Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar»

Shrift:

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.

Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.

İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.

Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

Kemal Timur, 1969 yılında Besni’nin Yazı Yalankoz Köyü’nde doğdu. 1993’te Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans, 1995’te yüksek lisans, 2001’de doktora öğrenimini tamamladı. Türkiye’nin farklı illerinde bulunan Kredi Yurtlar Kurumu öğrencilerine Safahat atölyesi çerçevesinde Mehmet Akif ve Safahat Okumaları konusunda seminerler verdi. Çeşitli kitap ve dergilerde editörlük görevinde bulundu. Yeni Türk Edebiyatı alanında yirmi üç kitaba imza attı. Halen Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki görevini sürdürmektedir.

Eserlerinden Bazıları: Türk Romanında Dinler ve İnançlar 1872-1896, Ömer Seyfettin’in Kaleminden Şair ve Yazarlar, Meçhule Yolculuk Türk Romanında Sürgün.

Yayına Hazırladığı – Sadeleştirdiği Eserlerden Bazıları: Hasan Mellah, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Müşahedat, Altın Âşıkları, Paris’te Bir Türk, Dürdane Hanım, Jön Türk, Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş?, Mesail-i Muğlaka, Çengi, Cinli Han, Bahtiyarlık.

Ön Söz

Bugünlerde Mezhepler Nezaretine müracaatla din değiştirip Müslüman olanlar ne kadar çoğaldılar! Kadından da var, erkekten de. Hristiyan’dan da, Yahudi’den de. Hatta yerliden de var, yabancıdan da.

Bu din değiştirip Müslüman olanlar yalnız şu günlerde çoğaldıkça çoğalıyorlar değildir. Din değiştirip Müslüman olanlar öteden beri hakikaten çoktur. Bunların gazeteler ile ilan olunmaması Mezhepler Nezaretinin kusuru sayılmasın. Malum nezaret bunları ilana memur değildir. Din değiştirmek isteyenlere iman telkin edilerek eline bir ilmühaber vermeye memurdur. Şimdiye kadar Müslüman olanların ilan olunmamaları sadece gazetelerin kusurudur. Artık gazetelerimizin geçmiş kusurlarını affedelim de şimdi vazifeyi ifaya çalışalım. Onların bu yardımları için de kendilerine şükranlarımızı arz edelim.

Bundan (…) sene önce Fransa vatandaşı olan bir kız Müslüman olmuştu. O zamanlar gazeteler Müslüman olanları ilan etmedikleri için bu kızın din değiştirmesini elbette haber almamışsınızdır. Bu kızdan yedi sekiz ay sonra Fransa vatandaşlarından bir de erkek Müslüman oldu. Hem öyle sıradan adamlardan değil. O milletin kibar zenginlerinden! İhtimal ki hâlâ sağdırlar. Sağ iseler afiyette olsunlar. Vefat etmişler ise Hak rahmet eylesin. Her hâlde bu iki zatın Müslüman olması için de gayet güzel bir roman vardır. O kadar güzel ki, şu din değiştirme meselesinin meydana gelmesinde de anlaşılacağı üzere bu roman yalnız Avrupa’da ortaya çıkıp oradan buraya gelmiş değildir. İstanbul, Fransa ve Cezayir’i dolaşarak ortaya çıkmış bir romandır ki, okuyucularımızın hoşlarına gideceğini muhakkak bildiğimiz cihetle yazmasına teşebbüs ettik.

Birinci Kitap
Mahmum

1

Cihangir’de bir hane. Ama Cihangir’deki hanelere girip de bir taraftan Adalar’a ve diğer taraftan Hisarlara doğru uzanan alanı görüp takdir ettiğiniz var mıdır?

Bizce İstanbul’un en güzel mekânlarından birisi Cihangir’dir. Büyük yangınların vuku bulmasıyla birçok alan boş kalmıştır. Yeni taksim olunan arsalara bahçe için yer verilmiyor. Taksim olunan küçük küçük arsalar üzerine yapılan büyük kâgir binalar güya büyük tasarruf sağlar. İşbu yeni mahalleler, bahçe denilen şeyden mahrum kalırlar. Güya afetlerden korunmak için belediye yeni ve geniş sokaklara ağaç dikmeye çalışıyor. Ancak yerinden çıkarılması üzerinden aylar geçmiş olan fidanı sokakların iki tarafını biraz eşeleyip dikmekten ibaret iş neticesinde, o fidanlar bir aralık yeşerseler bile gelip geçen insanların ve hayvanların çatıp çarpmasından muhafaza edilemediği, sulanamadığı, budanamadığı için beş yüzde birisi korunamayıp mahvolur gider.

Cihangir Mahallesi hamdolsun henüz büyük bir yangın görmemiş ve yeniden imara girmemiştir. Zira bu sayededir ki Cihangir evlerinin çoğunda hâlâ bahçeler vardır. Her hane bir bağ köşkü gibi bahçe içindedir. Pencere önüne oturulduğu zaman en yakın olan komşu bahçeleri nazarlara çarptığı gibi ileriye doğru çevrilen nazarlar, Marmara ve Boğaziçi’nin değişen havasından kâh açık mavi kâh koyu yeşil rengiyle insanın içini ferahlandırır durur. Hâlbuki nazarlar gittikçe uzaklaşır. Çamlıca ve Kayış Dağı tepelerine kadar varır. Eğer hava berrak ise Marmara’nın karşı sahillerini Kapı Dağları’na kadar görür. Kapı Dağları’ndan uzanan Keşiş Dağı’nın her dem karlı tepelerinin bile görüldüğü nadir değildir.

Ufku bu kadar geniş olan Cihangir hanelerinin havası da ne kadar güzeldir. Batı lodostan poyraza kadar başlıca dokuz rüzgâr orasını çalkalar. İstanbul’un sair taraflarında insanı en ziyade rahatsız eden sıcaklık, Cihangir hanelerinde oturanları o kadar rahatsız etmez.

Bu hanelerin bir meziyeti de zeminlerinin yüksekliğinden dolayı denize bakıldığı zaman denizdeki gemilerin ta güvertelerinin bile görülmesindedir. Bir kere elde dürbün bu hanelerin birisinde gemilerin üzerini temaşa ederken, gömleğini dikmekte bulunan ve dolayısıyla başını önüne ziyadece eğmiş olan bir gemicinin yanına yavaş yavaş diğeri sokularak ensesine bir şamar indirmesinin ardından dikiş diken gemicinin ürkerek yerinden fırladığını görmüştük de kahkahalar ile gülmüştük. Şöyle bir temaşa Cihangir hanelerinden başka hangi yerin hanelerine nasip olabilir?

Hele okuyucularımızı göndereceğimiz konak yavrusu bir hane ki, Cihangir evlerinin en çok dikkat çekenlerindendir. Mahallece bu eve zaten “konak” derler. Hem de “Şemsizadeler konağı” denilir ki, gerçi şimdiki sahibi mahallece başka bir ad ile meşhur ise de konağın bu eski namı henüz kaybolmamıştır.

Sokak tarafı o kadar da dikkat çekmemektedir. Bir çift iri kanadın teşkil ettiği kapı konak kapısı ise de sair konak kapıları gibi daima açık bulunmaz. Kapısı açıldığı zaman görülür ki, bu kapının içi geniş bir mermerliktir. Kapıya karşılık tarafta diğer bir kapı daha bulunur ve o da açık ise ilerisindeki geniş bahçe görünür. Bu konak iki kat üzerine bina olunmuştur. Üst kat tamamen ve alt katın yarısı harem dairesidir ki toplam on dört odadan oluşmaktadır. Diğer yarısına yakın olan kısmında ise selamlık dairesi olarak dört odası daha vardır.

Böyle on sekiz odalı bir konağın kapısı için daima açık bulunmadığını merak mı ettiniz? Konakta oturanlar, onun büyüklüğüyle uygun değildir de onun için.

