Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan

Matn
Muallif:
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

YURDUNU KAYBEDENLERİN ORTAK SESİ: CENGİZ DAĞCI

Kırım Türkü Cengiz Dağcı’nın, ailesinin ve onun gibi yüzbinlerce Kırım Tatarının / Kırım Türkünün hayatını alt üst eden olayların temelinde son derece stratejik öneme sahip Kırım Yarımadası’nın Ruslar ve farklı milletler tarafından ele geçirilmesi düşüncesi ve politikaları yatmaktadır.

Edebî eserleri vücuda getirenler, zaman zaman eserlerinin ana kahramanları veya yardımcı kahramanları arasında yer alırlar. Böyle durumlarda yazarın kendi hayatında veya yakın çevresinde gerçekleşen hadiseleri edebî eserin imkânları dâhilinde hedef kitleye ulaştırma gayreti içinde olduğu görülür. Yazarın yazdıklarının toplumda kabul görmesinde, hedef kitle tarafından sevilip benimsenmesinde hiç kuşkusuz ki bu tarzın ayrı bir yeri ve önemi vardır. Yazarlar çoğu kez böyle bir yönteme başvurmuş olsalar da eserlerindeki kahramanlarla kendi aralarındaki bu bağın, açık açık ifade edilmesinden pek de hoşnut olmamışlardır. Bu durum elbette yazarın kendini veya yaşadıklarını inkâr etme düşüncesinden kaynaklanmaz. Yazar bu yola bazen eserin gerçek hayatta var olan kahramanlarını korumak için bazen de yazdıklarının edebî değerini korumak için (yani yazdıklarının sanatsal açıdan hafife alınmasını istemediği için) başvurur. Her iki durumda da yazarın haklı olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim tarihî bir gerçeği sanat ve edebiyat ortamına çekip onu eserlerine konu edenler bir yandan içinde yaşadıkları toplumlarda farkındalık oluştururlarken diğer yandan birilerinin hedefi hâline gelirler. Yani onların sevenleri ve beğenenleri kadar sevmeyenleri ve beğenmeyenleri de çok olur. Bu yüzden de konusunu ve kurgusunu tarihî gerçeklerin oluşturduğu türlerde eser veren yazarlar ve sanatçılar zaman zaman hem kendilerini ve yakın çevrelerini hem de eserlerini ve eserlerinde konu ettikleri değerleri koruma gayreti içine girerler. Bundan doğal bir şey de yoktur. Ancak Cengiz Dağcı’nın eserlerinde geçen kahramanların kendisiyle özdeşleştirilmesini / aralarında bağ kurulmasını istemeyişinin asıl sebeplerinden biri dikkatlerin kendisinden ziyade Kırım Tatarlarının ve Türkistan Türklerinin yaşadıkları / çektikleri olaylar üzerinde yoğunlaşmasını istemesindendir. Yani Dağcı, yalnızca için için yanan “bir ağac”a değil; en güzel ağaçları hoyrat eller tarafından yakılan, kesilip yok edilen, budanan, binlerce yıllık köklerinden sökülüp başka yerlere gönderilen köklü “orman”a / “ormanlar”a (Kırım’a ve Ulu Türkistan’a) dikkat çekmek istemiştir.

Kavram işaretleri (sözcükler ve sözcük grupları) ile kalıplaşmış dil ögeleri (deyimler, vecizeler, atasözleri) ifade ettikleri basit / ilk anlamlarının yanında ait oldukları dillerin sahiplerinin yaşayışlarına, inanışlarına, davranışlarına, geleneklerine, göreneklerine, tarihlerine ve kültürlerine ait birçok değeri de bünyelerinde barındırırlar. Bir dilin “temel yapı taşları” olarak nitelendirilen söz varlığı da aslında o dili konuşanların tarihlerinin ve kültürlerinin bir anlamda kristalize olmuş şekilleridirler.

Edebî bir eserde eğer anlatılanlar edebî sanatlara en az yer verilerek anlatılıyor ve üstelik biyografik ve tarihî malzeme içeriyorsa tarihî kıymeti haiz demektir. Bir başka deyişle anlatıların vesika değeri vardır: Vesika yani delil! Dağcı’nın romanlarındaki kahraman anlatıcıların veya sadece anlatıcının olaylarla arasındaki dilsel mesafe, malzemeyi yapılan haksızlıkların delili kılar (Şahin, 2011: 142).

Dağcı, eserlerinde olaylar aracılığıyla ifşa edileni yine yalın bir çağrışım alanıyla açıklar. Bir diğer deyişle yalın anlatımın gerisinde insanı, insan yapan değerleri onların acı tecrübeleriyle yoğurarak içte, iç dünyada bir yurt oluşturmak ister. Ancak dil onun eserlerinde ne yapıbozuma uğramış ne de sembolikleşmiştir. Bunu sağlayan ise tuttuğu orta yoldur. Bu anlatılanların konusuna da sirayet eder. Dıştaki katı, dehşet dolu dünya içte, derinde daha dingin ve neredeyse bütün insanlığı kurtaracak bir olguyla açıklanır. Dolayısıyla onun kahramanlarının yaşadıkları yalnızca bir millete yahut bir ırka, kültüre yahut dine mensubiyet olmaktan çıkarak evrensel bir karaktere bürünür (Orhanoğlu, 2017: 46).

