Kitobni o'qish: «Gönül Hanım»
Ahmet Hikmet Müftüoğlu
(3 Haziran 1870 – 19 Mayıs 1927)
Dedeleri uzun süre müftülük yaptığından dolayı Müftüoğlu lakabıyla anılan ve aslen Moralı olan bir aileye mensuptur. Yedi yaşında kaybettiği babası Yahya Sezai Bey tasavvufla ilgilenen ve şiir yazan bir kişidir. Babasının ölümü üzerine ağabeyi Refik Bey’in himayesinde yetişen Ahmet Hikmet, ilköğrenimine Dökmeciler’deki mahalle mektebinde başladı, sonra Aksaray’daki Mahmudiye Vakıf Rüştiyesi ve Soğukçeşme Askerî Rüştiyesine devam etti. Daha sonra Galatasaray Sultanisine girdi. Buradan mezun olduktan (1888) sonra Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)’nde görev aldı. Pire, Marsilya, Poti ve Kerç konsolosluklarında çeşitli görevlerde bulundu.
1896’da İstanbul’a döndükten sonra Umur-ı Şehbenderi Kalemi serhalifeliğine tayin edildi, Suat Hanım’la evlendi. Hariciye Nezaretindeki görevini, Galatasaray Lisesindeki Türkçe ve Edebiyat hocalığıyla beraber yürüttü. 1908’de Umur-ı Ticariye Umum Müdürlüğüne getirildi; bu görevinin dışında Darülfünunda Fransız ve Alman edebiyatı tarihi ile estetik dersleri verdi. 1912’de Peşte başkonsolosluğuna atandı. Bu görevi 1918’e kadar yürüttü. 1920’de savaş gereçleri ile ilgili bir komisyon başkanı olarak Peşte, Viyana ve Berlin’e gönderildi. Eşi Suat Hanım’ın vefatı üzerine İstanbul’a döndü. 1924’te Halife Abdülmecit Efendi’nin başmabeyinciliğine, 1926’da Ankara’da Hariciye Vekâleti Umur-ı Şehbendireye ve Ticariye Genel Müdürlüğüne, bir süre sonra da Hariciye Vekâleti Müsteşarlığına getirildi.
Hastalığından dolayı bu görevinden istifa ederek İstanbul’a döndü. Anadolu-Bağdat Demir Yolları İdare Meclisi üyeliği görevini yürütürken, uzun süredir tedavi gördüğü hastalığından kurtulamayarak vefat etti.
Edebiyata ilgisi öğrencilik yıllarında başlayan ve ilk şiir denemelerini de bu sıralarda yapan yazarın ele geçen en eski şiiri, 1887’de yazdığı Saadet-i Mehtap adlı şiirdir. Yazı hayatının ilk devresi olan 1890-93 arasında Servet-i Fünûn dergisindeki edebî yazılarının yanı sıra, başka dergilerde fen bilimleriyle ilgili yaptığı çeviriler yayımlanmıştır. 1894-1900 yılları arasında Servet-i Fünûn’da yayımladığı topluluğun dil ve edebiyat anlayışını aksettiren küçük hikâyelerinde, birkaçı dışında çoğunlukla aşk, aile hayatı konuları işlenmiştir.
1908’den sonra Türkçülük ve Yeni Lisan düşüncesini benimseyen Ahmet Hikmet, Türk Derneği, Türk Yurdu ve Türk Ocağı’nın kurucu üyeleri arasında yer alarak Türk Derneği, Türk Yurdu dergilerinde ve İkdam’da yazılar ve hikâyeler yazmıştır. Konularını Türklükten alan hikâyelerin yer aldığı Çağlayanlar, bu dönemin eseridir. 1920’de yazılan Gönül Hanım ise, millî konuda yazılmış bir romandır.
Esirler Karargâhı
1917 yılı Eylül’ü içindeydi. Esir subaylar karargâhından arkadaşları adına alışveriş için Krasnoyarsk (Kızıl-Yar) kasabasına kadar gitme nöbeti, bu hafta Üsteğmen Mehmet Tolun Efendi’nindi. Bu genç subay, harbin başında, maiyetindeki bir çavuş, birkaç erden mürekkep keşif kolu ile beraber geceleyin yanlışlıkla düşman mevzilerine sokulduğundan, geri çekilme yolu kesilerek dizinden yaralanmış ve arkadaşlarıyla birlikte Ruslara esir düşmüştü. Önce Kafkasya’da, Hazar Denizi’nde, ıssız bir adada, ondan sonra Ural’ın doğusunda İrbit şehrinde bir süre tutuklu kaldıktan sonra Sibirya’da Krasnoyarsk’ın altı kilometre kuzeyinde Grodok denilen bu harp karargâhına getirilmişti. İlkin yirmi Türk subayı iken, bir yıl sonra dört yüz elli kadar muhtelif rütbeden subaylar ve amirler burada toplanmışlardı.
Karargâhtaki tutuklular arasında Türklerden başka Alman, Avusturya ve Macar subayları da vardı.
Burası, etrafı beş altı metre yüksekliğinde tahta perde şeklinde, kalın çam bölmeleriyle ayrılmış, geniş bir saha idi. Bu, tahtadan yapılmış duvarın dört köşesine, dalyan bekçi yerleri gibi, yüksek nöbetçi kulübeleri kurulmuştu. Subaylar bu geniş avluda dışarı ile ihtilat etmeden gezinirler ve geceleri on ikişer kişilik barakalarda yatarlardı.
Aylar, hatta yıllar geçtikçe Türkler ile diğer yabancı subaylar daha çok tanışarak yekdiğerlerinin dillerini öğrenmeye ve birbirlerinden manen istifade etmeye başladılar. Artık bu felaket arkadaşları, aralarında ayrı veya karma kulüpler açıyorlar; konserler veriyorlar; dışarıdan kitaplar, gazeteler, dergiler getirterek derneklerine bağışlıyorlar; Poli tipi usulüyle gündelik, haftalık gazeteler, dergiler çıkarıyorlardı.
Türkler arasında siyaset ve fenden bahseden Altay ve edebî Vaveyla gazeteleriyle “Osmanlı İdman Yurdu”nun ilk harflerinden teşkil olunan (ayın + elif + ye) Ay ve durum, tutumları tenkide değer arkadaşların kusurlarını zariflikle alaya alan Panaroma ve Güzel Sanatlar Akademisinden mezun bir yedek subay tarafından çizilen ve resimlendirilen Boyama dergileri bu karargâhın kültürlü subaylarının fikrî meşgalelerini teşkil ediyordu.
Bu askerî hapishanenin etrafında açılan bazı dükkânların sahipleri ile Krasnoyarsk’taki bakkallar, ekseriyetle Müslüman Tatarlar olduklarından, subaylarımızdan varlıklı bulunanlar beslenme hususunda sıkıntı çekmezler, ara sıra bunlardan veresiye alışveriş de ederlerdi. Tatar dindaşlarımız, esirlerimizin pek çok ihtiyacını temin ederdi.
Bugün Mehmet Tolun’un maiyetine bir Tatar er ayrıldığı için genç subay ısmarlananları aldıktan sonra bunları ere vermiş, kendi yalnızca bir kitapçı dükkânına girerek vaktiyle ısmarladığı Radloff, Thomsen, Le Coq gibi müsteşriklerin1 Ural-Altay dilleri ve milletleri hakkındaki neşriyatından beş on cilt kitabı almıştı. Hava yağmurlu olduğundan bir lokantada oturup kitapları karıştırmaya başladı.
Tolun, Harp Okulunda okuduğu Rusçasını ve daha sonra öğrendiği Almancasını, burada yerli ahali ve inzibata memur Ruslar ve Alman arkadaşları sayesinde ilerletmişti. O derece ki, her iki dilde yazılı ilmî eserleri -sık sık müracaata mecbur olduğu lügat kitabıyla da olsa- anlayabilecek bir iktidar kazanmıştı.
Bu subay, o sırada yandaki masada oturan bir taze kız ile Rusça, Fransızca kelimelerle karışık Tatarca konuşan, samur kalpaklı, az bıyıklı, sarışın bir Tatar gencinin dikkatini çekti. Tatlı bir iki bakışmadan sonra her iki masa arasında konuşma görüşme başladı. Türk subay yerini, esirliğini anlattı. Boş vakti olduğunu ve Türklerin, Ural-Altay milletlerinin menşeileri, dilleri hakkında meşhur müsteşriklerin etraflı incelemelerinin sonuçlarını anlamak istediğini söyledi. Tatar genci kendisini takdim etti:
“Ali Bahadır Kaplanof. Kız kardeşim, Gönül Hanım Kaplanof!”
Subay, sakin fakat metin bir asker tavrı ile cevap verdi:
“Niçin Kaplanof? Kaplanoğlu demek daha yakışmaz mı?”
Ali Bahadır Bey tanışmanın ilk dakikasında, hiç beklemeden karşılaştığı bu itiraz üzerine biraz durdu ve yutkundu. Fakat kız kardeşi atıldı ve edalı bir saflıkla Tolun’un dilediği cevabı verdi:
“Subay Bey’in hakkı var. Taklide, benzeşmeye sebep ne? Bizim de bir büyük milletimiz, tarihimiz, varlığımız yok mu? Baştan başa bütün Asya’yı, bir kısım Afrika’yı, Fransa sınırlarına kadar Avrupa’yı istila eden bizim ırkımız olduğu hâlde bu asaleti ne çabuk gönlümüzden çıkardık? Biz benliğimizi tanımazsak, kimse bizi tanımaya tenezzül etmez. Başkasının artığını yiyen, elbisesini giyen saygıya layık değildir… İşte ben kartımı düzeltiyorum!”
Çantasından zarif, küçük, deri bir cüzdan çıkardı.
Onun içindeki kartvizitlerin son kelimelerini şöyle değiştirdi: Kaplankızı.
Şimdi şaşırma sırası Mehmet Tolun’a gelmişti. Nasıl oluyor da yirmi dört yaşında tahmin ettiği Sibiryalı bir Tatar kızı bu kadar muhakemeli bir görüş belirtebiliyordu? Bu hayret çok sürmedi. Bir iki dakika sonra anladı ki Gönül Hanım, Paris Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezundu.
Ali Bahadır Bey susuyor ve düşünüyordu. Nihayet:
“Evet.” dedi. “Hakkınız var.”
Şimdi bu bahis değişmişti. Kitaplar birer birer karışıyor, yaprakları kesiliyor, resimlere bakılıyor, dil ve coğrafya hakkında umumi fikirler ileri sürülüyordu. Mehmet Tolun, alçak gönüllü bir tavır takınarak:
“Evet…” dedi. “Çin tarihçilerine göre, aslen Türk olan ‘Hiungnu lar -ki bunlara Avrupalılar ‘Hun’ derler ve Macaristan’ın diğer bir adı Hungarya hatta bizim hünkâr yazıp hünkâr okuduğumuz hükümdarlık sözü de bundan gelir- İsa’nın doğumundan tam 1763 yıl önce hükûmet kurmuşlar, hünkâr tayin eylemişler, yazıya, töreye ve bir medeniyete sahip olmuşlardır. Pline, Pomponius Mela, Strabon, Herodote gibi müverrihler2 Hiungnulardan bahsederler. Hiungnularla Çinlilerin savaşları milattan iki bin yıl öncesine kadar çıkar. Hiungnu tabiri Çince; ‘söz dinlemez tebaa’ demekmiş. Profesör Vambery, Türklerin Karadeniz kıyılarına, Macaristan’a, İran’a yayılmalarının milattan çok önce olduğunu iddia eder. Çin Seddi, Hiungnu Türklerinin akınlarına mâni olmak için Çin imparatorları tarafından yaptırılmışsa da bu suni dağlar onların azmine engel olamamış; Türkler, milattan önce 210 yılından 54 yılına kadar bu taş ve demir püsküren setleri aştılar ve Çinlilerin başlarına bindiler. Nihayet milyonlarca Çinli toplandı. Ümitsiz bir hücum girişiminde bulundu. Bunların hükûmetlerini dağıttı. Hükûmetsiz kalan Türkler bir müddet Gobi Çölü’nde hiddet ve intikam arzularıyla dolaştıktan sonra ikiye ayrılıp Yunanlılar ve İranlılarca Eftalit (Abnalit) denilen ve Araplar tarafından Haytal ve Hayatıla adı verilen Ak Hunlar, Hazar Denizi’nin doğusunda eskiden Oxus (Öküz) denilen Amuderya Nehri kenarlarına yerleştiler. Eski tarihçilerce Kidarid adı verilen diğer kol, Ural Dağları’nı aşarak Avrupa’ya, Rusya’ya, Balkanlar’a, hatta Macaristan ve Atilla kumandanlığında Cermanya, İskandinavya ve Fransa’ya kadar sarktı.”
Bahadır Bey, acı bir üzüntü ile yanan gözlerini açtı ve elindeki kitabı kapadı:
“Yazık ki, atalarımızın, millî namusumuzun beşiği olan ilk yurtlarımıza şimdiye değin ne Türklerden ne Tatarlardan ilmî bir heyet gidememiştir.
Varlığından haberdar bile olmadığımız tarihimize ait yadigârlardan Orhun, Turfan abidelerinden, yazıtlarından, belgelerinden ırkımızın en yaman düşmanları olan Rus seyyahları sayesinde bilgi alabildik.
‘Radloff’ gibi Ruslaşmış Almanlar, ‘Thomsen’ gibi Danimarkalılar eski medeniyetimizin, Kuzey Çin çölleri ortalarında kalan belirtilerini buldular. Bu manevi hazinelerin esrarını açtılar ve bizlere, atalarımızın bu gafil torunlarına, millî gururlar kazandırdılar. Biz bu şerefe layık mıyız?”
Gönül Hanım kardeşinin samimi teessürlerini takdir ederek şunları ekledi:
“Mümkün değildir ki bir ‘Radloff’ta, bir ‘Le Coq’da bir Tatar’ın, bir Türk’ün heyecanı, duygusu bulunsun. Bunlar olmayınca bu tarihî gerçeklerin mühim bir kısmı daha keşfolunmamıştır, sanırım.”
Ali Bahadır Bey:
“Yazık ki, tarihî keşifler hisle, heyecanla değil, ilim ile gerçekleşir.” dedi.
“İlim de uğraşmakla elde edilir. Ne kadar geçse de çalışabiliriz.”
Güzel Tatar kızı, badem gözlerini süzdü, sonra:
“Çalışabiliriz, bir laftır. Hemen çalışmalıyız. Kader sizi Çin Türkistan’ı yakın getirmiş, Tolun Bey! Atlayıveriniz, oralara gidiniz, araştırmalar yapınız.”
“Ben esirim, bağlıyım.”
“Biz yardım eder, bağınızı çözebiliriz. Hatta, kardeşimle ben de belki beraber geliriz. Değil mi Ali?”
Kaplanoğlu biraz düşündü:
“Niçin olmasın? Herhâlde şerefli ve tarihî bir teşebbüs… Bu konuda konuşulabilir.” dedi. Tolun, ilave etti:
“Buraları bilmediğim için bir arkadaş bulsam, ölümü göze alır, kaçar, Orhun Vadisi’ni; Karakorum, Karabalgasun, Koşu Çaydam harabelerini, bu Moğolların, Uygurların ve Türklerin üç eski başkentini, Kâbe’yi tavaf eder gibi ziyaret ederdim. Dönüş için Allah büyüktür ve yardımcıdır. Elbette o zamana kadar harp biter.”
Tolun’un bu sözleri kız kardeşle erkek kardeşe yeni bir macera ufku açtı. Gönül Hanım’ın dudakları ve kalbi çarpıyor, kardeşinin yüzüne bakıyordu. Ali’nin ve Gönül’ün bu gizli heyecanlarını sezen subay, Le Coq’un eserinden bir harita açtı.
“İşte Baykal! İşte hudut ve Kâhta! İşte Orhun Nehri!” diyordu.
Bahadır Bey; Tolun’un harita karşısındaki coşkun davranışlarının, fazla konuşmasının etraftakilerin dikkatini çekeceğinden korktu. Casus tehlikesi korkusuyla diğer masalara göz gezdirdi. Bir tedbir düşünerek:
“Kitapları burada garsona bırakın. Yağmur dindi. Belediye parkına çıkalım, konuşalım.” dedi.
Ormanda bir tahta kanepeye oturdular. Karar verilmişti. Tolun Bey, bu ilk Türk tarihî ve ilmî seyahatine: “Gönül Hanım Sefer Heyeti” adı verilmesini teklif etti. Çünkü bu hususta ilk fikri bu aydın kadın vermişti.
Bahadır, iltimas veya rüşvet ile bir çaresini bulacak, Tolun’un her hafta, belki daha sık karargâhtan çıkması için izin alacak ve bu suretle seyahat hazırlıklarına başlanacaktı.
Bahadır Kaplanoğlu’nun babası Selim Bey’in, üç kereste biçki atölyesi, bir de galoş fabrikası vardı. Oğlu Bahadır da üniversiteden çıktıktan sonra deri ticaretiyle meşgul olmaya başlamış ve hayvan derilerinin terbiye edildiği iki tabakhane3 açmayı başarmıştı. Kaplanoğulları Sibirya’nın zengin ailelerinden sayılırlardı…
Tolun, karargâha dönmüş, okumaya dalmıştı. Artık kimse ile görüşmüyor, kulübe gitmiyor; yalnız bazen jimnastik yapanlara katılıyor, atlıyor, koşuyor, kuvvet taşı4 atıyordu. Bir akşam yanına esaret arkadaşlarından ve Macar yedek teğmenlerinden Kont Béla Zichy gelmişti. Konuşma, Türklerle Macarların soy birliklerine, aynı kandan olduklarına gelmişti. Kont bu kardeşlik hakkında ateşli izahat verdi. Vaktiyle Macarların menşeini aramak için Kont Béla Szécsenyi5 ve Üjfalvy’nin ve kendi ailesinden Kont Ödön Zichy’nin başkanlıklarında muhtelif tarihlerde Asya’ya giden ilim heyetlerinin araştırma neticelerini anlattı. Ve son olarak:
“Bugün kaçabilsem ve sizin gibi bir yoldaş bulsam, fırsattan faydalanarak oralarda seyahat için her türlü fedakârlığa hazırım.” dedi.
Tolun, önce sakınarak sonra da samimiyetle bütün hazırlığı ona açtı. Kontun asaletinden, namusundan, metanetinden emindi. Bu genç Macar subayı zaten civanmertliği, sergüzeştçiliği ve nezaketiyle kendisini herkese, hatta, Rus muhafız subaylarına da sevdirmişti. Turanî milletlerin büyüklüğüne has olan vakar ve kalp yüksekliği bu zatın her hâlinde açıkça görülüyordu. İnce, asil ve kibar davranışlarına eklenen cömertliği herkesi etkilerdi, kendisine saygı duyarlardı. Para ve hediye kuvvetiyle istediği zaman da şehre çıkar, gezerdi. Böylece seyahat heyetinin sayısı dörde çıkmıştı ve yeterdi.
Şimdi haftada bir, Gönül Hanım, Bahadır, Kont ve Tolun bazen bir lokantada, bazen Bahadır’ın konağında toplanıyorlar ve seyahat hazırlıklarını görüşüyor, düzenliyorlardı.
Bu tehlikeli yolculukta yirmi dört yaşında bir kızın da kendileriyle beraber bulunmasından dolayı Kont’un seyahat hakkındaki hevesi her gün artıyordu. Gönül’ün iri gözlerinin parlak yeşil rengi, kumral uzun saçları, pembe beyaz yüzünde ince yay gibi eğri kaşları, bir kadın için ender olan toparlak alnı, çok sade ve kibar giyinişi, ağır, vakur ve bilgili bir hanım olmasına rağmen, bazen bir çocuk gibi saf, neşeli cana yakın oluverişi kendisiyle görüşenlerin kalbinde mutlaka bir iz bırakırdı. Kendi ana dilinden ve Rusçadan başka gayet güzel Fransızca bilir, Almanca da anlar ve konuşurdu. Okuduğu kitapların güzel ifade tarzını taklit ederek görüşmeye özenirdi. Altı yıl kadar piyano ve resim dersleri aldığını kardeşi söylemişti. Bir iki sulu boya tablosu, bir parça resim yapan Tolun’un ve hatta Kont Zichy’nin bile ilgisini çekmişti. Gariptir ki yirmi altı yıla varan ömrü boyunca hiçbir ciddi işle uğraşmadığını itiraf eden Kont’u bu seyahat hevesi belki diğer arkadaşlarından çok ilgilendirmeye başlamıştı.
Çin Türkistan’ı, Ural-Altay milletlerine, dillerine ve tarihlerine dair ne kadar eser yazılmışsa okuyor, haritalar çiziyor, planlar tertip ediyordu. Macarca yazılmış bazı faydalı eserleri getirtmeye muvaffak olamadığına kızıyordu. Elde edilen kitapları dört arkadaş nöbetleşe okuyorlardı. Hazırlık öteberilerini, kimsenin dikkatini çekmemek için yalnız Gönül üzerine almıştı. Fakat yol hazırlıkları çok ağır gidiyordu. Sahte pasaport çıkarmak çok zor ve masraflıydı. Mehmet Tolun Bey, İzmir’deki evinin satılması için, Kızılhaç vasıtasıyla birkaç mektup göndermiş; fakat hâlâ bir cevap alamamıştı. Kont’un da babasından beklediği para gecikiyordu. Her şeye rağmen Ali Bahadır Bey bütün masrafları görüyor; fakat bu gencin bu kadar fedakârlık yapmasına hiçbir arkadaşının gönlü razı olmuyor, Kont’un ve Tolun’un gururuna dokunuyordu.
Her çarşamba Bahadır’da ve pazar günleri Kont Zichy’de toplanırlardı; bazı toplantılar yalnız laklak etmekten, güzel çaylar içmekten ve zakuska denilen Rus mezelerinden yemekten ibaret kalırdı.
Petersburg’daki Rus asilzadeleri arasındaki bazı aşinalar ve muhafızlara serpiştirilen bahşişler yardımıyla Kont Zichy artık esirler karargâhından kurtulmuş, Krasnoyarsk kasabasında bir küçük ev kiralamıştı. Resmen nezaret altında fakat gerçekte tamamen serbestti. Kendisinde şüpheyi çekecek bir hareket de görülmüyordu.
Şubat başlangıcından itibaren Kazan’dan ve Moskova’dan Kaplanof (henüz ticari adını değiştirmek kabil olamamıştı) Ticarethanesi memurları tarafından Baykal Gölü’nün kuzeydoğusunda bulunan Udinsk kasabasındaki acenteye sandıklar içinde birtakım mallar gönderiliyordu. Bunlar görünüşte havyar, galoş ve sahtiyan6 mamulatı idi. Fakat gerçekte kutu kutu konserve yemekler, çadırlar, fotoğraf ve topoğraf işlerine yarayan aletler ve tıbbi ecza idi. Gönül Hanım harp münasebetiyle altı ay kadar Kazan’da hasta bakıcı okuluna girmiş ve oradan diploma almıştı. Bu cihetle bir hadise olursa sefer heyeti üyeleri iyi bakılacaklarından emindiler. Kont Zichy ve Bahadır, ev doktorluğu üzerine Almanca ve Rusça yazılmış kitaplar aldılar ve Çin Türkistan’ı tundra ve bozkırlarındaki hastalıkların tedavisini ve zararlı böceklerin sokmalarına karşı tedbirleri öğrendiler.
Gönül Hanım Sefer Heyeti
Şubatın yirminci gecesi saat on birde, Moskova’nın demir yolu istasyonundaki lokantadan, küçük çiftlik sahipleri veya büyücek bir kasabada dükkân sahibi oldukları hâllerinden anlaşılan temiz, sade giyinmiş üç kişi ile bir kadın çıktı. Bunlardan her biri kendi eşyasını taşıyordu. Yolcular arasından geçerek kapının yanındaki pencere önüne gidip pasaportlarını kaydettirdiler. Zabıta memuru bağırdı:
“Yuvan Buğdanof!”
Mavi gözlü, koyu lepiska saçlı, bıyığı tıraşlı, çatal sakallı bir zat ilerledi, sarhoşça bir selam verdi:
“Sahtiyan taciri. Udinsk yoluyla Çin’e gidiyorum.” dedi.
Memur pasaporta bir damga bastı ve “Geç!” dedi. Memur şimdi ikinci pasaportu aldı:
“Tola Atmanof!”
Bu zat elektrik ışığının yan tarafına geçerek “Havyar taciri. Udinsk yoluyla Çin’e.” dedi. Zabıta memuru bir süzdü. Karşıdan bir dikkat eden olsaydı; bu gencin ellerinin titrediğini ve yüzünün sarardığını görecekti.
“Geç!”
“Ali Bahadır Kaplanof ve hemşiresi Kaplanova!”
“Deri taciri, Çin’e, Udinsk yoluyla.”
“Geçiniz!”
Bu dört kişi heyecan ile kapıları açık duran vagonlara hücum etti. Bir telaş ve şaşırmış hâlde o vagondan bu vagona konuşarak nihayet Ali Bahadır’ın “Bu tarafa!” diye çınlayan bir emriyle birinci mevki bölmelerinden birine girdiler.
Kadın, küçük paketleri ve diğerleri de büyücek çantaları raflara yerleştirdiler. Gönül Hanımı pencerenin yanına oturttular. Yanına kardeşi geçti; karşılarına da Yuvan Buğdanof ile Tola Atmanof yahut hakiki adlarıyla Kont Zichy ve Mehmet Tolun oturdular. Beş dakika sonra tren hareket ettiği zaman Tolun Bey bütün ruhuyla “Bismillahirrahmanirrahim!” dedi.
Kont ilave etti:
“Bu da oldu!”
Ve altın sigara kutusunu çıkardı. Arkadaşlarına birer zıvanalı sigara ikram etti. Bu sırada Gönül Hanım gülerek dedi ki:
“Tolun Bey, istasyonda pasaport memurunun karşısında o kadar korktunuz ve sarardınız ki sizi bir ecel kazasına uğrayacaksınız, yüreğinize inme inecek sandım; ben de sizinle beraber titremeye başladım.”
Genç subay bu latifeden hoşlanmadı.
“Feyzi-i Hindî adında Hindistan’da yetişmiş bir Türk şairi vardır. Farisî olan şiirlerinden size bir beyit okuyayım:
Der kişver-i mâ mir-i ecel râh nedâret
Ez merk nemîden ve uzrâ neşinâsîm.
Manası: ‘Bizim memleketimizde, yani Türklerin memleketinde, ecel beyinin yolu yoktur. Biz ecelimizle ölmeyiz ve taziyet -baş sağlığı- dileme tanımayız.’ Onun için benden ölüm korkusu beklemeyin Gönül Hanım. Çekinmem; memur, şüpheye düşüp de bu mukaddes hizmetten bizi mahrum etmesin düşüncesiyleydi. Vatanımdaki gençlerin belki yüzde otuzu eceliyle ölmemiş, savaş meydanlarında veya kışlalarda can vermiştir, öyle olmasaydı, birkaç kadınla evlenmenin mümkün olduğu memleketimde nüfus fazlalığı Rusya ve Almanya’yı geçerdi. Vatan sathı insanı kıt bir harabe hâlinde kalmazdı.”
Bu konuşma, Kont’un da anlayabilmesi için Fransızca cereyan etmişti. Hadise bir dakikada unutuldu, şimdi millî bir vazife yapmaktan doğan bir sevinçle mutlu idiler. İçleri gülüyor, yüzleri gülüyor, gözleri gülüyordu; göğüsleri kabarıyordu. Aralarında en çok iftihar eden ve gururlanan Mehmet Tolun’du. Çünkü hiçbir Osmanlı Türk’ü kendisinden önce böyle tarihî ve ciddi bir maceraya atılmamıştı. Bu koca millete ilmî bir maksat uğrunda seyahat eden ilk kâşif kendisi olacaktı. Bu fedakârlığı, vatandaşları için örnek alınmaya değer bir çığır açacaktı. Türk tarihine ettiği hizmete karşılık adı gökleri tutacaktı. Hayatı, tahsili boşuna geçmemiş ve yurduna faydalı bir adam olmuştu. Bu ne değerli bir şerefti. Her genç Türk de kendisi gibi düşünse, kendisi gibi fedakâr olsa, bu talihsiz, bu ümitsiz milletin otuz, kırk yılda, medeni milletler arasında pek yüksek bir mevkisi olurdu. Bu saf düşüncelere yoldaşları katılamazlardı. Kont Zichy’nin mensup olduğu Macarlardan, kavimleri incelemek uğrunda seyahat edenler vardı. Tatar arkadaşları için bu yollar, ilmî bir amaç olmaksızın, kaç kere geçilmişti. Seyahat evrağı ve askerî belgeler, sahte olmakla beraber, muntazam bulunduğundan, bu uzun tren yolculuğunda sıkıntı çekmemişlerdi. Bazı istasyonlarda birkaç defa pasaportlarını, belgelerini yokladılar. Zorluk çıkaran olmadı. Sibirya’nın durgun ve ıssız, kardan bembeyaz olan bozkırlarına, tundralarına vagonun penceresinden baktıkça, Mehmet Tolun’un gözleri dalar, yurdunu, ailesini ve arkadaşlarını düşünürdü. Tren, istasyonlarda uzun müddet kalmadığından, bunlar, yol üstündeki kasabalarda birkaç saat dolaşıp hareketsizlikten doğan yorgunluklarını geçiriyorlar ve bu sayede de bazı ehemmiyetsiz eksiklerini tamamlıyorlardı.
Seyahat sırasında Kont, Gönül Hanım’ın etrafında pervane gibi uçar, dolaşırdı. Tolun, kadınlara karşı ne kadar çekingen, ne kadar beceriksizse, bu Macar asilzadesi o derece girgin ve dalkavuktu. Kont, trenin uzunca durduğu her istasyonda ne yapar yapar Gönül’e bir kutu şekerleme, bir demet çiçek veya levazımıyla bir bardak çay bulur, getirirdi.
Çok defa tahtadan yapılmış sade, maskara oyuncaklar bile takdim ettiği olurdu. Zavallı Tolun da her zaman bir hediye almayı kurar, arar, sorar, döner, dolaşır; hiçbir şeye karar veremez, nihayet eli boş, utanarak hareket etmek üzere olan trene güç yetişirdi. Bu beceriksizliğin cezasının en acısı Zichy’nin getirdiği tatlı ve çerezlerden Gönül’ün ayırıp Tolun’a da vermesi ve subayın bunu kabule mecbur olmasıydı. Bu pek ehemmiyetsiz mesele subayın vakarına pek dokunur ve neşesini kaçırırdı. Kendisinin de istasyonlarda satılan sütlü kahveden, çaydan alıp getirmesi kabildi. Fakat buna da Kont’u taklit manası verilebilirdi. Bu düşünce Tolun’a ağır geliyordu. Bu hâl karşısında kalbinde Kont’a karşı bir kıskançlık uyandırıyorduysa, kusuru yine kendi beceriksizliğine ve belki de güçlük çıkarma huyuna bağlıyordu. Zichy’ye karşı duyduğu kıskançlık bir hakka dayanmıyordu. Belki erkeklik kibrinin incinmesinden doğuyordu.
Bir sabah İrkutsk istasyonuna vardıkları zaman vagondan fırladı. Katar birkaç saat kalacağı için istasyondan dışarı çıktı, ilk rastladığı meydandaki dükkânların camekânlarını seyretmeye koyuldu. Bir tütüncü dükkânında Boğaziçi’nin, Haliç’in ve Sultan Ahmet Cami’nin resimleri bulunan üç kartpostal gördü ve hemen aldı. Yakındaki bir çiçekçiden gül ve laleden ibaret bir demet yaptırdı. Kartları çiçeklerin arasına sıkıştırdı ve Gönül Hanım’a sunarken:
“Türklerin müşterek vatanlarının muhabbeti sizin çiçek kalbinizde böylece saklı kalsın.” dedi. Gönül cevap verdi:
“Ebediyen…”
Ve sevincinden ellerini çırpmaya başladı. Bugün akşama kadar İstanbul’un vasıfları anılarak geçti. Şimdi katar Baykal Gölü’nün batı kıyısını dolaşıyordu. Kultuk, Bolscherjé şehirlerini geçerek bir gün sonra da demir yolu seyahati Udinsk’te sona erecekti. Bu tren yolculuğu harp sonucu doğan gecikmelerle on gün sürmüştü. Güneye doğru indikçe vagonlar göğe yükselmiş çam ormanları arasından geçiyor ve bazen gölün bataklık kıyısını takip ediyordu. Dört kişi oldukları için aralarına yabancı girmemiş ve hatta kondüktöre bahşiş verilerek Gönül Hanım’ın yanlarındaki kompartımanda, geceleri yalnızca istirahat etmesi de sağlanmıştı. Gerek Tolun’un ve gerek Kont’un iyi Rusça telaffuz etmemesine rağmen, yolda bir güçlükle karşılaşmamıştı.
Martın birinci günü Udinsk’e vardılar. On günlük seyahat kendilerini yorduğu için hem biraz dinlenmek hem de evvelce buradaki acentelerine gönderdikleri levazım sandıklarını muayene etmek üzere birkaç günlüğüne bir otele indiler. Ertesi gün Gönül Hanım yol arkadaşlarına, odasında bir çay ziyafeti verdi. Aynanın önünde Tolun’un verdiği üç kartpostal duruyordu. Kaplanoğlu, Rumeli Hisarı ve çevresini gösteren resimlere derin derin baktı:
“Ne muazzam bir güzellik, burası bütün Ural-Altay kavimlerinin manevi payitahtı olmalıdır, medeniyet merkezi olmalıdır. Bütün Slav milletlerinin kıblesi Petersburg, İngilizce konuşanların mihrabı Londra olduğu gibi… Boğaziçi’nin iki kıyısında kurulacak birkaç üniversitede, Asya’daki Türk kavimlerinin irfana susamış gençlerini doyuracak birer ilim kaynağı mevcut olsa…”
Budapeşte’nin bu arada unutulduğundan canı sıkılan Kont Zichy, şaka yollu dedi ki:
“Demek Türkler bütün Asya’yı istila etmek istiyorlar. Bu tasavvuru, gerçekleşmesi pek çok zaman isteyen bir hayal sayarım.”
Mehmet Tolun ihtisasıyla ilgili bu itiraza hemen cevap verdi:
“Türklerin ittihadı, İslamların ittihadı gibi, Avrupalıların, bilhassa Avrupa’daki düşmanlarımızın bize yönelttikleri iftiralardır. Türkiye’de hiç, ama hiç kimse yoktur ki Asya’yı, Rusya’yı istilayı hatırından geçirsin. Türkler Asya’dan evvel, Türkiye’yi fethetmelidirler. Yurdumda hâli, şanı bilinmeyen, el değmemiş, unutulmuş öyle yerler, bölgeler var ki saysam hayret edersiniz. Bence Türk Birliği, hatta İslam Birliği demek Türk kültürünün, İslam ilminin birliği demektir. Daha umumi bir deyişle Türklerin aydınlanması, medeniyet yolunda ilerlemesi demektir. Biz yabancı ülkeler fethetmek değil, yerli üniversiteler açmak istiyoruz. O suretle ki Berlin’de, Viyana’da, Zürih’te, Hollanda’da Niebelungen efsaneleri ne tesir bırakıyorsa, Ergenekon, Alparslan masalları da Tebriz’de, Bakü’de, Kazan’da, Budapeşte’de, Türkistan’da, Sibirya’da o tesiri yapmalıdır. Bunun için Almanya Avusturya’yı, Doğu İsviçre’yi istila etmedi ve bu ülkeler hakkında da hiçbir hırs beslemedi. Amerika ve İngiltere aynı kültüre sahip oldukları hâlde birbirlerini mahva çalışmıyorlar. Türklerin milliyetperver bir zümresi istiyor ki, medeniyet âleminde nasıl bir Latin medeniyeti, bir Anglo-Sakson terbiyesi varsa, bu medeniyet ve terbiye nasıl cihanda bir refah amili olmuşsa, bir Türk medeniyeti, Türk kültürü de er ve geç Doğu’da, o suretle bir terakki vasıtası olsun. Bu gayeye bizi ulaştıracak Savunma Bakanlığımız değil Millî Eğitim Bakanlığımızdır… Bu sade ve tabii mefkurede nasıl ve ne gibi istila fikri buldunuz? Anlayamam Kont! Dikkat ettinizse Ali Bahadır Bey, İstanbul, Ural-Altay kavimlerinin idare merkezi olmalıdır, demedi. Medeniyet merkezi, manevi başkenti olmalıdır, dedi.”
“O hâlde, itirafınıza göre, mademki memleketinizde daha bilinmeyen, bırakılmış bölgeler varmış, önce onları keşf ve imar etmek Asya’dan öğrenci davet eylemekten daha lüzumlu ve önemli değil mi? Asya’daki ırktaşlarımızı aydınlatmak istiyorsanız, hatırınıza İstanbul’dan daha çok imar görmüş, daha yükselmiş, aynı millî men-şeye mensup bir ahalinin bulunduğu bir diğer başkent gelmiyor mu?”
Gönül Hanım gülerek atıldı:
“Budapeşte demek istiyorsunuz değil mi Kont?”
“Evet…”
Bu tatlı kız Kont’un önüne birkaç gevrek ile murabba kasesini sürerken karşısındakinin yüzüne manalı manalı baktı ve:
“Müsaadenizle buna da ben cevap vereyim, Kont!” dedi ve ilave etti:
“Macarları Şark’tan ayıran tam on asırdır. Sizde bugün Şark kültür ve medeniyetinden zerre kalmamıştır. Hristiyanlıktan sonra evvela Latin medeniyeti, sonra Alman kültürü arasında kaldınız. Latin, Cermen, Slav dalgaları arasında tarihinizi, geleneklerinizi, dilinizi ve hatta ecdadınızı unuttunuz.
Bugün miladi on dördüncü yüzyıla ait Macarcada bir mısraya, bir mesele, bir masala malik değilsiniz. Dilinizdeki sözcüklerin yüzde yetmişinden fazlası Latin, Cermen, Slav kelimelerinden müteşekkildir. Ancak, yüzde on beşi Altaîdir, onlar da asılları anlaşılmayacak derecede tahrif ve tahrip olunmuş lafızlardır. Mesela Macarca ‘ayna’ demek olan ‘tükör’ün ‘görmek’ menşeinden geldiğini bilmek için ya keramete sahip veya ilm-i iştikaka aşina olmak lazımdır. Bu iki faziletin erbabı da, maatteessüf, pek nadirdir. Bereket versin Macaristan’da bir buçuk asır kalan Osmanlı Türklerine ki, o zamana kadar, size cebren kullandırılan Latince, Almanca yerine kendi dilinizi iade ettiler. Eğer onlar memleketinize muvakkaten malik olmamış olsaydılar, bugün, on milyonu geçen halis Macarlar dilleriyle, ruhlarıyla tamamen Alman olmuşlardı. Bu olmaz bir şey değildi. Altay kavimlerinin ‘âbâ-i beşer’ olduğuna kani değilseniz, Rusların, en azından, yüzde ellisi ile aynı babanın evladı olduğumuza şüpheniz yoktur ya. Onlar nasıl Slavlaşmış iseler siz de o suretle Cermenleşecektiniz. İşte, bu cihetlerle, Peşte’nin Ural-Altaylı nesillere, hüviyetini, lisanını öğretecek bir mevkide bulunmadığına hak verirsiniz, sanırım.”
Ali Bahadır Bey, köşesinden kımıldamadan, söze karıştı:
“Mamafih Macar başkentinin, bunun için esasen gayet mühim olan mevkini tamamen kaybetmesi gerekmez. İstanbul’da dinini, dilini, tarihini öğrenen bir Türk’ün, bir Tatar’ın Macaristan’ın ziraat, sanayi vesair ihtisasa ait yüksek okullarına devamına hiç mâni yoktur. Peşte de bu suretle ırkdaşlarına karşı vazifesini ifa etmiş olur.”
Bahadır Bey uzlaştırıcı nutkunu bitirmeden Gönül Hanım, yerinden fırladı:
“Bana kalırsa, mademki, medeniyetin kemal vasıtalarını, terak-kiyatını ihtiva eder bir Türkiye, bir İstanbul farz ediyoruz, o hâlde halis Macar gençlerinin dahi Türkiye’ye gelip Türkçe tahsil etmelerine bir mâni kalmaz. Bundan hasıl olacak menfaat ikidir: Evvela her iki kavmin mukaddes ateş sahiplerinin, el ele, Asya’yı aydınlatmaya -fakat hiçbir siyasi fikre kapılmadan- gidebilmeleri ihtimalinin vücut bulması; ikincisi her iki kavim arasında sınai ve ticari münasebetlerin artması…”
Bepul matn qismi tugad.