Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Bozkurtun Patikası»

Shrift:

GİRİŞ

Bir şeylerin yolunda gitmediği zaman olduğu gibi, her hangibir şeyin de olması gerekiyorsa, o şeyin olması için bin bir türlü neden ona yol açar, olay olur biter.

Gazetecilerin, diğer uzmanlardan farkı, hayatlarını, haber ve havadis kanallarının tam kaynağında sürdürüyor olmalarıdır. Olmuş, olan ve olacak olaylar, onun zihinsel eleğinde elenir. Buna, başka bir deyişle, analitik düşünme de denilmektdir. Ancak, yaratıcılık alanında çalışmak, sadece analitik fikir yürütmeyle yetinilebilecek bir alan değildir. Özellikle, edebi eserlerde, sanatsal gerçekler tasvir edilmektedir. Eserin konusunun betimlenmesi de her şekilde olabilir. Edebi konuların işlenmesi için tahminler, rivayetler, ilginç olaylar, hatta hayali ürünlere de gereksinim duyulabilir. Ancak, benim kalbimde we hayallerimde, şiir, edebi eser yazma hevesi ve özlemi gurk tavuğu gibi kuluçkaya yatmış olsa bile, o seferinde ben, sadece yazı işlerinin bana vermiş olduğu görevi yerine getirmek üzere yollara düşmüştüm…

O yıl, kış, çok sert gelmişti. Ruhsal olarak yörüklerin desteklenmesi ve davarların durumunun öğrenilmesi, aynı zamanda da bir gazeteci olarak, yaylalarda hayvanlarını otlatan çobanların hayatlarını anlatan röportaj hazırlamak amacıyla, uzak yaylalarda yerleşen çoban konaklama yerlerinden birine kadar gitmiştim. Çoban konağında dört avcıyla karşılaştım. Onlar bana, akşam çayını içerken, masalımsı hikayelerin birkaçını anlattılar. Tabii ki, avcılar övünerek konuşmayı, şişirerek anlatmayı severler. Ancak, buna bakmaksızın, onların anlatmakta oldukları hikayeler ekofantastik bır kıssanın konusunu anımsatmaktaydı…

Yazar

Birinci avcının kıssalarından:

İri göz ile kaşın arasında

Sözün kısası…

Bu olaylar, Yeryüzünde bulunan tüm kurtların nesilbaşı olarak bilinen Bozkurt ile Gökbörünün, kadim Girkanlıların ülkesini mesken tutan dönemlerinden, tahminen, yirmi dokuz bin yıla yakın zamanın geçmesinden sonra, kurtların son nesillerinin kızışma1 dönemi tamamlandığında sürüye2 geri dönüş yaptıkları dönemde başlamıştı.

Akhal, yatsa kalksa, böyle bir durumun olacağını düşünmek bir yana, aklının ucundan bile geçirememiştir. İri göz ile kaşın arasında…

Akhal kaçtığında kurtulan, kovaladığını yakalayan, saldırdığını yere seren, korkusuz, ısırdığı yeri koparan, cesur bir kurttu. Üstelik, sürüye önderlik etmekteydi. Güçlü görüş algısına sahip olduğundan, uzağı görmede, onunla hiç bir kurt boy ölçüşemezdi. Hatta, O, geceleri, gökyüzüne bakarak, Küçük Ayı Takımyıldızındaki ikinci yıldızın yanında, çok zor gözüken uyducuğunun beyazımsı beneğinin hanği yönde olduğunu bile ayırt edebilmekteydi. Her zaman tetikteydi, saldırdıkları zaman bozğuna uğratmayı başarabilen bir önder idi. Güç bakımından, O, on kurda karşı durabilecek kadar güçlüydü. Üstelik de, O, aslanlar, kaplanlar, sırtlanlarla uyumlu iletişim kurmuştu. Sürünün kurtları, Akhal ile birarada olmayı, kendileri için bir onur saymaktaydılar. O, hangi yöne yönelirse, sessiz sedasız onun peşinden takip ederlerdi.

