiği için sofrada bulunan birçok yabancılar da bu sohbeti dinliyorlardı. Bunlar arasında bir tanesi, diğerlerinden daha ziyade dikkatle dinlemekte bulunduğundan, kâh başını sallayarak kâh gülümseyerek dostumuzun anlattıklarını tasdik ediyordu.

Hâlâ gözümüzün önünde bulunan bu zat, uzun boylu, iri kemikli, kızıl tenli bir adamdı. Bu kızıl tenli zatın sakalları, önceden kızıla yakın kumral renginde iken beşte dört kısmı ağarmış bulunmasından dolayı yüzüyle pek güzel bir uyum sağlamıştır. Aynı zamanda pala bıyıklı, koyu mavi gözlü bir adamdı. İrice, fakat alicenaplığına delalet eden güzel burnu üzerine düşmüş zannolunan alnı ve o büyük alnı süsleyen çizgileri bu adamın hem akıllı ve hem de şecaat sahibi bir zat olduğunu gösteriyordu.

Sohbetimiz biraz açıldı. Dağ ahalisi halkının, ova ahalisinden daha mükemmel olduklarına; akıl, şecaat, mertlik ve alicenaplıkta dağlıların ovalılardan daha üstün bulunduklarına dair sözler söylenip durdu. En mahir romancıların bile en mühim kahramanlarını Kûhistan ahalisinden seçtikleri de ifade edildi. Nihayet şahsını mühim ve manidar bulduğumuz malum zat, bir tasdik tavrıyla söze başlayarak, eski milletler ile yeni milletlerin hâlleri arasında bir mukayeseye girişti ki, o zamana kadar söylenmiş olan sözlerin tümünü tasdikle tahlil etmiş olduktan başka bizim henüz dikkatli nazarımızı çekmemiş bulunan birçok hakikatleri de ortaya koyarak cümlemizin takdirini kazandı.

Söylediği Fransız lisanını gayet fasih konuşuyor idiyse de bir Alman şivesini de çağrıştırıyordu. Şu münasebetle yine bize anlattı ki, kendisi asıl Hamburg şehri ahalisindendir ve “commis voyageur” sıfatıyla hemen hemen bütün dünyayı gezmiştir.

“Commis” ticaret uşağı demektir. “Voyageur” da seyyah demek olduğundan bu birleşik isim, ticaret hizmetkârlığıyla dünyayı baştan sona gezen zatların sıfatı oluyor. Avrupa’da büyük fabrikalar ve büyük ticaret şirketleri bilgili, girişken ve cesur adamların seyahat masraflarını vererek tüm dünyayı gezdirirler. Bu şekilde ticaret alanlarının gelişmesi için bu seyyahlardan faydalanarak ticaretlerini daha da geliştirirler. Bunlar her vardıkları yerin ahvalini tahkik ile oralarda ne gibi mal çıkmakta ve ne gibi mallara ihtiyaç görülmektedir. Ayrıca orman ve maden gibi tabii servetlerden olan şeylerin nasıl işletildiğini ve bunlardan ne yolda istifade edildiğini, mensup oldukları kumpanyalara ihbar ederlerdi. Sonra da zikrolunan kumpanyalar, malum memleketler ile ona göre ticari münasebetlerini geliştirme yollarını ararlardı.

Bizim commis voyageur’ün ismi Gilliom Sanc imiş. Herkesi memnun ve hayran eden o güzel makalesini bitirdikten sonra artık sofranın da meyve zamanı yaklaşmış olduğu esnada idi ki, hitabını bu âciz kula tevcih etti. Sanatımızın roman yazarlığı olduğunu, sonradan Yanya ile Mora arasında bulunan ve Sülü Dağları arasında bedevi yaşayan adamlara dair, okuyanları memnun edecek bir roman yazdığımızı öğrenmiş olduğundan bahisle, nazarımızı ve dikkatimizi bir kere de şuna çekti. Niçin Gürcistan taraflarını ihmal ettiğimizi sordu. Ben de bunun bir ciddi sebebi olmadığını ve henüz hatırımıza gelmediği için o taraflara fikrimizi sevk etmemiş olduğumuzu cevaben beyan edince dedi ki:

“Bu konuda hiçbir özrünüz makbul olamaz. Kadim Yunanlılar zamanından, sizin şu zamanınıza kadar ‘Kafdağı’ diye meşhur olan ve nice mitolojik hikâyelerin anlatıldığı yerlerle ilgili neden bir roman yazılmasın? Buralarda yaşayan kavimler eski gelenek, görenek, örf âdet ve birçok şeylerini Arnavutlar Solyotlar bölgesinden daha iyi muhafaza etmişlerdir. Sizin gibi bir romancı buraları nasıl ihmal edebilir? Karadeniz ile Hazar Denizi arasındaki büyük bir kara parçasına sahip olan bu yerler nazarıdikkatimizi çektiği gibi sizin de diğer yerlerden daha fazla dikkatinizi çekeceği kanaatindeyim.” dedi. “Yine ben de bu bölgelerle ilgili çok kitaplar ve makaleler yazdım. Ancak sizin gibi bir romancının buralarla ilgili yazacağı şeyler daha faydalı ve etkileyici olur.” diye fikir de beyan etti. Biz de kendi tarafından vuku bulan bu tavsiyelerden istifade ederek memnun kaldığımızı ifade edince tekrar dedi ki:

“Tarihte Gürcistan’ın Rusya idaresine geçtiği zamanla ilgili olaylar kendi kendisine yazılmış bir roman sayılır. Ben Anapa’dan Bakü’ye kadar, Abaza, Çeçen, Dağıstan ve Gürcistan memleketlerine seyahat ettiğim sırada bu romanın kalan neticesi tesadüfen sanki ayaklarıma dolanmıştı. Eğer arzu ederseniz size hikâye edeyim.” dedi.

Böyle bir arzunun bizim için pek önemli ve pek tabii olduğunu tafsile gerek var mı? Hikâyesini canıgönülden dinleyeceğimiz için tepeden tırnağa kadar kulak kesileceğimizi Monsieur Gilliom Sanc’a arz ettik. O da dedi ki:

“O hâlde Tepebaşı bahçesine kadar refakat ederek teklif edeceğim dondurmayı kabul etmeniz lazım gelir. Hatta bu davette arkadaşınız olan efendi de buna dâhildir.”

Davete memnuniyetle icabet edeceğimizi vadeden biz ikimiz olmadık. Yanımızda bulunan bir iki Alman ile bir Rum ve bir Fransız da dinlemeye rağbet gösterince ikram sahibi seyyah bunları da memnuniyetle kabul etti. Dedi ki:

“Şu hikâyeyi yazar efendiye bir yadigâr olarak nakledeceğim. O da bunları elbette kaleme alacaktır. Fakat ben hikâyeye nasıl bilgi peyda etmiş isem o sıraya o tertibe riayeten nakledeceğim gibi yazar efendinin de yine o tertip üzere kaleme almasını arzu ederim. Şu kadar var ki gerek olayın meydana geldiği tarih ve gerek vaka şahıslarının isimleri ve öz geçmişleri pek hatırımda kalamamıştır. Dolayısıyla bu konuda Rus tarihlerine müracaatla bu eksikliği tamamlama vazifesini de yazar efendiye havale ederim.”

İşin içine tarihin de karışmış olması, arkadaşlarımızın nazarıdikkatini daha da açtı. Her birinde öyle bir tavır görüldü ki, söylenecek hikâyenin tarihi ile ne münasebeti olabileceği onlar tarafından pek akla uygun görülmedi. Zeki seyyah bunu da anlayarak dedi ki:

“Efendiler! Size nakledeceğim şey hayalî masallardan ibaret değildir. Gerçi garabeti, ehemmiyeti en geniş hayal erbabından olan romancıları bile hayrette bırakacak derecede ise de bizzat yaşanmış tarihî bir vakadır. Bunları söylemeye ne gerek var yazar efendi? Zaten benden işiteceği şeyleri tarih ile tatbik ettiği zaman kesin doğru olduğunu anlayacaktır. Kendisine yadigâr bıraktığım şu romanı kaleme aldığı zaman bunun ne kadar doğru olduğuna kalemi de şehadet edecektir.”