Dağcı, Kırım Tatarlarının ve Türkistan Türklerinin olduğu kadar bir anlamda bütün “Yurdunu Kaybeden Adam”ların ortak sesi olur.

Foto 1: Cengiz DAĞCI ile ilgili bir tasarım (Tasarım: Levent ALYAP)


Unutuşa karşı savaşan, tanık olduğu olayları belleğinde depolayan, onları hatırlayarak sürekli canlı tutan ve direnen Dağcı, eserlerinde Kırım Türkleri kadar insanlık tarihi için de önemli olan zaman dilimlerini ölümsüzleştirir. Belleğinde yer alan Kırım tarihinin ve millî mücadelesinin iç acıtıcı kareleri onun sanatını besleyen kaynaklardır. Bu kareleri ustaca kaleminde ölümsüzleştiren yazar okurunu da şahsi belleği üzerinden kolektif belleğe yönlendirir ve tarih merkezli bir okuma serüvenine hazırlar (Kefeli, 2017: 225-226).

Cengiz Dağcı, roman, hikâye ve anı türünün çok iyi bir yazarıdır. Üstelik o, (yalın bir dil kullanmış olsa da) aynı zamanda çok iyi bir söz ustasıdır. Nitekim o, özenle seçtiği eserlerinin adlarıyla bile okuyucularına mesajını açık seçik bir şekilde iletmeyi başarır. Onlar da İnsandı, Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Ölüm ve Korku Günleri, O Topraklar Bizimdi, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu, İhtiyar Savaşçı, Benim Gibi Biri, Üşüyen Sokak, Dönüş, Yoldaşlar, Badem Dalına Asılı Bebekler, Anneme Mektuplar…


Foto 2: Cengiz DAĞCI’nın eserleriyle ilgili bir tasarım (Tasarım: Levent ALYAP)


Cengiz Dağcı’nın eserlerinin temelinde (“ben” dediğinde bile) aslında hep “biz” vardır. Yani o özelde kendisinin, (kendisiyle aynı kaderi paylaşan) arkadaşlarının ve Kırım Tatarlarının; genelde ise, Türkistan Türklerinin tercümanı olmuştur.

Cengiz Dağcı’nın da içinde yer aldığı Kırım Tatarları, Türklerin Kıpçak grubu içinde yer almaktadırlar.

Türk boy ve topluluklarının en eski ve en köklü temel kollarından birini oluşturan; tarihte akıncı ve savaşçı kimlikleriyle hep öne çıkan Kıpçaklar, ne yazık ki kabul ettikleri farklı dinler ve içine girdikleri farklı etnik ve sosyokültürel çevreler yüzünden birçok yerde (coğrafyada / ülkede) kimliklerini koruyamamış; asimile olmuşlardır.

Kıpçakların etnik ve kültürel kimliklerini kaybetmelerinde kabul ettikleri dinlerin ve tesirinde kaldıkları sosyokültürel faktörlerin ektisi olduğu kadar “Türk” üst kimliğinin bilincinde olmamalarının ve en azından “Kıpçak” kimliği etrafında bile bir araya gelememelerinin ve dillerini unutmalarının rolü büyüktür. Kendisi de bir Kıpçak Türkü olan seçkin ve saygın bilim adamı, yazar, şair merhum Ord. Prof. Dr. Valeh Hacılar, Kıpçaklarla ilgili bu acı gerçeği “Kıpçak Çölü” adlı şiirinde şöyle ifade etmektedir:

Gıpçag Çölü

(Gıpçaglar Azov – Hezer, Dunay – Volga arası “Deşti-Gıpçag” [“Gıpçag Çölü”] adlanan géniş bir coğrafi eraziye sahib idiler…)

 
Enginliyi yarıb géden Gıpçag çölü,
Göz tutdugca varıb géden Gıpçag çölü,
Od nefesli bedöylerin gözden itdi,
Dağdan ağır igidlerin hara gétdi?
Doğmaların hesretinden saralsan da,
İntizardan garsısan da, garalsan da,
Demir donlu igidlerin gayıtmadı,
Gerineler hesretini soyutmadı.
Demir donlu igidlerin her döyüşü,
Al ganadlı bedöylerin her yérişi
Silinmeyen, pozulmayan tarih oldu,
Salnameler Gıpçag déye doldu, doldu,
Türk atları çöllerine sığışmadı,
Er igidler éllerine sığışmadı,
Gılınc gında durmaz, – déye er atlandı,
Gıpçag atı sağa-sola ganadlandı…
Düşmenlerin boyun eydi sertliyine,
Néçeleri ortag oldu merdliyine.
Élsizleri élli étdin, élin yoh mu?
Dilsizleri dilli étdin, dilin yoh mu?
Tarihleri dillendiren kiriyer mi?
Düşmen bağrı eridenler eriyer mi?
Her bir damlan hara düşdü ümman oldu,
Gıp çagsoylu törelerle dünya doldu;
Gıpçag élli alp erenler bedöy atlı,
Gıpçag çöllü bedöy atlar yél ganadlı…
Bir çölüm var – gucağında yadlar gezir,
Bir çölüm var – hesret onu yaman üzür,
Bir çölüm var – kişnertiler gulağında,
Bir çölüm var Gıpçaglar ın sorağında
 
(Alyılmaz, 2003: 75-76).

Merhum Valeh Hacılar, akademisyen bir şairdir. Onun yazdığı bilimsel içerikli eserleri gibi şiirlerinin büyük bölümü de Türk yaşayış ve inanışı, Türk tarihi ile ilgilidir (Alyılmaz, 2003).

Valeh Hacılar’ın şiirinde Kıpçakları konu etmesi ve şiirine başlık olarak da ‘Kıpçak Çölü’ adını koyması tesadüfi değildir. Nitekim o, şiirine ‘Kıpçak Çölü’ adını koyarak daha ilk andan itibaren âdeta okuyucuyu geçmişe dönmeye ve Kıpçak coğrafyasını ve orada yaşananları hatırlamaya / öğrenmeye davet etmiştir. Sahibi olmayan, hâkim olunamayan, üzerinde bayrak dalgalanmayan, atları kişnemeyen, yiğitleri kükremeyen, gelinlik kızları salınmayan mekânlara / yerlere, yurtlara bütün Türk boyları gibi Karapapak Türkleri de “çöl” demektedirler. Bu kültürel algıyı çok iyi bilen Valeh Hacılar, eskiden Kıpçaklara aitken şimdi başkalarına yar olan / yurt olan mekânı / vatanı “çöl” olarak nitelendirmektedir (Mert ve Yakar, 2012: 338).

Cengiz Dağcı tarafından “O Topraklar Bizimdi” kavram işaretiyle karşılanan; onun eserlerinin büyük bölümünün konusu oluşturan ana yurt / baba ocağı Valeh Hacılar’ın Kıpçak Çölü olarak adlandırdığı Kıpçak Ülkesi’nin yalnızca bir parçasını oluşturmaktaydı. Hacılar, şiire başlamadan şiirinin başlığının hemen altında “Gıpçaglar Azov – Hezer, Dunay – Volga arası “Deşti-i Gıpçag” (“Gıpçag Çölü”) adlanan géniş bir coğrafi eraziye sahib idiler (Kıpçaklar Azov – Hazar, Tuna – Volga arasında ‘Deşt-i Kıpçak’ (Kıpçak Çölü) olarak adlandırılan geniş bir coğrafi araziye sahip idiler.)şeklinde bir açıklama yapmıştır. Bu açıklama aslında tarihî bir gerçeğe dikkat çekmek için yapılmıştır.

 

Ünlü tarih ve dil araştırmacı Sergey Grigoryeviç Klyaştornıy, Kadim Asya’nın Bozkır İmparatorlukları (Stepniye İmperii Drevney Yevrazii) adlı eserinde Kıpçaklardan bahsederken Asya coğrafyasını gezip dolaşan seyyahların Kıpçaklardan / Kıpçak yurtlarından mutlaka söz ettiklerini belirterek “O dönemde hiçbir hikâye yoktur ki Kıpçakların geçmişini anlatmasın.” cümlesini kullanır (Klyaştornıy, 2018: 168).

Tarihleri milattan öncesine uzanan Kıpçakların 8 – 10. yüzyıllarda Kimekler ile önce Altaylar’da, İrtiş çevresinde ve Doğu Kazakistan’da sonra ise Urallar’da ve merkezi Kazakistan’da hüküm sürmeleri bu büyük bozkır bölgesinin belirleyici unsuru olmuştur. Kimek Devleti’nin çöküşü ve Kıpçakların batıya yönelmesi, Aral Denizi ve İtil bölgesinde (10. yüzyılın ikinci yarısı ile 11. yüzyılın ilk yarısı) Kimek – Kıpçak iskânının yeni bir aşamasını başlatır. Nihayet 11. yüzyılın ortaları ile 12. yüzyılın başlarından Moğol devrinin sonuna kadar devam eden Kıpçak göçleri, Kıpçaklar ile yakınları Kuman / Polovets boylarını beş ana grupta biçimlendirir: Altay – Sibir Grubu, Kazakistan – Ural Bölgesi Grubu (Saksin yani İtil – Yayık olarak adlandırılan Grup), Don Grubu (Ön Kafkas Alt Grubu), Dnyeper Grubu (Kırım Alt Grubu), Tuna Grubu (Balkan Alt Grubu). Kıpçakların yalnızca belirtilen yerlerde değil; Fergana ve Doğu Türkistan bölgelerinde de yaşadıkları bilinmektedir (Klyaştornıy, 2018: 167).

Kıpçakların tarihlerinden, Kıpçak, genelde Kuman – Kıpçak olarak adlandırılan Türk boy ve topluluklarının kardeşliğinden ve birlikteliğinden bugün dünyanın farklı bölgelerinde yaşamak zorunda kalan (bir kısmı da ne yazık ki etnik ve kültürel kimliklerini kaybeden) varisleri acaba ne kadar haberdardır? Bugün kaç Tatar, kaç Kazak veya kaç Kırgız genci Kıpçak soylu olduğunun bilincindedir? Kırım Tatarlarının bayraklarında bulanan “Gobu” damganın aslını, adını ve anlamını; bu damganın yalnız Kırım Tatarlarının değil bütün Kıpçakların ortak damgası olduğunu; bütün Türkleri ilgilendirdiğini Türk dünyasının farklı bölgelerinde yaşayan kaç Türk genci (daha da ileri giderek kaç bilim adamı) bilmektedir?


Foto 3: Üzerinde “Gobu” damgayı barındıran bir mezar taşının görüntüsü (Büyük Taş Bölgesi / Gobustan / Azerbaycan; Alyılmaz, 2016: 612.


Foto 4: Karaçi Kervansarayı’nın (Azerbaycan) duvarlarından birinin üzerindeki “Gobu” damganın, “Kıpçak” damganın vd. görüntüsü (Alyılmaz, 2016: 617).


Kıpçakların ana damgalarından olan ve tarak damga olarak adlandırılan damga, gobu damganın üst tarafının tarihî süreçte kullanılmaması sonucunda oluşmuştur (Alyılmaz, 2010:117-124; Alyılmaz, 2016: 617).


Foto 5: Gobu damgadan tarak damgaya geçişi gösteren tablo (Tasarım: Levent ALYAP)


Foto 6: Üzerinde “Gobu” damga, “Kıpçak” damga vd. Türk damgalarını barındıran kaya kütlesinin görüntüsü (Tamgalı Taş; Kazakistan; Alyılmaz, 2016: 603).


Foto 7: Aralarında Gobu” damga ve “Kıpçak” damganın da bulunduğu Kırım’daki mezar taşlarının üzerinde yer alan bazı damgaların görüntüsü

(Akçokraklı ve Otar 1996, 17; Alyılmaz, 2016: 620)


Dosta düşmana karşı birlik bütünlük içinde ol(a)mayanlar, birbirlerine sahip çık(a)mayanlar, çıkarları yüzünden bile isteye soyundan sopundan ayrı yaşamayı tercih edenler, bir türlü kendi olmayı başaramayanlar hem kendilerine hem de içinden çıktıkları / mensubu oldukları toplumlara ve milletlere zarar vermişlerdir. Ne yazık ki Türk boy ve toplulukları tarihin ilk dönemlerinden beri pek çok kez bu zafiyeti göstermişler; birlik bütünlük içinde yaşamayı becerememişler; başkalarına karşı ortak strateji geliştirip ortak tavır ortaya koyamamışlar; sonuçta da hem yurtlarını hem de özgürlüklerini kaybetmişlerdir. Oysa bu gerçeğin farkında olan Bilge Kağan, yaklaşık 1300 yıl öncesinde Türk boy ve topluluklarını şu cümlelerle uyarmıştır:

altun kümüş işgiti kutay bungsuz ança birür tabgaç bodun sabı süçig agısı yımşak ermiş süçig sabın yımşak agın arıp ırak bodunug ança yagutır ermiş yagru kontukda kisre anyıg bilig anta öyür ermiş edgü bilge kişig edgü alp kişig yorıtmaz ermiş bir kişi yangılsar oguşı bodunı bişükinge tegi kıdmaz ermiş süçig sabınga yımşak agısınga arturup öküş türük bodun öltüg türük bodun ölsiking biriye çogay yış tögültün yazı konayın tiser türük bodun ölsikig anta anyıg kişi ança boşgurur ermiş ırak erser yablak agı birür yaguk erser edgü agı birür tip ança boşgurur ermiş bilig bilmez kişi ol sabıg alıp yagru barıp öküş kişi öltüg ol yirgerü barsar türük bodun ölteçi sen ötüken yir olurup arkış tirkiş ısar neng bungug yok ötüken yış olursar benggü il tuta olurtaçı sen türük bodun tok arkuk sen açsık tosık ömez sen bir todsar açsık ömez sen antagıngın üçün igidmiş kaganıngın sabın almatın yir sayu bardıg koop anta alkıntıg arıltıg anta kalmışı yir sayu koop toru ölü yorıyur ertig Altını, gümüşü, ipeği, ipekli kumaşları sıkıntısızca (karşılıksız) veren Çin milletinin sözü tatlı ipekli kumaşları (da) yumuşak imiş. (Çinliler) tatlı sözlerle ve yumuşak ipekli kumaşlarla kandırıp (uzaklarda yaşayan) milletleri böylece kendilerine yaklaştırırlar imiş. (Bu milletler) yaklaştıktan sonra da kötülüklerini işte o zaman yaparlar imiş. Çok bilge (akıllı) kimseleri ve çok alp (yiğit) kimseleri ilerletmezler imiş. Bir kişi suç işlediğinde (ise) onun soyunu sopunu (eşiğinden) beşiğine kadar öldürürler imiş. (Çinlilerin) tatlı sözlerine ve yumuşak ipekli kumaşlarına aldanıp (ey) Türk milleti, çok (kez) öldün. Türk milleti (sen) (eğer) (böyle) (yaparsan) (yine) öleceksin: Güneyde Çogay Ormanları’na ve Tögültün Ovası’na yerleşeyim dersen (ey) Türk milleti (sen) öleceksin. Orada kötü niyetli kimseler şöyle akıl verirler imiş: “(Çinliler bir millet eğer kendilerine) uzak ise (onlara) kötü hediyeler verir; yakın ise iyi hediyeler verir” deyip öyle akıl verirler imiş. (Ey) bilgisiz / cahil kişi (sen de) o sözlere kanıp (Çinlilere) yaklaştın ve çok kişi(nle / adamınla birlikte) öldün. O yere doğru gidersen (Çine yaklaşırsan) Türk milleti sen öleceksin. Ötüken topraklarında / bölgesinde oturup buradan kervanlar sevk edersen (yani ticaretle uğraşırsan) hiçbir sıkıntın olmayacak(tır).Ötüken ormanlarında / bölgesinde oturursan (yani topraklarını / yurdunu terk etmezsen) ebediyen devlet sahibi olarak yaşayacaksın. Türk milleti, (sen) aykırısın / farklısın. Açlık tokluk düşünmezsin. Bir kez karnın doydu mu (artık) açlığı (hiç) düşünmezsin. Böyle olduğun için seni besleyen kağanının sözünü dinlemeden her yere gittin. (Gittiğin yerlerde de) hep öldün, mahvoldun; geride kalanlar (bir şekilde sağ kalanlar) (sizler de) hep ölüp biterek oraya buraya gidiyordunuz (KT G 5-9; Alyılmaz, 2005, s. 30-31).

türük begler bodun bunı eşiding türük bodun tirip il tutsıkıngın bunta urtum yangılıp ölsikingin yime bunta urtum: Türk beyleri ve milleti bunu işitin: Türk milletinin derlenip toparlandığında (birlik olduğunda) (güçlü) devlet olacağını buraya kazıdım; yanıldığında (birlik beraberlik içinde olmadığında) öleceğini de yine buraya kazıdım (KT G 10-11; Alyılmaz, 2005: 31)

küregüngin üçün igidmiş bilge kaganıngın ermiş barmış edgü ilinge kentü yangıltıg yablak kigürtüg yaraklıg kantan kelip yanya iltdi süngüglüg kantan kelipen süre iltdi ıduk ötüken yir bodun bardıg ilgerü barıgma bardıg kuurıgaru barıgma bardıg barduk yirde edgüg ol erinç kanıng subça yügürti süngüküng tagça yatdı beglik urı oglung kul boltı işilik kıız oglung küng boltı bilmedük üçün yablakıngın üçün eçim kagan uça bardı: İtaatsizliğin yüzünden seni besleyip büyütmüş olan bilgili kağanın ile bağımsız ve zenginleşmiş kalkınmış devletine (karşı) hata ettin; kötülük getirdin. Silahlı düşmanlar nereden gelip (seni) bozguna uğrattı; mızraklılar nereden gelip (seni) sürdüler? (Ey) Kutsal Ötüken yerinin / ülkesinin milleti, (başını alıp her yere) gittin. Gittiğin yerlerde kazancın şu oldu: Kanın sular gibi aktı; kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Bey olacak erkek çocuğun kul oldu; hanım olacak kız çocuğun cariye oldu. Bilgisizliğin ve kötülüğün yüzünden amcam kağan uçup gitti / vefat etti (KT D 23-24; Alyılmaz, 2005: 45).

anta kisre inisi kagan bolmış erinç oglıtı kagan bolmış erinç anta kisre inisi eçisin teg kılınmaduk erinç oglı kangın teg kılınmaduk erinç biligsiz kağan olurmış erinç yablak kağan olurmış erinç buyrukı yime biligsiz [ermiş] erinç yablak ermiş erinç begleri bodunı tüzsüz üçün tabgaç bodun tebliğin kürlüg[in] üçün armakçısın üçün inili eçili kikşürtükin üçün begli bodunlıg yongaşurtukın üçün türük bodun illedük ilin ıçgınu ıdmış kaganladuk kağanın yitirü ıdmış tabgaç bodunka beglik urı oglın kul boltı eşilik kız oglın küng boltı türük begler türük atın ıt[t]ı tabgaçkı begler tabgaç atın tutupan tabgaç kaganka körmiş el[l]ig yıl işig küçüg birmiş: Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuştur; oğulları kağan olmuştur. Ondan sonra küçük kardeşi ağabeyleri gibi yaratılmamışlar; oğulları babaları gibi yaratılmamışlar. (Bu yüzden de) bilgisiz kağanlar tahta oturmuşlar; kötü kağanlar tahta oturmuşlar. Kumandanları da cahil imişler; kötü imişler, beyler ve halk uyum içinde olmadıkları için, Çin milleti hilekâr (ve) sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için erkek kardeşlerle ağabeyleri birbirine düşürdüğü için, beylerle halkı birbirine karşı kışkırttığı için Türk milleti kurduğu devletini elden çıkarmış; kağan yaptığı kağanını da yitirivermiş. (Bu sebeple de) bey olacak erkek çocukları Çin milletine kul oldu; eş / hanım olacak kız çocukları da cariye oldu. (Üstelik) Türk beyleri Türk adlarını terk etti. Çinlilerin hizmetine giren Türk beyleri Çinlilerin adlarını alarak Çin imparatorunun egemenliği altına girmişler. Elli yıl ona hizmet etmişler (KT D 4-8; Alyılmaz, 2005: 43).

Üzerinden bin değil binlerce yıl geçse de tarihin değiştiremediği bir gerçek vardır. O da şudur: Üzerinde yaşanan ve “değer” anlayışları yalnızca “meta” olan güçlülerin dünyasında kaybedilen her şeyi telafi etmek (onlara rağmen) mümkündür; ancak kaybedilen toprakları / yurtları geri almak çok zordur; onun uğrunda yitip giden canları geri getirmek ise hiçbir şekilde mümkün değildir.

Yurtlarını kaybedenler memleketlerinden uzaklarda taşsız, yazısız, mezarsız, toprak olup giderler (Dağcı, 2017: 50). Geriye kalan da yalnızca pişmanlık ve hüsran olur. Bu bin yıl önce bin yıl sonra fark etmez:

türük kara kamag bodun anca timiş: illig bodun ertim ilim amtı kanı kimke ilig kazganur men tir ermiş kaganlıg bodun ertim kaganım kanı ne kaganka işig küçüg birür men tir ermiş ança tip tabgaç kaganka yagı bolmış yagı bolup itinü yaratunu umaduk yana içikmiş bunca işig küçük birtükgerü sakınmatı türük bodun ölüreyin urugsıratayın tir ermiş yokadu barır ermiş: Türk halk tabakasından (Çinin entrikalarına kanıp sonra akılları başlarına gelenler) şöyle dermiş: (Ben) devlet sahibi bir millettim; devletim şimdi nerede? Kime devlet kazanıyorum dermiş. Kağanlı millet idim; kağanım (şimdi) nerede? Hangi kağana işi gücü kazanıyorum? dermiş. Böyle deyip Çin Kağanı’na / İmparatoru’na düşman olmuş. Düşman olduktan sonra gerekli hazırlığı yapamayınca tekrar (Çine) tutsak olmuş. (Çinliler de) (esir olan Türklerin kendilerine) bu kadar işi gücü verdiklerini düşünmeyip “Türk milletini öldüreyim; (onun) soyunu / kökünü kurutayım” dermiş (KT D 8-10; Alyılmaz, 2005: 44).

“Kalk” diyor içimdeki ben.

Ben!.. Ben nerdeyim? Ve kimim ben?”

Sen kimsin ben bilmiyorum Elli yıldır senin içinde ruhunun besini oldum.

“Kalk, gidelim.”

“Nereye?”

“Yarınların bağına” diyor içimdeki ben (Dağcı, 1997: 106).

Yurtlarını kaybedenler, karşılığında neyi kazanırlarsa kazansınlar (eğer kaybettikleri yurdun gerçek sahibi iseler), kazandıkları hiçbir şey onlara kaybettiklerini unutturamaz ve onun eksikliğini gideremez. Topraklarını / yurtlarını kaybedenlerin acısı yalnız ve yalnız “Ana” olarak gördükleri yurtlarına / vatanlarına kavuştuklarında, onun koynunda huzur bulduklarında, “Ana dili”ni özgürce konuştuklarında diner. Başkalarının yurtlarında alınan hava, sürülen sefa ve yaşanan özgürlük “ölüm öncesi yaşanan iyileşme”ye benzer. Dağcı’nın şu satırları bu bağlamda çok anlamlıdır:

 

Bitti. Esirlik yılları bitti artık. Ömrümde ilk defa hür hissediyorum kendimi. Hür insanların yaşadığı topraklardayım. Ölüm korkusu, işkence korkusu bıraktı yakamı.

Yıllarca peşinde koştuğum hürriyete kavuştum ama içim neden kapalı? Kendimi bildiğim anda kaybettiğim yaşama sevincine neden kavuşamadım yeniden?

Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile bir manası kalmadığını şimdi anlıyorum. İçinde doğduğum, gülüp oynadığım yerlerde benim dilim konuşulmuyor artık. Bir zamanlar o topraklarda dilimi konuşan insanların ne olduklarını da bilmiyorum.

Son fırtına ağacı devirdi. Bizler, uçurduğu birkaç yaprak, boşlukta yolunu şaşırmış, ümitsiz ve şaşkın, meçhul bir geleceğe doğru yalpa vurup duruyoruz (Dağcı, 2017: 256).

Analarından ayrı düşmüş olanların, öksüz ve garip kalanların yaraları sağalmaz; acıları dinmez; içlerindeki “ben” de hiçbir zaman susmaz. Ben, yurtlarını kaybedenlere, yad elleri mesken tutanlara, anasız çocuklara sürekli kim olduklarını, analarını, babalarını, kanayan yaralarını hatırlatıp durur:

“Hayatta senin gördüğün her şeyi Regina gerçekten gördü mü?”

Bendi soruyu soran.

Ses etmedim. Ben soruyu tekrarlamadı; yerine, “Sen yaralısın” dedi. Bu kez de benden ses çıkmayınca, “Yarandan ölmen ihtimal; ölmezsen eğer, zamanla yaran onar” dedi ben.

Ben’in sözü düşündürücüydü. Ne ki lafı uzatmaya, özellikle benim yaram üzerine konuşmamıza gereklik duymuyordum. Üstelik benim yaram ayrık bir yaraydı, ve, ben’in bunca yıl içimde ikamet etmesine rağmen, bunu bilmediğine şaşmıyor da değildim.

Ama.

Başka benler nice bilmiyorum. Benim ben inatçı. İnadı taştan kayadan yontulmuş sanki, kanayan yaramı gördü mü musallat kesilir başımın ucunda. Yaram ağrımıyor, derim, aldırmaz; ben bu yarayla elli yıl yaşadım, derim inanmaz. Yaran öldürecek seni der; yakın zamanda yaran olmazsa öleceksin, hem de (Ölümün mutlusu oluyor sanki!) ölümlerin en üzünçlüsüyle öleceksin, der.

Yaram söz konusu oldu mu sen gelirsin aklıma, Anne. Sen de yaralıydın. Senin yaran benimkinden farksız yaraydı. Tek fark senin yaran öldürücü bir yara oldu, benim yaramsa, tersine içimdeki ben’le bizim gerçeklerimizi görmeme yardımcı bir yara oldu. İçimdeki ben’le diyorum, çünkü ben, inatçı olduğundan başka, beni yaşatan bir ben (Dağcı, 1997: 93-94).

Cengiz Dağcı’nın içindeki “ben”, onun ve onun gibi bütün yurdunu kaybedenlerin yaralarını sürekli tazeledi ve acılarını artırdı. O, ömrünün son anına / son nefesine kadar Kırım’ın ve Türkistan’ın kurtuluşu, bağımsızlığı ve özgürlüğü için yazdı ve konuştu:

Şimdiye kadar yaşadığım hayatın acılarını unutacağım. Türkistan ve istiklâl uğrunda yaşayacağım; savaşacağım, öleceğim. Bu kutsal gaye şimdiden sonra, hayatımın ufuklarında bir yıldız gibi parlayacak. Yorgunum, ama son nefesime kadar, son damla kanıma kadar… (Dağcı, 2018: 244).

Dağcı, yarası kapanmadan 22 Eylül 2011 tarihinde hayata gözlerini kapadı; onun ruhu da bedeni de 02 Ekim 2011 tarihinde doğduğu topraklarla / Kızıltaş’la buluştu. Ancak onun içindeki ben hiç susmadı; susmuyor; susmayacak…

Onun içindeki ben (eşsiz eserleri sayesinde) konuşmaya; “Yurdunu Kaybeden Adam”lar’ın yaralarını kanatmaya, içlerini acıtmaya; onlara “kimlik”lerini unutturmamaya; “ad”lar’ını, “at”lar’ını, “ata”larını, “yurtlar”ını, “ana”larını ve “ana vatan”larını, hatırlatmaya devam ediyor ve edecek…

Sonuç ve öneriler:

• Bünyelerinde ait oldukları milletlerin ve toplumların karakteristik özelliklerini barındıran değerler onların parmak izleri gibidirler (Şahin, 2018: 383). Cengiz Dağcı’nın eserleri de hem Türk milletine ait değerleri hem de evrensel değerleri bünyelerinde barındırmaktadırlar. Cengiz Dağcı’nın eserlerindeki değerlerin eğitim süreçlerine yansıtılması, eserlerinin konuyla ilgili derslerde okutulması Türkiye ve Türk dünyası için zaruret arz etmektedir. Nitekim Cengiz Dağcı, eserlerinde Kırım’da ve Türkistan coğrafyasında yaşanan acıları, göz ardı edilip unutturulmaya çalışılan tarihî gerçekleri, millî, manevi ve evrensel değerleri sanatı, sanatın dilini ve inceliklerini de en güzel şekilde kullanarak dikkatlere sunmuştur. Dağcı’nın eserlerini değerler eğitimi açısından araştırıp inceleyen eserler yazılmalı; yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlanmalıdır.

• Cengiz Dağcı, bir insan ömrüne sığmayacak kadar çileli hayatına rağmen Türk edebiyatının en büyük yazarlarından biri olmayı başarmıştır. O eserlerinde Kırım’ı, Kırım’ın yakın ve uzak tarihini, Türkistan’ı, parçalanıp birbiriyle irtibatı kesilen Türk ellerini tek tek dile getirmiştir.

Onun eserlerinin kabul görmesinde, beğenilip okunmasında eserlerinin konularını oluşturan tarihî gerçeklik kadar kullandığı dilin de rolü büyüktür. Dağcı, eserlerinde bağımsızlığın ve özgürlüğün önemini, yurt ve vatan sevgisini aşılamak ve gelecek kuşaklara taşımak için son derece anlaşılır bir dil kullanmış; (kimi yazarlar gibi) dil vasıtasıyla okuyucusuyla kendi arasına mesafe koymamıştır. Yani o, sanat adına, edebiyat adına hayatın gerçeğini ve dünyanın gözleri önünde sergilenen bir dramı görmezden gelmemiş; üzerine düşeni ziyadesiyle yerine getirmiştir. O, iletmek istediği mesajı öne çıkarmak istediği için Türkçeyi en yalın ve en anlaşılır şekilde kullanmayı tercih etmiştir. Ancak yine de Dağcı’nın eserleri son derece zengin bir söz varlığına ve çeşitliliğine sahiptir. Onun eserlerinde geçen hayatın her alanına ait sözcükler, sözcük grupları, özel adlar, farklı disiplinlere ait terimler, deyimler, kalıplaşmış dil ögeleri… üzerinde ayrı bir araştırma ve inceleme yapmayı gerektirecek niteliktedir. Dağcı’nın eserleri söz varlığı açısından konunun uzmanları tarafından ele alınmalı ve bunların bir sözlüğü oluşturulmalıdır.

• Cengiz Dağcı ata dede topraklarından uzakta yaşamak zorunda kalmasına rağmen eserlerini Türkçe (Türkiye Türkçesiyle) yazmıştır. Onun eserlerinin yalnızca bir kaçının farklı dillere çevrildiği bilinmektedir. Ancak bu yeterli değildir. Dağcı’nın kendisinin de eserlerinin de yaşadığı yıllarda Türkiye’de ve Türk dünyasında hak ettiği değeri yeterince gördüğü de söylenemez. Dağcı’nın eserleri Türk lehçelerine aktarılmalı; yaygın dünya dillerine (Rusça, İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça) çevrilmelidir.

• Cengiz Dağcı ile ilgili bugüne kadar bazı anma programlarının, sempozyumların ve panellerin yapıldığı bilinmektedir. Bunların hepsi de birbirinden anlamlıdır ancak yeterli değildir. UNESCO ile irtibata geçip (Türkiye’deki ve Türk dünyasındaki) ilgili kurum ve kuruluşların (YÖK [üniversiteler, enstitüler, merkezler], Türk Üniversiteler Birliği, Türk Konseyi, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu [TDK, TTK, Atatürk Kültür Merkezi], TİKA, TÜRKSOY, Yunus Emre Enstitüsü, TÜBA, Türk Akademisi, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Maarif Vakfı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı) paydaşlığında 2020 yılının Cengiz Dağcı yılı olarak kutlanabilmesi için çalışmalara başlanmalıdır.

• Biz Türk milleti olarak değerlerinin farkında olmayan, değerlerinin kıymetini bilmeyen (veya değerlerinin kıymetini geç anlayan) bir yapıya sahibiz. Yılmaz bir dava adamı olan Cengiz Dağcı’nın değerini de çok bildiğimiz söylenemez. Nitekim pek çok kimse onun eserlerinin kıymetini ve vermek istediği mesajın önemini ölümünden sonra ancak anlayabilmiştir. Dağcı’nın hem adını ve misyonunu yaşatmak hem de ona olan vefa borcunu yerine getirmek için Türkiye’deki ve Türk dünyasının farklı bölgelerindeki bazı eğitim kurumlarına onun adı mutlaka verilmelidir.

• Cengiz Dağcı’nın eserlerinde vermek istediği mesaj iyi anlaşılmalı; başta Kırım olmak üzere bütün esir Türk ellerinin özgürlüğü ve bağımsızlığı için uluslararası alanda mücadele verilmelidir. Bu bağlamda bütün Türk boy ve toplulukları Kırım Tatarları olmadan Kırım’ın; Azerbaycan Türkleri olmadan Karabağ’ın; Ahıska Türkleri olmadan Ahıska’nın; Uygurlar olmadan da Doğu Türkistan’ın viran olacağını / harabeye döneceğini unutmamalıdırlar (Gökdağ, 2015: 659).

• Türk boy ve topluluklarının tekrar aynı acıları yaşamamaları; birbirlerinin yaşadıklarına kayıtsız kalmamaları; yaşadıkları veya yaşamak zorunda kaldıkları yerlerde farklı sebeplerle asimile olmaları; dillerini, dinleri, etnik ve kültürel kimliklerini kaybetmemeleri için kısacası Türk dünyasının birliği, bütünlüğü, mutluluğu, huzuru ve başarısı için ortak akıl ortak davranışa dönüştürmeli; “Türk Dünyası Vatandaşlığı Projesi” (Alyılmaz; 2015: 69-76; Alyılmaz, 2015: 77-85) hayata geçirilmeli; en azından Gaspıralı İsmail Bey’in gösterdiği hedef doğrultusunda “Dilde, fikirde ve işte birlik” sağlanmalıdır.