Kızışma dönemini tamamlamış kurtlar, çok zayıflamışlardı. Zayıflıktan kemikleri sayılabilir durumdaydılar.

Gökyüzünde süzülen kartal, Sazaklı vadisi üzerinde bır kere döndükten sonra, kuzey yönüne doğru süzülüp gitti. Daha önceleri, Akhal, avlanmak için her zaman, kartalın gitmekte olduğu yöne gitmeyi tercih etmekteydi. Nedendir bilinmez, ama bu defasında, doğuya doğru gitmeye karar vermişti.

Akhal, dişi kurtların üçüsünü önden, onların ardından ise cüsseli hem de güclü olan kurtların üçüsünü, sonra ise yaşlanmış olan kurtların dördüsünü önden gönderip, en arkadan sürüyü izlemeye başladı. O’nun bu şekilde davranmasının nedeni, arkadan saldırılması durumunda, sürünün önderi olarak, arkadan gelecek ilk darbeyi kendi üzerine çekmektir.

Kurtlar, iki gece ve gündüz yürüyüp, uzun bir yol katetiklerinden sonra, kulan sürüsüne rastladılar. Tam o sırada, yukarıdan gürültülü bir ses duyuldu. Biraz sonra, silahlardan sıkılan kurşun sesleri, sürüp giden gürültüyü, sanki delik deşik etmiş gibi oldu. Kulanların dördüsü, durdukları yerde yere serildiler. Gürültüden dolayı korkuya kapılmış kurtlardır, kulanlar kurşun seslerini duyar duymaz, çil yavruları gibi dağıldılar. Sadece, Akhal, büyük bir devedikeninin altına uzanarak saklanmış yatıyordu. Gürültü daha da yaklaşmıştı. Akhal, sesin geldiği yöne doğru baktığında, devasa bir demir kuşun, tam karşısında, yere yakın irtifada uçup gelmekte olduğunu gördü. Bu dakikadan sonra, çok geç idi, kaçması durumunda fark edilecekti. Kurtların “Başımı saklamak için bulduğum yerde, bedenimi de saklarım” prensibine uyarak, kıpırdamadan, bulunduğu yerede kaldı. Ortalığı toz dumana katan demir kuş, yere indi. Demir kuştan inen silahlı insanlar, tellak tellak dolaşıp, avlamış oldukları hayvanlarla uğraşmaktaydılar.

Daha sonra, onların birisi:

– Biraz önce ben, bir sürü kurt da görmüştüm – dedi.

Diğeride:

– Onları, bende gördüm – dedi. – Maalesef, zamanımız kısıtlı. Yoksa, birkaç tanesini avlasak, çobanlardan “kavurmalık” alırdık.

– Tü, onların dişleride, tüyleride cinden, umacıdan korurmuş.

– Ee, öyleyse, bir daha, şöyle bir tur atıveririz.

Demir kuş havalanıp uçup gitti, bir tur attı. Tur atarken de, kurtların grup halinde kaçtıkları yerin üzerinden vardılar. Onları hiç acımadan katlettiler.

Uzaktan da olsa, bu korkunç olaya acımakla bakmaktan başka çaresi yoktu. Akhal’ın sabrı tükenmiş, dayanamaz hal almıştı. Her kurşunu yiyen kurt yuvarlanıp gittiğinde, onun kalbi yerinden fırlayacakmış gibi küt küt atmaktaydı. Ancak, ellerinde ecel demiri bulunan bu insanlarla onun güycü eşit olabilir mi?

Akhal, biraz önce bile hayatını sürdürmeye hevesli, bu fani dünyanın havasından nefes alıp vermekle, özgürce dolaşan kurtları, bunlara feda etmek için peşinden sürükleyip buralara kadar getirmemişti. Işte, her şey buraya kadarmış, şimdi ise onların bazılarının derilerini yüzerek, dişlerini sökerek, tüylerini de yolarak götürmektydiler.

“Hayır, insanlaryn keyfı davranmalaryna yol verilemez. Yol verilir ise, onlar yakın zamanlarda kurtların neslini tüketebilirler. Kan davası, insanlardan önce, kurtlarda ortaya çıkmış bir davadır. Ecel demrinin kurbanı olan o kurtların intikamının alınması gerek!”

Akhal, aç olduğunu bile unutarak, demir kuşun uçup gitmiş olduğu yöne doğru atıldı. Ancak, uçsuz bucaksız çölde kendisine dair herhangi bir iz bile bırakmadan kaybolup gitmişti demir kuş. Sanki, demir kuş Aya uçmuş, buhara dönmüş gibiydi. Onun yerine, Akhal, çok uzaklarda bulunan bir çoban konağını gördü. Rüzgaryn esmekte olduğu tarafın ters yönünden yaklaşarak, bir koyunu sırtına kondurup kaçmaya başladı.

Demir kuşunda bulunan insanlar, er veya geç, buralara gelirler ümidiyle, Akhal etrafta gezinmeye başladı. Günlerın birinde, O, çoban eşeğinin üzerine yatay atılmış kurt padalyasını gördü. Onu hemen tanıdı.

“Bu O idi. Çıpar’ın ta kendisiydi. Ayakları, uçlarından bir araya bağlanmamıştı. Neden kaçmıyor ki? Ya da gururuna mı yediremedi de öldümü acaba?”

Akhal, olup bitenlere aklı ermeden bakadururken, kara keçeden yapılmış çadırdan, yani kara evden çıkan bir insan eşeğine binerek, bir koçu da sırtına bağlayarak, yürümeye başladı. Akhal da uzaktan dolaşarak, onun peşine düşmeye başladı.

Kurtlar kesinlikle, gündüzlerine bir yerden başka bir yere gitmezler. Gündüzlerine saklanır, gecelerine gezerler. Akhal ilk kez kurtların bu geleneğini de bozmuş oldu.

Kurtlar, genelde kızışma dönemleri karşılaşmazlar ise, insanlara saldırmazlar. Çölün seyrek olan bitki örtüsünden yoksun sahalarında olmasına bakmaksızın, Akhal bu kuralı da ihlal etti. Eşekli kişinin peşinden yetişerek, ona saldırdı. Zavallı eşek, kurdu görür görmez, kulakları ile gözlerini kapatarak, kıçını kurda doğru çevirip duruverdi.

Eşekli kişi, kurdu görür görmez, Çıpar’ın padalyasını Akhal’ın önüne fırlatıverdi. Daha sonra, eşek ile koçu da bırakıp, arkasına bile bakmadan yayan kaçmaya başladı.

Akhal, Çıpar’ın yerde yatan padalyasını koklamaya başladı. Onun vucudundan nefes kesen ağır bir koku gelmekteyd. Çıpar’ın vucudunda, hayata dair bir belirti duyamadıktan sonra, Akhal eşek ile ilgilenmeye başladı. Arkasına bile bakmadan kaçıp giden korkağı kovalamayı aklından bile geçirmedi. Cünkü bu korkak, demir kuşundaki silahlı insanlara benzemiyordu. Eşegi beyaz kemikleri kalana kadar kemiren Akhal, tekrar Çıpar’ın yanına gitti,Çıpar’ı ayağa kaldırmaya çalıştı. Olmadı. Çıpar’ın bedeni sertti. Ama, hareketsiz idi. Akhal, Onun hiçbir şekilde hayat belirtisi vermemekte olduğunu bilse bile, ona göre, birden bire ayağa kalkarak, yürüyüp gidiverecekmiş gibiydi. Zavallı Akhal, Çıpar’ın derisinin çürümüş saman ile doldurulmuş padalya olduğunu nereden bilsin?!

Zavallı Akhal, O, şimdi kalkar, birazdan kalkar diye, Çıpar’ın yanında uzanıp yatıverdi. Koçun kalbi ile akcirini ve karaciğerini Çıpar’ın ağzının yanında koydu. Banamı bile demiyor, Çıpar onu yeme bir kenarda dursun, hatda koklamaya bile çalışmadı.

Dünyaya gelmiş, gözlerini açmış, her şeyi görmeye başlamış olduğu günden bu yana, geçmiş olan onüç yılda Akhal bunun gibi duruma hiç rastlamamaıştı. O, ön ayaklarının pencelerı ile kumlu toprağı kazıyarak, Çıpar’ın padalyasını çukura indirdi. Sonra üzerini kum ile kapatıp, Kulanlı vadisine doğru gitti. Gece uzaktan “kurt çekmek” gelenegi yerine getirilmiş olan çoban konaklama yerini gürdü, “Hiç yoksa, buralardan demir kuş hakkında haber veya bilgi edinemezmiyim?!” diye aklına gelen fikre uyarak, bir zamanlar saklanmış olduğu yere uğradı.

Kurtlar bir kere uğramış oldukları yere, izlerini rüzgar yitirene kadar bir daha uğramazlar. Akhal, ister istemez, üçüncü kez, kurtlar için katı kural olan bir kuralı daha çiğnedi ve “artık saklanayım” diye öne doğru atlamış olduğu anda, ne olduğunu bilmediği bir şey şak diye ses çıkarmış gibi oldu. Ancak o sesi duymuş olduğu anda O, ön sağ ayağının kapana kıstırılmış olduğunu anlaya bildi. Ayağını kapandan kurtarmak için her yolu denedi. Olmadı. Gökyüzü ile zeminin arasının o denli geniş olmasına rağmen, onun için şu anda içinde bulunmakta olduğu durum dikkate alındığında, o genişliğin, dar bir kafesin kaplamakta olduğu alanından farkı yoktu.

Kurdun hayatı özgürlüktür denildiği gibi, O, özgür olarak dünyaya gelmişti. Özgür olarak da hayatını sürdürmüştü. Artık, şu andan itibaren bir ayağının kapana kıstırılmış olmasından dolayı, hiçbir yere kıpırdanamadığı, hiçbir yere gidemediği için kendini oradan araya atıyordu.

Akhalın sabrı tükenip, beklecek durumu kalmadıktan sonra, kapanı sürükleyip gitmeye çalıştı. Kapanı zincir ile birleştiren halkanın diğer ucunda tuğladan biraz büyük demir tokmak vardı. Demir tokmak da onun ile beraber sürükleniyordu. Üstelik de, ayağının acısı kalbini sıkıştırıyor, bedenin her yerini sızlatıp, dayanamaz hal almaktaydı. Kuvvetten kesilmiş Akhal, bu şekilde uzaga gidemeyeceğini anlayıp feleğini şaşırmak üzereydi, pes edercesine, birden bire başı aşak, ayakları havada yere yığıla kaldı, bu vaziyette durumdan kurtulmanın çaresini aramaya başladı. Onun için iki yol vardı. İlki, kısmette varmış diyerek, kapan sahibinin gelmesini beklemek. Ancak, bu şekilde davranmak, ölümü kabullenmekten başka bir şey değildi. Bu durum Çıpar’ın padalyasını, onun hareketsiz yatışını gözünde canlandırdı.

İkincisi ise, canına kıyarak, kapana kıstırılımış ayağını kendi dişleri ile kemirip, bu naletli yerden bir önce uzaklaşmaktı. Akhal, ikinci yolu seçti. Ancak, kendi ayaklarını, kendi dişlerin ile kemirerek koparmak kolay mı? Hele de o ayakların her birinin bir kurt için ne kadar zarur olduğunu çok iyi biliyordu. Boşunamı, Yüce Tanrı, kurtları dört ayaklı olarak yaratmış! Ayaklar sağlamken, kaçsan kurtulmak, kovalasan yakalamak kolay. Kurtların hayatı, ayakları üzerine kurulmuş bir hayat zaten. Nede olsa, üç ayakla da hayat sürdürülebilir. Ancak, derini yüzerler ise, hayat orada bitiyor demekdir. Bir kere daha, Çıpar’ın fal taşı gibi açılmış gözleri, sertleşmiş padalyası gözünün önünde canlanıverdi. O anda, O’nun damarlarında, hayatta kalma hevesiyle beraber, gurur duyguları uyandı. O duyguyla, kapanın dişlerinin arasında sıkışakalmış ayaklarını, keskin dişleriyle kemire kemire, kapandan kurtuldu. Böyle yapmakla, O, sadece ayagını kapandan kurtarmış olmakla kalmayıp, bunun ötesinde, kendi hayatını tehtit altında tutmakta olan tehlikeden de kurtarmayı başarmıştı.

Üç ayak haliyle, kapandan biraz da olursa arayı açtıktan sonra, kanı akan ayağını kumun içine sokarak, epeyce bir süre kuma gömülü sakladı. Sonra, Sazaklı vadisine doğru gitti.

İstenmeyen olaylar oldu. Bu av seferi, talihsizlikle başladı, bedbahtlıkla bitti. Geçmiş geçmişte bırakılıp, unutulamaz. Geçmişin girdabında boğulmuş tüm başarısızlıklar ve bedbahlıklar, hayatın acımasızlık dersinin ta kendisidir. O derslerden almış oldukların, kalbinde asılı kalmış birer derde dönüştükten sonra, nasıl edip de unutabilirsin ki?

Gelecekte neler bekliyor? Kim bilir ki?

Birkaç gün evvelisine kadar, böyle bir durumla karşı karşıya kalabilecekleri, Akhalın, yatsa kalksa, aklının köşesinden bile geçebilir miydi? Hayır. Hayat tümüyle rastlantı ile nedenlerle dolu.

“Bir ayagın nerede?”

Vadide, gözle görülebilir ufukta, herhangi bir canlıya veya yaratığa rastlamadıktan sonra, Akhal, küçük bir tepeye çıkarak, yüzükoyun yatıp, Küçük Ayı Takımyıldızlarına bakarak; “Ben varım. Ben geldim. Kim var?” diye, kısa kısa uludu. Bir yerlerden Garamen ile Yelbörü, Garaguyruk ile Çalbörü, Altıbarmak ile bir genç börüden oluşan üçlü çıkarak, tepenin önünde, kıçlarını yere koyup, beklemeye başladırlar.

Demek, Çıpardan başka da bir kurt daha eksik. Ona ne olmuş olabilir acaba?

Onlar, bu tarzdaki duruşta uluyarak, acımasız avcıların ecel saçan kurşunlarının kurbanı olan kurtların ağıtlarını yakmaya başladılar. Bu durum, Küçük Ayı Takımyıldızlarından, her bir kurdun gözüne, birer ışın gelip yetene kadar devam etti. Yedinci ışın, yatay bir çizgiye benzeyerek, çok uzaklara kayıp gitti. Demek ki, nerelerdedir bir yerlerde, bunların ağıtına katılmakta olan yine de bir kurt olmalı! Onada şükürler olsun!

Daha sonra, Akhal almış olduğu pozisyonunu hiç bzomadan, sürü arkadaşlarına seslendi:

– Demek ki, demir kuşun sesi, ecelin sesini gümbür gümbür yaymakta olan ecel çığırtkanının sesiymiş. Ondan kaçıp kurtulmak da mümkün değil. Onu kovalayıp da yakalayamazsın. Göklere doğru havalandıktan sonra, nokta haline gelerek, gözlerden kaybolup gidiyor. Ona karşın, tetikte olun!

– Biz, her zaman, tam da ecelin burnunun dibinde hayatımızı sürdürmekteyiz – diye, Garamen memnuniyetsizliğini dile getirdi. – Sen kuralları ihlal ettin, bunu biliyor musun?

– Biliyorum.

– Biliyor isen, söyle bakalım! Neden sen, bu sefer, bizi, kartalın bize göstermiş olduğu yön olan kuzeye değil de, doğuya doğru götürdün?

– Ben, Gün doğusu rüzgarinin esintisinde, kulanların tezeklerinin kokusunu aldım.

– Tezeğin kokusu, karın mı doyurur. Avumuzu bile iki ayaklı mahlukatlara aldırdın. Üstelik de birkaçımızı kaybettik.

– Tilkilerin, çok iyi bir atasözü vardır: “Bin tür hile vardır, ama, en iyisi gözükmemektir”. Korkacık kemeler gibi “sagınıza, solunuza, arkanıza bakmadan kaçmaktansa” ipin ucunu kaçırmadan, kaçma yerine her biriniz kendi yerinizde saklanıp yatsaydınız, belki de iki ayaklı mahlukatlar sizi görmeyede bilirlerdi.

Akhal haklıydı. Garamen ne diyeceğini bile bilmeden sustu kaldı, tam da onun dediklerini kabul etmekte olduğunu bildirecekti ki, Akhal ayakları üzerine kalktı. Onun üç ayak üzerinde durduğunu gören kurtlar paniğe kapıldılar.

– Ya, baksana, senin bir ayağın nerede ya!

– Nasıl oldu da sen bu hale düştün?

– Ne oldu ki?

– Sag ön ayagın nerede?

Akhal, sürülerinin kanını almak için demir kuşun peşinden gittiğini, çobanların konaklama yerrinde eşeğe yüklenmiş Çıpar’ını gördüğünü, ondan sonra olup biten olayları, kapana kıstırılmış, ayağını kemirip buralara kadar nasıl geldiğini anlattı.

Eskiden beri, önderlik kavgası ile tutuşmuş olan Ga-ramen için, Akhal’ın üç ayak kalması, talihinin yar olmasıydı. Bu sefer, onun sesi kararlı bir şekilde yükseldi.

– Sen sadece ayağını değil, uyanıklığını bile kaybetmişsin. Hem çölün, hem de kurtların hayatlarındaki kuralları çiğneyerek, sürüyü talihsizliğe uğratmış oldun. Ensende kudret kılının bir tanesinin var olmasına bakmaksızın, sen bundan böyle sürüye önderlik edemezsin! Aslında, senin üç ayaklı halinle, topallayarak, sürüye geri gelmen bile tehlikeye davet çıkarabilecek bir durum. Kapan sahibinin senin izini takip ederek, yarın bu yerlere kadar gelmeyeceğine kefil olabilir misin? Sen, bir kere daha, bizim üzerimi-zede tehlikeli bir dehşetin kara bulutlarının dolaşmasına neden olacaksın.

Akhal sesini çıkarmadı, tepeden aşağıya doğru inerek, inine girdi. Onun bu davranışı, “önder olmak istiyorsan, işte sana tepe, çık tepeye, önderliğini yap” demesi anlamına gelmekteydi. Onun üç ayakta tepeden inerek, inine doğru gitmekte olduğunu gören kurtların bazıları, bu duruma üzülmüşlerdi, bazıları ise kayıtsız bir tavırla bakmışlardı. Garamen ise “gözün kör olsun” diye, karanlığın içinde kaybolup gitti.

Gerçekten de, kapan sahibinin, Akhal’ın izini takip ederek, her anda burala kadar gelmesi mümkün idi. Bunu Akhal de anlıyordu. Hayır, O, sürü arkadaşlarına sığınmak ya da yardım istemek için gelmemişti. Onun amacı, hanği kurdun diri kalmış, hangisinin ölmüş olduğunu bilmek, nihayetinde ise, az da olursa istirahata çekilip, kendine gelmesi önemliydi.

Her ne olursa olsun, kendisi haricinde altı kurdun hayatta olduğunu kendi gözleri ile gürdükten sonra, yüreği rahatlayarak, üzüntü ve kaygısı azalmış gibi olmuştu. Ancak, Garamen başta olmak üzere, sürü arkadaşlarının onu bu halde bırakıp gitmiş olmaları aklına geldikçe, yine de yüregi sızladı. Hatta kızışma döneminde iken, rakiplerinin başına salmış olduğu belalara karşı korkusuzca direnip, kendi sürü arkadaşlarına ağız urmaya mejbur kalarak, damgasını koruyan ve canıciğer arkadaşı olan Çalbörü bile onun bu durumda olduğunu göre göre, acısını paylaşmadan, Garamen kurdun peşine takılıp gitti.

Akhal, hayatında ilk kez, kendisini yalnızlıkta hissetti. Az bir zamanlık olsa bile, ruhu onu terk edip gitmiş gibi oldu.

Yer ile gökyüzü arasındaki boşluk, etrafta her yeri sarmış olan çöllük alanlar onun için anlamsız bir boşluk haline geldi. Uzaklardan bile farkedilebilen, her tarafa ferahlık yayan tülsorgucu, kızışma dönemine girmiş börü gibi nazlı sözenler, kara çadır gibi havalanarak gözüken saksavullar onun durumuna anlayışlı bakıp, acısını paylaşırmışcasına yavaşça başlarını sallamaktaydılar.

Eğer, dünyada kötü birşey var ise, bu yalnızlıktır. Evvelki günlerde olduğu gibi vücudu saglam olsaydı, o zaman bu durum pek fazlada farkedilmez, kendisini bu kadar da hissettirmezdi. Vücudunda eksik bir uzvun olması ve bu durumun etkisi, dünyadan ümidini kestirmekte olan hastalığa bile “bir kenara çekil” dedirebilecek durum halini almakta. Ne yapabilersin ki? Kurtların hayatı bu! Çölün acımasız kurallarının birisi de bu şekildedir. Sürüde iş göremez duruma geldin mi, işin burada bitmiş demektir. Seni bırakır giderler. Evet, sakat isen, kıymetini bilmezler. Işte, bu gerçeği ise idrak etmiş, göz yetirmiş oldum!

Her başarısızlığın bir başarıya götürecek, her bedbahtlığın bir bahtiyarlığa erdirecek, her kötülüğün bir iyilik getirecek, her bir şerrin hayıra vesile olacak, her bir zararın bir yararlı tarafı da olacaktır. Karanlık aydınlığın olabilmesi için vardır, yoksa nasıl olur da karanlıkla aydınlık yerlerini değişebilir. Öyle olsa bile, bir kurdun üç ayağı ile baş başa kalmasından kötü daha ne olabilir?! Oysa, bunun iyi olan tarafının olacağına ümit var mıdır?

Herne de olsa, O, bir ayağını kurtarmakla kendi canını kurtarmış olmasına, kapan sahibini ucuz atlatarak kurtulmuş olduğuna şükretmekle, kurt ahalisinin nesilbaşı Bozkurdu yad etmekle, ininden çıkarak, vadideki saksavul ormanlığının derinlerine doğru daldı. Onun peşinden gelip, bu ormanlığa girebilecek yürekli avcı olamaz.

Akhal, her yana dallanıp budaklanmış olduğundan dalları bir biri ile içi içe geçmiş saksavulların arasında kendisi için uygun bir yer seçtikten sonra, yan yattı. Bir şeyler arıyormuş gibi, saksavulların iğneli dallarının arasından gökyüzüne baktı. Kuzeyden güneye doğru ilerleyen, gökyüzünün büyük bir bölümünü kaplayan bulutların arasında yüzüyormuş gibi gözüken dolunay, ona acıyarak bakıyor gibi gözüküyordu. Akhal’ı yalnız bırakıp gitmiş olan sürü arkadaşlarından, şuanda gökyüzünde bulunan ay ona daha yakındı.

Işte, öylesine bir durumda üç kışı, dört yazı tenha geçirdikten sonra, Akhal, üç ayak haliyle, yavaş yavaştan, dağa doğru yöneldi. Onu, sakatlığın ıstırabından, yalnızlık derdinden bile beter gurur atlı ateşin sıcağı kasıp kavurmaktaydı.

Kovaladığını yakalayan, kaçtığında kurtulan, ısırdığı yeri koparan, her zaman sürüye yol gösteren önder için onun şu andaki durumunda her günü işkence dolu kıyamet günü gibiydi.

En basiti, tavşanlar ile kemeler bile ondan kolaylıkla kurtulabiliyorlardı. Nedenine gelince, onların dört ayağy da sağlamdı.

Kalbine ateşten hançer gibi saplanmış gurur meselesinin ateşi, ulaşabileceği haddine ulaşmış olan Akhal, bu saatten sonra, çekmekte olduğu o ıstıraplar ve ağır külfetten kurtulmak için dağa doğru gidiyordu. Ileride gözüken yamacı aşabilse, O, ömür yolunun son menziline ulaşmış olacaktı.

Silahla vurularak ya da yakalanarak öldürülmüş olmadığı sürece, bu güne kadar, hiçbir yerde, hiçbir insan, kurdun ölüsünü görememiştir. Kurtlar, kendi eceli ile öleceği zaman, kendi leşini saklayabileceği bir yer aramaktadırlar. Akhal de bunun gibi yer olarak kendisi için dağı seçmişti. Onun en son amacı, yamacın arka tarafındaki dağın tepesine çıktıktan sonra, orada bulunan uçurumdan kendisini atarak, gövdesini gözlerin göremeyeceği bir yere saklamak idi. Ancak, o kadar yükseğe çıkabilmek için Akhal’ın az bile olsa dinlenmesi, kendisini toparlaması gerekmekteydi. Onun için de, sıra sıra olarak, uzanıp gitmekte olan dağın eteğindeki büyük taşın altında uzandı. Başını öne doğru uzatmış olduğu sol ayağının üzerine koyarak, kestirmeye başladı…

Bir baktığında, tam da karşısında devasa gövdeli Bozkurt duruyor, kendisi de direkt olarak Akhal’e bakıp duruyordu. O şekilde bakarak durdugu gibi de: “Tenini terk etmiş ruhunu geri getirdim. Bundan böyle, tenin ruhuna kara leke düşürse bile, kasasa kadar ruhun tenini terk etmeyecektir! Kalk yerinden! Düş peşime!” dedi.

O anda, Akhal’ın bedenine yeni br güç gelmiş gibi oldu. O, kolaylıkla ayağa kalktı. Bozkurdun peşinden gitmeye başladı. Yolda karşılaşmış oldukları tüm canlı varlıklar onlara el pençe durup selam vermekteydiler.

Bozkurt, Aladağın etegine geldiklerinde yürümeyi kesti.

“Bak, işte orada, Kartalın yuva yapmış olduğu kayanın dibinde bir magara vardır. O magara, kadim zamanlarda, benim magaram idi. Onu, sana veriyorum. Sen, o magarada yaşayacaksın. Aybörü ile benim mirasçımı dünyaya getireceksiniz. Aladağın öteki tarafına doğru giden bir patika bulunmaktadır. O, benim patikamdır. Müddetin dolduğu anda, benim patikam ile Yedikayanın birinci kayasına çıkarsın. Oradan ise, bizim Ebediyet mekanımıza bir atlama mesafesi kadar menzilimiz vardır”.

Akhal ondan “Akbörü nerede” diye sormak istemişti. Ancak, ağzı yerine gözü açıldı. Bir baksa, ne Bozkurt var, ne de magara.

Sıra sıra dizilerek yatan taşlar, hiçbir şey olmamış gibi, çok rahat duruyorlardı. Gökyüzünde bulunan bulutlar ise, yerlerini değiştirerek, nereleredir bir yerlere gitmişler. Oradaki yamaçta dolunay, ışıldayan, sayılamayacak kadar yıldızların arasından, gecenin karanlığına hükmünü yürütmek ile ışık saçmaktaydı.

Akhal, bulunduğu yerden kalktığında, ön sağ ayağının olmadığını unutumuş, az kalsın düşmüştü. Kendini ele aldıktan sonra, Bozkurt ile rüyasında geçmiş olduğu yolu takip edip, Aladağa doğru yola koyuldu.

1.Gäle – kurtların üreme istekleri sırasında çiftleşmekte oldukları dönem.
2.Orda – Grup olarak yaşamakta oldukları yer.
14 435,44 s`om
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
01 avgust 2023
ISBN:
978-625-6853-36-2
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi