Kitobni o'qish: «Dürdane Hanım»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin’de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul’a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868’de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayımlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılarla birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayımlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’in desteğini aldı ve 1879’da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhiye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stokholm’de toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayımladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darülmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
BİRİNCİ KISIM
ACEM ALİ BEY
Galata’dan geçerken birtakım geniş meyhaneler görürsünüz ki yirmi yirmi beş arşın genişliğinde ve kırk elli arşın uzunluğundadırlar. Bu meyhanelerin sokak cihetine yakın bir tarafında süslüce bir tezgâh görüp de onun ön tarafında dahi Eski Yunanlıların şarap tanrısı olan Baküs’ün kendinden geçmiş tasvirinin resmedilmiş olduğuna bakarak bunları medeniyetin bugünkü ileriliklerinin vücuda getirmiş olduğu yeni eserlerden olduğunu zannetmeyiniz. Diğer cihetinde meyhanenin boylu boyuna iki veyahut üç sıra olmak üzere birbirinin üzerine dizilmiş olan ve beşer yüz okkalık olan fıçılara nazarıdikkatlerinizi çeviriniz.
Gerçi bu fıçıların üzerinde numaralar dahi göreceğinizden belediye dairelerinin dükkân ve hanelere numaralar koyduğu zamandan beri hatırlara gelmiş olan şu numaralar size bu fıçıların dahi henüz birkaç senelik şeyler olduğunu zannettirir. Ve özellikle bazı meyhanelerde bunların çivit rengi veyahut beyaz renklere boyanmış görünmesi, bu zannınızı kuvvetlendirirse de o fıçılar aynen elli beş yaşından sonra ustura, ibrişim ve pomatlarla kendisine gençlik ve tazelik vermeye çalışan kart ve kıranta herifler gibi şu dış görünüşteki süslenmelere büründüklerinden dolayı zamanın şıkları gibi genç sayılmazlar.
Yağmur yağış görmeyen meşe tahtaları kaç yüz sene dayanabilirse bunların dahi oracıkta ne zamandan beri yiyip içenlerin hizmetlerinde bulunduklarını ona göre tahmin edebilirsiniz. Hem de bu tahmininizde mübalağa korkusu sizin yanınıza bile uğramaz.
Gerçi şimdiki hâlde bahsedilen meyhanelerin çoğunda bu fıçılar boştur. Boş olmaları ise onların ne kadar ihtiyar olduklarını tahmine daha ziyade yardım eder. Zira onların için mesken kabul etmiş olan örümceklerin her biri hemen yengeç büyüklüğünü almış ve renkleri bozarmış olduğundan biyoloji tarihine vukufunuz var ise bu örümceklerin yetmiş seksener yaşında olduklarını hükümde tereddüt etmezsiniz.
Bugün hiçbir sarhoş bulamazsınız ki bu fıçıların tamamıyla dopdolu olarak sarhoşlukta ifrata varmış olan şarapçıların şöyle kuvvetli bir mahalde tiril tiril terlemekten bayıldıkları gibi o fıçıların dahi içlerindeki sıvıları tahtaların aralarından ve gözeneklerinden sızdırmakta veyahut içki için içleri titrediği hâlde cepte parası olmayan mahrumların meyhaneler önlerinde ağızlarının sularını akıtmaları gibi bu fıçıların dahi ağaç musluklarından damlalar damlamakta olduğunu hiç olmazsa çocukluğunda olsun görmüş ve hâlâ hatırlamakta olsun. Bununla beraber bir vakit bahsi geçen meyhanelerin bu meziyetleri herkes tarafından kabul edilmiş olup sonraki asır incelmeye başlaması ve özellikle en son yeniçeri dayılarının ebedî istirahatgâhlarına çekilip gitmesi üzerine bunların da asri ilerlemelere tabi olması lazım gelmiştir de şimdiki yenilenme vuku bulmuştur.
Yoksa vaktiyle “zecriye”1 denilen ve sonradan “müskirat rüsumu”2 namını almış olan özel verginin aslında bu meyhaneler için vazedilmiş bulunmasıyla hâlâ o fıçılar iftihar ederler.
Şimdiki hâlde kendilerinin rakibi ve kaim-i makamları olan damacanalara, binliklere, kadehlere karşı onlar olgunca tavırlarıyla ve hâl diliyle derler ki: “Hey gidi züğürt şıklar hey! Bizim bahtiyar olduğumuz bereketli zamanlarda bu mahaller içinde ‘Bir kadeh!’ veyahut ‘Bir mastika!’ gibi tabirler kullanılmazdı. ‘Bir elli!’ yahut ‘Okkalık!’ denilip dört elli içmekle yetinen sarhoşların yüzüne bile bakmazlardı. Bir baş tömbekiyi nargilede içinceye kadar okkalığı sızdıran ve meze olarak dahi bir çeyrek turp ile yetinen sarhoşları şimdi tezgâhların önünde resmi görülen Baküs görseydi şarap tanrılığından istifa ederek makamını onlara terk ederdi. Buraya ‘su’ denilen şey ancak kap kacak yıkamak için girip yoksa öyle bir kadeh rakının yanında koca bir bardak da su bulunduğunu o koca sarhoşlar görselerdi ‘Eyvah, ne günlere kaldık! Su ile mi keyif yetiştireceğiz!’ diye aşırı gazaplanırlardı.”
İşte şimdiki gördüğünüz meyhaneler kendi hâllerince, kendi âlemlerince böyle büyük büyük günler görmüş kudemadan3 olup onlara nispetle aynalı gazinolar filanlar çocuk oyuncağı gibi bir hâlde kalırlar.
Bunlarda o eski fıçılara bedel şimdiki hâlde binlik ve damacanalar onların ikbal mevkisini işgal ettikleri gibi müdavimlerince dahi bir zamanın yeniçerilerine ve kalyoncularına bedel şimdi tulumbacılar, sırık hamalları, Rum sandalcıları ve yankesicileri filanlar görülmekte ise de gerek damacananın ve gerek fıçının içindeki içki, hep o insanın aklını başından alan sıvı olduğu gibi gerek yeniçeri ve kalyoncuların ve gerek tulumbacı ve sandalcıların damarlarında dolaşan kan dahi hani ya şu gazap ateşiyle galeyana geldiği zaman insanı kanlı cinayetlere sevk eden kan olduğundan, şu hâlde evvelki müdavimlerle şimdiki müdavimler arasında bir fark kalırsa o da evvelkilerin birer arşın piştovlarıyla birer buçuk kulaç yatağanları bellerini silah deposuna benzettiği hâlde şimdikilerin birer karış kamaları, kıçları üzerinde kuşak arasına sıkışıp kalmış olmasından ve altı ateşli küçücük revolverleri dahi ceplerinde bulunmasından ibarettir.
Yoksa bir meyhane içinde hay huy deyinceye kadar bir adamın dört beş yerinden yara yiyerek zaptiyeler yetişene kadar ya arka veyahut ön kapıdan savuşan katilin arkası sıra yaralının dahi can vermesi ve katilinse izi bile belli olamaması veyahut zaptiyeler yetiştikleri hâlde zaten sarhoşken döktüğü kan kendi kanını da başına sıçratmış olan katilin, beş altı zaptiye üzerine de saldırışı veya onlardan da birkaçını yaralamak veyahut birkaç süngü veya kurşunla kendisi geberip gitmek gibi neticeler vukuya gelmesi, şimdi dahi evvelkinden nadir değildir.
Şu tasvirimize bakıp da Galata Caddesi’ni tramvay ile bile geçmek tehlikeli bir iştir diye mi düşünüyorsunuz? Gerçi en yeni zamanlarda hem de bu cadde üzerinde görülen hadiseler hatırlanırsa öyle bir düşünceye kuvvet verebilirsiniz. Lakin siz kendi hâlinizde yürür gezer bir adamsanız Galata Caddesi’nde sizin için tasavvur edilebilecek tehlikeler ya saatinizin ya da para kesenizin başına gelip siz böyle bir şeye mukabil her beladan korunabilirsiniz. Oraların en büyük tehlikesi yine oralarda tehlike arayan serseri ve serkeşlere mahsus olup onlar yekdiğerinin kanını içmek hususunda kurtlardan bile yırtıcıdırlar.
Fakat büyük caddenin sağında ve solunda olan sokaklardan içerilere girmek isterseniz işte o zaman hiç teminat verilemez. Zira büyük cadde üzerinde jandarmaların parıl parıl parlayan gözleri bu şehir eşkıyalarının gözlerine çarptıkça gözleri kamaşmaktaysa da iç sokaklarda ve bilhassa bunların gözlerini rakı buharı yahut kan bürümüş olduğu zaman dostu da düşman diye telakki edecekleri ve hele tarafsız olan gelip geçenleri hiç tanıyamayacakları malumdur. Zaten şimdiki hâlde asıl hırsız, asıl yankesici, asıl batakçı, asıl kanlı ve katil olanlar zaptiyenin gözünün kolay kolay görebileceği yerlerde o kadar çoklukla barınamayarak en ücra ve tenha yerleri kollaştırırlar.
Maksadımız Galata hakkında kısaca fikir vermek olduğundan şimdilik şu kadarla yetinebiliriz. Zira hikâyemizde Galata’ya ait olan hâller, o mahalli bundan ziyade anlatmaya lüzum göstermeyecek kadar kısadır.
Şimdi ne bahsi geçen fıçıların ikbal ve hürmet mevkisinde bulundukları zaman kadar eski ve ne de dün veyahut evvelki gün denilemeyecek kadar yeni bir zamanda bir cumartesi akşamıydı ki Galata’nın her meyhanesi hıncahınç dolmuştu.
Hâlâ dahi Galata’nın en kalabalık zamanı cumartesi akşamından başlayıp pazar akşamının saat dördüne, beşine uzayıp giden zamandır. Zira İslam olsun, Hristiyan olsun, Yahudi olsun, Galata ahalisinin yüzde doksanı, gerek doğrudan doğruya ve gerek dolaylı olarak gümrüklerle ve Avrupalılarla ilgili işlerle meşgul olarak bunların ve büyük tüccarların pazar tatilleri herkes için zaruri bir tatil hükmünü alır.
Gerçi mevsim karnaval mevsimi olmayıp sonbaharın ilk ayı olan eylül içinde bulunuluyorduysa da Galata’nın karnavala filana ihtiyacı var mıdır? Karnavalda da Büyük Perhiz’de de ilkbaharda, sonbaharda Amerika tiyatrosu vesaire bu gibi eğlence mahalleri yetmiş iki milletin bin renkli bayraklarıyla donanarak hele tatil zamanlarında her meyhanenin önünde “laterna” denilen birer sandık çalgısı bulunması Galata’yı ebedî bir bayram hâline koyar.
Sarhoşluk! Bu malum ya?! Sarhoşluk, arabacılığa benzemez, derler. Hâlbuki hiçbir şeye benzemez. Bir hafta müddet Şirket-i Hayriye vapuruna kömür vermekle kömürden bir adam olmak derecelerini bulmuş olan Muşlu bir Ermeni’ye bu akşam meyhanede bakınız ki oporta yere bir iskemle koyup üzerine oturmuş ve etrafına üç tane laterna alarak bunların üçü birden başka havalar çaldıkları cihetle, horadan beter bir gürültü meydana getirmelerine mukabil kendisi dahi naraları attıkça müzikaların sesini bastırarak etrafı güm güm gümletmekte bulunmuştur.
Bu kömürden insanın veyahut insandan kömürün sarhoşlukla bir kat daha parlamakta olan gözlerine ve homurdandıkça dişlerinin beyazlığı, dudaklarının ve dilinin kırmızılığıyla karışarak suretine gülünç bir şekil verdiğine bakıp da yalnız gülmekle yetinmeyiniz. Bu hâle gelmiş olan bir adamın karnavala, Paskalya’ya filana hiç ihtiyacı kalmadığını düşünerek hâlbuki her akşam bile Galata’da böyle binlerce serdengeçtilerin bulunduğu cihetle Galata’nın her zaman karnaval hâlinde bulunduğunu teslim ediniz.
Haber verdiğimiz akşam bu meyhanelerin birinde orta boylu, sarı bıyıklı, sarı benizli, tahminen otuz beş yaşında ve mavnacı4 kıyafetinde bir adam ta meyhanenin içinde sağ taraftaki köşeye oturmuş ve önünde bulunan bira kadehi ile aralıkta bir kere dudaklarını ıslatıyordu.
Biz bu adamın otuz beş yaşında kadar olduğunu kendi hakkındaki ilk haberlerden olmak üzere söyleyiverdik ise de yüzünün çehresine dikkat edenler bunun kırk beşi aşkın olduğuna veyahut ömrünü, gününü suistimallerle yıpratarak gençken ihtiyarlamış bulunduğuna hükmederler.
Ekseriyetle sarı benizli olan adamların çehresinde insanın hoşuna gidecek ve belki de insanı acındırarak kendisini sevdirecek hüzünlü bir tavır bulunursa da bu sarı o sarılardan değildi.
Gerçi şu oturduğu yerde pek süklüm püklüm, pek heyecanlı bir tavırla oturur idiyse de aralıkta bir kere gözlerini bir tarafa çevirip de dikkatlice bakacak olursa sarı gözlerinden sanki alevler çıkarak bakışının hedefinde demir olsa eritecek zannolunurdu.
Vakit akşamın saat yarımı olup bu zamanda Galata içinde meyhanede oturanlardan hiçbirisi artık ayık sayılmayacakları gibi herkes ahbabını ve arkadaşını bulmuş oldukları için yalnız başına oturan hiçbir adam dahi görülmemekteyken tarif ettiğimiz sarı herifin hem yalnız hem de hâlâ ilk bira kadehiyle dudaklarını ıslatmakla ve içmekle yetinmesi nazarıdikkati çekmeye değerdi. Fakat herkes sarhoşluk denizine dalmış olduğu bir zamanda bu dikkat kimde olacak?
Meğer Galata’da bizim sarı herife benzer bir adam daha varmış. Bu ise kıranta bir Rum idi ki kalıbı kıyafeti hırsızlıkta ve yankesicilikte artık pir olduğuna tek bakışta hükmettirirdi. Zaten bu vakit Galata’da özel bir niyeti olan yankesiciden başka kim ayık bulunabilir?
Kıranta Rum, bizim sarı herifin yanına geldiği zaman bir eski dostuna tesadüf etmiş gibi mütebessim bir tavırla dedi ki:
“Vay! Akşamlar hayrolsun Sohbet Ağa!”
“O! Akşamlar hayrolsun Papazoğlu! Yine buralarda ne geziyorsun bakayım?”
“Ne yapalım a gözüm? Bizim sandalımız yok, mavnamız yok! Biz de çoluk çocuk sahibiyiz. Ekmek parası ister. Fakat sen böyle yalnız oturmaktan…”
“Bilirsin ki ben her vakit yalnız otururum. Ee, bu akşam kimi gözüne kestirdin bakalım?”
“Bana da bir bira ısmarlarsan anlatırım.”
“Çıkarken paraları yine sen vereceksen ısmarlamak da benden olsun.”
Papazoğlu denilen bu Rum, bir hasır iskemle alarak Mavnacı Çerkez Sohbet’in yanına sokuldu. Evet! Mademki sarı herifin ismini öğrendik, öyle eksik olarak öğrenmeyip isminin yalnız “Sohbet” değil “Çerkez Sohbet” olduğunu da öğrenmeliyiz.
Kıranta Rum iskemleye oturduktan sonra kapağı kırık bir sigara kutusu çıkarıp bir yandan sigarasını yapmaya başlayarak diğer cihetten de Sohbet’e dedi ki:
“Uzun etme be Sohbet! Bilirsin ki bende para olduğu zaman hiç esirgemem. Hatta geçen günkü vurgunda bizim ihtiyar Vasil’e bir kat elbise bile aldığımı bilirsin ya?”
“Fakat bak şimdi ayağında kundura ve kıçında da pantolon kalmamış.”
“Bizimkisi öyledir. Bugün beş on liralık bir şey çarpıp beyler gibi giyinir kuşanırsın, yarın bir kumarhanede bu hâle girersin.”
“Hâlâ şu kumardan vazgeçmedin gitti!”
“Ben elime geçen paraları tutmuş olsaydım şimdi Kirya Papazoğlu Andonaki diye itibarlı bir sarraf olurdum. Fakat bundan sonra aklımı başıma alacağım Sohbet! Hele bu akşam beklediğim herifi bir güzelce kesimine getirirsem yarın sen beni görürsün.”
“Kimi bekliyorsun bakalım?”
“Bir bira ısmarlamazsan söylemem. Ismarlarsan âdeta seni de ortak ederim.”
Çerkez Sohbet meyhaneciye bir bira daha ısmarlamakla beraber pazularını Papazoğlu’na göstererek dedi ki:
“Allah bu pazuları bana yankesicilik etsin diye vermedi.”
“Ya mavna küreği çekerek avuçları patlasın diye mi verdi?”
“Ne yapayım? Sanatım buymuş!”
“Öyle kaba sanatlar bir işe yaramazlar dostum. İnce sanatlara bakmalı, ince sanatlara! Hem artık kırk yıllık Çerkez Sohbet şimdi bize kendisini ırz ehli diye satamaz ya?”
“Ben sana ırz ehli, aklı başında, kâmil bir adamım demiyorum. Hırsız ve yankesici değilim diyorum.”
“Kanlı katil de…”
“Hımm!..”
Çerkez Sohbet, Papazoğlu’nun yüzüne öyle bir bakış baktı ki herif lakırtısının alt tarafını bitiremedi.
Bira geldi. Papazoğlu bir nefeste kadehi son damlasına kadar içerek kır bıyıklarının üzerine yığılan köpükleri dahi alt dudağının burun hizasına kadar kaldırarak bıyıklarını emmekle aldı.
Sohbet herife sordu ki:
“Ee kimi bekliyorsun bakayım?”
“Nasıl söyleyeyim a dostum? Bana arkadaş olmayacak olduktan sonra söylemenin faydası ne?”
“Her hâlde vakit geçirmek için seni dinlerim, söyle!”
“Acem Ali Bey dedikleri birisi türemiş. Bir genç mirasyedi. İşte onu!”
Sohbet bir kere kaşlarını çattı. Papazoğlu sordu ki:
“Ne o! Suratın başkalaştı?”
“Hiç!”
“Bu Acem Ali Bey’i tanıyor musun yoksa?”
“Hem de ne tanıyış? Kendimden ziyade!”
“Ahbabın, arkadaşın mıdır?.. Ben de amma soruyorum ha! Onun gibi bir mirasyedi senin gibi bir sandalcıyla…”
“Yok, ahbabım, arkadaşım değil. Başka türlü tanıyorum.”
“Fakat çehren değişti!”
“Sana acıdığımdan!”
“Bana acıdığından mı?”
“Evet?”
“Bana neden dolayı acıyorsun?”
“Beş on altın ümidiyle kendini geberttireceksin de onun için acıyorum.”
“Ben mi gebereceğim? Papazoğlu Andonaki ha?”
“Sen de o Acem oğlunu benim gibi tanısan böyle söylemezsin. Vallahi seni köpek boğar gibi bir sıkmada boğar!”
Yankesicinin tavrı gayet aşağılarcasına bir hâl kazandı. Birkaç damlası bira ve birkaç damlası köpük olmak üzere kadehin dibine süzülen birikintiyi dahi ağzına diktikten sonra Sohbet’e dedi ki:
“Bu Acem Ali Bey, benim gibi birkaç köpeği boğmuş ha!”
“Beş altı kadarını birden!”
“Fakat ben o köpeklere benzemem. Ben eski çomarım!”
“O da genç aslan!”
“Hani ya şu tömbekici dükkânlarındaki eli kılıçlı aslanlardan mı? Hani ya arkasına dahi güneşi yüklenmiş?”
Biraz sükûttan sonra Sohbet dedi ki:
“Acırım sana Andon!”
“Bırak Allah’ı seversen şu zevzekliği! Artık tüysüz tüssüz çocuklardan da mı korkacağız? Sanatımızın namusuna toz toprak konduruyorsun!”
“Dinle, sana bir şey nakledeyim: Boğaziçi’nde bir yere göç götürüyorduk. Bir yalının rıhtımı önüne yanaşmaya başladık. Bir de bakalım ki koca bir pazar kayığı dahi göç yüklü olduğu hâlde geldi çattı. Rüzgâr fena! Sular fena! İskeleyi pazar kayığına bıraksak biz bir yere tutunamayarak saatlerce uğraşacağız. Sen yanaşırsın, ben yanaşırımdan başlayarak al sana bir kavga! Biz iki kürekçi, bir de dümenci üç kişiydik. Pazar kayığında yedi kişiden başka göçlerin sahipleri midir, sahiplerinin uşakları mıdır nedir, hasılı üçü de setre pantolonlu herif. Onu birden üzerimize yüklendiler.
Belimde kama olduğundan çekecek olsam onun da kanıyla denizi boyarım ama artık tövbekâr olmadık mı ya? Tekrar prangayı da hiç canım istemediğinden tövbeyi bozmadım. Herifler bizi istedikleri gibi pataklamaya başladılar. Bir de civar yalılardan bir genç herif fırladı. Çok tokat yedim ama öylesini hiç tattığım yoktur Andon! Enseme bir şeydir indi ama yıldırım mı indi, ne oldu, anlayamadım. Allah hakkı için o anda ensem Galata francalası gibi kabardı. Baktım başka çare yok. ‘Aman beyim! Kabahat bizim değil! İskeleye en evvel biz yanaşmıştık.’ dedim. Bir kere döndü suratıma baktı. Kara gözleri sanki ateş gibi kıpkırmızı kesilmişti. ‘Vay! Yanlış ettik. Affet babacan! Ben sizi kurtarmaya gelmiştim!’ diye bizi bırakıp pantolonlu heriflerle pazar kayıkçılarına bulaştı. Onlardan dahi onu birden çocuğun üzerine yüklendiler. Bir aralık zavallıyı yere serdiler ama herif ele avuca sığar canavar değil ki! Davrandı kalktı. İki kayıkçıyı birden yakalayıp herifleri birbirine öyle bir çarpış çarptı ki pekmez testisi gibi parça parça olmadıklarına şaştım. Fakat ikisi dahi rıhtım üzerine serildiler. Pantolonlu heriflerden birisine bir şamar attıydı, herif bir ayağının topuğu üzerinde macuncu fırıldağı gibi fırıl fırıl dönerek yıkıldı. Kayıkçı Türk’ün birisinin göğsüne bir yumruk indirdiği gibi herifin nefesi tıkanıp simsiyah kesildi. Sana bir şey söyleyeyim mi Andon? Eğer altısı hemen kayığa atlayıp da denize açılmamış olsalardı, vallahi billahi herif hepsini Bulgar kalpağı gibi kapıp kapıp taşlar üzerine çarpa çarpa eski pöstekiye çevirecekti!”
Papazoğlu Andon hikâyeyi buraya kadar tam bir dikkatle dinleyerek Çerkez Sohbet söze ara verdikten sonra da biraz zaman put gibi hareketsiz kaldı. Nihayet büyük bir hayretle dedi ki:
“Vay babasının canına yandığım! O cılız çocuk bu herif olsun?!”
“Ta kendisi! Sonra nasılsa geçen günler burada görüşerek ben kendisini tanıdım da isminin de Acem Ali Bey olduğunu o zaman öğrendim.”
“Ee sanki bu beyefendiden bize hiç ekmek yok mudur zannedersin?”
“Sana acıdığımdan söylüyorum. Kendisi neredeyse şimdi buraya gelir, görürsün.”
“Ben kendisini gördüm. Hem de epeyce gözüme kestirdim. Fakat demek oluyor ki senin ahbabındır. Sen de işin içinde olduktan sonra artık bana ümit kalmaz.”
“Yok yok! Onun bana hiç ihtiyacı yoktur. Hatta yemin ederim ki kendi hakkındaki maksadından Acem Ali Bey’e hiç malumat dahi vermem. Fakat benim yediğim şamar gibi bir taneciğini de senin yediğini görmek isterim. Herife silah kullanmak hiç lazım değil. Bir yumruğu kifayet ediyor.”
Papazoğlu, boş bira kadehini tekrar ağzına dikerek hiç olmazsa kadehin kenarında kalan köpükleri dudaklarıyla toplamaya ve Çerkez Sohbet dahi henüz yarıya kadar bile inmemiş bulunan kadehten bir daha dudaklarını ıslatmaya davranıp şu hâlde iki konuşmacı arasında tabii bir sükût hasıl oldu.
Bu sükût çok sürmedi. Zira yüzünü dükkânın ön tarafına dönmüş olan Sohbet Ağa dükkândan içeriye Acem Ali Bey’in girdiğini görerek sokak tarafına arkasını dönmüş olan Papazoğlu’na dedi ki:
“İşte geliyor. Emin ol ki hiçbir şey söylemeyeceğim. Eğer Ali Bey’in bir şamarına benim tahammül edebildiğim kadar dayanabilip de gebermezsen sana bin aferin!”
Papazoğlu arkasına dönüp baktığında o dahi Acem Ali Bey’i görüp fakat besbelli bir dakika önce işitmiş olduğu hikâyenin tesirinden olmalıdır ki çehresi sapsarı kesildi.
Garip değil midir ki Acem Ali Bey, Papazoğlu’nu Mavnacı Sohbet’in yanında görür görmez sanki yankesiciyi kırk yıldır tanıyormuş gibi Sohbet’e “A be Sohbet! Senin hırsız olduğunu bilmezdim! Böyle yankesicilerle ne işin var?” demesin mi?
Yalnız cesareti, yalnız pazu kuvvetiyle değil, bu kadar dikkatiyle dahi akıllara hayret veren Ali Bey, Papazoğlu’nun gözünde bir kat daha dehşete peyda ederek eski çomarlığıyla iftihar eden Andonaki’nin çeneleri titrediği hâlde kekeleyerek dedi ki:
“Ess… Estağfurullah efendim? Ben… Bendenizim… Kulunuz…
Fakir bir adamım. Hem Osmanlı kapısında büyümüşüm! Ka… Ka…
Kabul etmem!”
Acem Ali Bey’in bu telaşa güleceği gelerek ve fakat gülmeyerek dedi ki:
“Geçen gece Kurşunlumahzen yanında arkamdan ayrılmayan sendin. Kastının ne olduğunu da anladım. Fakat mademki Sohbet’in dostusun, sana merhameten nasihat ederim ki kısmetini başka yerden ara dostum! Hem al şu bir lirayı da bu gece harçlık et. Senin gibi köpekler gazaptan ziyade merhamete şayandırlar.”
Papazoğlu’nda lirayı aldığı gibi bir gidiş var!
Hatta Sandalcı Sohbet dahi şu hâlden pek ziyade mahcup olarak adı geçen Papazoğlu’yla yalnız bir göz aşinalığı olduğunu ifade ederek dedi ki:
“Beyim! Eğer beni gerçekten Papazoğlu’nun dostu ve arkadaşı tanıyorsan merhabayı keselim! Zira emin olmadığın bir adamla arkadaş olmamalısın.”
“Sana en doğrusunu söyleyeyim mi Sohbet? Şu Galata içinde senden daha cesaretli bir babayiğit bulunmadığını teslim ederim. Fakat bin düşmanım olsa yine korkum yoktur. Rıhtım kavgasını gördün ya? Papazoğlu’na ettiğim dikkati de şimdi gördün. Kahpe olan düşmandan hile ve oyunum ve cesur olandan da yumruğum sayesinde hiç korkum yoktur. Fakat emin ol ki seni öyle hırsız çeşidinden tanımam. Sen her cinayeti etmiş bir adam isen de hiçbir kimsenin hiçbir habbesine göz dikerek canına dahi kastetmemişsindir.”
“Ben o sözü söyleyeceğinizi bilseydim Papazoğlu’nu hiç de yanıma bile uğratmazdım. Ben burada sizi beklerken o kendisi geldi yanıma oturdu. Hatta bir de biramı içti. Neyse! Bu gece beni mutlaka görmek isteyişinizin ne için olduğunu merak ettim. Bir kimseyle kavganız filanınız mı var?”
“Bir kimseyle kavgam olsa yardımcıya muhtaç mıyım?”
“Yok! Muhtaç değilsin amma…”
“Bu gece seni kendime yardımcı etmeye geldim. Amma kavga için yardımcı değil. Hatta bu gece görülecek bir iş için de değil. Birkaç güne kadar bir işim var da onun için!”
“Vallahi Ali Bey, sizinle beraber olduktan sonra ateş olsa saldırırım.”
“Amma ben öyle boş lakırtılara kulak veremem. İnsan verdiği sözün eri olmalıdır. Hem öyle ateşe filana saldırmak lazım değil. Ateşsiz filansız bir iş! Şu kadar ki sırrı açıklamak olmayacak.”
“Can çıkar da sır çıkmaz. Gerçi sizinle hepi topu birkaç defa görüştük. Onlar da pek üstünkörü olduysa da size o kadar muhabbet ettim ki kırk yıllık dostunuz, arkadaşınız gibi oldum.”
Çerkez Sohbet bu sözü söylemekle beraber Acem Ali’nin yüzüne öyle bir bakış baktı ki kırk yıllık dostu değil ama sanki kalubeladan beri âşığı imiş gibi bir bakıştı.
Ya böyle bir bakışa Acem Ali’nin değeri yok muydu? Hem bu bakışın Acem Ali dahi farkına vararak her ne kadar kahır pençesinde aslanları zebun edecek bir kahraman olduğu kendisine dahi malum idiyse de ne kadar olsa gençliği ve güzelliği olmak hasebiyle öyle babayiğit bir adamın böyle bir bakışından mahcup olarak önüne bakmaya kalben bir mecburiyet hissetti.
Evet! Acem Ali Bey on sekiz, nihayet on dokuz yaşlarında tahmin olunabilecek bir delikanlı olup vücudu nahif, boyu uzunca ve elleri küçücük olduğuna göre, öyle pazar kayıkçılarını yekdiğerine çarpıştırmaya kâfi kuvvetin nerede olduğuna insan şaşardı.
Sakal ve bıyık henüz belli bile olmayıp binaenaleyh Çerkez Sohbet kendisine “Acem Ali” unvanından ziyade “Köse Ali” unvanını layık görür idiyse de çoğunlukla tüysüz olanların yüzlerinin derileri bu kusurlarının hükmünü kuvvetlendirecek kadar kerih bulunduğu hâlde Acem Ali’nin cildinde ise bilakis tazelik dahi görülürdü. Eğer kendisi ziyadece esmer olmasaydı o kara kaşlar ile kara gözler bir kat daha güzelleşirler idiyse de bu kadar güzel kara kaş ve kara göz öyle beyaz tenlerde pek nadir olarak, esmer olanların genelinde bulunduğundan bu nevi gözlerin en güzelleri Ali’de bulunması tenindeki esmerliği dahi süslerdi.
İran mahbubları,5 çoğunlukla Ermeni delikanlılarını andırırlar ise de bizim Acem Ali’nin çehresi İranlılardan ziyade Arap evlatlarının necip simalarına benzerdi. Hatta Acemler çoğunlukla kıllı oldukları hâlde Ali’nin bilakis kılsızca olması dahi Araplığa benzeyişini arttırıp burnunun, ağzının gayet küçüklüğü ve dişlerinin hem küçük hem de kar gibi beyazlığı Şam’da, Halep’te tesadüf olunan mahbublardan başka hemen hiçbir yerin dilberinde bulunamaz.
Hülasa bizim Acem Ali “mahbub” lafzının her anlamına göre mükemmel bir mahbub olup Çerkez Sohbet’te mahbub-dostluk asla mevcut olmadığı hâlde, Ali’ye olan âşıkça bakışının Ali dahi farkında olur idiyse de o pazu kuvveti kendisinde bulundukça hakikaten hiçbir tehlikeden ürkmezdi. Şu kadar ki “Ah bir kere bıyıklarım çıksa da şu hayret ve tahassür6 bakışlarından kendimi kurtarsam!” diyen birçok delikanlıdan biri de herhâlde Ali’ydi.
İsmi Acem Ali olduğuna göre kendisini papağı ve paşmağıyla bir Acem zannetmeyiniz. Potinli, pantolonlu, ceketli ve boyun bağlı olan güzel bir şık olup Acemliğinden kendisinde bakiye sayılabilecek bir şey varsa o da konuşma tarzında hissedilen pek sınırlı bir Acem şivesinden ibarettir.
Ya bu şive dahi kendisini meziyetten anlayanlar nezdinde bir kat daha mahbub edecek bir şey sayılmaz mı?
Her ne kadar Sandalcı Çerkez Sohbet, Farisi dilinin ne kadar şeker olduğunu ve o lisana mahsus tatlılıkla söylenen Türkçeyi bile sair mahbubların Türkçelerinden fark edebilecek şekilde terbiye görmüş bir adam değil idiyse de Ali’nin, en sert ifadeleri bile en güzel bir kızın, hem de kendi hemşehrileri olan Çerkez kızlarının ifadeleri kadar latif olduğunu takdir ederek, mekânı olsa da Ali kırk yıl söyleyip kendisi dahi kırk yıl dinlese yine Ali’yi dinlemeye doyamayacağını pek çok defalar hatırından hükmetmiştir.
Acaba Çerkez Sohbet’in kendi hakkındaki hislerinin bu derecelere kadar vardığını Ali dahi anlamış mıydı?
Eğer Çerkez Sohbet, böyle genç kahramanlarda görülen mükemmel güzelliği takdir edişi, kendi ahlakınca ayıplamayı ve nefreti gerektirecek melunlardan bulunsaydı belki Ali dahi bahsi geçen hisleri anlamış olurdu. Zira o hâlde bulunan kötü niyetli insanlar içlerindeki derdi bir türlü saklayamayarak güzideleri olan delikanlılara gizli aşklarını ifşa ederler. Fakat Çerkez Sohbet bu gibi kötü ahlaklılardan olmayıp “güzellik” denilen sıfatı ise bir genç kızda, bir genç erkekte değil, atta, kuşta hatta biçimli bir sandalda görse bile hayran olacak kadar güzel tabiat sahibi bir adam olduğundan zaten yüreğinde Ali için saldırgan bir his yoktu ki hatta az çok bir taşkınlıkta bulunacağı tasavvur edilebilsin.
Ya rıhtım üzerindeki kavga meselesi ortada iken velev ki Sohbet’te öyle nahoş bir his bulunsa bile cüzice eserini7 meydana çıkarabilmek mümkün müdür?
Şu kadar var ki Sohbet’in bakışları adi bakışlardan dahi olmadıklarını Acem Ali anladığı için önceden de haber vermiş olduğumuz üzere Sohbet biraz başka türlü kendi gözlerinin içine baktıkça Acem dilberi de gözlerini indirmeye mecbur olurdu.
Sandalcı Sohbet’ten aldığı vefa vaadine, Acem Ali’nin cidden itimat etmesi lazım gelirdi. Zira Sohbet her ne kadar Ali’den yediği şamarın acısını unutamayacak kadar şiddetini görmesi üzerine Ali’yi her hâlde kendisinden üstün tanımışsa da yine Acem Ali’nin itirafı üzerine Ali’den sonra da Galata’da Sohbet’ten daha kabadayı bir kimse bulunmadığından Sohbet, Ali’nin refakatine hiç de muhtaç değildi. Zaten Acem Ali ne kadar zorba olursa olsun, bundan Sohbet’e ne zarar gelir ki? Acem dilberi henüz birkaç haftadan beri Galata’da türemiş olup Sohbet’se Galata’nın kırk yıllık Sandalcı Sohbet’idir. Hangi meyhaneye, hangi gazinoya, hangi baloya girmiş olsa herkes tir tir titrer. Acem Ali’nin bu dereceyi bulabilmesi için daha pek çok belalar geçirmesi, bu yolun bu tarikin cümle-i mukteziyât-ı ahkâmından olup böyle henüz birkaç haftalık bir Acem Ali Bey olması hâlindeyse işte bir aralık Papazoğlu Andon gibi miskin yankesiciler bile kendisini göze kestirebilirler. Bu gibi eşkıyaların her birine kendisini anlatmak kolay olamaz. Rıhtım vakasının hikâye edilmesi bahsi geçen eşkıyaları yıldıramaz. Rıhtım vakası gibi olaylar artmalı ve çoğalmalı ve Acem Ali Bey dahi attığı tokatlar ve yumruklar gibi birkaç yüz tanesini kendisi de yiyip hatta yalnız yumruk ve şamar şakalarında kalmayarak kama ve revolver sohbetlerine kadar varmalı ki Sandalcı Sohbet derecesinde yaygın şöhret kazanabilsin.
Bu tetkikler zaten Acem Ali Bey’den uzak olmadıkları cihetle mavnacının verdiği vefa vaadi öyle kahpe ve namert bir çapkının vaadi olmayacağını anladı ise de işi bir kat daha takviyeye lüzum görmekteydi. Bu takviye için dahi Mavnacı Sohbet’le bir kat daha kaynaşmaya lüzum gördü.
Bu gibi delikanlıları yekdiğerine en ziyade perçinleyip kaynatacak olan şeyin içki içmekten başka bir şey olması mümkün müdür?