Monsieur Gilliom Sanc’ın bu son sözü hepimizin merakını arttırdı. Sofradan kalkılır kalkılmaz, Hotel Ruvayal’a yakın bulunan Tepebaşı bahçesine gidildi. Haliç ve daha birçok güzel yeri gören güzel bir mevkide oturuldu. Oradan Haliç’i atlayıp Ayasofya’dan Davutpaşa’ya kadar âdeta bütün İstanbul’u ihata eden nezaret bir de mükemmel mehtapla bir kat daha letafetini arttırmış idiyse de meşhur seyyahın naklettiği hikâye cümlemizin dikkatini o kadar etkisi altına almıştı ki, zikredilen diğer güzellikleri kimsenin düşündüğü bile yoktu.

Monsieur Gilliom Sanc’ın hikâyesi saat dört buçuğa kadar ancak son buldu. Mevsimin yaz olmasına göre uyku zamanı gereği gibi gecikmiş idiyse de hikâyenin arkasını almayınca dağılmamaya herkes mecbur olduğundan hikâyeyi bitirmeksizin çekilmemeye seyyah da mecbur edildi.

Biz ise o akşam misafir kalacağımız odada rahat ve uykuya bedel malum hikâye üzerine notlar kaydıyla meşgul olmaya koyulduk. Zikredilen kayıtlar hikâyenin nerelerinde Monsieur Gilliom Sanc’tan yeni izahlara muhtaç olduğumuzu bize gösterdiğinden ertesi sabah sütlü kahve içildiği esnada bu notlarımızı da tamamlayarak kendisine dedik ki:

“Monsieur Sanc! Hikâyenizi hakikaten pek beğendik. Tarih sayfaları üzerinde kaydedilen tafsilatta da kusur etmemeye çalışacağız. Hatta iltimasınızdan dolayı hikâyeyi sizin tertibinizden çıkarmadıktan başka size vadederiz ki, yine sizin lisanınızdan tekrar ettirerek kaleme alacağız.”

Bu kadirşinaslığımızdan seyyah Fazıl Bey memnun göründü ise de hikâyeyi kendi lisanıyla aktarılırmışçasına kaleme almaktaki hikmeti anlayamadı. Bunu da izah için dedi ki:

“Siz vukuatı hikâye ederken olayların geçtiği yerlerin ahvalini göz önünde bulundurduğunuzu da anlatıyordunuz. Hikâyenin letafetini, asıl bu tarzda nakletmeniz arttırıyor. O yerleri gezen biz değiliz ki, zikredilen yerlerin durumunu nefsimize isnaden yazabilelim. Sizin lisanınızdan çıkıyormuşçasına kaleme alacağımız hikâyenin okuyucu nazarında ziyadesiyle makbul görüldüğünü akşam bahçede beş altı kişi huzurunda tecrübe etmiştik.”

Meşhur seyyah ile olan bu görüşme ve sohbetimiz, hem bizi hem de faziletli seyyahı ziyadesiyle memnun etti. Kendisiyle bir daha görüşülemeyeceğinden, o günkü vedamızı ebedî bir veda olarak icra ettik. Hikâyeyi zapt ve kaydımız epeyce mükemmel olmuştu. Belki bazı taraflarını unuturuz endişesiyle hemen kaleme almaya başlamadık. Belki bazı tarihî kitaplara da bakarak tam bir mükemmeliyete muvaffak olmak için işi böyle bir buçuk iki sene kadar da erteledik. Bu müddet zarfında fırsat buldukça bu hikâyeyle ilgili tarihî kitapları okuduk. Bu dikkat ve hassasiyetimizi okuyucularımız elbette takdir edeceklerdir.

Ahmet Mithat

BİRİNCİ KİTAP
DANIŞIKLI DÖVÜŞ

1

Seyyah Monsieur Gilliom Sanc hikâyesine şu şekilde başlayarak dedi ki:

Hamburg’da İran ve Hindistan ticaretiyle pek külliyetli para kazanmış bir kumpanya hizmetinde idim. Bu kumpanya “Franko Cermen Ticaret-i Şarkiye Kumpanyası” diye isimlendirilmesinden de anlaşılacağı üzere azasının yarısı Fransız, yarısı Cermanyalı olarak her ne kadar Hamburg şehri bunların merkezi idiyse de Hindistan ve İran ticaretini icra için birisi deniz ve diğeri kara olmak üzere iki büyük ticaret yolu üzerinde birçok ticari merkezleri bulunuyordu.

Ticaret yolu üzerindeki denizdeki merkez ve durakları şunlardır: İspanya’da Cadiz, Doğu Afrika’da Saint-Louis, Güney Afrika’da Ümit Burnu, Madagaskar’da Bombato, Hindistan’da Bombay ve Basra Körfezi’nde Buşirbena’dır. Merkez ve kara durakları ise şunlardan ibaretti: Lehistan’ın Varşova, Rusya’nın Odessa, Karadeniz’de Anapa, Kafkasya’da Tiflis, İran’ın Tebriz şehirleriyle Hazar Deniz’de Bakü ve Ejderhan.

İşbu merkezler birinci derecede sayılan mühim yerlerdi. Her biri birer umumi direktörün idaresinde idiler ki, birine göre maaşları senevi on bin franktan yirmi beş bin franka kadar varıyordu. Genel hesaplardan çıkan paraların durumuna göre kârdan bahşiş adıyla başkaca hisseleri de ayrılıyordu. Her direktörün maiyetinde birçok da acenteler bulunuyordu. Onlar da her merkezin etrafı ve civarında mühim ticari hizmetlerde bulunurlardı. Gerçi bunlar maaşlı adamlar değil iseler de komisyonculuk suretiyle külli iş görerek kendileri kazandıkları gibi kumpanyayı da memnun ederlerdi.

Kumpanyanın ahvalini “-dı, -di” diye mazide olmuş şeklinde tarif edişime sebep bu kumpanyanın şimdi mevcut olmaması kaziyesidir. 1870 senesinde Almanya ile Fransa arasında meydana gelen savaş, Fransız ve Cermen unsurlarının böyle bir ticaret maksadı üzerindeki ittihat imkânını artık ortadan kaldırdığından beyan ettiğim büyük ticaret şirketi de işte bu muharebenin iki büyük millet arasında oluşturduğu ebedî muhalefete feda olunmuştur.

Ben bu şirketin seyyar müfettişi idim. On sene kadar, zikredilen şirketin hizmetinde kara ve deniz merkezlerinin tümünü gezdiğim gibi birkaç defa Amerika, Çin ve Japonya’ya kadar da seyahatler icra ettim.

Kendimde ticaret için heves ve merak yoktur. Asıl hevesim insanların yaşantıları üzerinde inceleme ve araştırmada bulunmaktır. Fakat bu merak, uzun seyahatleri gerektirdiğinden ve masrafına takat ve kudretim olmadığından bu ticaret müfettişliğini kabul ettim ki, kumpanyanın seyahat masrafımı karşılamasına karşılık ben de şirketin bana vermiş olduğu işleri güzelce yerine getirdikten sonra zamanımın kalanını kendi hususi merakım olan antropoloji ve etnografik fenlerine ayırmaktır.

1864 senesinde idi ki, Amerikalıların petrol gazı yüzünden milyonlar kazanmalarını, hasetli bakışlarla gören Avrupa tacirleri bu yolda Amerika ile rekabet gayretini artırdıkça artırarak Hazar Denizi sahillerinde bulunup o zamana kadar Rusların pek az istifade edebildikleri petrol kaynaklarını işletmek hevesine düştüler. Birkaç büyük kumpanya bu konuda Rusya Devleti ile bir anlaşma imzalamak için evvel be evvel malum deniz sahili üzerinde tetkik icrasına giriştiler. Bazıları maden mühendisleri gönderdiler ise de bizim şirket her teşebbüsten evvel oralarda bir kere benim gidip görmemi ve müşahedelerime dair bir rapor vermemi tercih etti. Dolayısıyla zikrolunan 1864 senesi Şubat’ında Hamburg’dan Viyana’ya geldim. Tuna Nehri henüz donmuş bulunduğundan on beş gün kadar Viyana’da vakit geçirdim. Nehrin buzları çözülür çözülmez tecrübe yollu ilk gönderilen vapura binip Golos’a geldim. Orada vapuru değiştirip küçük bir Rus vapuruna binerek İsmailof denilen Besarabya iskelesine varıp oradan da kayığa binerek Odessa’ya ve sonra Sivastopol yoluyla Azak limanına giden bir Rus vapuruyla Anapa’ya varmış oldum.

İcrasına memur olduğum bu keşif seyahati için Hamburg’da tertip olunan plan gereğince Anapa şehri benim merkez noktam oldu. Malum şehirden kalkıp yalı boyunca Abaza memleketlerini geçtikten sonra Kutais kasabasına varacak, sonra Argani ve Terek nehirlerinin kaynak ve mecrasından, yani Mozdok kasabası üzerinden Daryal adındaki meşhur geçidi geçip Tiflis’e inecek idim ki, oradan da Kür Nehri ile Hazar Denizi’ne kadar varıp Bakü limanına varacaktım.

O zamana kadar birçok seyyahların Avrupa’ya getirdikleri birçok gazetelerin neşrettikleri malumat tamamıyla zihnimde bulunduğundan ben biliyordum ki petrol kaynağına dair edilecek tahkikat için Kafkas silsilesinin geçitlerini geçmeye çalışmak hiç de gerekmez. Ejderhan yolu tutulacak olursa tren ve vapur ile Bakü’ye kadar varmak pek kolaylaşıp oraya vardıktan sonra da petrol memleketinin ta orta yerine varılmış sayılır. Ancak Kafkas dağlarında külliyetli altın madenleri bulunduğu Herodot ve Strabon gibi büyük zatların zamanından beri meşhur bulunduğundan, eğer malum madenden şimdiki hâlde de kabileler arasında malumat var ise zikredilen malumatları da edinmek ve işin derecesine göre daha sonra bu mesele ile de başkaca uğraşmak da kumpanya için lüzumlu olduğundan direktörler bu yolu tercih etmişlerdi.

Buna ben de ziyadesiyle memnun oldum. Çünkü Volga, Odessa ve Hazar Denizi birkaç defa seyahat etmiş bulunduğum yerlerdendi. O yolu tercih etmek gerekse idi, yeni bir şey göremeyeceğimden pek de memnun olmayacaktım. Bu yeni yer ve kıta ise pek çok kimseler için olduğu gibi benim için de meçhul memleketlerdendi. Ayrıca bu yeni yerler eski ve kadim etnografya ve antropoloji fenlerince fevkalade bir ehemmiyete haiz bulunduğundan oradan geçmek nazarımın önüne yeni ve geniş bir alan daha açmış olacaktı.

Bu kıtada seyahat edecek olan yabancılar için en büyük ehemmiyetler ile tedariki lazım gelen şey tercümandır. Zira yerine göre iki üç günlük mesafede bir kavmiyet ve lisanları tümüyle başka olan adamlar içine düşüldüğünden Anapa’dan Bakü’ye kadar hiç olmaz ise beş altı lisan bilinmelidir ki, seyyah kısmı muhtaç olduğu malumatı istediği gibi alabilsin.

Zikredilen memleket hemen bir asırdan beri Rusya idaresi altında bulunduğundan Rus lisanının oralarda yaygınlaştırılması lüzumu hatıra gelir ise de bu hatıranın pek yanlış olduğu derhâl ortaya çıkar. Kafkas kavimleri Rusya’ya hâlâ ısınamamış olduklarından ticaretleri olan adamların dışında Rus lisanını öğrenenler yoktur. Hatta Ruslar bile buralarda seyahat edecekleri zaman maiyetlerinde tercüman bulundurmaya muhtaçtırlar ve tercüman tedarik olunabilecek yer ise Anapa olduğundan orasının merkez seçilmesine de bu durum sebep olmuştur.

Anapa’da tedarik edilecek tercümanların hemen tümü Kutais ahalisinden olan Ermenilerdir. Bunlar Kafkas kavimlerinin çoğunun lisanına vâkıf oldukları gibi Rusça ve Türkçe de bilirler. İçlerinde Fransızca konuşanlar da nadir değildir. Çünkü Avrupalı seyyahlar çoğunlukla Fransızca konuştuklarından ve icraatın en çoğunu da bunlar verdiğinden Tiflis’te hususi surette lisan tahsil etmiş Ermeniler şu tercümanlık hizmetinden çekinmezler.

28 114,03 s`om
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
ISBN:
978-625-6485-76-1
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi