Kitobni o'qish: «Gönüllü»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
İFADE
Tercüman-ı Hakikat’e derç ettiğimiz makalelerimizin birisinde de beyan edilmiş olduğu üzere, uluslararası vakaların en büyüğü, dünyada meydana gelen savaşlardır. Bunların bitişinden sonra olayların her ciheti gerçek olarak yazılan tarihe birçok zemin, malzeme hazırladıkları gibi, beşerin hayallerine de geniş sahalar açarak bu şekilde birçok menkıbenin yazılmasına da vesile olurlar.
Biraz derince düşünülecek olur ise tarih ile menkıbeler arasında büyük bir benzerlik görülemez mi? Tarihin muhtevası da sanki bir nevi menkıbe değil midir? Belki şu kadar farkları var ki anlatılan ya da yazılan menkıbelerin yaşanıp yaşanmaması çok önemli olmadığı hâlde; tarihî eserlerde bunlar önemli sayılmaktadır. Aslında tarihî hadiseler malzemesini bir nevi gerçek menkıbelerden almaktadır. Hatta insan tabiatı, genellikle doğru olan hadiselerden hoşlanmaz ve buna karşılık kendi meşrebince teşkil ettiği hayallerden daha ziyade hoşlanır. Dolayısıyla tarihin gerçeklik durumu ve rağbet meselesi yalnız kendi erbabı nezdine mahsus ve münhasır kaldığı hâlde halkın çoğu menkıbelere rağbet etmektedir. Ama tarih hakkında bu hususi rağbeti sağlamak için tarihte yaşanan hakikatleri mükemmel yazmak ve bunlara itina göstermek lazım olduğu gibi, menkıbelerin genellikle makbuliyet ve rağbetini temin için de güzel sanatlar ile süslenmesi gerekir.
“Menkıbelerin güzel sanatlar ile süslenmesi” demek acaba anlaşılamayacak kadar muğlak bir söz müdür? Bir muharebenin galibiyet ya da mağlubiyetle neticelenmesi, herkesi ilgilendirdiği gibi şairi, ressamı, heykeltıraşı, romancıyı, tiyatrocuyu ve müzisyeni falanı da ilgilendirir. Öyle değil mi? Yalnız tarihçiyi gayrete getirmekle kalmaz ya? Milletin her sınıfını ilgilendirdiği gibi, özellikle sanatı duygu üzerine kurulan şairi, ressamı, falanı daha fazla ilgilendirir ve etkiler. Bunlar hep o büyük muharebelerin olayları üzerine kendilerini etkileyen bir cihet bularak kasideler söylerler, levhalar boyarlar, heykeller yontarlar, romanlar, dramlar ve komedyalar tertip ederler. Şarkılar, marşlar, operalar bestelerler. Bunların her biri, bir menkıbe değil midir? Zira tarihin kapsadığı gerçek olaylar bile yaşanan gerçek hadiselerle kıyaslandığında tam olarak benzerlik göstermezler. Bir şaire, bir ressama bir heykeltıraşa, bir romancıya, bir tiyatrocuya ve bir müzisyene meşgul olacağı malzemenin sadeliği, zorluğu ya da basitliği pek de bir şey değiştirmez. Böyle bir menkıbe nakledenin ağzından ilk anlatıldığı zaman ihtimal ki pek beğenilmez. Sonra bu hadise ağızdan ağza anlatıldıkça her insan ve her sanatçı onun bir cihetini alıp sanatını uygulayacağından o hadise kabiliyete göre bambaşka bir hâl alır. Hele bu hadise birçok ağız dolaşıp da artık o milletin müşterek malı ve umumi mahsulü sayılacak dereceyi bulduktan sonra bunların pek çoğu normal bir sanatkâr için iftihara vesile olabilecek kadar da güzelleşir. Seyyit Battal Gazi’ye isnat olunan menkıbeler bu konuda en güzel numunelerimizdendir.
Şimdi Devlet-i Aliyye ile Yunan arasında sonradan meydana gelen savaş padişahımız sayesinde elde edilen galibiyet en ciddi tavırlı tarihçiden, en güler yüzlü şairden, en saf kalpli köylüye kadar herkesin gönlünü sevinç ile ferahlandırdığı gibi başka bir sıfatımız olmasa da bu halkın en azından romancılığı sıfatıyla da olsun bizleri de şevklendirip şereflendirmiştir. Bu şevk şu Gönüllü romanını da bizlere yazdırmıştır. Zikredilen savaşın tarihini yazmaya gayrette bulunan arkadaşlarımız, bu romanın ismine bakıp da son muharebeyle ilgisini düşünerek haklarına tecavüz ediyoruz zannında bulunmasınlar. Zira biz bu başlık altında bir harp tarihi yazmayacağız. Tarihçinin ne hakkına ne de vazifesine zerre kadar taarruz edeceğiz. Sıradan bir millî roman yazacağız ki meydana geldiği yer Serfiçe ile Yenişehir arası olacağı gibi bir kısmının oluş tarihi de savaşın olduğu zamana tesadüf edecektir.
Harpten pek az bahsedeceğiz. Bu yalnız olay şahıslarımızın savaşla ilgileri kadar olan bir bahis! Hatta eserimiz sadece bir tarih de değildir. Özellikle bir roman olacağı için şahıslarımızın ilgisi derecesinde harpteki olayları yalnız romancılık noktainazarından yürüteceğiz. Mesela bizce bir galibiyetin veya bir mağlubiyetin sebebi, romandaki kahramanımız olmuştur, diye gösterilecek olursa, bilinsin ki bu kahramanımız hayali olacağı gibi onun gösterdiği sebepler de hayali olacağından bu fıkrayı, savaşla ilgisi var diye tarihe ait hakiki fıkralardan saymaya hiç imkân da görülmeyecektir. Şu vasıflarıyla romanımız “Roman Histoire” yani “Tarihe Ait Bir Roman” özelliklerine layık görülebilir ise yazarı için büyük bir minnete vesile olur. Dolayısıyla “Historique Romantique” yani “Romana Benzer Bir Tarih” sayılmaya da hiçbir imkân düşünülemez.
Bakalım bu da bizim bir kalem tecrübemiz olsun. Eğer tecrübemizde muvaffak olabilir isek ne âla! Muvaffak olamadığımız hâlde bizden sonra böyle bir tecrübeye teşebbüs edecek olanlar için istifadeye vesile olacak bir ibret hazırlamış olmamız da az kâr mıdır?
Ahmet Mithat
1
BIÇAK SİLİMİ
En geniş yeri sekiz yüz metre uzunluğunda bir vadi tasavvur ediniz ki iki kenarı birbiri üzerine binmiş oldukları hâlde toplamı yüz yirmi metre kadar bir yükseklikte bulunan dağlar çevrelemiştir. Bu dağlar, “orman” özelliklerine yakışır görülecek çalılıklar ile tümüyle örtülmüş iseler de mevsim ocak ayının sonları olduğu için çalılıklar, yaz mevsimindeki güzelliklerini kaybetmişlerdir. Yaz ve kış, içlerinde gezdirilip otlatılan üç yüz kadar koyun, yine o miktar kadar keçi ile seksen kadar da sığırın dolaşmasından kurtulabilen meşe vesaire ağaçlar kış mevsiminin şiddetiyle sararıp kurumuşlar idiyse de rüzgârsız bir gecede yağmış olan kar, bu yapraklar ile dalların üzerlerinde tutunup kalmış oldukları gibi oluşturdukları manzara dört mevsimde oluşan manzaraların en iyisini oluşturmuşlardı.
Vadinin ortasından bir dere akar. Yazın sular azaldığı zaman üç taşlı bir değirmeni çevirmeye yetemediğinden genellikle değirmenin bir taşını ve hatta bazı daha kurak giden yazlarda iki taşını tatile mecbur bırakırdı. Bazı mevsimlerde yalnız bir taşı idare edebiliyor idiyse de kışın suların çoğalması zamanında üç taşı idare ettikten başka bir o kadar fazlasını da muntazam bir surette yapılmış olan savaktan savmak, akıtmak lazım gelirdi. Evet! Bu değirmen de orada vardır. Hatta yanındaki kulesiyle beraber vadinin en büyük ve güzel görüntüsünü oluşturur. Derenin mecrası tabii olarak kıvrımlı bir hat teşkil eder. Dolayısıyla kâh vadinin bir kısmına, kâh öte tarafına yaklaştığından, suları sıkıştırmaya en çok müsaade edecek bir mevkisine üç taşlı güzel bir su değirmeni ve onun yanına da güzel bir kule yapılmıştır.
Burada “kule” kelimesini gören okuyucularımız arasında İstanbullular bunu yangın kulesi yahut saat kulesi gibi bir şey zannederler ise, hataya düşmüş olurlar. Rumeli’nde çiftlikler veyahut böyle değirmenler yanına mal sahiplerinin sayfiye ikametgâhları olmak üzere yapılan yüksek binalara “kule” derler. Hâlbuki şimdiki gözlem ve bilgimize nazaran bunlara “blockhause”1 denilse daha münasip olurdu. Zira bunlar, Orta Çağ’da Avrupa derebeylerinin ikametgâhları ve savaş anlarında içinde gizlenmek için inşa ettirdikleri “şato”lar kadar sağlam değil iseler de bizim Erenköy, Kozyatağı gibi yerlerde yaptırılan yazlıklar kadar da müdafaasız değildirler. Taş nadir bulunan yerlerde bile hiç olmaz ise tuğladan olsun alt kat mutlaka kâgir olarak yapılır. Gerektiğinde tüfek atmak için dört tarafına mazgallar yapılır. Bu alt kat çoğunlukla kıymetli atlar için ahır ve gerek atların ve gerek insanların yeme içmeleri için birer ambar depoları da sayılırlar. Dar ve dik bir merdivenden yukarıya birinci kata çıkıldığı zaman, orada iki, nihayet üç oda ile bir “yazlık”, yani penceresiz ve her tarafı açık bir yer daha görülür. Gerek yazlığın açık bulunan tarafları ve gerek odaların pencereleri gerektiğinde müdafaa hâline konulmak için üç dört santimetre kalınlığında sert meşe ağaçlarından mamul kanatlar ile korunmuşlardır ki bu kanatların ortasında da mazgal hizmetini görmek için birer yarık vardır. Bazı kulelerin bundan başka bir de üçüncü katı vardır. Bunların damları kiremit ile korunur. Bunların bazılarında dam üzerinde de tahta kapı gibi bir açık yer bulunur ki tehlikeli zamanlarda etraftan gelmesi ihtimalli olan düşmanı gözlemek için bir hizmeti ifa eder.
İşte Rumeli’de “kule” denilen yazlıklar böyledir. Burada bizim tasvir ve tavsif etmekte bulunduğumuz kule ise böyle üç katlı bir kule olmakla beraber tümüyle kâgir olarak yapılmıştır.
Vadimizin bir tarafında hafif bir yamaç üzerinde bulunan bu kule ile yanı başındaki değirmenden başka iki ambar, bir ahır, biri koyun yeri, üç dört yanaşma odası gibi şeylerle orası bir köy değil ise de çiftlik hâlini andırmaktadır. Fakat köy değildir, zira asıl köy, vadinin yine bu kısmında, fakat değirmen ve kuleye iki bin metre kadar uzakta ve yine dere kenarında kırk beş, elli haneli bir köydür ki bunun yarısı kadarı Rum ve on hane kadarı Bulgar ve o miktarı “Koçovalak” denilen Ulah milletindendir. Beş altı hanesi de Podarlık yani koruyuculuk ve bekçilik için gelip oraya yerleşmiş kalmış olan Arnavutların meskenidir. Bizim kule ve değirmenin bulunduğu bir çiftlik de değildir. Zira vadinin ziraatı tümüyle köylülerin elindedir. Burası ise vadi ahalisi nezdinde yalnız “kule” ismiyle bilinir. “Kimin kulesi?” sualine de “Bego’nun kulesi.” cevabını verirler ki siz olsanız bu cevaptan da hiçbir şey anlayamazsınız değil mi?
Efendim Rumeli’de Türklük, Arnavutluk, Boşnaklık, Bulgarlık, Rumluk, Ulahlık, Çingenelik hatta Yahudilik bile ahlakça ve âdetçe birbirine garip bir surette karıştırılmıştır. Bu durum acayip bir harita meydana getirmiş olduğu gibi bu karışım lisanca da vukuya gelmiştir. Zikredilen lisanlardan herhangi birisine ait bir kelime küçük büyük bir değişiklikle diğerlerinde de kullanılır. Hele Türkçe kelimelerin bu yoldaki bir değişimden sonra zikredilen lisanların umumuna birden mal edildiği ise çokça görülür. Mesela İstanbullu olmanız sıfatıyla size “bizim kırçu” yahut “dorçu” deseler bir şey anlayamazsınız. Değil mi? Hâlbuki bunlar at cinslerinden olarak bizim “kır” ve “doru” dediğimiz kelimelere birer “çu” ilavesiyle yapılmışlardır. Umum ahali nezdinde manaları “kır at” ve “doru at” demektir. Bilemeyiz ki bu “çu” kelimesi bir lisanda “at” manasında mıdır? Fakat her hâlde al, kır ve doru gibi at cinslerinden birine ilave olunduğu zaman o renk ile beraber at cinsi manasın da ilave eder. İşte bunun gibi “bego” da Türk lakaplarından “bey” kelimesinin değişmiş hâlidir. Oralarda geniş arazi sahibi olan ve mahalli şivelerden bir şart ile zikredilen, araziyi ektiren, biçtiren ve kendi hissesiyle beyler gibi… Hayır! Bu kelime de yine bunlar düşünülerek kullanılır. “Beyler gibi” değil “beyliğe layık” olacak bir suretteki bir refah içinde geçinen zevata “bego” denilmiştir. “Ahmet Bey, Mehmet Bey” denildiği zaman “bey” kelimesini bozmazlar ise de isim anılmaksızın, yalnız “bego” deyince malum olan bey manası ifade edilmiş olur.
Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin “zaim” ve “sipahi” denilen tımarlı süvari askerlerinin istihdam edildiği zamanlar, bunların “tımarlı” yani maaşları olarak öşür gelirleri kendilerine terk olunmuştu. Bu hâlde köyler, büyüklüklerine göre birer, ikişer, beşer, onar süvariyi öşür mahsulleri ile beslerlerdi. Bunların komutanları olan zatların maaşları da bu şekilde verilirdi. Bu hâl, Orta Çağ Avrupa’sının derebeylerinin maiyetinde bulunan savaşçıların hâllerine biraz benziyordu. Sonraları mevcut hükûmet, daha nizamlı askerler tesis ettiği için sipahi ve zeamet askerî nizamını kaldırdı. Fakat hiçbir zaman ayrılmadığı merhamet kaidesini bunlar hakkında da gösterdi. Zira bu askerler hayatta oldukları müddetçe maaşları nakit olarak verilmiştir. Köylerin öşür mahsulü ise hazine adına toplanmıştır. Hâlbuki Osmanlı buraları fethinden itibaren bu zeamet usulüne bağlı olan birçok bey, gayet geniş araziyi kendi üzerlerine tapulayarak bunları da “çiftlik” adıyla idareye başlamışlardır. Bazı yerlerde öküzü, tohumu ve araziyi, beyler belli oranda kendisine hisse verilmesi şartıyla çiftçilikle uğraşan adamlara vermiştir. Ziraatla uğraşan bu çiftçiler, bazen mahsulün yarısını, bazen onda birini bazen de altıda birisini bu beylere verirlerdi. Bu usul ile çiftçilik yapmak, yerlerine göre az çok değişiklikle birlikte, Rumeli’nin hemen her tarafında hâlâ geçerlidir.
İşte tasvir etmekte bulunduğumuz vadideki kule, değirmen ve o civarda bulunan arazi ve ormanların sahibi olan bego da böyle bir begodur ki hanedanının ismi Kahramanoğlu ve asıl kendi ismi ise Mehmet Bey’dir.
Şurada haber verelim ki bu vadi de Serfiçe kasabasına birkaç saat mesafede bulunan xxx karyesidir.
Kahramanoğlu Mehmet Bey, emsali olan diğer arazi sahibi beyler gibi yazın, en büyük çayırları, tarlaları biçtirmek, harmanları dövdürmek, sütleri peynir yaptırmak, yağmur yağar ise nadas ettirmek, mevsiminde bağları bozdurmak gibi büyük ve mühim işler ile meşgul olurdu. Dolayısıyla kulesinde ikamet ile vakit geçirdikten sonra kasım ayında da Serfiçe’ye taşınırdı. Buralarda normalde kışın başlamış olması gerekiyor idiyse de geçen, yani Rumi takvime göre 1312 senesinin kışı hemen her tarafta hafif geçtiğinden ve ördek ve süzen avlarını ihmal etmek de kendisine uyamayacağından müsait havalarda, aralıkta bir yine kulesine gelir, bir iki gece zaman geçirirdi.
Rumeli’de böyle bir bego için şu köy ve çiftlik ve kule âlemleri ne hoş şeylerdir. Hele beyler ahalinin sevdiği adamlar da olurlar ise var ya! Almanya’da, İngiltere’de filanda olur olmaz malikânenin baronu, lordu olmak da bunun yanında hiç kalır. Bego geliyor diye köylüler birbirine girerler. Kadınlar, kızlar mevsimine göre çiçekler ile begoyu karşılarlar. Yortu günlerinde bego tarafından temin edilen şaraplar, bu köylülerin neşelerine neşe katarak davul, zurna ile gayda ile gusla ile kaval vesaire düdükler ile bunların teptikleri horalardaki letafet, Avrupa’nın şık balolarında bile bulunamaz. Hele bazen en güzel şarkı söyleyen veyahut en hafif hora tepen kızları, kadınları, delikanlıları alkış makamında begonun adamları ve özellikle kendisi tarafından birkaç el silah da atılır ise, var ya artık köylüler o kadar cûş u hurûşa2 gelirler ki şevk ve neşenin bundan ilerisi tasavvur dahi olunamaz. Fakat bu âlemlerin eğlencesi, yalnız bundan da ibaret değildir. İşte bir türlüsünü de biz hikâye edeceğiz:
Vadimizin iki tarafını çevreleyen tepelerin çalıları üzerlerine konmuş olan karlar ile mevsimlerin en güzeli olduklarını haber vermiştik. Rumi 1312 senesi aralık ayının sonları olan şu mevsim, o senenin Ramazan-ı Şerif’inin de yaklaşmış olduğu bir zamana denk gelmişti. Bizim Kahramanoğlu Mehmet Bey, her sene âdeti olan bıçak silimi törenini, bu sene de icra için gerekli hazırlıkları tamamlamıştı.
Bıçak silimi! Eğlence ehli için bunu tafsile gerek var mı? Ramazan-ı Şerif’in yaklaşması sebebiyle bir son yemeli içmeli bir eğlence daha tertiplemek ve artık bayramın gelişine kadar da açlığa ve susuzluğa hazırlanmak! Bektaşi şeyhlerine isnat olan latif fıkralar arasına bile şu bıçak silimi meselesi girmiştir. Ramazan esnasında işret ettiği görülen bir Bektaşi’ye, “Baba efendi! Şaban sonlarındaki bıçak silimini galiba unutmuşsunuz!” dediklerinde “Hayır evlat! Unutmadım. Bıçak silimini yaptım ama besbelli ki bizim bıçak temiz duramıyor. Her akşam silsem yine faydası yok!” demiş.
Bir perşembe günü, Bego kuleye gelmişti. O akşam bir iki ahbabı da beraberdi. Fakat ertesi cuma günü beş altı efendi ve bey daha geldikleri gibi, geçen yaz Siroz taraflarından geldikleri hâlde Serfiçe’nin zevk ve sefa erbabının pek hoşlandıkları gibi, bu kış da bırakamadıkları bir kol Çingene, çalgı ve köçekleri de gelmişlerdi. Artık köy birbirine girmişti. O günün kuşluğu, akşamlığı için börekler, baklavalar açılıyor, hindiler, kazlar hatta kuzular kesiliyordu. Evet, kuzular zahir! Gerçi Serfiçe tarafları için ocak ayının sonları henüz kuzu mevsimi değildir. Doğan kuzular daha pek süt kuzusu sayılırlar ise de Bego için güçlük mü var? Beş altı senedir âdet hâline getirdiği ziyafet işini bu sene de bozmamak için ta Yenişehir taraflarından dört tane kuzu getirtmişti. İzmir gibi Yenişehir ovasında da kuzular pek turfanda olarak yetişiyorlar.
Rumeli deyip de geçmemeli. Aşçılığın oralardaki terakkisi İstanbul’dan hiç de aşağı değildir. Gerçi henüz Avrupa ile münasebeti, İstanbul derecesine varmamış olduğu için Avrupa’nın buralara ithal ettiği biftekler, giotlar, rostolar falanlar daha oralara kadar varamamış ise de her türlü hamur yiyecekler, etler, hele tatlılar tarafıyla Rumeli mutfakları, âdeta İstanbul mutfaklarıyla yarışabilirler.
Cuma günü güya kuşluk yemeği olmak üzere başlanan ziyafetin bir ucu akşam yemeğine kadar uzandığı gibi vur patlasın, çal oynasın âlemi, gece yarısına kadar da devam etti. Çingenelerin yalnız def çalmaktan ibaret fakat dört beş tanesi birden dövüldükçe eski mehterhane davullarını yâd ettiren çalgıları, ince saz takımına alışan başları beyinleri patlatacak bir şey ise de dumanlanmış olan kafaların, mercan gibi kızarmış bulunan kulaklarına bundan başka da müzik girer mi? Fakat “Çingene” denildiği hâlde ne renkçe ne de çirkinlikçe bizim Sulukule ve Ayvansaray Çingenelerine kıyas bile kabul etmeyen ve renkçe beyaz, endamca latif ve yüzce hakikaten güzel olan köçeklerin oyunları gerçekten hoştur. Bunların okudukları şarkılarda mana ve musiki aranamaz ise de oyun tarzlarında her türlü letafet çokça mevcuttur. Böyle bir eğlencede bu köçeklere verilecek para, evvelden belirlenemez. Geceliği şu kadara birtakım çalgı veyahut bir kol çengi getirmeye de benzeyemez. Köçeklerin temaşa erbabının kucaklarına yatması âdetti. Kucaklarına yattıkları adamlar, alınlarına, yanaklarına paralar yapıştırırlar. Ama öylesine hatırlara gelebileceği şekliyle öyle basit metelik falan değil. Gümüş para yapıştırmak bile şıklık sayılamaz. Altın yapıştırırlar.
Hatta eğer hazırun3 arasında bu hususta bir de rekabet açılır ise var ya âdeta çengilerin günleri gün olur. Yahut daha doğrusu geceleri gece olur. Dört çenginin oynadığı bir gecede binden ziyade yirmilik altın yapıştırılmış olduğunu çocukluğumuzda gözlerimiz ile görmüşüzdür ki şimdilerde işittiğimize göre o zamanın yirmilik altınına bedel lira çeyreği ve Kremiçe altını yapıştırılıyormuş.
Yirmi otuz tabancanın birden patlayıp köçeklerin maharetlerini alkışlamak, bu gibi ziyafetlerin en mühim neşe kaynağıdır. Köçek fasılları bittikçe aşağıda değirmende köylülerin davul, zurna ve gayda ve gusla fasılları ve kadınların, kızların horaları başlardı. Bunlar temaşasız oynanamazlar ya? Tüm hazırun o zaman değirmene inerek bunları da övgü alameti olan silah sesleriyle alkışlarlardı. Hatta bir aralık “Sirto! Sirto!” bağrışmaları da birkaç taraftan meydan aldı. Bu ise asıl “gusla” denilen ve bizim kemençelerin aslı ve fakat barbar hâli demek olan sazın özelliklerinden olmasıyla guslacı Rum, ayağa kalktı. Bu defa oynamak nöbeti beylere, efendilere geldi. Bizzat kendileri bir halka teşkil ederek sirto oyununa başladılar ise de birer birer Çingene köçekleri de halkaya davet ederek işi büyülttüler. Kafalara ve oyunlara o kadar bir sıcaklık gelmişti ki yerler kar ile örtülü olduğu hâlde sohbet erbabı âdeta kan terlere batmışlardı.
Burada maksadımız, şöyle bir ziyafete ait olan tafsilatın tümünü yazmak değildir. Keşke bir yazar bunu kendisine maksat edinseydi de yazsa idi. Zira zamanın yenilikleri ve ihtiyaçları kavimlerin bu hâllerinin tümünü yavaş yavaş değiştirecektir ve zamanla bunlar, yazılmadığı takdirde unutulup gideceklerdir. Bu hâl İstanbul’umuz için de geçerlidir. Bu ihtiyacı bizzat hissetmişizdir. Bir aralık tiyatro oyunu için müzikçe eski tavşan havalarına ve oyun için dahi eski köçek oyunlarına lüzum görülmüştü. Gayet ihtiyar bir bunak Ermeni’den başka bir erbabını bulamadık. “Köçek oyunu” deyip de geçivermemeli? Müzik nağmelerinin beden hareketlerine uyumu ve inkılabı demek olan bu sanat gayet dakiktir. Âdeta güzel sanatların en güzellerindendir. Mızıkanın ruhu olan dümteklerin hükmü, köçeğin, çenginin atacağı adımlar hakkında da geçerlidir. Öyle zannolunduğu gibi her oyun aksak usulüyle icra olunmaz. Aksak usulünün bile “Türk aksağı, hafif aksak, ağır aksak” nevileri olduğu gibi oyunlarda yine aksak hükmünde olan “devr-i hindi” ve “evfer” usulleri de geçerlidir. O ihtiyar Ermeni’nin rivayetine göre, eski oyunların tümünün bir oyun tarzı var imiş. “Zincir” ve “devr-i kebîr” usulleriyle oynayanlar parmak ile gösteriliyormuş. Herif, “otuz iki usul ile oynanırdı” dediği zaman ne kadar üzüntüyle göğüs geçiriyordu. İşte bunlar, artık günümüzde İstanbul’umuzda da unutulmuştur.
Hâlbuki kalem erbabının kendi zamanlarının ahvalini genişçe tasvir edip yazmaları, üzerlerinde büyük bir vazife olduğu gibi ressamların da bu ahvali tasvir edip çizmeleri büyük önem arz ermektedir. Bunlardan sonra gelen yazarlar ve diğer sanat erbabı olan insanlar da bunların yazdıklarını ve çizdiklerini görerek o asırlar hakkında bilgi sahibi olacaklardır. Fakat burada bizim maksadımız, Osmanlı ve Yunan muharebesinin vukusundan evvel, işte bu vadide bu kulede bu ziyafet esnasında edilmiş olan acayip bir tefeülden haber vermek olduğundan, o tefeülün ne surette vukuya geldiğini anlatmaya medar olmak için de o hâller hakkında bu kadarcık malumat vermeyi lüzumlu gördük.