Bu konağın şimdiki efendisine “Demir Bey” derler. Fakat konağın asıl sahibesi bu Demir Bey’in zevcesi olan Feride Hanım’dır ki “Şemsizadeler” denilen eski ve kadim familyanın son azasıdır. Bunların çoluğu çocuğu yoktur. Gerçi bir oğulları varmış ise de, o da mektepte miymiş, dışarıda mıymış, her neredeyse kimsenin gördüğü yokmuş. Hanımın ahret evladı saydığı iki küçük hizmetçisi vardır ki, doksanlık bir Ermeni usta her gün sabahtan akşama kadar bunların birisine keman, diğerine kanun meşk eder. Bu iki kızdan sonra iki yukarı halayığı ile bir de Arap cariye harem halkını tamamlamış olurlar. Selamlıkta bir Şaban Ağa vardır ki, unvanına “aşçıbaşı” derler ise de hiçbir yamağı bulunmak şöyle dursun ayvazı bile olmadığından o vazifeyi de kendisi görür. Bir de Mehmet Ağa vardır ki vekilharçlık, harem kâhyalığı ile Demir Bey’in kahvecilik, tütüncülük gibi uşaklığından ibaret hizmetlerin tamamı bu adamda toplanmıştır. Selamlık halkını tamamlayan Selim Nişo ise hem beyefendinin atına bakar, hem bahçıvanlık eder, hem de bey bir tarafa gidecek olursa çubuk kesesini ve hayvan örtüsünü yüklenip arkası sıra gider.

Korkarız “çubuk kesesi”nin ne olduğunu anlayamadınız? Ortada çubuk kalmadı ki, kesesini anlayasınız! Bir vakit yaseminden, kirazdan, gürgenden boyalı boyasız, uzunlu kısalı çubuklar yapılarak tütünler onlar ile içilirdi. Bir yere gidildiği zaman da bu çubuklar kendi boylarınca siyah çuhadan yapılmış keselere konulup uşağın eline verilirdi. Daha kibar olanların yani mahsus tütüncü veya çubukçu ağaları bulunanların bir de sırmalı çantaları bulunarak ağalar onları omuzlarlardı. Şimdi ise el kadar sigara kutusunu pantolonun cebine sokuvermek derecesinde kolaylıklar bulunmuştur.

Şemsizadeler konağının Cihangir Mahallesi’nde en fazla dikkat çeken bir hane olduğunu söyledik. Bunu tekrar söyleyip izah ederiz. Bu konağın bir hamamı vardır ki parlak mermerden yapılmıştır. Emsali pek çok büyük konaklarda da bulunmaz. Limonluk, şimdiki baş usulünde değil ise de eskiden kalma geniş ve muntazam bir şeydir. İki masura taksim edilen suyu iki havuza akar ki birisi fıskiyelidir. Bahçe yeni tarza göre tanzim olunmamıştır. Ama eski tarz bahçeleri hatırdan çıkarmayalım! İstenilen taraflara doğru kol attırılan yaseminler, şimdiki sarmaşık güllerine hiç de gıpta ettirmezler. Çiçekliklerin etrafına dikilen şimşirler şimdiki güllere rağbet bile ettirmezler. Yemiş ağaçları miskin bodur fidanlardan ibaret değildir. Koca ağaçlardır ki baharda çiçekleri, onu müteakip yeşillikleri ve nihayet olgunlaşmış meyveleri, baharın verdikleri kokusu, yaprakların yeşilliği, meyvelerin lezzeti ile göze de, buruna da, dimağa da hizmet ederler. Bunlar akasya nevinden koku veren ağaçlara hiç ihtiyaç bırakmazlar.

Konağın içi de pek süslenmiştir. Setli sofalar, kemerli kapılar, çiçeklikli hücreli odalar, yaldızlı tavanlar, tepe camları her ne kadar eski tarzdan bir bina olduğunu gösterirler ise de yeni tarzın “bakla kadar sofa, nohut kadar oda” sayılan binalarına kıyasen şu eski haneler hakikaten tercih olunurlar.

Şimdi Cihangir’deki konak yavrusu hanemizi beğendiniz ya! Bundan sonra da şu konak içinde işbu ilk kitabımızın başlığı kendisine sıfat olan “Mahmum”u görelim.

2

“Mahmum” dediğimiz adam Şemsizade Feride Hanım’ın kocası Demir Bey’dir.

Bu adam gayet uzun boylu, gayet iri kemikli ve sağlam bünyeli bir şeydir. Ama şişman değildir. Zaten şişmanlar sağlam bünyeli olamazlar ki. On beş yirmi kıyye kuyruk yağını taşıyan biçare şişman olan adam bu daimi olan ağırlıktan dolayı sıkıca yirmi adım atacak olsa nefesi nefesini takip ederek çatlamak derecelerini bulur.

Bizim Demir Bey, elbiselerini giydiği zaman şişman gibi görünür ise de bu hâl kemikli bir vücuda sahip olmasındandır. Yoksa vücudu zinde bir adamdır.

Yaşını haber vermek mümkün olamaz. Henüz sakal bırakmamıştır. Fakat her sabah kendi kendisine tıraş olduğundan sakalının rengini gören yoktur. Bıyıklarını boyar. Kaşlar, zaten en geç ağaran kıllardan olmak hasebiyle boyaya ihtiyaçları yoktur. Kafasında ise hiç kıl kalmamış bulunduğundan ve boyaya ihtiyaç olmadığından kafası kaşlara galiptir. Böyle bir adamın yaşı tahmin edilebilir mi?

Şu kadar var ki Demir Bey, Sinop vakasından sonra kurtularak cengâverler ile birlikte İstanbul’a gelmiştir. Zaten yaralı da olması nedeniyle Mısır’daki askerî hizmetinden dolayı emekli olmuştur. Şemsizade Feride Hanım ile evlendiği zaman âdeta “genç” denilecek zamanı geçmiş ve “yaşlı” diye tayin olunacak mertebeye de pek yaklaşmıştı. Sinop vakası bu! Vuku üzerinden kaç sene geçti bilir misiniz? Otuz beş otuz altı sene geçti! Hâlbuki bizim Demir Bey, pek yakın vakte kadar sağdı. İhtimal ki hâlâ sağdır. Hastalığı ise Feride Hanım ile evlilikten yirmi beş sene sonra meydana gelmişti.

“Yaşlı deyiversenize!” mi dediniz? Baş üstüne! “Yaşlı!” deyiverdim!

Bizim Demir Bey, yaşlıdır. Fakat hâlâ demir gibidir. Şiddetli bir hastalık ile perişan olmuş ise de o tehlikeli hastalıkla boğaz boğaza savaşıyormuşçasına tahammül göstermektedir.

Demir Bey’e Mısır askerî hizmetinden emekli oldu dedik. Buna bakıp da Arap olduğunu zannetmeyiniz. Hâl ve şanına bakılırsa Arnavut olduğu anlaşılıyor. Fakat lisanı Arnavut gibi değildir. Arnavut’tan ziyade bazı Macar dönmeleri gibi konuşur. Bir defa ağzından “İstanbulluyum!” dediği işitilmiş. Fakat Demir Bey öyle uzun uzadıya sohbet adamı olmadığından hayatını geçmişiyle, mübalağasıyla hikâye edenlere de benzemez. Tuhaftır ki Mısırlıların çoğu bu Demir Bey’e benzerler. Sessiz olurlar. Çok konuşmazlar. Konuşturmazlar bile! Asla ve nesle dair sözü hiç sevmezler. İhtimal ki, Mehmet Ali merhumun Anadolu’dan, Rumeli’den, Arnavutluk’tan, Yunanistan’dan, Kafkas’tan filandan topladığı türedilerin her biri neseplerini itiraftan aciz kalacak deli boz takımından oldukları için böyledirler.

Demir Bey’in zevcesi Feride Hanım, bu zat ile pek genç evlenmiş olduğundan, bir çeyrek asırdan fazla birlikte yaşadıkları hâlde kadın kırkını henüz yeni geçmiştir. Lakin yaşça kocası ile kendi arasındaki farktan şikâyeti işitilmemiştir. Kocasını sever mi? Bilemeyiz! Demir Bey gibi adamlar sevmek sevilmek mevzularını hiç ortaya koymazlar. Onlar evliliğe “geçinmek” derler. Geçinirler giderler. İnce eleyip sık dokumazlar.

Feride Hanım kocasının bir anda şiddetli bir hastalığa tutulması üzerine derhâl tabip celbinde bir dakika bile geçirmedi. Ancak tıbbın hâli bu ya! Gelen tabip:

“Dokuz günü aşırırsa tehlikesi on sekizinci güne kadardır. Onu da aşırır ise bir şeyi kalmaz. Biz tedavide kusur etmeyiz.” yollu bir cevap ile kadıncağızı ümit ile ümitsizlik arasında bırakmaktan başka bir hüner göstermemişti.

Rabb’im kimseyi doktora muhtaç etmesin! Doktorların insaflıları kendileri de itiraf ederler ki, bu hastalıkları tedavi konusunda çare bulmak şöyle dursun, henüz anne rahmindeki bir cenin hâlindedirler. Gerçi tıp ilmi birçok noktadan çok geniş ve ince bir ilimdir. Âdeta tüm ilimleri öğrenmeyi gerektirir. “Osteoloji” adıyla insanın bünyesiyle ilgilenmenin dışında, “fizyoloji” ve “psikoloji” namıyla başka alanları da kapsamaktadır. “Matiere medicale” diye yeni gelişen kimya ilmi, biyoloji ilmi ile de ilgisi fazladır. Doktorların bütün bu ilimlerle birlikte her cismin, her maddenin özelliklerini de bilmesi gerekiyor. Demir Bey’in hangi hastalığa tutulduğu tespit edilmiştir. Ne fayda ki sülfat onun sıtmaya deva olabildiği derecesinde olsun henüz buna cesaret edememektedirler. “Natur yardım ederse şifa bulur.” derler ki, bir kocakarının da diyebileceği söz bundan ibarettir.

Bereket versin ki bizim Demir Bey, naturun yardımına en ziyade uygun olan vücutlardandır. Hastalığının dokuzunu öyle bir metanetle geçirdi ki, biçare adamcağızda görülen yüksek ateş, sair çürük ihtiyarlarda görülseydi çoktan helak olurdu. Tabipler, Demir Bey’de bu metaneti görünce epeyce ümitlendiler. On sekizinci günü beklemek hususunda da Feride Hanım’ın cesaretini arttırdılar.

Kocasının ilk hastalandığı esnada Feride Hanım Paris’te bulunan oğluna mektup yazarak babasının ümitsiz bir hâlde bulunduğunu beyan ile hemen İstanbul’a gelmesini bildirmişti. Bu çocuk mektepte miymiş, dışarıda mıymış, nerede ise henüz kimsenin görmediği bir oğul olduğunu evvelce haber vermiştik değil mi? Beyin bu durumu mahalle ahalisince meçhul bir şeydir. Biz hikâyenin yazarı sıfatıyla biliriz ve haber veririz ki çocuk Paris’te olup oraya da tahsilini tamamlamak için gitmiştir. Hatta İstanbul’a gelip de okuyucularımızla tanıştığında görülecektir ki kendisi yirmi bir yirmi iki yaşında güzel bir delikanlıdır. İsmi de Mustafa Kamerüddin’dir.

Feride Hanım oğlunu niçin çağırmış olduğunu ne siz sorunuz, ne biz söyleyelim! Çünkü kadıncağızın hatırına gelen şeylerin dehşeti bu “niçin” cevabını kendi kendisine bile vermesine mâni oluyordu.

Fakat aklımız, ferasetimiz var ya! Bunu biz kendiliğimizden de anlayabiliriz. Demir Bey şu hâlde! Kadıncağızın dünyada kocası ile oğlundan başka kimsesi yok! Mal, mülk de pek fazla değil! Allah göstermesin! Yalnız kalacak olursa!?

Bazı kadınlar hakikaten “Kâr-ı evvelde kişi âkıbet-endîş gerek”1 nasihatine muhtaçtırlar. Böyle olmakla birlikte ettikleri hareket neticesinde bazen kârlı da çıkabilirler.

Meğer bizim Feride Hanım hâlinin akıbetini önceden düşündüğünden ne kadar da isabet etmiş!

Aman! Demir Bey?

Hayır, hayır! Korkmayınız! Daha Demir Bey’e bir şey olduğu yok! Hanımın isabeti başka taraftan görüldü. Hiç hayal ve hatıra gelmeyecek bir cihetten görüldü. Doğrusunu isterseniz deriz ki bu iş biçare kadın nazarında kocasının vefatından bin beter bir musibet tarzında hüküm gösterdi. Bakınız ne oldu:

3

Bir akşam saat bir buçuk iki sularında yatağı içinde dalgın bulunan Demir Bey birdenbire dalgınlıktan uyandı. Kalktı yatağı içinde oturdu. Öyle bir davranış gösterdi ki güya hiç hasta değilmiş gibiydi. Davranışı ise ata binmiş bir adam tavrını gösteriyordu. Sanki sol eli ile bir hayvanın dizginlerini tutuyormuş, o hayvan hırçın ve uyanık bir şey olduğundan hayvanı zapt için dizginleri idare etmeye mecbur oluyormuş. Hatta hayvandan düşmemek için apışlarını, dizlerini de sıkıyor. Göğsü ileride. Baş yukarıya doğru dimdik kaldırılmış! Güya elinde bir kılıç varmış da kabzasını avucu içinde sıkıyormuş gibi hem yumruğunu sıkarak hem de kılıcın ucu ile ilerisini gösterirmiş gibi bir hareket var.

Ölüm hâline yakın bulunan bir hastanın yatağı içinde böyle bir hareket göstermesi, yanında bulunanlara dehşet verecek hâllerden değil midir?

Biçare Feride Hanım bunu görünce büyük bir hayretle yanındaki cariyenin yüzüne bakakaldı. Hâlbuki cariye kendisinden daha tecrübesiz bir kadın olduğundan hanımın korkusunu giderecek bir söz bulup söyleyemiyordu.

Hasta ise gayet kızgın bir çehre ile yüzünü geriye çevirdi. Güya elindeki kılıç ile ileri tarafı işaret ettiği askere dönük ve hitap ediyormuşçasına birtakım sözler ile birçok emirler vermeye başladı.

Eğer verdiği emirler Türkçe olsalardı, ne demek istediğini Feride

Hanım elbette anlardı. Fakat Demir Bey Türkçe emir vermiyordu, Fransızca veriyordu.

Hastanın davranışından çok şu Fransızca emirleri Feride Hanım için dehşete sebep oldu. Zira o güne kadar kocasının ağzından Fransızca hiçbir kelime işitmemişti. Eğer oğlu Mustafa Kamerüddin Bey, çocukluğundan beri Fransızca tedris etmiş olmasalardı hanım kocasının söylediği kelimelerin Fransızca olduklarını bile anlayamayacaktı.

İnsan konuşma tarzı ve edasını hiç işitmediği lisanın ne olduğunu anlayamaz. Bilakis konuşma tarzını bir hayli zaman işitmiş bulunduğu lisanı bilmese ve öğrenmemiş bulunsa da o lisanın her nerede, her kimler tarafından konuşulduğunu gördüğü işittiği zaman, işte o kendisince uzun süre duyduğu lisanla konuşulduğunu anlar. Feride Hanım oğlu için özel tutulan muallim tarafından oğlu Mustafa Bey’e Fransızca tedris ve talim edildiğini birkaç sene müddet görmüş işitmiş bulunduğu için kocasının verdiği emirlerin Fransızca olduğunu pekâlâ anlamıştı.

Fakat nasıl oluyor ki Demir Bey Fransızca emir veriyor? Yalnız emir değil; hatta maiyetinde bulunan askeri savaşa teşvik için lazım gelen tavırları takınarak uzun uzadıya birçok sözler de söylüyor. Elindeki kılıcı kâh sağa kâh sola doğru sallayıp korkusuzca ve cesurca birçok laflar da ederek teşviklerinin hepsinin ilerlemek maksadını tamamlamak için söylediği açıkça görülüp anlaşılıyor. Kocası böyle halis Fransız olduğuna kimsenin şüphesi kalmayacak derecelerde Fransızca bilsin de yirmi beş senelik bir zaman zarfında Feride Hanım bu sırra vâkıf olmasın! Olur mu?

Biçare kadıncağızın hatırına türlü türlü müthiş şeyler gelmeye başladı. Mazur da değil midir? Dilini saklayan dinini de saklar derler. Sakın herif gizli din kullanan adamlardan olmasın!

İşte bu ihtimal Feride Hanım’ın hatırına gelince kocasından yüreği buz gibi soğuyup o dakikaya kadar adamcağızı daima merhamet ve şefkatle görmekte iken o anda vefatıyla bile teselli bulamayacak bir düşmanlıkla onu görmeye başladı. Lakin acele etmeyelim. Hastada görülen hâl bundan ibaret kalmadı. İş daha da ileriye vardı.

Demir Bey, sanki binmiş olduğu atı doludizgin sevk ediyormuş gibi dizgin tuttuğu sol elini ileriye doğru uzattı. Dizlerini sıkıp vücudunun yukarı kısmını ileriye meylettirerek sağ omzunu ve dolayısıyla sağ kolunu daha ileriye doğru uzattı. Bu vaziyet tam da elde kılıç doludizgin hücum eden atlının alacağı vaziyettir.

Bu gidiş ile güya varacağı yere kadar vardıktan sonra kolu ile öyle birtakım hareketler yapmaya başladı ki, Feride Hanım bu hareketlerin ne demek olduklarını asla anlayamıyor idiyse de eğer süvari talimine vâkıf olan bir adam görseydi, bunların ne demek olduklarını pekâlâ anlardı. Zira sağ ve sol ellerinin hareketlerinden çıkarılabilirdi ki, Demir Bey sol eli ile bindiği hayvanın başını sol tarafa doğru kırarak ön tarafında bulunan düşmana kılıç saldığı gibi o düşman tarafından kendisine havale edilen kılıca karşı da baş siperi yan siperi ile kendisini ve hayvanını korumaya çalışmaktadır.

Hastanın işbu vaziyet ve hareketi başkalaştıkça başkalaşması Feride Hanım ve yanındaki cariye gibi yalnız zayıf ve aciz kadınları değil; kalbi metanete sahip erkekleri bile ürkütecek dereceyi buldu. Hatta bir aralık selamlıktan Mehmet Ağa’yı çağırmaya bile ihtiyaç hissedildi. Ama Mehmet’i çağırmaya vakit kalmaksızın hastada daha garip bir hâl göründü. Şöyle ki:

Demir Bey karşısındaki düşman ile epeyce çarpıştıktan sonra bütün vücudunda ani bir hareket görüldü. Elleri ayakları gevşedi. Sağ eli açıldı ki, hesapça elindeki kılıç yere düştü. Sol elinde de dizgin tutup idare etmeye mahsus olan kuvvet kalmadı. Güya o elindeki dizgini de bıraktı. Ama bu gevşeklik bir ana mahsus kaldı. O anın akabinde hasta sağ elini sol omzuna doğru götürüp bir noktayı büyük bir ızdırap ile bastırmaya başladı. Bununla beraber dengesini de kaybederek olduğu yerde sağa sola, öne arkaya birkaç sallandıktan sonra yatağı içine yıkılıverdi.

Bu anda Feride Hanım’ın yüzünde birçok farklı durumlar oluştu. Bir izah tavrı ile cariyenin de yüzüne baktı ise de kendisine malum olan bir hakikat o cariyeye malum değil idi ki, onda da istenen şey yerine getirilsin!

Feride Hanım’a malum olan hakikat, Demir Bey’in muzdarip bir hareket ile elini götürdüğü yerde bir eski yara yeri bulunmasıydı. Artık anlaşıldı ki, şu anda Demir Bey kendisini malum yarayı almış olduğu savaşta buluyor. O savaş ise Fransız askerinin icra ettiği bir muharebedir. Demir Bey de Fransız zabiti sıfatıyla bu muharebeyi icra ediyor. Bir kere işin bu derecesi anlaşıldıktan sonra alt tarafı da anlaşılmaması mümkün müdür? Demir Bey asıl Fransız’dır vesselam!

Biçare Feride Hanım bu hakikate zihninde karar verdiği zaman o kadar ümitsizliğe düştü ki tarife sığmaz! Zaten kocasının bazı hâl ve tavırlarında bu adamın birçok gizli hâlleri bulunduğunu öteden beri görüp hükmetmekteydi. Bu gizli hâllerin neden ibaret bulundukları yakinen ortaya çıkacağı gibi hemen şimdiden izahına lüzum yoktur. Şimdiki hâlde Feride Hanım’ın birdenbire kocası aleyhine beliren kızgınlık ve düşmanlığının ayrıntılarına da lüzum yoktur.

Zira dikkatli nazarlarımızı hastaya dikilip kalması lazım gelecek bir noktadayız.

Demir Bey güya bindiği at üzerinden yaralı olarak yere düştüğü zaman ölüm hâlindeki bir yaralının elemli tavırlarıyla ağlama yolunda birçok şeyler söylemeye başladı. Gerçi söylediği şeyler hep Fransızca olduğundan anlaşılmıyor idiyse de asıl hâl ve hareketlerindeki elemli ahları müteakip hasta gözlerini göğe dikerek öyle bir teslim tavrı almış ve bu hâlde her kelimesini uzata uzata birtakım sözler söylemeye başlamış idi ki, bu hâlin ölüm hâli ve bu sözün de yakarma ve dua olduğunu yalnız Feride Hanım değil; yanında bulunan cariye bile anlamıştı.

Hele bir aralık hasta bütün kuvvetini kaybederek güya başka birisi onun sağ elini tutmuş da hareket ettiriyormuş gibi öyle acayip bir hareket yaptı ki, Feride Hanım’ın bütün bütün aklı başından gidiyordu. Çünkü hastanın sağ elinin gösterdiği hareket âdeta Hristiyanların istavroz çıkarmalarına benzer bir hareketti.

Üzüntünün son dereceye varması Feride’nin aklını başından alacakken, biraz toparlandı ve kendi kendisine:

“Bu hasta ateşler içinde yanıyor. Ne ettiğini bilmiyor. İhtimal ki bulunduğu dakika hayatının son dakikasıdır. Bu hâller, biçarenin gözlerine görünen şeyler, hayal eseridirler. İnsani ve İslami vazifeyi şu dakikada biz icra etmeliyiz.” diye her zaman olduğu gibi birtakım şefkatli kelimeler ve acıyan sesler ile hastayı uyandırmaya başladı. Demir Bey gözlerini açtı. Karşısında zevcesini görünce pek ziyade memnun olduğunu ispat edecek tavırlar ile hafifçe bir tebessüm etti. Fakat o anda yine elini malum yaranın bulunduğu sol omzuna doğru götürüp yokladı. Hatta birkaç defa bastırdı bile. Orada yeni yara bulamayınca tavırlarına biraz daha kuvvet geldi. “Feride! Karıcığım!” hitaplarını birkaç defa tekrar etti.

Feride Hanım ise evvelce kocası aleyhinde peyda etmiş olduğu düşmanca olan hisleri, velev ki bir dakikacık için olsun, hatırdan çıkararak kocasına kelimeişehadeti telkin ettiriyordu.

Gerçi Demir Bey de karısı ile beraber bu mübarek ve mukaddes kelimeyi tekrara başladı. Hem de yalnız dil ile ikrar suretinde değil; kalp ile tasdik de ettiği hâl ve şanından açıkça anlaşılıyordu. Ancak zevcesi Feride Hanım’ın düşündüğü gibi adamcağız gittikçe ölüme yaklaşmadı. Bilakis bu mübarek kelimenin acil şifasına nail olmuşçasına bir süratle afiyet cihetine doğru yol almaya başladı.

1.“İşinin sonunu düşünmemek pişmanlığa sebep olur” anlamında kullanılmış. Yani işinin sonunu düşünmeyen ve körü körüne o işi yapan bir gün muhakkak pişman olur, demektir.
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
ISBN:
978-625-6485-94-5
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi