Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Esrar-ı Cinayat»

Shrift:

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.

Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.

İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.

Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

BİRİNCİ KISIM
ÖREKE TAŞI

1

İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e çıkmak üzere hareket eden gemiler, Anadolu ve Rumeli Kavakları arasına geldikleri zaman, nazarları önünde birdenbire o kadar geniş ve masmavi bir manzara açılır ki bunun latif temaşasıyla hayran olmaya çalışan gözler, Boğaz’ın iki sahilinde bulunan binaları, tabyaları hatta Kavaklar ve Fenerler gibi köyleri de göremez olurlar.

İnsan, Karadeniz’in o yüzeyindeki tümsekliği ile gökyüzünü âdeta birleşmiş gibi görür. İnsan nazarlara çarpan o geniş ufku izlemeye koyulunca, gözler artık Rumeli Feneri’nin üst tarafında ve tam da İstanbul Boğazı’nın bitişinde Öreke Taşı’nı görebilir mi?

Bunu büyük bir korku ve endişe ile nazarıdikkatten uzak tutamayacak olanlar, İstanbul’dan Karadeniz’e çıkanlar değil, Karadeniz’den İstanbul’a girenlerdir. Özellikle yelken gemileri ile fırtınalı bir havada Boğaz’a girmeye çalışanlar, gözlerini bu kayadan hiç ayıramazlar.

Öreke Taşı’nın uzunluğu dört yüz ve eni iki yüz metre kadar büyüklüktedir. Şekli bir dereceye kadar beyaza yakın bir kayadır ki orta yerinin denizden yüksekliği beş altı metreye kadar varır. Etekleri daha alçaktır. Dolayısıyla poyraz fırtınası esnasında Karadeniz’in dalgaları kabardığı zaman dalgaların hücumuyla kaya tümüyle örtülüp yeri bir beyaz köpük içinde kalır. Dalgalar çekildikten sonra aksine etrafı sudan tahliye olduğundan eski yüksekliğinden daha ziyade yükselmiş zannolunur. Bu hâlde Karadeniz’den Boğaz’a giren gemi içinde bulunup da kayayı seyredecek olsanız, büyük bir deniz canavarı zannedersiniz ki yunus balığı gibi kâh suya batar, kâh su üzerine çıkarak, her hâlde gemiye hücum ettiğine şüpheniz kalmaz. Zira gemi içinde bulunanlar, sallanan ve yürüyenin gemi değil, sahiller olduğunu zannederler.

Boğaz’a girerken sancak bordası hizasında kalan bu taşa niçin Öreke Taşı adını vermiş olduklarını bir türlü anlayamamışızdır. Bir zamanki kadınların pamuk sardıkları halkalar ile bu kaya arasında ne benzerlik görüldüğünü bir kimseden öğrenememişizdir. Fakat Karadeniz gemicileri nezdinde bu taşın bir ismi de “Kanlıkaya”dır ki bunun sebebini pek kolay anlamışızdır.

Sütliman diye tarif olunan havalarda bile Karadeniz’in sularının boğazla birleştikleri noktalarda, Boğaz içine girerek Boğaz’ın sonunda süratlerini herkese göstermekte bulunan ve türlü türlü naralar ile yâd olunan, akıntıları teşkil etmek için bazı sandalcılar, Boğaz dışına kadar anaforlar, girdaplar teşkil ederler ki hiç rüzgâr olmayan havalarda bile dümen dahi almayan yelken gemilerinin kendilerini bu anaforlardan ve girdaplardan kurtarabilmeleri, kolaylıkla ve selametle Boğaz’a girebilmeleri güçtür. Bu tehlikeye fırtınalı havalarda, bir de rüzgârın kuvveti eklenirse, artık İstanbul Boğazı’nın gemiciler nezdinde ne kadar tehlikeli bir yer olduğunu başka türlü tarif ve tavsife gerek kalmaz.

Zaten Boğaz’ın deniz sanayisi nazarında da bilinen bu kadar müthiş tehlikelerinden değil midir ki birkaç seneden beri gerek Anadolu ve gerek Rumeli taraflarına gayet muntazam ve düzenli birer kurtarma ekibi konulmuştur. Bu heyetin gemileri kurtarmak için olmadıkları da aslında bilinmektedir. Zira sahile düşen ve özellikle Öreke Taşı’na çarpan tekneler âdeta kayaya çarpılmış yumurtadan başka bir şeye benzemezler. Sadece batan bu gemilerin içindeki adamları ölümden kurtarmak içindir ki zikredilen kurtarma ekibi teşkil edilmiştir.

Kurtarma ekibinin icat ve teşkilinden önce ismi zikrolunan Öreke Taşı o kadar gemi parçalamış ve o kadar adamlar telef etmiştir ki bu zayiatın çokluğu da kendisine Kanlıkaya adını verdirmiştir.

Kanlıkaya’nın Rumeli sahilinde olduğunu, Rumeli Feneri’nin üst tarafında bulunduğunu haber vermemizden anlaşılmıştır ve zikredilen kaya da sahile o kadar yakındır ki Rumeli kenarından hızlıca bir taş atılsa hemen Kanlıkaya üzerine düşebilir. Fakat kaya ile kara arasındaki sular derindir. Kayanın işbu Rumeli sahilindeki ufacık koy gibi bir de girintisi olduğundan, buna her ne kadar liman denilemez ise de havanın müsaadesine aldanarak balık tutmak için Boğaz’dan dışarıya çıkan kayıklar birdenbire bir fırtınaya tutulup da kaçacak olurlarsa bazı kere şu küçücük limancığa iltica ederler. Zikredilen limancık on, on beş kadar balıkçı kayıklarını almaya kâfi olduğu gibi her taraftan gelen rüzgârlara ve dalgalara da kapalı olmakla oraya sokulabilen kayıklar fırtına afetinden kendilerini kurtarabilmiş sayılırlar.

Kanlıkaya üzerinde hiçbir bina yoktur. Ağaç ve hatta ot bile yoktur. Zira Kafkas’tan, Kırım’dan, Hocabey’den, Tuna vadisinden toplanıp gelen fırtınalara göğüs verebilecek ağaç tasavvur olunamayacağı gibi yalçın kaya üzerinde yeşerecek bitkiler de güç tasavvur olunabilir. Yalnız bunların biraz daha büyüğü ve kabası demek olan deniz otlarından başka bu kaya üzerinde hiçbir şeye tesadüf olunamaz.

Dünyada her şeyin bir zararı var ise bir de faydasının olabilmesini düşünerek şu Kanlıkaya’nın insanlara sürekli verdiği açık tehlikelerinin yanında hiç faydası da olmuş mudur diye bazı balıkçılardan sormuştum.

Yukarıda haber verdiğimiz gibi fırtınalı havalarda bazı balık kayıklarının sığınmasından başka hiçbir şeye yaramayacağı inancıyla bu soruyu sormuş iken Kanlıkaya’nın bir faydasını daha balıkçılardan haber aldık. Dediler ki:

“Yaz mevsiminde bazı merak sahibi insanlar buraya mehtabı seyretmeye gelirler. Sakin havalarda Karadeniz üzerini aydınlatan mehtabı seyretmek hakikaten gönüllere ferah verir.”

Şu kadar var ki buraya ferahlamaya gelmek için her ne lazımsa beraber getirmek lüzumu da aşikârdır. Zira kaya üzerinde yakacak ot dahi bulunmadığını evvelce haber vermiştik.

2

Hicri bin iki yüz şu kadar seneye tesadüf eden temmuz ayının on yedinci salı günü idi ki İstanbul’da neşrolunan gazetelerin birisinde ve iç havadisler kısmında şu fıkra okundu:

Büyükdere’den şehir postasıyla matbaamıza gönderilen bir varakadan anlaşıldığına göre dünkü pazartesi günü, Boğaz dışına balık avlamaya giden kayıklardan bazıları oraya vardıkları anda Öreke Taşı’na yanaşarak üzerine çıktıklarında, orada gayet müthiş bir cinayete şahit olmuşlardır.

On beş, on altı yaşlarında ancak tahmin olunabilecek bir kız öldüğü gibi yanında iki de erkek naaşı görülmüştür ki kızın Müslüman olduğu tırnaklarında kına rengi bulunmasından anlaşılmıştır. Fakat kıyafeti alafranga imiş. Katledilen erkeklerin ise Elenoz veyahut Maltalı oldukları anlaşılıyor.

Bu acayip keşif hakkında mektup sahibi başka izahlar da veriyorsa da cinayetin zaten ortada olan fevkalade önemine nazaran diğer ayrıntıyı aynen derç ve ilana gerek duymadık. Bundan sonra edeceğimiz tahkikatın göstereceği netice üzerine durumu okuyucularımıza tafsilen arz ederiz.

Şöyle bir fıkranın gazetede görülmesi okuyucuların ne derecelere kadar nazar ve ehemmiyetlerini açacağı ve ne kadar meraka sebep olacağı tafsile muhtaç değildir. Ertesi gün de bu olay hakkında gazetenin izahat vereceği beklenirken, izah yollu hiçbir şey görülememesi halkın merakını bir kat daha arttırmıştı.

Gerçi memlekette yalnız bir gazete bulunmayıp daha başkaları var ise de çaba göstermeden haber ve bilgi almak öyle her gazeteciye nasip olmaz. Bazıları birbirinden havadis almak âdetinde olmalarıyla, başka gazetelerin verdikleri bilgi şu ilk fıkradan fazlası değildi. Ziyade gibi görünen kısımları sadece yazan efendilerin kendi hayalhanelerinde buldukları vukuattan ibaret idi.

Daha ertesi, yani perşembe günü yine malum gazetede şu fıkra okundu:

Öreke Taşı’nda keşfini bir evvelki günkü nüshamızda bir nebzecik beyan etmiş olduğumuz müthiş ve garip cinayet hakkında Beyoğlu zabıtası tarafından gönderilen resmî tutanağı aynen yayınlıyoruz:

(…) Gazetesi matbaasına:

Muteber gazetenizin dünkü nüshasında Boğaz sonunda bulunan ve Öreke Taşı olarak bilinen kaya üzerinde on beş, on altı yaşlarında bir Müslüman kızı ile iki kişi de Maltalı veyahut Elenoz’un naaşları balıkçılar tarafından keşfolunduğuna dair bir fıkra dikkatimizi çekti. Zikredilen cinayet, Rumi takvimine göre ayın on altıncı pazar akşamı, yani pazartesi gecesi vuku bulmuştur. Sonra gelen pazartesi günü balıkçılar Büyükdere zabıtasına durumu ihbar etmeleriyle zikredilen zabıta tarafından tahkikine derhâl memurlar gönderildiği gibi olayın Beyoğlu merkezine de ihbar olunması üzerine merkez savcılarından Osman Sabri Efendi’nin emrine bir teftiş ve iki de çavuş verilerek derhâl cinayet mahalline gönderilmişlerdir. Malum savcı tarafından yazılan raporun bir sureti eklenmekle sizlere de gönderilmiştir. İcabının icrası konusunda…

Bir gazeteye gönderilen raporun icra olunacak icabı neden ibaret olabilir ki? Bu “icabının icrası” iki kelimeden ibaret bir sözdür ki kime hitap ediliyorsa manası “Aklına geleni yap!” demek olur. Gazetecinin aklında ise her şeyden evvel gazetesini doldurmak sureti yer tutmuş olacağı gibi evvelki günkü nüshasında yer alan fıkra zaten okuyucularının pek ziyade meraklarına sebep olduğundan ve ehemmiyetli nazarlarını çekmiş olduğundan, okuyucularının biraz daha ikna edilmesi için Savcı Osman Sabri Efendi’nin raporunu da aynen yayınladı:

Savcılık Tutanağı

Rumi takvime göre ayın on yedinci pazartesi günü savcılığın emri gereğince Teftiş Cemal Efendi, Ali ve Mustafa Çavuşlar ile birlikte Beşiktaş iskelesinden Rumeli sahilinin beş buçuk vapuruna binilerek Yenimahalle’ye ve oradan kayık ile Kanlıkaya’ya gidildi ve malum olan kayada o gece vuku bulan cinayetin tahkikatına girişildi.

Büyükdere merkezinden Teğmen Mehmet Ağa, yanında köy imamı, iki muhtar ve üç zaptiye olduğu hâlde bizden evvel cinayet mahalline vararak naaşların asıl yerlerini ve vaziyetlerini değiştirmek gibi hareketlerde bulunmuştur ki savcının varışından evvel bu gibi hareketlerin, daha sonra yapılacak olan incelemeleri zorlaştıracağı savcılığın malumudur. Bir cinayet mahalli ne hâlde ise, savcı varıncaya kadar o hâlin asla değiştirilmemesini kaç defadır arz ettiğim hâlde henüz olumlu bir neticesinin görülmemesi büyük üzüntüye sebep olmaktadır.

Her neyse, acizleri Kanlıkaya’ya vardığında naaşların hâl ve vaziyetleri önceden neden ibaret ise, yine o hâl ve vaziyete çevrilmekle incelenmeye başlandı.

Katledilen kızın hakikaten Müslüman olduğu, parmaklarındaki kına izlerinden anlaşılmaktadır. Kendisi on altı yaşından fazla tahmin olunamayacak kadar genç ve lepiska saçlı, gayet güzel ve elbisesi de temiz olduğundan öyle adi karılardan sayılamaz. Yanındaki katledilen erkeklerin ise Kefalonyalı oldukları, üzerlerinden çıkan evraktan ve özellikle kendilerine gönderilmiş olan Rumca mektupların zarfları üzerinde yazılı olan isim ve ikamet adreslerinden anlaşılmıştır ki birisi Leh Sokağı’nda oturan Petri ve diğeri de Galata’da Kemeraltı’nda Kosti’nin meyhanesi üzerindeki odalarda kalan Mihal’dir.

Genç kızın kimin nesi olduğunu her ne kadar tahkike çalışmış isek de bulabilmek mümkün olamamıştır. Bir de meydanda yaralı olarak her ne kadar bir kız ile iki Kefalonyalı bulunmuş ise de kayanın Anadolu cihetindeki sahili üzerinde birkaç yerde kan lekelerine rastlanmıştır. Acizane olan şüpheme göre bu kanlar diğer birkaç yaralıdan akmıştır ki yaraları hemen ölmelerine sebep olacak yaralardan olmadıkları gibi kayık ve sandallarına binerek kaçmışlardır.

Cinayet mahallinde mükemmel bir sofra takımı ile bir de ziyafet sonrasını gösteren bir hâl mevcut olduğundan oraya mehtap sefası icrasına gidilmiş olduğu hâlde sefa ehli arasında bir kavga çıkmasıyla işin bu cinayete dönüştüğü ilk acizane kanaatimdir.

İşbu müthiş cinayet hakkında tetkiklerimi tamamlama hususunda işe yarayacakları münasebetle cinayet mahallinde ne kadar eşya bulunduysa hepsi ve katledilenler de alınarak evvela Büyükdere’ye ve sonra Beyoğlu zabıtasına getirilmiş ve Kefalonyalı cesetler garipler hastanesine teslim olundukları gibi kızın naaşı da kadın hastanesine teslim edilmiştir. O konuda tüm tasarruf hakkı idarenin emrindedir.

Bazı havadis meraklıları vardır ki âlemin hâline dair gazetelerde okudukları fıkraları kendi meraklarına nispetle kâfi görmeyerek gazetehanelere kadar gelirler. Yazarları ile görüşürler. Gazetelere derç olunan vakalar hakkındaki malumat yalnız o kadardan ibaret midir? Yoksa daha ziyade malumat vardır da her ne mülahazaya mebni ise bu kadarcığını yazmakla mı yetinilmiştir? Buralarını sormaya başlarlar.

Bu gibi suallerin, zaten işleri başlarından aşmış olan biçare yazarları ne kadar rahatsız edeceğini bilseler, belki biraz insaf ederler ise de birtakımları da vardır ki malumat ve izahlar almakla dahi yetinmeyerek o meseleler hakkında yazarın bu konudaki fikirlerini ve daha doğrusu kanaatlerini de sormaya kadar varırlar.

Öreke Taşı meselesi ise hakikaten umumi meraka sebep olan garip bir hadise olmakla, Beyoğlu zabıtasının verdiği izahatın intişarından bir gün sonraki cuma gününün tatil olması da müsait görünerek gazetehaneye o kadar meraklı adamlar gelmiş ve her biri başyazarı o kadar suallere boğmuşlardı ki biçare yazar az kalmıştı ki ertesi günkü gazete için hiçbir şey yazamasın.

Şu kadar var ki bu sorgulamalar bir taraftan faydalı da oldular. Zira Büyükdere’den gönderilmiş olan evrak ile bir de Beyoğlu zabıtasının tutanağının içeriğinden başka, gazetece malumat olmadığı ve olayın ortaya çıkarılması için öyle pek fevkalade bir surette ehemmiyet verilmediği hâlde; gazete, insanların bu kadar merakını görünce bu acayip cinayetin sırlarının ortaya çıkarılması için büyük gayret sarf etti. Ayrıca yazmaya başladığımız bu romanın zeminini teşkil eden bu hadise, bir eser ortaya çıkarmaya da vesile oldu.

Gazeteci kısmı bir şeyin tahkik ve tetkikini cidden merak ederler ise, o şeyi etrafıyla öğrenmemeleri düşünülemez. Zira her tarafta dostları ve her dostlarının nezdinde nüfuzları vardır. Özellikle bu dostlar gazeteciye yanlış malumat verip de eksik ya da ziyade bir şeyin yazılmasına sebep olurlar ise sonradan birçok taraflardan tekzibi davet etmiş olacaklarını da bildiklerinden, gazeteci tarafından talep olunan malumatı mümkün mertebe en doğru olarak verirler.

Bizim gazeteci, Öreke Taşı Vakası hakkında en mükemmel malumatı almak için doğrudan doğruya Beyoğlu savcılarından Osman Sabri Efendi’ye müracaatı kararlaştırdı. Zira zabıtanın kendisine gönderdiği resmî tutanaklardan da malûmatın esası Osman Sabri Efendi’nin önceki incelemesi üzerine bina edilmişti.

O günkü cuma günü zabıtanın tatil olması o gün görüşmeye mâni olmuştu. Dolayısıyla ertesi günü yazar efendi Galatasaray’a giderek bazı dostlarından Savcı Osman Sabri Efendi’nin kim olduğunu sordu. Osman Sabri Efendi yazarın yanına getirilerek tanıştırılıp görüştürüldü.

Bir gazete yazarının, her kim olursa olsun yeni bir dost ile ilk görüşmede dostluğu kırk yıllık bir dostluk derecesine vardırabilmesi işten bile değildir. Fakat yazar efendi Savcı Osman Sabri Efendi’yi ilk nazarıdikkate aldığı zaman, bu adamın öyle kırk yıllık dost derecesine gelemeyeceğini anladı. Gazeteci kısmı her ilimden biraz anlamaya muhtaç olduğu gibi ilm-i kıyafeti1 daha ziyade anlamaya muhtaçtır. Karşısındaki adamın kalbinde ezberlediği şeyi yüzünden ve gözlerinden anlayıp okumalıdır.

Osman Sabri denilen adam, orta boylu tavsifine uygun olduğu hâlde kendisini böyle tavsif edenler alçak boylu tavsifini, biraz nezakete aykırı gördükleri için onunla ilgili ilk bakışta biraz olumsuz düşünürler. Vücudu için cılız denilmesi de böyledir. Zira nezakete riayet edilmemesi lazım gelse cılız tabirini uygun görmek gerekirdi. Şu boya, şu vücuda göre ellerini, ayaklarını uzun uzadıya tafsile hacet kalır mı?

Bir buçuk metreden ibaret olan şu cılız vücut üzerinde ve özellikle “armut sapı” tabirine hakkıyla uygun olan bir gerdana saplanmış bulunan başını görseydiniz Osman Sabri Efendi’yi âdeta bir karikatür zannedersiniz. Bu kafayı sekiz arşın iki parmak uzunluğunda bir boya ve bir arşın iki parmak genişliğinde bir çift omuz üzerine takmalıydınız ki tenasübünü bulmuş olsun.

“Fizyonomi” yani ilm-i kıyafet, bazı kocaman kafalıları “mankafa” olmak üzere vasıflandırır. Hakkı da vardır. Çünkü bu kısım kafaların içindeki beyinleri ve zekâları o oranda azdır. Dolayısıyla bunlar boş bir sandıktan başka bir şeye benzemezler. Fakat içi dolu olan kocaman kafalıların beyin ve onun gereği olan zekâ zenginliğine, gözlerinden çıkan dikkatli bakışları işaret eder ki işte Beyoğlu savcılarından Osman Sabri Efendi’nin kafası da bu kafaların en mükemmellerinden birisiydi.

O ateşin gözler hem küçürek, hem yuvarlaktır. Kaşları gözler üzerine yığılmış denilebilecek kadar düşüktü. Bunların altındaki sivrice burun ile ince dudaklar ve yumru çene Osman Sabri’nin suratında şeytanlık derecesine varan zekâsının olduğunu gösterir.

Osman Sabri’yi hafifmeşrep bir adam görecek olsa bir kukla görmüş kıyasıyla derhâl kahkahayı koparacağı gelir. Fakat Osman Sabri öyle kahkahalarla karşılanacak maskaralardan olmadığını hâl ve tavrıyla herkese derhâl gösterir. Bu zamanın acayip suratından tebessüm denilen şey pek nadir olarak görülür. Ağzından “dıhk” denilen şeye benzer ses çıktığını hiçbir kimse işitmemiştir. Kahkahası ise bizzat kendisine de meçhuldür.

Gazeteci, Osman Sabri Efendi’nin önceki çalışmalarından ve sorgulamalarından ne dereceye kadar maharetli olduğunu duymuştu. Henüz yüzünü görmemiş olması, bu konuda bir mübalağa bulunmasına ihtimal verdirmekte iken, savcı efendideki kafayı, gözleri görünce abartıya hiç imkân olmadığını teslim etti. Kendi kendisine dedi ki:

“Öyle kendisini gazetede methettirmekle memnun olacak bir heveskâr önünde bulunmuyoruz. Bu adamdan istediğimiz malumatı alabilmek için başka türlü, hem de pek ehemmiyetli davranmalıdır.”

3

Gazeteci ile savcı ilk buluşmadaki malum olan hâl ve hatırdan sonra maksada geçmek için bir vesile olmak üzere yazar efendi dedi ki:

“Cinayet işlerinde tetkik gücünüz ve başarınızla dünyada meşhur olmuş iken Öreke Taşı cinayeti hakkında zabıtanın neşrettirdiği yazı sizi takdir eden pek çok zatlar tarafından şöhretinize münasip olacak kadar mükemmel görülmedi.”

“Gerçi pek noksandır.”

“Bendeniz sizinle henüz tanışma şerefine nail olmamış bulunduğum hâlde her şöhretin birinci muhibbi olmam sebebiyle şöhretinizi muhafaza için dedim ki: Böyle her tarafı acayip sırlar ile işlenmiş olan bir cinayetin mükemmel tahkikatı bir günde icra edilip tüm sırların ortaya çıkarılması mümkün olabilir mi?”

“İnayetinize teşekkürler ederim.”

“Gerçi yazınızı kâfi görmeyenler haklı olamazlarsa da mazur da sayılmazlar. Zira cinayetin dehşet ve garipliğine göre umumi merak öyle bir dereceye varmıştır ki bu konuda doğru bir habere ve biraz daha izahlara tüm insanların merakları çevrilmiş görünüyor.”

“Umumi merakın adliyeye bakan yönü pek yoktur.”

“Gerçi hakkınız var efendim! Merak edenlerin mahkemenin sonucunu beklemeleri gerekir. Fakat iş mahkemece sonuçlanıncaya kadar aylar geçeceği de şüphesizdir.”

“Yıllar bile geçebilir!”

Savcı efendinin cevaplarının pek kısa olması canınızı sıkmaya başladı mı? Hâlbuki cevapları yalnız kısa değil, âdeta cevap olmamak üzere tertip olunmuş müdafaalar gibidir.

Gazeteci buna dikkat ederek epeyce sıkılmaya başladı. Fakat can sıkıntısının bu konuda hiçbir faydası olamayacağı aşikârdır.

Asıl hüner savcıyı sorgulayarak ağzından birkaç söz almak ve o birkaç sözden hareketle cinayete dair bir hayli malumat almaktır. Dolayısıyla gazeteci dedi ki:

“Evet, yıllar dahi geçebilir. Zira gereken adamların iç içe girmesiyle sorgulanmaları epeyce uzun bir iş olduğu gibi hele caniler firarda olurlar ise iş daha da ziyade uzar. Öreke Taşı cinayetinin erbabından veyahut onların yardımcıları ve ortaklarından henüz üç kişiyi tutukladığınızı söylüyorlar.”

“Hiçbir kişiyi tutuklayamadık.”

“Acayip! Ölen Kefalonyalıların arkadaşlarından bazı adamları tutukladığınıza dair bize getirilen haberler yanlış mıdırlar?”

“Tümü!”

“Hâlbuki kızın yanında birtakım eşyadan başka yankesici hırsız takımından iki de adamın naaşı bulunması, canilerin takibi emrinde zabıtaya ve adliyeye pek ziyade hizmet edecek şeylerden sayılabilirlerdi.”

“Bu naaşlar o delillerden sayılamıyorlar.”

Yazar efendide can sıkıntısı artmaya başladı. Eğer, savcı şu cevapları onu küçümsemek gibi bir tavırla verseydi can sıkıntısının hiddet derecesine dahi varacağı aşikâr idi. Ancak Osman Sabri Efendi verdiği cevapları o kadar ciddi bir tavır ile veriyordu ki bunlardan başka hakikaten verilecek cevap olmadığını da o ciddi tavrıyla gösteriyordu.

O aralık bir teftiş memuru gelerek savcı efendiyi mutasarrıf paşanın çağırdığını haber verdi. Osman Sabri Efendi bu davete icabet hususunda ne kadar mecbur olduğunu gazeteciye anlatmak için yalnız “Sohbetinizin şerefinden ayrılmak zorunda kalacağımdan üzgünüm. Nihayet ben de emir tahtında çalışan bir memurum!” dedi. Büyük bir hürmet ile yazara veda ederek odadan çıktı.

Bu gidiş üzerine yazarın yerinde siz olsanız, siz de kızardınız ya!

Gerçi bizim yazar efendi hiç müteessir olmadı değil. Ancak kendisi gayet hakşinas ve kıymet bilen bir adam olduğundan Osman Sabri Efendi’nin hâl ve tavrına kızmak şöyle dursun, aksine memurluk sırlarını herkesten, özellikle bir gazete yazarından gizleyebilen memurun övgüye layık olacağını gönlünden hükmediyordu.

Savcı gittikten birkaç dakika sonra gazeteci de gazetehanesine gitmek için yerinden kalkıyordu. Hatta zihninden “Hiç olmazsa katillerin derdest olunamadığından ve kimler olduğu da bilinemediğinden bir fıkra yazılabilir.” diye bir de zihninden yazı tertip ediyordu. O aralık evvelce Savcı Osman Sabri Efendi’yi çağıran müfettiş tekrar kapıdan girerek dedi ki:

“Mutasarrıf paşa biraderiniz, teşrifinizi Osman Sabri Efendi’den haber alarak mülakatınızı arzu ediyorlar efendim!”

Bu davet yazarı epeyce sevindirdi. Zira Öreke Taşı cinayetine dair birkaç laf da mutasarrıftan kaparsa, zihninde tertip etmekte bulunduğu yazıyı bir kat daha tamamlamış olacağını hesap etti.

Beyoğlu mutasarrıfı o zaman Mecdettin Paşa isminde bir zat idi ki lafı olan mutasarrıflardan ne daha iyi ne daha fena olup “Beyoğlu mutasarrıfı” denildiği zaman hatıra nasıl bir adam geliyorsa öyledir. Fakat bu hâl yalnız memuriyet sıfatı olan Osman Sabri Bey gibi karikatür sayılabilmekten tamamıyla uzaktır. Boyca boylu, ence enli, gayet güzel kır sakallı, neşeli, hoş sohbet bir adamdır.

Gazeteci, oda kapısından girdiği zaman yerinden fırlayıp bin güzel iltifatlarla karşıladı. Artık zamanın hikmetli Eflatun’u gazeteci oldu. Ediplerin başı gazeteci oldu. Hele o gün gündüz olmasaydı da gece olsaydı Galatasaray’a şeref vereceğine teşekküren, bütün daireyi fenerler ve kandillerle donatarak gece eğlencesi yapmak bile boynunun borcu olduğunu anlattı.

Bizim gazete yazarı her ne kadar nezaket ve iltifatın bu derecesinden memnun olabilecek riyakârlardan bir adam değil idiyse de mutasarrıf paşa hazretlerinin bu iltifatları üzerine elbette Öreke Taşı konusuna dair ne kadar malumatı varsa esirgemeyeceğine hükmederek işte bundan dolayı memnun oluyordu.

Gazeteci efendiye sigara takdimiyle bir taraftan da kahve emredilmekte olsun, yazar efendi bugün Galatasaray’a gelmekten maksadını anlatarak Savcı Osman Sabri Efendi’den ise hiçbir haber alamadığını ve hâlbuki zabıtanın neşrettirdiği raporun, insanlar tarafından pek eksik görüldüğünü ifade edince, mutasarrıf paşa hazretleri güya zabıtaca bir büyük kusur edilmiş de affını dilemeye mecbur olmuş gibi davranarak dedi ki:

“Efendim, ben Osman Sabri Efendi’ye daha o gün söyledim ya! Raporu aynen gazetehaneye gönderelim dedim. O ise henüz canilerin izleri bile elde olmadığı hâlde malumat ve mevcut delillerimizin tümünü ilan etmek daha sonra tetkikat ve tahkikatımız için mâni olur diye iddianamesini satır satır çizmeye de kanaat edemeyerek kelime kelime çizdi. Yirmide bir derecesine indirerek sonra tekrar temize çekip öyle gönderdi.”

Gazete yazarı bir taraftan Öreke Taşı’na dair zabıtaca ne kadar malumat varsa hepsine vâkıf olabileceğinden dolayı sevinmekle beraber, diğer yandan iki memur arasındaki farkı düşünerek, Savcı Osman Sabri Efendi’nin vazifeşinaslığına karşılık, mutasarrıf paşada bulunması lazım gelen temkin ve ihtiyatın yirmide biri bile bulunmadığına hem hayret ediyor hem de üzülüyordu.

Gazetecinin bu mütalaasından mutasarrıf paşa hazretlerinin haberi yok ya! O sözüne devam ediyordu. Dedi ki:

“Osman Sabri Efendi’nin asıl iddianamesini size göstereyim de okuyunuz. Şimdiki hâlde Öreke Taşı cinayetine dair mevcut olabilen malumat bundan ibarettir.”

Gerçi, Mecdettin Paşa hazretleri yazı takımının üzerindeki evrak arasından bir kâğıt çıkarıp gazeteciye verdi ki savcı efendinin mührüyle mühürlü asıl iddianamesi idi.

Mecdettin Paşa’nın bu hâl ve hareketi üzerine Osman Sabri Efendi’nin tavrına o kadar hayret geldi ki gazete yazarı, savcı efendinin hemen kendi üzerine hücum ederek iddianameyi elinden alacağı zannıyla bayağı gözü korktu. Dolayısıyla gazeteci savcıya dedi ki:

“Affedersiniz birader! Bir gazete yazarına her sunulan evrak hemen gazeteye geçilmez. Gazeteler devletin menfaatlerini kendi menfaatlerinden ziyade gözetmeye mecburdurlar. Gerek politika ve gerek adliye vesairece muhafazası devletin menfaatlerine uygun olan şeyleri herkesten ziyade gazeteciler muhafaza ederler. Zira devletin menfaati demek, doğrudan doğruya milletin ve memleketin menfaati demektir.”

Yazarın şu sözleri, Osman Sabri Efendi için bir dereceye kadar rahatladığını yüzünde belli olan sakinlikten anlaşıldı. Dedi ki:

“Bendeniz iddianameyi paşa hazretlerinin size takdiminden dolayı itirazda bulunamam, haddim de değildir. Şu kadar var ki böyle henüz failleri elde bulunmayan bir cinayeti, zabıtanın edinebildiği malumat üzerine bina ettiği bilgileri, tertibatı ortaya koyacak olursa katillere de kendilerini takipten koruyacak tedbirleri öğretmiş olur.”

Yazar efendi nazikâne bir tebessümle dedi ki:

“Hakkınız var savcı efendi! Hakkınızı da en ziyade teslim edenlerden birisi de benim. Fakat biz de sanatımız sebebiyle devlet adamı sayılırız. Bu gibi işlerde cinayeti işleyenin yanında değil; adliyeye hizmet etmek isteriz. Eğer iddianameyi okursam ihtimal ki ben dahi istifadeye vesile olabilecek bir mütalaa arz edebilirim.”

1.Kişinin dış görünüşünden onun düşüncesini, ahlakını anlamaya çalışan bir ilimdir.
33 151,55 soʻm
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
ISBN:
978-625-6485-86-0
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi